30 Aralık 2015 Çarşamba

AĞLATAN KİTAP

Geçenlerde vatan partisi il yönetimi olarak Tomarza'dan dönüyorduk. Arabada 3 kişiydik; ben, Oktay Yıldırım ve İlhami Kip. Vakit geç oldu, karanlığa kaldık. Zifiri bir karanlıkta yol alıyorduk. Yol boyunca tenha, ölgün ışıklar içindeki köylerden geçiyorduk. Söz, köy çocuklarının eğitimine geldi. İlhami Kip bir eğitimci olarak bu çocukların eğitimi için neler yaptığını anlattı, takdirle dinledik. Onu bu çalışmalarından dolayı kutlayınca tevazu içinde benim yaptıklarım Sıdıka Avar'ın yaptıklarının yanında çok önemsiz kalır dedi.

İlhami Kip Sıdıka Avar'ı büyük bir övgü ile anlatınca ona dedim ki:
“Ben Tunceli’nin Çemişgezek ilçesinde doğdum Çocukluğum Çemişgezek, Hozat ve Elazığ’da geçti. Sıdıka Avar Anneannemin Çemişgezek’teki evine de gelmiş. Anneannem onu birkaç gün evinde ağırlamış. Ona katır temin etmiş. Sıdıka Avar Çemişgezek’in köylerini dolaşmış ve ailesinin rızası ile yanına aldığı kızları eve getirmiş ve anneannem ile birlikte onların bitlerini temizlemişler, yıkamış, giydirmişler. Sonra Sıdıka Avar kızları Elazığ’daki okula götürmüş.”

Ben böyle anlatınca İlhami Kip “bende onun hatıralarını yazdığı Dağ Çiçeklerim isimli kitabı var, onu size hediye edeyim” dedi. Çok mutlu oldum.

Kitabı ertesi günü aldım ve eve gider gitmez okumaya başladım. Okudukça elimde olmadan aktı, durdu gözyaşlarım.

“Dağ Çiçeklerim” fedakârlık dolu, hüzün dolu, acı dolu; 1930-1940’lı yılların Elâzığ’ını, Tunceli’sini, Bingöl’ünü anlatıyor. Sıdıka Avar, bu illerin köylerindeki, mezralarındaki geri bırakılmış, sömürülmüş, yokluğa, sefalete mahkûm edilmiş insanlarını özellikle de kızları anlattıkça gözümün önüne çocukluğumda yaşadığım Çemişgezek, Hozat geliyor. Ve durmuyor gözlerim.

Türkçe’nin Önemi
Sıdıka Avar Elazığ Kız Enstitüsünde ve Elazığ Kız Öğretmen okulunda öğretmenlik ve yöneticilik yapmış. 20 Sene boyunca “dağ çiçeklerim” dediği köylü kızları topluma kazandırmak ve Cumhuriyet’in birer aydın vatandaşı yapmak için çok büyük mücadeleler vermiş. Tam bir Cumhuriyet aydını ve Mustafa Kemal’in askeri olarak çalışmış bir efsane kadın.

Kitabın başında eğitim programından bahsediyor ve Türkçe derslerinin önemini şu sözlerle vurguluyor:

“Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe'nin bu köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü eğitimdi.”

Kızımana
Sıdıka Avar “dağ çiçeklerim” dediği kızların sadece öğretmenleri değil, aynı zamanda anaları olmuştu. Onlara “kızımana...” diye hitap etmiş ve bir anne şefkati ile onlara sarılmıştı. Sadece Türkçe öğretmemiş, bilimin ve uygarlığın ışığı ile aydınlatmıştı.

O yıllarda Elazığ, Tunceli ve Bingöl köyleri sefaleti ve yokluğu yaşıyor. İnsanlar aç, hastalıklı ve perişan durumda. Yaşadıkları ev kerpiçten yapılmış, tek bir göz; penceresi bile bazen yok. Yokluğu yaşamalarına rağmen eldekilerini ya gelip ağanın adamları alıyor ya da kendileri götürüp şeyhe, şıha teslim ediyor. Kızların durumu ise çok daha kötü. Zaza ve Kürt köylerindekiler Türkçe bilmiyor. Yiyecekleri yok, giyecekleri yok; var olan ise, sefalet, hastalık, zulüm ve sömürü.

Köy Enstitülerindeki Genç Prometeler
O zamanki köylerin ve oralarda yaşayan insanların halini Sıdıka Avar şöyle anlatıyor ve köy enstitülerine de atıf yapıyor. Erkek çocukların da bu okullara gitmesini istediğini yazıyor:

“Dolaştığım geniş doğu köylerinin insanları kerpiç evlerin içinde kapkaranlık bir dünyaya gözlerini açıyor, bugünkü yaşantıdan habersiz, bir karış ötedeki dünyayı tanımada yavrulayıp göçüyorlardı. Bu geniş cehalet deryasında bizim okul bir ışık zerresi bile değildi. Kerpiç evlerin karanlığını aydınlatacak nuru taşıyacak, cehaletle savaşacak olan genç Prometeler asıl bu enstitülerdi. Köy enstitülerini tanımam benim bu savaşta imanımı pekiştirdi. Bundan sonra köy köy dolaştıkça, erkek çocuklara köy enstitülerini tanıtmaya çalıştım.”

 

Cehaletten Önce Bitle Mücadele
Sıdıka Avar, bazen yaya, bazen katır sırtında, bazen de hurda bir kamyonun arkasında köylere, mezralara giderek erkek çocuklara köy enstitülerini önerirken, kızları da ailesinden alıp, Elazığ’daki kız enstitüsüne getirmeye çalışıyor. Yollarda aç kalıyor, donma tehlikesi atlatıyor, köylülerin kötü muamelesine maruz kalıyor ama asla yılmıyor. Günlerce ağzından bir lokma girmediği oluyor. Tunceli ve Bingöl’ün dağlarında, sonbaharın ayazında, açık havada bir battaniye ile gecelediği oluyor.

Kızları Enstitüye getirince önce yıkayıp temizliyor. Bitlerini kendi elleri ile ayıklıyor. Onları giydiriyor, doyuruyor.

Kitaptan bir pasaj:
“Yatılıya 12 yeni öğrenci gelmişti. Birisi ta İresi’nin bir mezrasından katırcılara teslim edilip gönderilmişti. Üstü başı o kadar yırtık pırtıktı ki, şalvarının dizden yukarı kalan paçavralarının önüne toplayarak örtünmeye çalışıyordu. Her durduğumuz yerde çömelip büzülüyordu…

…Yanına çömeldim, önlüğü göstererek üstündeki pırtıları çıkarmak istedim. Elinin tersiyle elime vurdu ve bağıra bağıra ağlamaya başladı. Çare yoktu, paçavralarının üstüne önlüğü geçiriverdim. Başını kaldırıp bana bakınca şefkatle gülerek omuzuna “Kızımana...” diye okşadım. Gözyaşları yanaklarında parlayarak susup gülümsedi ve kendiliğinden kollarını soktu.

Saçları karşısında ürktüm. Saçları kıvırcıktı. Her telinde sıralanmış binlerce sirke saçlarını adeta kırlaştırmış gibi gösteriyordu. Bitler görüp çıkıyor, dolaşıp geziniyorlardı.

Başını zeytinyağı ile yağladık. Büyük leğeni yarısına kadar su ile doldurarak önüne koyduk. Rahatları kaçan bitler leğene düşüyorlardı. Seyrek tarakla taranınca dişler bitle doluyordu. Birkaçı da hademenin eline çıkınca ben “ben yapamam”, diye tarağı atıp kalktı ve öğürmeye başladı. Çaresiz kolları sıvadım, kızlar tarağı elimden almak istedilerse de vermedim. Çünkü onları temizlemek de bana düşecekti.”

Beser isimli bu kız, 4 yıllık eğitimin sonunda Akçadağ Köy Enstitüsüne gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş.

Sıdıka Avar Beser gibi yüzlerce kızı eğitmiş. Bu kızların bir kısmı eğitime devam edip öğretmen olmuş bazıları da köyüne dönüp öğrendiklerini orada uygulamış.

Türk Millet Olmak
Sıdıka Avar bir gün kızları toplamış ve Ankara’ya götürmüş. Trenle önce Sivas’tan daha sonra Kayseri’den geçip Ankara’ya ulaşmışlar. Yolda göz alabildiğine ovaları, köyleri, kasabaları gördükçe hayran kalmışlar. Kendi aralarında “Bizden küçük çok, bizden büyük olan da var ama mertlikte, yiğitlikte bizim Türk Milleti kadar büyük yok” diye konuşuyorlarmış.

Ankara’ya geldiklerinde hep beraber “Ankara Ankara güzel Ankara” diye marş söylemişler. Tunceli’nin, Elazığ’ın, Bingöl’ün Zaza ve Kürt kızları Türklükleri ile övünüyorlarmış. İşte Atatürk’ün “Ne mutlu Türk diyene” ifadesi ile anlatmak istediği de buydu…

Dönüşte çocuklar dert yanıyormuş: “Allah bizi niye böyle dağa taşa atmış, biz n’ettik ona?

Avar’dan Vaz Geçilmez
Sıdıka Avar kısa bir süre Tokat’ta görevlendirilir. Oraya gittiğinde kızlarından mektuplar alır. Öğrendikleri Türkçe ile mani yazanlar da olur. Sevgilerini şöyle dile getirirler:

Yılan yollar yamandır
Yad ellerse yabandır
Yitirdim Avarımı
Yarenliğim amandır

Gurbet rengi karadan
İçim gülmez yaradan
Avar sana emanet
Hey sevgili yaradan

Tokat’tan tekrar Elazığ’a döner ve Kız Enstitüsü Müdür olarak görevine devam eder. Yüzlerce kıza hayat verir.

1954 yılına kadar Elazığ’da görev yapan Avar, bu tarihte Başta vali olmak üzere yerel yöneticilerle anlaşamadığı için Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu’na tayini çıkarılır ve Elazığ’dan ayrılır.

Elazığ’dan ayrılmadan önce tayini durdurmak için uğraşır. MEB’ndan daha ne kadar Elazığ’da kalmak istediğini sorarlar. Ağlaya ağlaya cevap verir: “Ölünceye kadar”.

Ankara’ya gidince “dağ çiçekleri” ona mektuplar yazar. Onlardan birisi şöyle:

“Siz gideli gitmeyeli hep neşemiz kaçtı ve sizinle beraber geldi. Sizden sonra hep ağlayıp sizi her yerde arıyorduk. Aman ne yazık yatılıya ki, sizi göremez. Sizden başka kimiz var ki, siz olmazsanız bu okulu kim idare eder ve siz bizim bütün dertlerimizi dinliyordunuz anneciğim. Sizin emeğiniz ben de çoktur onun için hiç hatırımdan çıkmıyorsunuz. Gönderdiğiniz hediyeleri aldık ama ne ki siz yanımızda yoksunuz.

Lale sümbül biçilmez
Soğuk sular içilmez
Okuldan vaz geçilir
Avar’dan vaz geçilmez

Emeklerim Helal Olsun
Sıdıka Avar’ın kızlarına ve yöre halkına gönderdiği son mesaj da şöyledir:

“Ey benim Mastarların, Hazarların, Gölcüklerim Muratların ülkesi Elazığ, ey bağlarında tat, dağlarında buzlu sular kaynayan yeşil Uluovaların evlatları, Tunceli ve Bingöl’ün göklerle yarışan çetin dağları, boynuna bin bir haşeratın kemirdiği boynu bükük ormanları, ey dar zümrüt vadilerin çileli yiğit çobanları ve mert insanları…

Ey saadetiniz sevinç, dertlerinize göz yaşı kattığım vefalı kızlarım, biçare bacılarım!.

Uğrunuza serdiğim 20 senemin kahırları, dertler, cefaları ananızın ak sütü gibi helal olsun!

Kalbimde sizin için burcu burcu tüten saadet ve bereket dilekleri köyünüze, kömünüze rahmet gibi yağsın ve mesut olun.”

Bir cumhuriyet aydınının adanmışlığına bakınız!
Ey Türk Milleti’nin kahraman evladı! Hatıralarını gözyaşları içinde okudum. Bir Türk vatandaşı ve Tunceli’nin bir evladı olarak sana minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Cumhuriyetin aydınlığını Elazığ’ın, Tunceli’nin, Bingöl’ün köylerine taşıdın. Senin yaktığın meşale ebediyen yanacak ve bu yöreleri aydınlatmaya devam edecektir.

Ruhun şad olsun, nur içinde yat.

Prof. Dr. Eyüp S. Karakaş

28 Aralık 2015 Pazartesi

HAİNLİKTE SON PERDE

Demirtaş denen hain adam Diyarbakır’da alenen Türkiye Cumhuriyetini yıkacaklarını iddia etmiş. Bu pervasız iddianın sahibine sesleniyorum.

Ey Demirtaş,

Sen kendi sonunu hazırladın. Türkiye Cumhuriyetine kefen biçenlerin kefenini diken çok olur. Bunu asla unutma.

Sen dua et Türkiye’de idam cezası kaldırıldı, yoksa senin sonun yağlı bir urgan olurdu. Unvanının başında “Cumhuriyet” ibaresi bulanan savcılar ve Türk milleti adına karar verenler hâkimler seni gitmen gereken zindana yakında gönderecekler, hazır ol.

Sen kime güveniyorsun? Milletvekili oldun diye dokunulmazlık zırhı seni koruyacak mı sanıyorsun. Yoksa seni Sevr’i gerçekleştirmek için görevlendiren ve besleyen emperyalist abilerine mi güveniyorsun?

Sen Mustafa Kemal’i nasıl unuttun? Bu ülkede Ata’sından birinci görev olarak Türk Cumhuriyetini ve Türk İstiklalini sonsuzluğa kadar koruma ve kollama görevini üstlenmiş milyonlarca Mustafa Kemal’in askerini nasıl unuttun?

PKK denilen katil sürüsüne güveniyorsan, şunu bil ki, kahraman ordumuz bu hainlerin kökünü kazımaktadır. Sonları gelmiştir. Sıra Kandil’deki lider kadrosuna da gelecektir. Onları ya canlı, ya da cansız yakında Türkiye’de göreceksin.

Şunu sen de bil, tüm dünya da bilsin. Türkiye Cumhuriyeti etnik kimliği ne olursa olsun Türk Milleti adı altında birleşen Türkiye halkının müşterek devletidir. Bu millet bağımsızlığının, özgürlüğünün ve onurunun garantisi olan milli devletini sonsuzluğa kadar yaşatacaktır. Bunun için yemin etmiş ve kellesini koltuğuna almış milyonlarca yurtsever vardır. Senin piçlerin bu güç karşısında yok olmaya mahkûmdur.

Senin Kubilay'ı şehit eden Derviş Vahdettin'den ne farkın var. O da Türkiye Cumhuriyeti'ne kastetmişti sen de. Onun sonunu iyi bil, kendini buna göre hazırla.

Cumhuriyetimizi kuran parti olan CHP’nin genel başkan yardımcısının Demirtaş’ın önerilerinin TBMM’de görüşülebileceğini söylemesi ise en azından bir gafletin ifadesidir. Yazıklar olsun bu CHP’ye.

Bütün bunlar 2002 yılından bu yana AKP iktidarının uyguladığı, adına zaman zaman “açılım”, zaman zaman “çözüm” süreci dediği uygulamalarının sonucudur. 24 Temmuz’dan bu yana PKK’ ya karşı başlatılan ve tüm kararlılığı ile devam eden mücadele AKP’yi aklamaz. Eninde sonunda bu iktidar ve sorumlular Türk adaleti önünde hesap vereceklerdir.

Türkiye Cumhuriyeti sahipsiz değildir. Cumhuriyete göz dikenlerin gözlerini oymaya hazır milyonlar vardır. Bu milyonlar Türkiye Cumhuriyetini böldürmeyecektir.

Hiç kimse ABD ve AB’nin oyununa gelip da olmayacak hayaller kurmasın. Sonları acı olacaktır ve zafer Mustafa Kemal’in askerlerinin olacaktır.

26 Aralık 2015 Cumartesi

SALTANATIN KAYNAĞI YOKSULLUKTUR

Geçen gün Hisarcık’tan aşağı doğru iniyorum; karşıdan mavili, kırmızılı ışıkları ile yukarı doğru çıkan onlarca araç gördüm. Son model siyah arabalar ve önlerinde, arkalarında eskortluk yapan onlarca beyaz araç. Belli ki bir devlet büyüğümüz gidiyor.

Gözümün önüne Akhisarlı şehidimizin evi geldi. İki göz bir oda. Yerdeki kilimler, taziyeye gelenlerin oturduğu sandalyeler komşulardan toplanmış. Masa yok, divan yok. Şehidimizin evi bu ama bakanımız maşallah en lüks araçla geziyor, hem de etrafındaki milyonlarca liralık başka araçlarla.

Bizdeki bu saltanat merakı hiç bitmiyor. Osmanlılık hevesi de buradan geliyor galiba. Cumhurbaşkanımız sarayda oturuyor, altın kaplamalı bardaklarla su içiyor, oturduğu koltuk ise asgari ücretle çalışan bir işçinin birkaç yıllık maaşına denk.

Bu saltanatın ve ihtişamın kaynağı ise bu fakir milletin verdiği vergiler. Asgari ücretten bile vergi al, işçiyi 900 TL’ye geçinmeye mahkûm et sonra da bu saltanatı, bu ihtişamı, bu israf dolu hayatı yaşa. Sanırım bu bir vicdan sorunudur.

İhtişama doyamayan bu AKP iktidarı 13 yıl içinde yoksulluğu da, açlığı da artırdı. 20 milyondan fazla insanımız yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Milyonlarca insanımızın durumu daha da kötü, karnını bile doyuramayacak durumda.

Milli gelir arttı diyorlar. Arttı da bu gelir kimin cebine gidiyor, önemli olan bu.

2002 yılı ile 2014 yılı arasında geçen 13 yılda, maaş ve ücretlerin millî gelir içindeki payı 2.3 puan düştü. 2001 yılında yüzde 7,1 iken, 2014 yılında yüzde 4,8'e geriledi.

RIT Türkiye Araştırmaları Enstitüsü-New York'a göre, Türkiye'de  nüfusun en zengin yüzde birinin 2002'de Millî Gelirde aldığı pay yüzde 39,4 idi. Aynı yıl en fakir yüzde 99'un Millî Gelirden aldığı pay ise yüzde 60,6 idi. 2014 yılına geldiğimizde bu paylar tersine döndü. Artık nüfusun yüzde biri Millî Gelirin daha çoğunu yüzde 54,3'ünü, yüzde 99'u ise daha azını yüzde 45,7'sini alıyor.

Politikacılar halktan toplanan para ile saltanat sürerken yandaşlarını da devlet imkânları ile zengin ediyor. Zengin daha zengin olurken fakirlik giderek yaygınlaşıyor.

Milli gelir belirli ellerde toplanırken de yoksulun hakkına makarna, bulgur, kömür düşüyor. Dağıt gıdayı, kömürü; al oyları, saltanat sür, yandaş zengin et, keyfine bak. Oh! Ne güzel değil mi?

Halkın bu gerçekleri görmesini de istemezler. Onun için dindarlık yarışına girerler. Camilere gidilir, fotoğraflar çekilir: Allah sözcüğü dillerinden düşmez. Halk sürekli kuran okusun, mahalle hocalarını dinlesin, kafası secdeden kalkmasın isterler.

Elbette Müslüman bir insan kuran da okuyacak, ibadet de yapacak ama bunun yanında insanı da tanıyacak, matematik de, fizik de, tarih de, sosyoloji de okuyacak. Sorgulamayı, araştırmayı öğrenecek. Bilim üretecek, teknoloji geliştirecek, üretim yapacak.

İktidar halka gıda kömür dağıtılacağına, bilim, kültür, sanat dağıtılsa daha iyi olmaz mı?  Elbette olur ama sultanların, paşaların beylerin işine gelmez. Halk kömüre, makarnaya muhtaç olacak ki, bunları verip oy alabilsinler. Halk sorgulamayı öğrenmeyecek ki, bunların saltanatının kaynağını araştırmasınlar.

Uyan be halkım! Bu ihtişamı, bu saltanatı onlara sen yaşatıyorsun. Devletin parası olmaz, bu para senin paran. Paran sahip çık. Geleceğine sahip çık. Onuruna sahip çık. Sen padişahın kulu değilsin; sen bu devletin eşit haklara sahip bir ferdisin. Bunu bil ve öyle davran.


23 Aralık 2015 Çarşamba

CUMHURİYET SAHİPSİZ DEĞİL

23 Aralık 2030 Türk devrim tarihinde en önemli önemli olduğu kadar da en acı günlerinden birisidir. 80 yıl önce bugün Türk Milletinin ve Cumhuriyetin bir yiğit çocuğu başı testere ile kesilerek şehit edildi.

Kubilay’ı şehit edenlerin hedefinde Cumhuriyet vardı.

Cumhuriyet’in ve bilimin aydınlığı vardı.

Türk Milletinin bağımsızlığı, özgürlüğü vardı.

Kubilay’ın başını keserek Türkiye Cumhuriyetini yıkacaklarını sandılar. Geride kalan Cumhuriyeti savunmaya kararlı yılmaz Türk gençlerinin varlığını hesaba katmadılar.

Kimdi bu Cumhuriyet düşmanı katiller? Cevabını Mahmut Esat Bozkurt o yıllarda yazdığı makalelerinde cevaplandırıyor:

“Türk Genci!

Menemen sokaklarında dökülen kan senin kanındır. Yıkılmak istenilen eser, Büyük Adam'ın sana emanet ettiği eserdir; senin varlığındır; sensin… Senin neslinden Kubilay adlı bir öz Türk delikanlısı başını verdi. Amma Cumhuriyet'i vermedi.

Genç Kubilay azılı şeriat eşkıyasının karşısına tek başına çıktı; tek başına dövüştü… Onları kesik başının kanında boğdu.

Türk genci!.. Cumhuriyet sana emanettir. Onu yok etmek isteyen düşmanlarla sarılısın. Kubilay'ın kanını takip et; o yoldan tarihe gir. Bugünkü düşmanlarını orada okuyacak, orada bulacaksın…

Bunların bazısının cebinde ecnebi parası vardır. Bazısının adı sanı seninkine benzemez, senden değildir. Bazısının kasketinin altında yeşil sarık vardır… Birçokları da halife, saray uşaklarıdır.

İşte bunlar Kubilay'ınki gibi senin de kanını içmeye hazırlanmışlardır. Bunlar seni, seninle beraber geleceğini, Türk tarihinin şahlanmış seyrini esir etmek istiyorlar. Sen onları esir edeceksin, kanlarında boğacaksın…”

“Türk yenileşme tarihinde irticai faaliyetlerin rejim suikastlarının ucu çoğunlukla:

1) Dine,

2) Yabancı tahriklerine,

3) Yıkılmış menfaatlere, gayri memnunlara,

4) Saraycılara,

5) Türklüğü benimsememişlerin propagandalarına bağlıdır.

Siyasi tarihimizdeki gerilik hareketleri buralardan kopmuş, buralardan fitillenerek patlamıştır. Son hadiseyi bu yuvalarda aramalıdır.”

80 yıl sonra bugün de Cumhuriyetimiz aynı mihrakları tehdidi altındadır. Bir yanda bölücü terör, diğer yanda irticai terör. Zaman zaman birleşerek zaman zaman da ayrı ayrı saldırıyorlar. Dün Kubilay’ı şehit veren ordumuz bugünde aziz evlatlarını Cumhuriyeti korumak için ebediyete uğurluyor.

Dünkü Derviş Vahdettinlerin yerini yeni bugün yeni yobazlar, bölücüler almış. Hepsinin de temel özelliği köklerinin dışarıda olması. Lozan’ı hazmedemeyenlerin, Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşmaktan usanmayanların, emperyalist güçlerin piyonu bunlar.

Dün bir tane Kubilay vardı, bugün milyonlarca Kubilay var. Türk Genci cebinde ecnebi parası, kafasında ecnebi propagandası olanlara karşı bu Cumhuriyeti korumasını iyi bilir. Çünkü Cumhuriyet’in Türk varlığının teminatı olduğunun bilincindedir.

Selam olsun bu bilinç içinde canı pahasına Türkiye Cumhuriyetini yaşatma mücadelesi verenlere.

Selam olsun ülkenin ve milletin birliği için göğsünü siper edenlere.

Selam olsun kafasını ve halkını bilimin aydınlığı ile ışıtanlara.


Selam olsun Mustafa Kemal’in askerlerine.

22 Aralık 2015 Salı

HENDEKLER DOLACAK, BİRLİK SAĞLANACAK

Diyarbakır’da, Nusaybin’de, Hakkâri’de, Nusaybin’de, Cizre’de, Şırnak’ta hendekler kazılıyor, bombalar döşeniyor. Amaç, milli birliği bölmek, Vatan topraklarını parçalamak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmek.

Bu hendeği kazanlar PKK ama kazdıranlar ABD ve İsrail. Irak’ı böldüler, Suriye’yi parçaladılar; sıra bize geldi. Bir yandan hendek açıyorlar, bir yandan Suriye’nin kuzeyinde İsrail koridoru kurmaya çabalıyorlar.

Hendek cepheler oluşturdu: Bir yanda emperyalizm ve Siyonizm; diğer yanda Türk Milleti.

Bir yanda PKK, HDP yani ABD’nin piyonları, diğer yanda vatanseverler ve milletin birliğinden yana olanlar.

Bu cepheleşmede bir de kendisini tarafsız ilan eden CHP var.

Vatan savunmasında tarafsız kalmak olur mu? Olursa, bu aslında vatan cephesinde değil, karşı tarafta olmak demektir.

PKK yalnız da değil, ABD güdümündeki medya ve bazı yazarlar da hendekler çoğalsın, vatan bölünsün diye gazetelerde, televizyonlarda sürekli psikolojik savaş veriyorlar. Milli direnç oluşmasın diye çırpınıyorlar. İç cepheyi düşürmeye çalışıyorlar.

Bir ülkede Devletin güvenlik güçlerinden başka silahlı güç olması demek, yeni bir devlet demektir. PKK silah bırakmaz demek, PKK devletini kurana kadar silahlı mücadele yapacak demektir. Buna asla izin verilemez.

Yıllarca PKK’nın eylemlerine, silahlanmasına, yığınak yapmasına, haraç toplamasına, yöre halkına eziyet etmesine “çözüm süreci” adı altında müsamaha gösteren AKP iktidarı büyük suç işlemiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, polislerimizin verdiği şehitler, bu müsamahanın sonucudur. Günü gelince hesap sorulmalıdır.

Bir yandan silahlı mücadele devam ederken diğer yandan yeni anayasa adı altında vatanı bölmek için yasal hendekler kazılmaya çalışılıyor. Avrupa Özerklik Şartı’nın anayasaya girmesi demek ikinci İsrail’in ülkemiz topraklarında kurulması demektir.  Bu konuda AKP, HDP ve CHP birlikte hareket ediyor.

Geçmişte de İkiz İhanet Yasaları kabul edilmişti. Bu yasanın kabul edilmesinde, 2002 yılındaki MHP’nin de içinde bulunduğu hükumetin ve o zamanki meclisin büyük sorumluluğu var. Aynı hata yapılmamalı, Avrupa Özerklik Şartı asla Anayasa’ya girmemelidir.

Kahraman askerlerimizin, polislerimizin şehirlerde, kasabalarda doldurduğu hendekler yasalar yolu ile tekrar açılmamalıdır.

Bu hendek savaşını ABD ve İsrail kazanamaz. Zafer, Türk Milleti’nin olacaktır. Türk Milleti’nin vatansever, milli ve ilerici güçleri bu hendekleri dolduracak, milli birliği sağlayacak ve sorumlulardan hesap soracak güce sahiptir.


19 Aralık 2015 Cumartesi

SUUDİLERE BEKÇİ ARANIYOR

Sonunda bu da oldu: Türk Ordusu Suudilerin koruması durumuna düşürüldü. Ne imiş efendim?

Terör ve Suudilerle birlikte ittifak kuracakmışız ve terörü önlemek için mücadele edecekmişiz. Bizim medya da konuyu “Sünni İttifak” diye takdim ediyor.

Suudiler ne zaman Sünni oldu ki? Suudilerin Selefi-Vehhabi olduğunu nasıl unuttular. Selefi-Vehabilerin Sünni düşmanı olduğu da unutulmuş.

Terör ile mücadele için Suudi liderliğinde ittifak oluşturulmuş. Peki bu Suudiler değil mi IŞİD’den El-Kaide’ye kadar birçok terör örgütüne yardım eden?

İşin daha vahimi ise bu ittifak Riyad’ta kurulacak bir merkez tarafından yönetilecekmiş. Suudiler ne isterse vereceğiz. Asker, istihbarat, mühimmat bizde paralar onlardan. Bizimkisi bir nevi paralı askerlik gibi bir şey.

Suudileri korumak için Mehmetçiği feda edeceğiz.

Suudilerin ordusu zaten paralı askerlerden oluşmuş. Silahlı gücünün neredeyse tamamı ABD askeri endüstrisinin kontrolünde. Amerikan özel kuvvetlerinden ayrılıp “Vinnel” diye bir şirket kuran paralı askerler Suudileri korumak için para alıyor.

Keza ordunun lojistik, eğitim, istihbarat ve danışmanlık hizmetini de başka bir Amerikan şirketi veriyor.

Suudiler bu ittifaka lider olacak demek bu ittifakı ABD yönetecek anlamına gelir. 

Yani, “İslam İttifakı”ının lideri Amerika olacak.

Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Lübnan’a (ve tabii ki İran’a) düzenlenecek operasyonlar Suudilerin başkenti Riyad’ta kurulacak merkezden yönetilecek, plan bu!

Sünni İslam ordusu anlayışı son derece tehlikeli çağrışımlar yapıyor. Ortadoğu’da eksik olmayan Şii-Sünni çatışmasını körüklemeye aday bir gelişme!

İnşallah Türkiye bu girişime destek vermek amacı ile maceralara sürüklenmez; ABD’nin oyununa gelmez.

İşin bir yanı da şu: Türkiye kendi toprakları içinde ABD’nin piyonu PKK ile çok zorlu bir mücadele yürütüyor. Teröre dur demek için kurulan bu ittifaka dâhil olacak olan 33 ülkenin hiç birisi PKK terör örgütüne karşı Türkiye’nin yanında durmadı hatta bir kısmı bu örgütü destekledi.

Şimdi biz terörü beleyen, mezhep ve etnik çatışmaları körükleyen devletlerle Ortadoğu’daki terörü önleyecekmişiz. Hiç inandırıcı değil.

TSK kuvvetleri Suudi ve Katar petrollerinin bekçisi olamaz.


Türk Ordusu mezhep çatışmalarının tarafı olamaz. Olmamalıdır da!

15 Aralık 2015 Salı

HESAP GÜNÜ YAKINDIR

Memleketin haline bakıp da üzülmemek elde değil. Kan, gözyaşı, göç, şehit, yoksulluk, sefalet haberleri zirve yapmış durumda. Bütün bunlardan birinci dereceden sorumlu olan iktidar ise pişkin pişkin kendisinden başka herkesi suçluyor.

İktidar, ABD’nin iki önemli piyonu olan F tipi örgüt ve PKK ile yaptığı koalisyonu unutmuş, bunları suçlayıp sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor.

F tipi örgüt ile ele ele verip TSK’ne kumpas kuran bunlar. Komutanlarımızı tutsak edenler bunlar.  Cumhuriyeti savunan aydınları cezaevlerine gönderen bunlar. Yargı’yı Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsmak için kullanan bunlar. Çocukların, gençlerin Işık evlerinde, dershanelerde, özel okullarda beyinlerini yıkayıp ABD’ye piyon yapanlar bunlar.

PKK ve onun eli kanlı lideri Apo ile Türk milletine anayasa yapmaya kalkanlar bunlar. Türk Milletini anayasadan çıkarmaya kalkanlar bunlar. PKK’nın militan sayısını artırmasına, silahlanmasına, yöre halkından haraç toplamasına, şehirlere, kasabalara militanlar yerleştirmesine göz yumanlar bunlar.

Bu üçlüye liboşları, birahane solcularını, televizyon soytarılarını da eklemek gerek. Bu ekibin Türkiye’de yarattıkları tablo bu.

Bütün bunlar gafletten mi, dalaletten mi, ihanetten mi bilemem ama yapılanlar bunlar, yapanlar ise ortada.

AKP, PKK ve F tipi örgüt koalisyonun bizi getirdiği nokta işte bu. Şehirler, kasabalar savaş alanına dönmüş. Yöre halkı göçe mecbur ediliyor. Her gün birkaç şehit haberi geliyor.

Komşularımız arasında dost diyebileceğimiz ülke kalmadı. Sıfır sorun diyerek sıfır dost ülke aşamasına geldik. Hiç yoktan kendimize düşman kazandırdık.

Hava alanları, kara suları yabancı uçak, gemi ve askerlerle doldu. ABD, Almanya, İspanya, Fransa, Kanada, Portekiz askerleri topları ile tüfekleri ile ya havamızda ya da kara sularımızda. Bunlar yarın bir komşu ülkeyi bombalarsa sorumlu kim olacak belli değil.

Bütün bunların üstüne şimdi de Türk Milletine yeni anayasa yapacaklarmış. Başkanlık sistemi olsaymış, Türkiye daha iyi yönetilirmiş; yönetimde ikilik olmazmış. Amaç belli, Tayyip Erdoğan’ın başkan olması ve Türk Milleti’nin anayasadan silinmesi.

Türkiye’yi getirdikleri fiili durum meydanda. Ülke bölünme aşamasına gelmiş. Şimdi bu fiili durumu hukukileştirmeye kalkıyorlar.

Bu böyle devam edemez. Türk Milletinin kendini koruyacak refleksleri ve gücü vardır. Elbet bir gün bu kötü gidişe dur denecek, milli hükumet kurulacak ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine sahip çıkılarak tam bağımsız ve milli egemenliğe ve insanların kardeşliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti yeniden inşa edilecektir.

İşte o gün, sorumlulardan muhakkak hesap sorulacaktır. Hesap günü yakındır.

13 Aralık 2015 Pazar

SİS

Tevfik Fikret’in  “Sarmış âfakı yine bir dûd-u muannid Bir zulmet-i beyza ki peyapey mütezayid “ (Ufukları yine inatçı bir sis, duman sarmış. Bir beyaz zulmet ki gitgide artıyor.) Dediği günleri yaşıyoruz.

Türkiye çok zor, tehlikelerle dolu günlerden geçiyor. Yarın ne olacak,  belli değil.

İçerde, PKK eşkıyası yakıp yıkmaya, insanlarımızı katletmeye devam ediyor. Bazı ilçelere devlet hâkim olamıyor. Yöre halkı Suriye’dekine benzer biçimde göç etmeye başladı. Evini, yurdunu bırakıp güvenli yerlere ulaşmaya çalışıyor. Devlet memurları istifa edip bölgeden kaçıyor.

Her gün şehit cenazeleri geliyor. Şehitlerimizin çocuklarının hüzün dolu bakışları, tabuta sarılışları ciğerimiz yakıyor.

Ülkemiz ve etrafımız silah deposuna döndü. Rus uçağı sınırımızı 2 km geçti diye düşürüyoruz ama hava limanlarımız ABD, Alman, İngiliz, Fransız uçakları ile doldu. Etrafımızdaki denizlerde ise, savaş gemilerinin sayısı giderek artıyor.

Bir yanda başını Rusya ve İran’ın çektiği güçler, diğer yanda ABD ve ortakları; savaş ha çıktı ha çıkacak. Biz ne yapacağız, bilen yok.

Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacak politikalar güdeceğimize bu ülkeleri bölmek için savaşan örgütlere destek veriyoruz. Onların militanlarını eğitiyoruz. 

Bölünme sırası bize gelmiş haberimiz yok.

Ekonomik olarak da durum içler acısı. Genç nüfusta işsizlik oranı % 25’i aşmış durumda. Yoksulluk sınırı altında yaşayan 10 milyonlarca insanımız var.

Ekonomimiz dışardan gelecek borç paraya dayanıyor. Bu paranın kaynağı ise petrol gelirleri. Petrol fiyatları düşerse borç para bulmakta da zorluk çekeceğiz. Borcu borçla ödeyen ekonomimiz iyice zora girecek.

Halkımız ise, durumdan habersiz, bütün bu dertleri, badireleri başımıza sarmış ve bizi bir ateş çemberi içine almış iktidara destek olmaya devam ediyor; hâlâ bu iktidardan medet umuyor.  

Halkın büyük çoğunluğu gerçekleri bilmeden yaşıyor çünkü etrafına ya hiç bakmıyor veya baksa da yandaş ve satılık medyanın penceresinden bakıyor. Bu pencereden baktığında ise gerçekleri göremiyor çünkü ““Sarmış âfakı yine bir dûd-u muannid”

Sis perdesini kaldıracak, halka gerçekleri gösterecek medyadan yoksunuz. Bu ortamda, halkın sağlıklı karar vermesi mümkün değil. Erdoğan ve AKP iktidarı bu ortamdan faydalanıyor. Bir yandan iktidarını güçlendirmeye devam ediyor, diğer yandan bal tuttuğu parmağını yalıyor.

Osmanlı’yı yeniden kurma hayallerinden önce Mondros’a geldik; şimdi de Sevr’e doğru yol alıyoruz ama haberimiz yok.

10 Aralık 2015 Perşembe


KİMİ NE İÇİN EĞİTİYORUZ?

Güneydoğu'da 24 temmuz tarihinde başlayan savaş devam ediyor. PKK hala direniyor. Hergün yeni şehit haberleri geliyor. Paki biz ne yapıyoruz? Barzani'nin adamlarını eğitmek üzere Musul'a askeri birlik gönderiyoruz.

Peşmergeleri eğitecekmişiz. Eğiteceğiz ki daha çok insan öldürebilsinler. Bu peşmergeler değil miydi Tuzhurmatu'da, Kerkük'de, Telefar'da Türkmen kardeşlerimizi öldürenler? Bu Barzani değil miydi, PKK'yı kollayıp koruyan?

Barzani'nin amacaı Irak'ı parçalamaktır. Yıllardır bunun için uğraşıyor. Büyük Kürdistan hayali ile yaşıyor. Suriye'nin kuzeyinde ikinci İsrail koridorunu açmak için ABD ile işbirliği yapıyor.

Bu Barzani'den petrol alıp onu zengin etmek yetmiyormuş ki şimdide askerlerini eğiteceğiz ki, Irak'ı bölsün ve büyük Kürdistan amacına çabuk ulaşsın.

Musul IŞİD'den temizlenince buraya hakim olacak güç Barzani'nin peşmergeleri olacak. Bunun bize ve orada yaşıyan Türklere ne faydası olacak?

Türkiye'nin çıkarı ve güvenliği Irak'ın ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü korumasına bağlıdır. Bizm hedefimiz bu olmalıdır ve stratejimizi buna göre belirlememiz gerekir. Oysa biz ne yapıyoruz? Irak'ı parçalasın diye Peşmergelere, Suriye'yi parçalasınlar diye merkezi hükumet karşıtı terör örgütlerine destek veriyoruz.

Eğit-Donat diye bir program uyguladık ve ABD ile birlikte Suriye'deki terör örgüt mensuplarını eğitip silahlandırmaya marifet sandık. Kırşehir'de bu amaçla bir eğitim merkezi kurmaya kalktık.

Musul'da peşmergeleri eğiterek, Kırşehir'de Suriye muhaliflerini eğiterek Türkiye hiçbir şey kazanamaz. Irak ve Suriye parçalanırsa Türkiye de parçalanır.

Rus uçağını düşürmeniz de son derece yanlış olmuştur. Bu düşüşten en çok ABD memnun kalmıştır. Bu düşürme hadisesi Türkiye'nin bölünme sürecine hizmet etmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi ekonomik olarak da bizi zor duruma sokmuştur.

Türkiye çok yanlış yönetiliyor. Kırmız çizgiler yok oldu. Politikamızı ABD ve onun batılı müttefikleri belirliyor. Bu gidiş iyi gidiş değil. 

Aklımız başımıza almazsak gelecekte daha çok kan ve göz yaşı göreceğiz.

8 Aralık 2015 Salı

KİMİN SAVAŞI?

Ortadoğu silah deposuna döndü. ABD zaten buralardaydı, şimdilerde silahını alan geliyor. Rusya geldi, yetmedi Çini de çağırdı. Paris’te bomba patladı, Fransa, İngiltere ve Almanya’da aldı silahını geldi. Türkiye, İsrail, İran, Suriye, Irak zaten buradaydı.

Gelenlerin gerekçesi de IŞİD’i yok etmek. Hepsi koalisyon kuracakmış ve IŞİD ile mücadele edeceklermiş. Yani IŞİD olmasa bunlar Ortadoğu ile hiç ilgilenmeyeceklermiş.

Bu IŞİD ne kadar güçlü imiş ki dünyanın tüm süper güçleri ona karşı birleşti. Vay be!

IŞİD bahane petrol ve doğal kaynaklar şahane.

Birinci Cihan harbi de, ikinci Cihan harbi de birer paylaşım savaşıydı. Bu savaşlar bitti ama ülkeler arsında paylaşım mücadelesi bitmedi. Bugünlerdeki askeri yığınağın sebebi bu mücadele.

Bugüne kadar bölgedeki ülkelerin askeri gücünü, terör örgütlerini ve paralı askerleri kullanan büyük güçler iş ciddiye binince kendi orduları ile birlikte geldiler.

Üçüncü dünya savaşı çıktı diyen de var, yakında çıkacak diyen de var.

Sormak lazım: Kimin için bu savaş ve bu savaşa kim karar veriyor? 

Cevap basit: Ülkelerdeki siyasi ve ekonomik sistemi kim yönetiyorsa onlar karar veriyor.
Rejimi ne olursa olsun bu ülkelerde yönetim, toplumun en zengin % 1’lik kesiminin elindedir. Siyasi kararlar da ekonomik kararlar da bu zengin kesimin çıkarı doğrultusunda alınır.

Bu savaş zenginlerin kendi arasındaki bir savaştır. Savaşın askerleri ise yoksullardır.

Bu savaştan bazı zenginler kazanacak bazı zenginler zarar görecek ama kim kazanırsa kazansın zengin olmayanlar savaşın acısı çekecek.

Yoksul yoksulluğu ile kalacak ama bazı petrol ve silah tüccarları zengin olacak.

Dünyadaki ve ülke içindeki ekonomik sistem öyle düzenlenmiştir ki, para fakir ülkelerden zengin ülkelere ve fakirlerin cebinden zenginlerin cebine akar. Savaşlar da bu para akışını düzenlemek için yapılır.

Temennimiz bu paylaşım savaşının çok kanlı bir senaryoya dönüşmemesidir.

Dünya nimetlerinin hakça bölüşümü sağlanmadan yoksulların yüzünün gülmesi mümkün değildir. Bu da ancak tüm ülkelerde, gerçek anlamı ile, milli demokratik devrimin tamamlanması ile mümkün olabilir.


4 Aralık 2015 Cuma

BÜYÜK ÇATIŞMAYA DOĞRU

Şu gerçekler bilinmeden Ortadoğu’daki olaylar tam olarak anlaşılamaz.

·         Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır
·        Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin ise yüzde 34'ü de Ortadoğu'dadır.
·         Petrol tüketimi 2003'te günde 66 milyon varilken, 2020'de 119 milyon varil olacaktır.
·         Ortadoğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek ve maliyeti de ucuzdur.
·         Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin yüzde 65.4 üne sahiptir. Bu rezerv 1.047 milyar varildir. Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince toplam, rezerv dünya rezervlerinin yüzde 69.6 sına ulaşmaktadır.
·         Ortadoğu'nun potansiyel rezervleri ise 252.5 milyar varildir.
·         2002 Yılında Ortadoğu küresel petrol ihtiyacının yüzde 41.4 ünü karşılamıştır.
·         Geleceğin küresel petrol ihtiyacını karşılayabilecek ve bu maksatla üretimi artırabilecek bölge Ortadoğu'dur.
·         Kuzey Amerika'nın 2025'e dek Ortadoğu'dan alacağı petrol yüzde 85 artacak, bunun büyük bir kısmı ABD'de tüketilecektir.

ABD’nin temel stratejisi “egemen güç üstünlüğü” esasına dayanır. Egemenliğini sağlamak ve devam ettirmek için askeri gücünü diğer ülkelere hâkim olmak için kullanır. ABD, egemenliğini devam ettirmek için, diplomatik, ekonomik yöntemlere başvurur ve uluslararası ortamı şekillendirmeye ve kendi düşüncelerini yaymaya çalışır.

BOP projesi ABD egemenliğinin devamı için geliştirilmiş ve uygulamaya konulmuştur.

Bu proje gereği Türkiye’nin gücü PKK aracılığı azaltılmaya çalışılmış. Irak ve Suriye bölünmüş Irak petrolleri ABD’ ve onun müttefiki ülkeler tarafından kontrol altına alınmıştır. Sıra bu petrolleri güvenli bir şekilde Akdeniz’e ulaştırmaya gelmiştir.

Sıra Suriye’nin kuzeyinde açılmak istenen, adına “Kürt koridoru” veya “ikinci İsrail koridoru” denilen koridorun açılmasına gelmiştir.

ABD açısından bu koridorun açılmasını önleyen iki önemli gelişme olmuştu: Birincisi, Türkiye ABD’ye bağlı terör unsurlarının Fırat’ın batısına geçmesini önledi ve Suriye’nin bu kısmını kontrol altına aldı. İkincisi ise, Rusya’nın Suriye’ye askeri olarak yardımı artırdı ve hava ve kara birliklerini bu bölgeye gönderdi.

ABD açısından bu iki engel kaldırılmalıydı. İşte Rus uçağının düşürülmesi ABD’nin bu amacına hizmet etti. ABD’ye engel olmak isteyen iki güç birbirine düşman haline getirildi.

Rusya, ABD ve onun müttefikleri açısından, ikinci İsrail koridorunun açılmasında en büyük engel kabul edildi. Bu engel kaldırılmalıydı. Bunun için gerekirse askeri güç kullanılmalıydı. Kullanılmalıydı ama başını ABD’nin çektiği Atlantik cephesinin bölgede yeterli askeri gücü yoktu. 

Bu amaçla hemen IŞİD devreye sokuldu. Paris’te büyük bir katliam oldu.

Bahane hazırdı. Bu IŞİD artık çok olmuştu, ortadan kaldırılmalıydı.  Bu da ancak çok güçlü bir müdahale ile olabilirdi. ABD’nin askeri gücüne diğer ülkeler de katkıda bulunmalıydı.

ABD, İncirlik üssündeki askerlerini ve uçaklarını takviye etmişti, bunlarla yetinmedi Diyarbakır Hava Üssü’nü de kullanmaya başladı. Fransa, Almanya ve İngiltere bu bölgeye askeri güç göndermek için parlamentolarından izin aldılar.

Atlantik cephesi bölgedeki hava ve kara gücünü takviye ederken bir yandan da Doğu Akdeniz’deki savaş gemilerini artırmaya başladı.

10-15 bin kişilik askeri güce sahip olan ve silahını ve her türlü askeri teçhizatını dışarıdan almaya mahkûm bir terör örgütü olan IŞİD’e karşı Rusya, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya askeri yığınak yapıyor. Amaç IŞİD ile mücadele imiş!

Bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Dünya, hızla büyük bir savaşa doğru gidiyor. O bölgede eninde sonunda büyük bir savaş çıkacaktır.

ABD ve müttefikleri ya açmak istedikleri koridordan vaz geçecekler ya da Rusya ile kapışacaklardır. Cepheler oluşmaya başladı; bir yanda ABD, İsrail ve bazı AB ülkeleri, diğer yanda Rusya, İran, Hizbullah, Çin.

Rus savaş uçağını düşürmemiz ve Ankara ve Paris’te patlayan bombalar ABD ve müttefiklerinin bu bölgede askeri yığınak yapmasının bahanesi oldu. Türkiye Atlantik cephesinin kucağına itildi.


Olay basit bir IŞİD olayı değildir. ABD’nin dünyaya hâkim olma stratejisine karşı Rusya müdahale de bulunmuştur; çatışma kaçınılmazdır. 

Olan başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine olacaktır. Türkiye’nin yöneticileri bu krizi atlatacak özellikte değildir. Gelecek, daha vahim olaylara gebedir.
KİM DÜŞMAN? KİM DOST?

Komşularla sıfır sorun parolası ile yürütülen dış politika sonucunda sorunumuz olmayan komşu kalmadı. Bu da yetmezmiş gibi Rusya ile de sorunlu hale geldik.

Dış politikalar da savunma politikaları da milli çıkarlarımızı korumak için uygulanır. Suriye ile hiçbir sorunumuz yokken ve Suriye’den hiçbir tehdit almazken bu ülkeye demokrasi götürme hevesi ile tüm ilişkilerimizi bozduk. Suriye merkezi hükumetinin gücünü azalttık ve terör örgütlerinin destekçisi olduk. Hiç düşünmedik ki bugün Suriye’yi parçalamak isteyen güçler gün gelir bizim ülkemizi de aynı yöntemlerle parçalar.

Suriye parçalanırsa Türkiye de parçalanır. Suriye hükumetine karşı savaşan terör gurupları ABD ve AB emperyalizmine hizmet etmektedir.  Orada işleri bitince sıra bize gelecektir.

ABD ve bazı AB ülkeleri Suriye’yi bölmek için uğraşır da Rusya buna karşı eli kolu bağlı durur mu? Nitekim durmadı. İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile birlikte Suriye’nin yanında yer aldı. Uçaklarını yolladı, askerlerini Suriye’ye yerleştirdi.

Rusya’nın bu müdahalesi Türkiye’nin aleyhine bir davranış değil. Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması Türkiye için önemli bir kazanç. Türkiye’nin yapacağı şey Suriye ve bölge ülkeleri ile birlikte Rusya ile iyi ilişkiler kurmaktı. Oysa biz ne yaptık? Rus uçağını sınırımızı 2 km geçti diye düşürdük.

Uçak düşünce, iyi ilişkiler içinde kalmamız gereken Rusya ile kanlı bıçaklı olduk. Uçaklarımız çıkarlarımızı koruyacağına tam tersi siyasi ve ekonomik menfaatlerimize darbe vurdu. Atlılan füze Rus uçağından çok Türkiye’yi vurdu.

Rusya ile aramızın açılması ABD ve bazı AB ülkelerini eminim çok sevindirmiştir. BOP gereği bölünmesi için uğraşan batılı güçlerin işi kolaylaştı.

Türkiye Ortadoğu’da karşı karşıya gelen Atlantik ve Avrasya cephelerinden ilkinde kalmaya mecbur bırakıldı. Oysa Türkiye için esas tehdit Atlantik cephesinden gelmektedir.

Irak’ın bölünmesi, Libya ve Suriye’de oynanan oyunlar bizim aklımızı başımıza getirmedi. ABD, Suriye içerisindeki terör guruplarını nasıl destekliyorsa, PKK’yı da öyle destekliyor. Özgür Suriye Ordusu da IŞİD de, PKK da CIA’nın organizasyonlarıdır. Bunlara lojistik destek, askeri bilgiler ve her türlü teçhizat dost bildiğimiz batı ülkelerinde geliyor.

Türkiye’yi bölmek için çaba sarf etmek düşmanca bir tutumdur. Bu tutum içinde olan ABD uçakları Türkiye’deki üslerden faydalanırken ve bu üslerden kalkıp sağı solu bombalarken sesini çıkarmayan Türkiye’nin bize karşı hiçbir tehdit unsuru taşımayan Rus uçağını düşürmesi çok yanlış olmuştur.

Türkiye, en kısa zamanda Rusya ile olan ilişkilerimizi düzeltmeli ve emperyalist güçlerin bizi ve komşularımızı bölmeye yönelik faaliyetleri ile mücadele etmelidir. Dış politikamızı da savunma politikamızı da bu gerçeğe göre yeniden düzenlemeliyiz.



3 Aralık 2015 Perşembe

EMPERYALİZİN ELİ KANLIDIR

Dünyadaki ve özellikle de Ortadoğu’daki olayların tam olarak anlaşılması için emperyalizmin ve özellikle de ABD’nin gerçek yüzünü, amaçlarını ve yöntemlerini iyi bilmek gerekir.

Emperyalizm yaklaşık dört yüzyıllık bir zaman dilimi içinde bütün kıtaları iliğine kadar sömürüp yerli halklara zulmeden korkunç bir güçtür. Emperyalizm, bir ülkenin siyasi ve iktisadi hayatına hakim olan kesimlerin, sırf kendi keselerini doldurmak için başka halkların toprağına, emeğine, hammaddesine ve pazarına el koyar. Üçüncü dünya ülkelerini yalnızca hammadde ve ucuz işçi kaynağı olarak değil, aynı zamanda kendi sanayi ürünleri için bir Pazar olarak görür.

Doğrudan yağmalama, başta petrol olmak üzere doğal kaynaklara el koyarak ve üçüncü dünya insanlarını çok ucuza çalıştırarak Amerika’daki ve Avrupa’daki zenginler servetlerini sürekli artırırlar. Üçüncü dünya ülkelerindeki insanlar ise yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm edilir. Dünyamızda 2 milyara yakın insan yoksulluk çekmektedir ve bunların büyük bir kısmı da açlık sınırı altındadır. Aslında üçüncü dünya ülkeleri yoksul değildir, yoksul olan bu ülkelerin halklarıdır. Bunun sebebi de bu insanların bu yağmayı sineye çekmeleridir.

Emperyalizmin kullandığı yöntemlerden birisi aşırı faizle borçlandırmaktır.  Borç alan ilkeler bunu iç tüketimde harcarlar, sonra borçlarını ödemek için daha fazla borçlanırlar. Faizler artar, ödeme şartları ise giderek ağırlaşır.

ABD, kendi çıkarlarını ve uluslararası kapitalist sistemi korumak için silah kullanmaktan asla vazgeçmez. Bugün için ABD’nin askeri harcamaları diğer bütün devletlerin bu amaçla harcadığından daha fazladır. Askerlerinin büyük bir kısmı ülke dışında yerleşmiştir. Tüm dünyaya yayılmış üslerinde 500 000’in üzerinde askeri personeli vardır. 30 000’den daha fazla stratejik ve taktik nükleer silaha sahiptir.

Kendi askerini kullanmak istemediğinde, paralı askerleri, terör örgütlerini veya dost ve müttefik diye nitelendirdiği ülkelerin askerlerini kullanır. Gerekiyorsa, terör örgütleri kurar ve onları destekler. Milli devletleri bu örgütler aracılığı ile zayıf düşürür ve hatta etnik kimlik ve dini inanç farklılıklarını ön plana çıkararak ülkeleri bölmeye çalışır.

Kendi ulusal güvenliğini sağlamak veya başka ülkelere demokrasi götürmek bahanesi ile askeri müdahaleler de bulunmaktan kaçınmaz. Bunun için gerekirse düşman icat eder. Irak’ta, Libya’da, Suriye’de yaptığı budur.

Emperyalist devletler ve özellikle de ABD dünya kamuoyunu kendi lehine oluşturmak için iletişim dünyasını denetler. ABD medyası her yıl milyonlarca haber, fotoğraf, yorum başyazı, köşe yazısı ve makaleyle diğer ülkelere haber ve düşünce pompalar. Bu pompalamanın ana amacı toplumu yanlış bilgilendirme ve yönlendirmedir. CIA, ABD içinde ve dışında 200’den fazla dergi, gazete, haber ajansı ve yayın evinin doğrudan sahibidir. Ayrıca çok sayıda gazeteciyi de besleyip büyütürler.

Emperyalistlerin bir silahı da üçüncü dünya ülkelerinde kurdukları veya destekledikleri demokratik kitle örgütleridir. Bu örgütleri maddi yünden destekler. Bazı yazarlara ödüller vererek kamuoyunda itibar kazanmasını sağlarlar.

Bu gazeteler ve gazeteciler aracılığı ile oluşturdukları kamuoyu sayesinde siyasi partilerin yönetimlerini kendi istedikleri gibi oluşmasına gayret ederler. Gerekirse CD’li, kasetli komplolar düzenlerler.

Türkiye’deki olayları değerlendirirken bu gerçekler hep göz önünde olmalıdır. Emperyalizm kanlı ve çirkin yüzü ile ülkemize ve komşularımıza çok büyük kötülükler etmektedir. 

Kurtuluşu bu emperyalist ülkelerin insafına ve yardımına sığınarak aramak en büyük gaflettir. Tam bağımsız milli devletimizi bu emperyalist güçlere karşı korumamız için, Türk kimliği altında tek bir millet olarak yaşamamız gerekir. Tek millet olarak mücadele etmeden ülkemizi de, devletimizi de ABD’ye ve onun yerli işbirlikçilerine karşı koruyamayız.


26 Kasım 2015 Perşembe

FÜZE TÜRKİYE'Yİ VURDU

Rus uçağının düşürülmesini değerlendirirken tabloya geniş açıdan bakmak gerekir. Sadece bu olaya, Türkmen dağına, Lazkiye’ye veya Reyhanlı’ya bakarsak doğru yorumlar yapamayız.

Ortada bir gerçek var: Petrol, daha doğrusu enerji kaynakları. 

Dünyadaki enerji kaynaklarının büyük çoğunluğu Ortadoğu’yu da kapsayan Avrasya’da bulunuyor. Yıllar önce Amerikalı strateji uzmanı Zbigniev Brzezinski kitabında şöyle yazmıştı. “, "Dünyanın merkezi Avrasya'dır. Çünkü dünyanın bütün petrolleri ordadır. Bu petrolleri ABD kontrol etmelidir. ABD Avrasya bölgesini kontrol etmeden dünya hakimiyetini sürdüremez.”

Olayın aslı işte budur. ABD Avrasya’yı kontrol altında tutmak istiyor. Bu bölgede kendisine mani olabilecek ülkeleri parçalıyor veya zayıf düşürmeye çalışıyor. Olmadı, iktidarlarını kendi sözünden çıkmayacak kimselerden oluşmasını sağlıyor.

Brzezinski bu sözleri yazdığında Sovyetler parçalanmamıştı, Yugoslavya bütünlüğünü koruyordu. Türkiye’de PKK terörü bu boyuta çıkmamıştı. Irak, Suriye ve Libya toprak bütünlüğünü koruyordu. Ne olduysa oldu; Sovyetler, Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye parçalandı. Afganistan Sovyetlerin egemenliğinden çıktı.

ABD’nin 2002 yılında açıkladığı ve 22 ülkenin yönetimini ve sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin temelinde ABD’nin Avrasya’ya hâkim olma emeli yatar.

ABD’nin bu projesi adım adım gerçekleştirmeye başladı. Irak fiilen parçalanmış ve yönetimi değişmiş durumda. Suriye de parçalandı ama Esat’ın direnci ABD’yi yendi. Esat ülkesini ABD ve onun Ortadoğu’daki büyük ortağı İsrail’e karşı koruyor.  

ABD’nin Irak’ı ve Suriye’yi parçalamak ve bu ülkelere hâkim olmak için yürüttüğü politikalar sonucu milyonlarca insan öldü, milyonlarca insan evinden, vatanından uzaklara göç etti. Buraya dikkatinizi çekerim, bu insanların arasında Irak ve Suriye Türkleri de vardı.

Suriye'de savaş halen devam ediyor. Bir tarafta ABD’nin piyonları olan PYD, IŞİD, El Nusra, El Kaide ve Özgür Suriye Ordusu gibi terör örgütleri, diğer yanda Esat’a bağlı Suriye Ordusu, Rusya ve Hizbullah. İran’da Esat güçlerini destekliyor. Tablo bu.

ABD’nin Avrasya’ya hâkim olmasını önleyecek 3 büyük bölge ülkesi var: Türkiye, Rusya ve İran. Bunu bilen ABD Rusya’yı zayıflatmak için uğraşıyor, Ukrayna’yı kendi kontrolüne almaya çalışıyor. Rusya’nın komşuları ile olan ilişkisini bozmaya çalışıyor. İran’a ekonomik ambargo uyguluyor.

Türkiye’yi ise PKK denilen terör örgütünü kullanarak bölmeye çalışıyor. Bu da yetmezmiş gibi, yönetime kendi sözünü dinleyecek iktidarların gelmesini sağlıyor. Türk Milletini Mustafa Kemal öğretisinde uzaklaştırmaya çalışıyor. Milli devletimizi yıkmaya uğraşıyor.

ABD son zamanda iki büyük darbe aldı. Birincisi Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türk Polisinin PKK karşı 24 Temmuzdan itibaren ABD’nin piyonu PKK’ya karşı çok ciddi biçimde mücadeleye başlaması ve ikincisi de Rusya’nın Suriye olayına doğrudan müdahalesi. Bu ki olay ABD planları için önemli bir darbe oldu.

Türkiye’nin ülke ve milletini böldürmemek için başlattığı mücadeleyi durdurmak ve Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini azaltmak için gerekli olan şey Türkiye’ ile Rusya’yı karşı karşıya getirmekti. Rus uçağına atılan füze bunu başardı.


Rus uçağına atılan füze sadece uçağı düşürmekle kalmadı, Türkiye Rusya ilişkilerine de darbe vurdu. Bu darbe kime yaradı derseniz cevabı basit: ABD’ye… Bunun ne sevinilecek ne de övünülecek bir yanı yok. Türkiye kendi bacağına kurşun sıktı, o kadar!

24 Kasım 2015 Salı

24 KASIM VE MİLLET MEKTEPLERİ

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Osmanlı’nın mirası olan cehaleti yenmek için büyük bir eğitim seferberliği uygulamaya konmuştur.  Cehalet bize Osmanlı’dan mirastır. Cumhuriyet kurulduğunda çocukların büyük bir kısmı okula gitmiyordu. Halk cahildi. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyordu. 

Ülkede toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise vardı. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyordu. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci vardı.

Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuştu. Hurafeler din diye öğretiliyordu. Medreselerde Türkçe yasaktı. Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuştu. 

Bu durum kabul edilemezdi. Savaş bitmiş, zafer kazanılmıştı ama yeterli değildi; cehalete karşı da savaş yapılmalıydı. Atatürk bu savaşı zaferle sonuçlandırmanın önemini şu sözleri ile anlatmış:

“En mühim ve feyizli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur.”
“Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır. Memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.”
“Bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır.”
“Bizim izleyeceğimiz Millî Eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut bilgisizliği ortadan kaldırmaktır.
Ayrıntılara girmekten kaçınarak bu fikrimi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, milletini dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dinî ve ahlâkî bilgi vermek ve dört işlemi öğretmek, öğretim ve eğitim programlarımızın ilk hedefidir.
Bu hedefe erişmek, Millî Eğitim tarihimizde kutsal bir aşama teşkil edecektir”

Ülke çapında eğitim veren ilkokul, ortaokul ve lise sayısının hızla artırılmasına çalışılarak çocukların eğitim seviyesi yükseltilmeye çalışılmıştır. Mustafa Kemal, sadece çocukları eğitmenin yeterli olmadığını ve halkın da hızla cehaletten kurtarılmasına olan inancını şu sözlerle ifade etmiştir:

"Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana-babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir vazife bilmelidirler."

Halkın bilgilendirilmesi için, Millet Mekteplerinin kurulmasına karar verilmiş ve 11 Kasım 1928'de Millet Mektepleri Talimatnamesi kabul edilmiş ve 1 Ocak 1929'da Millet Mektepleri'nin ilk dershanesi açılmıştır.

24 Kasım 1928 tarihinde Atatürk’e “Başöğretmen” unvanı verilmiştir. 24 Kasım’ın Öğretmenler günü olarak kutlanmasının sebebi budur.  Atatürk de “Başöğretmen” olarak kasaba kasaba, köy köy gezerek halk dershanelerinde ders vermiştir. 

Millet Mekteplerine 15-45 yaşlar arasındaki tüm yurttaşların katılmaları zorunlu kılınmıştır. 45 yaşın üzerinde olan yurttaşlar için bu kurslar isteğe bırakılmıştır.

Millet Mektepleri sabit ve seyyar olmak üzere (A) ve (B) dershanelerinden, halk okuma odalarıyla köy yatı dershanelerinden oluşmakta idi.  Şehir ve kasabalardaki Millet Mekteplerindeki dershanelere sabit, mektepsiz köylere bir devre için öğretmen göndermek sureti ile açılan dershanelere seyyar dershane denirdi. 

A tip dershanelerde okuma yazma öğretilirdi. B tipi dershanelere A tipi dershaneleri bitirenler giderdi. Bu dershanelerde, iki saat okuma yazma, iki saat ölçüler ve hesap, bir saat sağlık ve bir saat yurt bilgisi dersleri verilirdi. 

Bu dershanelerde “Köy Kıratı”, Halk Okuma Kitabı”, “ Millet Mektepleri ve Halk Dershanelerine Mahsus Yurt Bilgisi” gibi kitaplar okutulurdu. 

Millet Mektepleri'ne bağlı açılan halk dershanelerinde yeni harfler öğretilmeye başlandı.

1929-1933 tarihleri arsında Türkiye'de toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589'u kentlerde, 35.461'i köylerdedir.

Türkiye'de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde %7, kadınlarda %04 iken, Harf Devrimi'nden 7 yıl sonra (1935) bu oran %19.2'ye çıkmıştır. Bu oran Harf Devremi öncesinin 3 katı kadardır.  


Çocuklarımızın ve gençlerimizin bilimin ışığı ile aydınlanması ve çağdaş bilgilerle donatılması için çaba gösteren başta başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum ve öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmeler Gününü kutluyorum. 

23 Kasım 2015 Pazartesi

SAĞ VE SOL

Türk insanının yıllardır sağlıklı kararlar vermesine engel olan en önemli şey, sol ve sağ kavramlarıdır.  Kendisini dindar kabul eden ve milli kültüre sahip çıktığını düşünen halkımız yaklaşık 65 yıldır sağcı bildiği partilere oy veriyor. Bu sağcı partilerin uyguladığı ekonomik programları ise hiç dikkate almıyor.

Sol düşünce, halkımız tarafından adeta mahkûm edilmiş durumda. Sol, halkın büyük çoğunluğu tarafından komünistlik ve dinsizlik olarak kabul ediliyor. Bunda elbette solcuyum diyen bazı kimse ve kurumların dini ve milli değerlere karşı saygısız ve duyarsız olmasının rolü var ama bize kalırsa esas problem halkın solu da komünizmi de, sosyalizmi de, kapitalizmi de doğru olarak bilmemesi.

Yıllardır verdiği oylarla dinini ve milli değerlerini korumaya çalışan halkımız güç verdikleri iktidarların uyguladıkları ekonomik programlar nedeni ile neler olduğunu fark etmiyorlar:

Türkiye’nin sömürüldüğünü, halkın soyulduğunu fark etmiyorlar.

Yönetimi zenginlere ve onlarla işbirliği yapanlara teslim ettiklerini fark etmiyorlar.

Kendilerinin yoksullaşırken zenginlerin daha da zenginleştiğini fark etmiyorlar.

Gelir dağılımının giderek bozulduğunu, gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin giderek arttığını fark etmiyorlar.

Türkiye’nin ormanlarının, topraklarının, derelerinin, madenlerinin yabancılara ve onların işbirlikçilerine peşkeş çekildiğini fark etmiyorlar.

Kendi çocuklarının zor şartlarda ve eksikliklerle dolu okullarda okurken, zenginlerin çok daha iyi okullarda okuduğunu fark etmiyorlar.

Yoksul ve orta gelir düzeyindeki kimselerin zorluklarla okuttukları çocuklar iş bulamazken, zenginlerin çocuklarının daha okulları bitmeden işlerinin hazır olduğu fark etmiyorlar.

Kendileri evlerine ekmek götürmede zorluk yaşarken, zenginlerin evlerinde türlü türlü yemekler piştiğini fark etmiyorlar.

Kendileri sürekli borç içinde olduklarını fark etmedikleri gibi, ülkenin ve devletin de borç batağına sokulduğunu fark etmiyorlar.

İktidara getirdiklerinin emperyalist güçlerle iş birliği yaptığını fark etmiyorlar.

Milliyetçi, muhafazakâr diye oy verdiklerinin vatan topraklarının bölünmesine göz yumduklarını fark etmiyorlar.

İktidara sahip olanların hırsızlık, yolsuzluk yapıp halkın parasını çaldıklarını fark etmiyorlar.

İşçiler, emekliler, işsizler yoksulluk sınırının altında yaşadıklarını fark etmiyorlar.

Çocuklarının iyi eğitim almadığını, karınlarının doymadığını, iyi beslenemediklerini, sanat ve spor imkânlarından yoksun kaldığını fark etmiyorlar.

Bunları fark etmeden sağcı bildikleri partileri destekleyip duruyorlar. İşin bir acı yanı da, kendisini solcu diye tanıtan başta CHP olmak üzere bazı partilerin de küresel sermayenin ekonomik programlarını savunduklarını fark etmiyorlar.

Kendisini sağcı kabul eden halkımız dinini ve milli kültürünü koruyorum sanarak kendisini emperyalist dünyanın sömürüsüne açık hale getiriyor.

Türk insanının sağlıklı seçimler yapabilmesi sağ ve sol kavramlarının yanlış değerlendirilmesi nedeni ile mümkün olmuyor.

Halkımıza sesleniyorum:

Bu sağ, sol laflarını bir kenara bırakın. Unutmayın, sizi dindar ve muhafazakâr kılığına girerek aldatıyorlar. Milletin ekonomik çıkarlarını koruyamayan, vatanını koruyamayan, ülkesinin değerlerini koruyamayan, yoksulluğu önleyemeyen, refahı yayamayan, hırsızlığı ve yolsuzluğu yol edinmiş, kul hakkı alırken Allah’tan korkmayan kimseler sağcıyım dese ne olur, solcuyum dese ne olur. Yalana ve yalancıya kanmadan parti seçin.  

Önünüze gelecek olan seçim sandığını iyi değerlendirin, kendinizi ve çocuklarınızı yalancıya, hırsıza, işbirlikçiye teslim etmeyin.


20 Kasım 2015 Cuma

ATATÜRK’ÜN İZİNDE OLMAK

Uzun süredir Türkiye’de bir Atatürkçülük ve Kemalizm tartışması sürüp gidiyor. Bu tartışmalar bile Atatürk’ü ve onun öğretisini bir türlü kavramadığımızı gösteriyor.

Mustafa Kemal’i anlamak için Onun yaptıklarını iyi değerlendirmek lazım. Onun üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı verdiği kurtuluş savaşı, saltanata karşı demokratik devrim ve toplumu ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü.

Kuva-yı Milliye,  aslına dünyanın tanıştığı ilk Halk Kurtuluş Ordusu’dur. Müdafaa-i Hukuk ise sadece Türk milletinin haklarını emperyalizme karşı koruma öğretisi değildir. Müdafaa-i Hukuk, mazlum milletlerin için bir kurtuluş beyannamesidir.

Kurtuluş savaşının batılı güçlere karşı verilmiş olması Türkiye halkının milliyet duygularını pekiştirmiş ve bu mücadelenin esnasında saltanat erbabının ve padişahın emperyalizm ile işbirliği yapış olması Türk İnkılabını demokratik kılmıştır.

Atatürk hem ihtilalcidir hem de inkılapçıdır. İhtilalcidir çünkü başkaldırıyı padişaha karşı yapmıştır. İnkılapçıdır çünkü Türk toplumu dönüştürmüştür. Verdiği kurtuluş savaşı ağır bastığı için devrimciliği yeteri kadar göz önünde tutulmamıştır.

Atatürk devriminin temel özelliği demokratik olmasıdır. O, Anadolu İhtilalini kongrelerle, şuralarla, meclislerle ve halkı ile birlikte yapmıştır.   Her zaman TBMM’nin emrinde olmuştur. Yunan kuvvetleri Sakarya’ya kadar geldiğinde bile başkomutanlık yetkisi TBMM’den almış ve ondan sonra düşmanı Sakarya’da durdurmuştur.

Mustafa Kemal’in şansızlığı ölümünden sonra İnönü Atatürkçülüğünün Türkiye’ye egemen olmasıdır. İnönü, Atatürk’ün milli demokratik devrimini sürdürmede çok yetersiz ve isteksiz kalmıştır. Demokratik devrim, totaliter bir bürokrasi diktasına ve “muassırlaşma” hamleleri de “alafırangalığa” dönüşmüştür.

Bugünlerde Atatürk’ü yerenler de övenler de gerçek Mustafa Kemal’i değil, hayallerindeki Mustafa kemali yeriyor veya övüyorlar.

Atatürk’ün temel düşüncesi emperyalizme karşı müdafaa-i Hukuk ve tam bağımsızlık, dikta anlayışına karşı da Milli egemenliktir. Alafrangalığın yani batı dünyasının taklitçiliğin ise Atatürkçülük ile ilgisi yoktur. O, her zaman milli kültürü savunmuştur.

Eğer Atatürk’ün izindeyiz diyorsanız tutacağınız yol, milli demokratik devrim yoludur. Bu yola yalnız gidilmez. Bu yolda ilerlemek isteyenlerin bir siyasi parti bünyesinde çalışması gerekir.


AKP karşı devrimci bir partidir. CHP’nin ise Atatürk ile ilgisi kalmamıştır; emperyalizmin piyonlarının savunucusu durumuna düşmüştür. MHP’nin ise bir etkinliği kalmamıştır ve bu parti de antiemperyalist özellikte değildir. Ben Atatürkçüyüm diyenlerin toplanacağı ve milli demokratik devrim için mücadele edeceği parti Vatan Partisidir. Toplanılacak yer orasıdır.

18 Kasım 2015 Çarşamba

HAYAL VE GERÇEK

Bilinen bir hikayedir; Mecnun aşık olduğu Leyla’yı bulmak için çöllerde dolaşırken bir gün Leyla ile karşılaşır ama sevinmez ve mutlu olmaz. Leyla bunun nedenini sorar. Mecnun cevap verir: “Ben Leyla için çöllere düştüm, hayatımı onu bulmaya adadım. Şimdi seni buldum ama sen benim aradığım Leyla değilsin.”

Aslında Mecnun kendi hayal dünyasında mevcut bir güzele aşıktır. Aşık olduğu kızı Leyla sanır ama onun ile karşılaşınca hayalindeki kızın o olmadığını anlar.

CHP’ye oy veren seçmenlerin de Mecnun gibi; kafalarında bir CHP var, ona oy verdiklerini sanıyorlar ama oy verdikleri parti CHP değil. CHP sandıkları parti YCHP ama haberleri yok.

CHP Türkiye Cumhuriyet’ini kuran partidir. Müdafaa-i Hukuk doktrini ile ve milli demokratik devrimi tamamlamak için kurulmuş bir partidir. İlkeleri ve amaçları bellidir. CHP’nin özü tam bağımsızlık ve milli egemenliktir.

YCHP ise tam bağımsızlığı bir kenara koyup emperyalist güçlerin lideri ABD’nin piyonluğunu yapmaya çalışıyor.

Türkiye’yi bölmeye çalışan ABD bu amaçla kullandığı iki örgüt var: F tipi örgüt ve PKK (HDP).

YCHP bir yandan HDP ile görüşmeler yapıp onu halkın gözünde legalize etmeye ve hoş göstermeye çalışırken diğer yandan F tip örgüte adeta gövdesini siper ediyor.


ABD’nin kara gücüm dediği PKK ve onun uzantısı olan PYD ile silahlı mücadele yürütürken, YCHP PYD’yi savunan ve destekleyen beyanatlar veriyor.

YCHP’li gençler HDP’li (PKK) gençler ile birlikte üniversitelerde güvenlik birimleri oluşturmaya kalkıyor.

Gerçek CHP’nin içinde olması gereken Atatürkçüler, yurtseverler, ulusalcılar YCHP’den teker teker kovuluyor, onların yerine Kürt milliyetçileri, liboşlar, cemaatçiler, küresel sermayenin adamları, Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayanlar, tescilli ajanlar, sorosçular, Atatürk’ü katliamcı ilan edenler partiye dolduruluyor.

Atatürk ilkelerine, 6 oka, tam bağımsızlığa, sahip çıkmayan, Türk milletinin ve Türk vatanının bölünmez bütünlüğünü savunmayan, küresel güçlere karşı milli ekonomiyi programına koyamayan, Atatürk’ün “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz” demesine rağmen cemaati koruyup kollayan, Türk Milletini anayasadan çıkarma teşebbüslerini hoş gören bir parti artık CHP değildir.


CHP’ye oy verdiğini sanan vatandaşlarımızın artık daldıkları hülyadan uyansınlar. Oy verdikleri parti CHP olmaktan çıkmıştır. Bu vatandaşlarımız verdikleri oylarla gerçek CHP’nin şiddetle karşı olması gereken söylem ve eylemlerine destek oluyorlar. Düşündükleri  CHP artık yok, bunu bilsinler.

17 Kasım 2015 Salı

G 20 GERÇEĞİ

Türkiye G 20 toplantısına ev sahipliği yaptı. Bu toplantıya dünyanın en büyük ekonomisine sahip 19 ülke ve Avrupa birliği Komisyonu katıldı. Türkiye ekonomik büyüklük sıralamasında geçmiş yıllarda 17. Sırada iken, son yıllarda uygulanan yanlış ekonomik programlar soncu 19. sıraya inmiş durumda. İleriye doğru yapılan tahminle ise, Türkiye’nin ilk 20 ülke arasından çıkacağı şeklinde.

İstihdam yaratmayan, borç ve dış açıkları büyüten sıcak paraya dayalı büyüme modeli, iç ve dış faktörlerin etkisiyle giderek işlemez hale gelince, Türkiye ekonomisi irtifa kaybetmeye başladı. IMF projeksiyonları Türkiye’nin, GSYH’ye göre ülke sıralamasında bu yıl 2 basamak düşerek 19’unculuğa ineceğini gösteriyor. Asıl kalkınmışlığın ve halkın refah düzeyinin göstergesi sayılması gereken kişi başına GSYH’ye göre sıralamada ise Türkiye’nin bu yıl yine 2 basamak inerek 67’nciliğe kadar düşeceği tahmin ediliyor.

2012’de Türkiye,  TÜİK’e göre 10 bin 497 dolar, IMF’ye göre 10 bin 523 dolar olan kişi başına milli geliri ile 64’üncü sırada yer alıyordu. 2013’te ise Türkiye IMF’ye göre 10 bin 815 dolar olan ancak TÜİK’in 10 bin 782 dolarla daha da düşük açıkladığı kişi başına GSYH ile 65’inciliğe geriledi. 2014’te ise OVP’deki 11 bin 277 dolarlık hedefe karşılık IMF,  9 bin 920 dolarlık kişi başına milli gelir öngörüyor. Bu da Türkiye’nin 2 basamak daha düşerek 67’nciliğe inmesi anlamına geliyor. Bu da AKP’nin 12 yılı aşan iktidarında “hızlı büyüme” masallarına rağmen halkın refah düzeyini dünyanın gerisinde bıraktığının; dünya ile karşılaştırmada göreli olarak halkı yoksullaştırdığının kanıtı…

Kişi başına düşen gelirdeki bu gerilemenin yanında gelir dağılımında da bozulmalar oldu. Yoksulluk artarken dolar milyarderlerinin sayısı arttı. Para belirli ellerde toplandı.

AKP’nin iktidar olduğu 13 yıllık dönemde, ekonomi çıkmaza sokuldu. Üretim artırılamadı ama borçlar artırıldı. Dış borçlar tutarı 400 milyar doların üstüne çıktı. Devlet borçlandı, özel sektör borçlandı, esnaf borçlandı, halk borçlandı. Borçlar ödenemez duruma geldi.

Yoksulluk ve yolsuzluk arttı. İnsanlar fakirliğe mahkûm edildi. İşsizlerin sayısı arttı. Sanayi ve tarım üretimi yavaşladı. İthal mallar piyasayı doldurdu. Saman bile ithal eder hale geldik. Dış ticaret açığı rekorlar kırdı. Açığı yüksek faizli borçlarla kapatır olduk.

Kamuya ait fabrikalar, işletmeler özelleştirildi. Ormanlar, yer altı zenginlikleri dereler yağmalandı. Özel sektöre ait birçok fabrika, tesis ve kurum yabancıların eline geçti.

Yapılan özelleştirmelere ve alınan borçlara rağmen ekonomik olarak büyüme sağlanamadı. Eğitime, sağlığa yeteri kadar para ayrılamadı. Zenginlerin gittiği hastaneler ve okullar yoksullarınkinden çok farklı hale geldi. Siyaset insan için değil, para için yapılır oldu.

Borçlanmaya dayanan bir ekonomik düzen ile kalkınma da olmaz, sosyal adalet de sağlanamaz. Çare, özellikle yüksek katma değerli ve rekabet edebilir malların üretiminden geçer.

Kısa süre içinde borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine geçmezsek, bundan sonraki G 20 toplantılarına katılmak bir hayal olacaktır.