31 Mayıs 2016 Salı

ALMAN PARLAMENTOSU YETKİSİNİ AŞIYOR

2 Haziran Tarihi’nde Alman Parlamentosu “Ermeni Soykırım Tasarısı”nı gündeme alacak. Bu tasarı açık ve net biçimde Türk düşmanlığı ve  Alman-Türk dostluğunu zedeleyecek maddeler içeriyor. Üstelik tam anlamı ile hukuka da aykırı.

Tasarıda özetle şunlar var:

“Türkiye, arşiv belgeleri ile sabit olan, uluslararası kuruluş ve parlamentolar tarafından da kabul edilen “Ermeni Soykırımı”nı tanımalıdır.

Almanya olarak, kendi sorumluluğumuzu kabul ediyoruz. Alman İmparatorluğu, siyasetçileri ve subayları Ermenilere yapılacak uygulamaları bildikleri halde önlemediler. Bu nedenle utanç duyuyoruz.

Amacımız, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesine hizmet etmektir. Karar, Almanya’daki Türkler ile Ermenilerin uyumuna hizmet edecektir.

Yine amacımız, Almanya’daki genç kuşakların geçmiş acılardan ders almalarını sağlamaktır. Ermeni soykırımı, Almanya’da eğitim müfredatına girmelidir.”

HUKUKA AYKIRI

Böyle bir önerge maddesinin değil kabulü, görüşülmesi bile hukuka aykırıdır. Birleşmiş Milletler’in 1948 Soykırım Sözleşmesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Dairesi’nin 13 Aralık 2014 günü açıkladığı ve yine AİHM Büyük Daire’nin 15 Ekim 2015 günü açıkladığı Perinçek-İsviçre Davası kararlarına ve BM 1948 Sözleşmesine göre bir suç tanımıdır. Soykırım suçunun varlığına, ancak eylemin yapıldığı ülkenin yetkili ceza mahkemesi veya yetkili Uluslararası Ceza Mahkemesi (Lahey Adalet Divanı) karar verebilir. Ne Alman parlamentosunun nede her hangi bir parlamentonun veya hükumetin soykırım vardır demeye hakkı yoktur.

Kaldı ki, soykırım iddiaları için hukuki dayanak bulunmadığını belirten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, anılan 17 Aralık 2013 tarihli Perinçek kararında; “Holokost’ta olduğu gibi, herhangi bir şüphe olmaksızın, olayların soykırım olarak tanımlanabilmesi için, uluslararası hukuki dayanak bulunmamaktadır” demiştir.

Esasen 1915 olayları hakkında “soykırım” suçunun işlendiğine hükmedilemez. Çünkü o tarihte 1948 BM Sözleşmesi yoktu, dolayısıyla soykırım diye bir suç yoktu. Kanunsuz suç olmaz. Hiç kimse yasalarda suç olarak tanımlanmamış bir eylem nedeniyle mahkûm edilemez.

VATANSEVERLER GÖREV BAŞINDA

Almanya’da bu gelişmeler yaşanınca Türkiye ve Almanya’da faaliyet gösteren birçok dernek ve kuruluş 28 Mayıs tarihinde Berlin’de büyük bir eylem düzenlediler. Bu eyleme Türkiye’den birçok vatansever ile birlikte Vatan Partisi başkanı Perinçek ve diğer yetkililer de katıldı.

Almanya’daki farklı görüşlerden birçok Türk derneğinin bir araya gelerek oluşturduğu Berlin Komitesi dün “AİHM Kararına Saygı Mitingi” düzenledi. Genel Başkanımız Doğu Perinçek liderliğindeki 160 aydın, sanatçı ve siyasetçi Türkiye’den gelerek eyleme katıldı.

20’ye yakın kitle örgütünden oluşan Berlin Komitesi tarafından organize edilen Büyük Yürüyüş için Vatan Partisi İstanbul’dan uçak kaldırdı. “AİHM Kararına Saygı Mitingi” olarak adlandırılan büyük buluşmada on binlerce Türk, Berlin sokaklarında dostluk mesajı verdi. Berlin’in en görkemli meydanlarından Potsdamer Platz’ta toplanan yurttaşlar türküler eşliğinde, Türk ve Alman bayrakları ile Alman Meclisi’ne yürüdü. On binler, “Sen yetkili değilsin”, “Soykırım yapmadık vatan savunduk” sloganları attı. Yürüyüşe uluslararası basının ilgisi de yoğun oldu.

Saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından başlayan mitingde ilk konuşmayı Eski Almanya Federal Meclisi Milletvekili Prof. Dr. Hakkı Keskin yaptı. Keskin, konuşmasında AİHM’nin ‘İsviçre-Perinçek’ davasında verdiği karara dikkat çekti. AİHM’nin Yahudi soykırımı ile Ermeni soykırımı iddialarının birbirine benzer olaylar olmadığına hükmettiğini hatırlatan Keskin, Perinçek’in sözde Ermeni soykırımı yalanlarıyla ilgili yıllarca mücadele yürüttüğünü anlattı.

“BARIŞ İSTİYORUZ”

Almanya’nın bu girişiminin iki ülke arasındaki ilişkileri zedeleyeceğini söyleyen Dr. Ali Söylemezoğlu da şöyle konuştu: “Böyle bir karar çıkarsa, bizlerin görevi çocuklarımıza kendi tarihimizi iyi öğretmek olacaktır. Almanlarla kavga etmek istemiyoruz. Barış istiyoruz. Biz Türk-Alman dostluğu için çalışmak istiyoruz.”

Konuşmaların ardından mitingle ilgili duygularını paylaşan Perinçek, “Sağ-sol demeden onbinler bugün burada AİHM kararını bir kez daha haykırdı. Yetkili olan yalnız Türkiye’deki yerel mahkeme ve uluslararası ceza mahkemesidir. Bunun tartışması yok” dedi. Perinçek sözlerini şöyle sürdürdü: “Berlin’de omuz omuza bir yürüyüş gerçekleştirdik. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’la birlikte Lozan’dan başlattığımız yürüyüş, bugün Berlin’de doruğa ulaştı. Almanları hakikate devam ediyoruz. Bu mücadele başarıya ulaşacaktır. Nasıl İsviçre’ye giderken milletimize söz verdiysek bugün de Berlin’den yine söz veriyoruz. AİHM kararlarını Almanya’ya kabul ettireceğiz.”

AKP ve muhalefet partilerine yürüyüş için çağrıda bulunduklarını hatırlatan Perinçek, “Görüşmeler yaptık, ancak hiçbiri burada yok. Birbirleriyle atışmaktan Türkiye’nin sorunlarına vakit ayıramıyorlar. Vatan Partisi ise milleti ile birleşerek ülkemize sahip çıkmaktadır” dedi.

“KARAR LEHLERİNE OLMAZ”

Ulusal Strateji Merkezi (USMER) İstanbul İl Başkanı E. Tümamiral Soner Polat, mitingdeki büyük coşkudan dolayı bir Türk olarak kıvanç duyduğunu söyledi. Polat, “Her görüşten insanlarımız kaynaşmış vaziyette. Almanlar da bizim haklılığımızı, güçlülüğümüzü anlayacaklar. Onları AİHM kararlarına, Avrupa değerlerine ve Türk dostluğuna saygı göstermeye davet ediyorum” dedi. Polat, şöyle konuştu: “Burada binlerce yurtsever çırpınıyor. Almanları uyarıyorum. Alman partiler Amerikancılığı bıraksınlar. Öyle bir karar aldıkları taktirde Türkiye Almanya’nın karşısına dikilecektir. Akıllarını başlarına almalarına davet ediyorum. Türk ve Alman halklarının gerçekten dost olduklarına yürekten inanıyorum. İki halkı birbirine karşı kışkırtmasınlar.”


Şimdi gözler 2 Haziran’da toplanacak olan Alman Parlamentosuna çevrili vaziyette. Umarız hukuka aykırı bir karar alınmaz ve Türk-Alman düşmanlığı körüklenmez.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

HASTA TOPLUM

Şair “O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” demiş, tam da bizi anlatmış. Bir toplum içinde yaşıyoruz ama içinde yaşadığımız toplumu tanımıyoruz. Tanımadığımız için de toplumun değer yargılarını, inançlarını, düşünce yapılarını sorgulamıyoruz. Mükemmel bir toplum içinde yaşadığımızı sanıp, muhafazakâr olmayı marifet biliyoruz.

Kim ne derse desin, hasta bir toplumda içinde yaşıyoruz.  Çok büyük hastalıklarımız var, en önemlileri: cehalet, ahlaksızlık ve dürüst olamama.

CAHİLİZ

Cehalet, bize şimdilerde çok övülen Osmanlı’dan mirastır.

Osmanlı’nın son döneminin özeti şöyle: Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak.

Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş. Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı'da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı 90.000.  Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok.

Çocukların sadece 1/4'i okula gidebiliyor.  Halk cahil. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyor.  

Cumhuriyet ile birlikte eğitim hamlesi yapmışız ama ne yazık ki cehalet önemli bir sorun olarak devam ediyor. Kıyaslama yaparsak; okuma yazma bilmeyenlerin oranı: Türkiye’de: Erkelerde % 4, kadınlarda % 15; İspanya’da: Erkeklerde % 2, kadınlarda % 4; Yunanistan’da: Erkeklerde % 2,  kadınlarda % 5.  Komşu ülkelere göre geride kalmışız ama eskiye göre okuma yazma oranını artırmışız.

Okuryazar oranı ve okullaşma oranı artmış ama diploma almak cehaleti önleyemiyor.

AHLAKSIZIZ

Ahlaksızlık ise çok önemli boyutlarda.  Hırsızlık, yolsuzluk marifet kabul ediliyor. En büyük hırsızları başımıza getiriyoruz. Devleti onlara teslim ediyoruz. Mazeret de şu: Bunlar namaz kılıyor, camiye gidiyor. En büyük hırsızı ise daha şimdiden cennetin başköşesine oturttuk.

Yürütme makamları “yürütme!” makamları olmuş. Halkımız da kim daha iyi yürütüyorsa ona oy verip iktidar yapıyor. Hırsızlara “yardım ve yataklık” yapıyor.

OECD rakamlarına göre yolsuzluk endeksimiz 65, OECD ortalaması ise 56. Sıralamada 11’inciyiz; yani ön sıralardayız.  İnançlı ülkeler sıralamasında ise ikinciyiz. Demek ki inançlarımız ahlaksızlığımızı önleyemiyor. En fazla cinsel istismarın dinci insanlardan kaynaklanması da çok önemli.

Memlekette cami sayısı 90 binlere yaklaşmış, imam sayısı 120 bini aşmış ama ahlaklı bir toplum olamamışız.

SONUÇ: YOKSULLUK VE SÖMÜRÜ

Ahlaksızlık ve cehaletin sonucu da yoksulluk ve sömürü.

Yoksulluk sınırında yaşayan çocuk sayısı Türkiye’de yüzde 24.6. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında üçüncü sırada. Türkiye’de her 4 çocuktan biri açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7. Bebek ölümlerinde 1’inci sıradayız. Bizde binde 17 (2008) iken, OECD ortalaması 4.6.


15 milyon insanımız yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliği çok fazla. Kadınlarımızın durumu daha da vahim; cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. Sıradayız.

Böyle bir toplumda yaşıyoruz ama bu sorunların farkında değiliz. Siyasilerimizin de, gazetecilerimizin de, sözde aydınlarımızın da gündeminde bunlar yok. Halkımız ise cehaleti ve ahlaksızlığı kanıksamış durumda.

Böyle bir topluma hasta denmez de ne denir? Hastalığımızın farkına varmadan, hastalığın teşhisini koymadan ve bu teşhise uygun çareler geliştirmeden esenliğe çıkamayız. Önce hasta olduğumuzu kabul etmemiz lazım ki tedavi için arayış içine girelim.  


25 Mayıs 2016 Çarşamba

DOST BİLDİKLERİM

Sözlerini Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yazdığı ve Muzaffer Özpınar’ın bestesini yaptığı güzel bir şarkı var: “Dost Bildiklerim”. Son günlerde haberleri okudukça aklıma bu güzel şarkı geliyor.

Sözleri şöyle başlıyor:

“Sanırdım gündüzdü onlarla gecem
İçimde ümitti dost bildiklerim.
Ne zaman yıkılıp yere düştüysem
Bırakıp da gitti dost bildiklerim.”

Yıllardır ABD ve Almanya’yı dost ve müttefik bildik. Bir türlü bunların gerçek dost olmadığını kavrayamadık. Bu  iki ülkenin son zamanlardaki tutum ve davranışları dostluklarının yalan olduğunu aşikâr etti.

ABD’NİN TAVRI

PKK denilen hainler sürüsü her gün birkaç yiğidimizi bizden koparıyor. Geride evlatlarını kaybetmiş anneler, babalar, eşler, nişanlılar kalıyor. Her gün birkaç çocuk babasını kaybedip öksüzlüğün kahredici üzüntüsünü yaşıyor.

Bu katiller sürüsü bölücü örgütün arkasında ise ABD var. Destek ABD’den, silah ABD’den, eğitim ABD’den. İsrail’in katkısı da caba.

ABD yetkilileri bu tutumlarını inkâr da etmiyor hatta verdikleri desteği tüm dünyaya ilan ediyor.

Barack Obama’nın Özel Elçisi (Special Envoy) Brett Mcgurk, PYD’nin (PKK) elinde bulunan Ayn-el Arap’ı (Kobani) son altı ay içinde iki kez ziyaret etti. Ziyaret etti çünkü bu şekilde ABD, en üst düzeyde bütün dünyaya PKK ile işbirliği halinde olduğunu ilan ediyordu.  

Ama anlaşılan ABD bu ziyaretleri yeterli görmedi. Geçen hafta sonu Kobani’yi ziyaret sırası, ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General Joseph Votel’deydi.  

Votel, bir grup gazeteci eşliğinde Ayn-el Arap’a (Kobani) geçti, 11 saat kaldı, çeşitli görüşmeler yaptı ve dönüşte ziyaretini bütün dünyaya açıkladı.  

Bu ziyaretleri BOP ve kurulması düşünülen, adına “Kürt koridoru” denilen ikinci İsrail koridoru çerçevesinde düşünmek gerek.

Vogel’in bu son ziyaretine ABD şu mesajı da vermiş oluyor:

“Bütün gücümle askeri olarak PYD’nin (PKK) arkasındayım. Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü savaşta da tarafım. Ve Suriye’ye ilişkin ‘Kürt Koridoru’ hedefimden vazgeçmedim. Bunun için gerekli olan “sahadaki kuvvetim” hazır ve ben o ‘kuvvet’in arkasındayım.”

Türkiye en yetkili ağızlarından PYD’nin PKK’nın bir parçası olduğunu ve “Kürt Koridoru”na izin vermeyeceğini defalarca açıklamasına rağmen ABD’nin PYD’ye verdiği destek dostlukla asla bağdaşamaz.

ALMANYA’NIN TAVRI

Dost bildiğimiz ABD’nin tavrı bu da Almanya’nın Ermeni Soykırımı yalanını parlamentolarına taşıması çok mu dostça bir tavır?

Alman Federal Meclisi’nin (Bundestag) 2 Haziran 2016 günü yapacağı görüşmenin gündeminin 5. maddesinde, “Ermeni Soykırımı” sözcüklerini içeren bir önerge var. Önergeyi şöyle özetlemek mümkün:

Türkiye, arşiv belgeleri ile sabit olan, uluslararası kuruluş ve parlamentolar tarafından da kabul edilen “Ermeni Soykırımı”nı tanımalıdır.

Almanya olarak, kendi sorumluluğumuzu kabul ediyoruz. Alman İmparatorluğu, siyasetçileri ve subayları Ermenilere yapılacak uygulamaları bildikleri halde önlemediler. Bu nedenle utanç duyuyoruz.

Amacımız, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesine hizmet etmektir. Karar, Almanya’daki Türkler ile Ermenilerin uyumuna hizmet edecektir.

Yine amacımız, Almanya’daki genç kuşakların geçmiş acılardan ders almalarını sağlamaktır. Ermeni soykırımı, Almanya’da eğitim müfredatına girmelidir.

Önergenin özü bu, tam bir dost kazığı.

ALMAN MECLİSİ YARGIÇLARIN YETKİSİNİ GASPEDEMEZ

Aslında Alman Federal Meclisi’nin böyle bir önergeyi değil kabul etmesi gündemine alması bile hukuka son derece aykırıdır ve asla dostlukla bağdaşamaz.

Birleşmiş Milletler’in 1948 Soykırım Sözleşmesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Dairesi’nin 13 Aralık 2014 günü açıkladığı ve yine AİHM Büyük Daire’nin 15 Ekim 2015 günü açıkladığı Perinçek-İsviçre Davası kararlarına göre,

Soykırım, BM 1948 Sözleşmesine göre bir suç tanımıdır.

Soykırım suçunun varlığına, ancak eylemin yapıldığı ülkenin yetkili ceza mahkemesi veya yetkili Uluslararası Ceza Mahkemesi (Lahey Adalet Divanı) karar verebilir.

1915 olayları sırasındaki eylemlerle ilgili yetkili mahkemeler, Türkiye’nin yetkili yerel ceza mahkemesi ve Lahey Adalet Divanı’dır. Parlamentolar, hükümetler, belediyeler, akademik kuruluşlar, üniversiteler vb herhangi bir eylemin soykırım suçunu oluşturduğu konusunda hüküm kuramazlar, karar veremezler.

1915 olayları sırasında soykırım suçu işlendiğine ilişkin yetkili mahkeme kararı olmadığı için, “Ermeni Soykırımı”ndan söz etmek hukuk dışıdır.

Alman Meclisi (Bundestag), 1915 olayları sırasında soykırım suçu işlendiği konusunda karar veremez. Çünkü yetkisizdir. Alman Mahkemeleri dâhil, Almanya’nın hiçbir yasama, yürütme ve yargı kurumu 1915 olayları konusunda soykırım yapıldığına karar veremez.

Kaldı ki, AİHM’nin Perinçek- İsviçre Davası kararlarına göre, 1915 olayları, Holocaust (Yahudi Soykırımı) ile aynı sınıflama içinde değerlendirilemez. AİHM kararları böylece 1915 olaylarında işlenen eylemlerin “soykırım” olarak nitelenemeyeceğini de saptamış olmaktadır.

Hukuki durum bu olduğuna göre Almanya’nın bu konuyu gündeme getirmesinin tek bir nedeni olabilir, o da Türk düşmanlığı olsa gerek. Dostça olmayan bu tavrın Türk-Alman düşmanlığını tırmandıracağı da açıktır.

Sözü Ümit Yaşar Oğuzcan’a bırakalım:

“Meydana çıkalı asıl çehreler
Aydınlanmaz oldu artık geceler
Yalanlar tükendi, indi maskeler

Birer birer bitti dost bildiklerim.”

23 Mayıs 2016 Pazartesi

FEDA-YI NEFS

Vatan savaşı tüm hızıyla devam ediyor. Kahraman ordumuz, polisimiz ve korucularımız cansiperane bir şekilde mücadele ediyor. Karşılarında ABD ve İsrail’in eğittiği, donattığı ve kandırıp üzerimize saldığı katiller ve hainler sürüsü var.

Varsın olsun, batılı emperyalistlerin üzerimize sürdüğü Yunanlıları nasıl ülkemizden kovup Cumhuriyeti kurduysak, bu katiller sürüsünü de hendeklere gömüp Cumhuriyetimizi yaşatacağız.

Şehit haberleri alınca kahroluyoruz. Bu kahraman şehitlerimizin İstiklâl harbi şehitlerinden hiçbir farkları yok. Onlar Cumhuriyet kurmak için şehit oldular, şimdi de gencecik evlatlarımız yaşatmak için şehit oluyor. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.

CUMHURİYETİ KURAN KADROLAR

Dün Cumhuriyeti kuranlarda da, bugün onu yaşatmak için mücadele edenler ve şehit olanlarda  iki temel özellik var: Milliyetçilik ve ‘feda-yı nefs’ kararlılığı. 

Kabul edelim veya etmeyelim, beğenelim veya beğenmeyelim, şu gerçeği kabul etmeliyiz: Milli Mücadele kadrosu İttihat ve Terakki’nin devamıdır. Müdafaa-İ Hukuk Cemiyeti’ni örgütleyen, İstiklâl Harbi’ni yöneten ve kazanıp Cumhuriyeti kuran bu kadrolardır.

Enver Paşa yoktur ama Mustafa Kemal Paşa vardır. Talat Paşa yoktur ama İsmet Paşa vardır. Cemal paşa yoktur ama Kazım Karabekir paşa vardır.

Bu kadrolarda çok önemli ki özellik vardı: Yukarıda söylediğim gibi milliyetçilik ve ‘feda-yı nefs’ kararlılığı.

Milliyetçi oldukları için, vatanseverlerdi, milliyetçi oldukları için devrimcilerdi, milliyetçi oldukları için halkçılardı. Millet için, vatan için istiklâl için gözlerini kırpmadan ve asla ümitsizliğe kapılmadan büyük bir savaşı sürdürdüler ve vatan topraklarını düşmandan temizleyip,  egemenliği millete verdiler.

Cumhuriyet işte bu nefsini millet için feda etmeyi göze alan kadrolar sayesinde kuruldu. Bugün yaşatmaya çalışanlar da aynı ‘feda-yı nefs’ kararlılığı içinde olanlardır.

NEFSİ FEDA EDEBİLMEK

Şunu bilmek gerekir:

‘Feda-yı nefs’ olmadan vatan savunulamaz;

‘Feda-yı nefs’ olmadan milliyetçi olunmaz;

‘Feda-yı nefs’ olmadan vatansever olunamaz;

‘Feda-yı nefs’ olmadan devrimci olunamaz;

‘Feda-yı nefs’ olmadan halkçı olunamaz.

‘Feda-yı nefs’ olmadan kahraman olunmaz.

Orhan Veli boşuna söylememiş:
“Neler yapmadık su vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.”

Şimdilerde de kimimiz, vatn için, Cumhuriyet için şehitliği göze alarak mücadele ederken kimilerimiz de televizyon karşısında saçma sapan programlar izliyor. Sırası geldikçe de ahkam kesiyor.

Ölenler ve ölümü göze alanlardır gerçek kahramanlar.

VATANIN GERÇEK SAHİPLERİ

Türkiye Cumhuriyeti ‘feda-yı nefs’ kararlılığı içinde hareket eden kahramanlar tarafından kuruldu; onu yaşatacak olanlar da aynı kararlılık içinde olanlardır.

Toprağı vatan yapanlar da, milleti egemen kılanlar da, Şırnak da, Mardin’de, Diyarbakır da vatan için şehit olanlar da, şehitlik sırası bekleyenler de bu kahramanlardır.

Orhan Şaik Gökyay’ın dediği gibi bu vatan herkesten ‘feda-y nefs’ karalılığı içinde can verenlerindir.

BU VATAN KİMİN?
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutta gaza bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır.
Ardına bakmadan yollara düşen
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.
İleri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.
Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir.
Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil
Topun namlusundan görenlerindir.


18 Mayıs 2016 Çarşamba

VAH, ATATÜRK’ÜM VAH!

Türk Milleti'nin 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nı kutluyorum. Bu özel günde Atatürk ile dertleşmek istiyorum:  

Vah Atatürk’üm vah! Bilsen, hizmet etmek için bir ömür harcadığın milletin kimlerin peşinden gidiyor; kurmak için yedi düvelle, onların işbirlikçileri ile mücadele ettiğin Cumhuriyet’in temelleri nasıl sarsılıyor; her karış toprağı vatandaş kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez dediğin vatan toprakları nasıl bölünmeye çalışılıyor. 

Biliyorum bu günlerin geleceğini tahmin ettin ve gençlere birinci vazife olarak Türk İstiklâl ve Türk Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini verdin. Ne yazık ki, onların da bir kısmının beyni yıkanmış, Cumhuriyeti korumayı bırak, yıkmak isteyenlerin peşinden gidiyor.

Vah Atatürk’üm vah! Bilsen senin koltuklarında kimler oturuyor.  Cumhurbaşkanlığı koltuğunda hırsızlıktan tapeli, kalpazanlıktan dosyalı, mürtecilikten sabıkalı, bölücü unvanlı, Türküm demekten imtinalı; senin padişahlardan alıp millete verdiğin egemenliği kendine mal etmeye çalışan; senin ve senden sonra yapılan fabrikaları, ormanları, dereleri, madenleri , bankaları, kurumları yok pahasına satan,  yandaşlara peşkeş çeken; senin kahraman diye övdüğün Türk Ordusu’na kumpas kurup tutsak edenlerle bir olan; senin ilkelerin doğrultusunda ülkeye hizmet etmek isteyen ve başlattığın aydınlanma sürecine katkıda bulunmak isteyenleri hapse atan; hukuk sistemini alt üst eden birisi var.

Sen, “Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri, propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar birkaç düşman aleti, mürteci,  beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde elemden başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı ortak maziye ve tarihe sahiptirler”  demiştin ve tüm Türkiye halkına bir ve beraber olmayı öğretmiştin.  Ne yazık ki, senin makamında oturan kişi bizi etnik olarak, mezhep olarak bölmeye çalıştı.

Sen, “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim.  Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” demiştin;  şimdiki cumhurbaşkanımız Türk milliyetini ayaklarının altına aldığını söylüyor.

“Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” demiştin; şimdiki cumhurbaşkanı Türk kültürü yerine Arap kültürünü Müslümanlık diye bizlere sunuyor.

“Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır” demiştin şimdiki cumhurbaşkanı ülkenin sağlık sorunlarını çözmek için peygamberin hadislerinden yararlanmak gerekir diyen birisinin eşini başbakanlığa atıyor.

Peki, senin kurduğun CHP’nin başına kim var biliyor musun? Vah ki vah!

CHP başkanlığı koltuğunda ise, seni beğenmeyen;  milliyetçiliği CHP’ye yakıştıramayanları,  senin ilkelerini içine sindiremeyenleri etrafına toplayan;  bizi köklerimizden kopardı diye seni eleştiren birisini cumhurbaşkanlığı makamına aday yapan; kendi şehrine Seyit  Rıza gibi insanlık ve Cumhuriyet düşmanı  birisinin heykeli dikilince buna tepki vereceğine seni tenkit etmeye kalkan;  Soros destekli vakıflara üye olan, ülkeyi bölmek için kurulmuş terör örgütü PKK’nin siyasallaşması ve meşrutiyet kazanması için çıkarılan yasalara destek olan; milliyetçileri (ulusalcıları) dışlayıp,  federasyonculardan ekip kuran; eğitimdeki dinselleşmeye tek bir sözcükle olsun itiraz etmeyen;  Tayyip Erdoğan’a karşı ağır sözler kullanarak muhalefet yapıyor görüntüsü verip, AKP’nin irtica ve bölünme yolunda Anayasa’ya aykırı politikalarına omuz veren  birisi var.

Biliyorum, bu kadar olumsuz şartları sıralayınca diyeceksin ki,

“Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”


Biz de dediğin gibi yapacağız. Damarlarımızdaki asil kandan aldığımız güç ile istiklâlimizi de Cumhuriyetimizi de, vatanımızı da, milli birliğimizi de koruyacağız ve kollayacağız. Ve senin dediğin gibi, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak.

17 Mayıs 2016 Salı

PLANLI KALKINMA

Yıllardır Türkiye’ye liberal ekonominin bülbülleri ötüp duruyor. Bu bülbüllerin etkisi ile uygulanan ekonomik programlar Türkiye halkına refah değil, borç yükü getirdi. Gelir dağılımı bozuldu. Milyoner sayısı arttı bu artış ile birlikte yoksulluk da arttı.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Şubat ayına ilişkin işsizlik rakamlarını açıkladı. Şubat ayı işsizlik yüzde 10.9 olarak açıklandı. Tarım dışı işsizlik ise yüzde 12,7 olarak gerçekleşti. 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı ise yüzde 18,6 oldu. Bu rakamlar tam olarak gerçeği yansıtmıyor. İş için resmi başvuruda bulunmayanlar bu oranların dışında kalıyor. Gerçek işsizlik oranı çok daha yüksek.

Türkiye ekonomisi üreterek değil, borç alarak ayakta duruyor. Bu durum uzun süre devam edemez. Bir an önce üretim ekonomisine geçmek gerekiyor. Bunun yolu da vahşi kapitalizmin direktifleri ile hareket etmekten geçmez. Liberal ekonomi bir yana bırakılıp, planlı ekonomiye geçmek gerekir. Günü birlik uygulamalarla, bakkal hesaplarıyla ekonomi düzlüğe çıkmaz.

Kalkınmak istiyorsak, ekonomik ve sosyal hedefler belirlenmeli ve bu hedeflere ulaşmak için gereken politikaların birbiri ile uyumlu ve bir koordinasyon içinde olması sağlanmalıdır. Türkiye planlı ekonomiyi 1930 yıllarda başarılı bir şekilde uygulamış ve dünyadaki yaygın ekonomik krize rağmen yüksek kalkınma hızına erişmiştir.

1960 Devrimi’nin ülkeye sağladığı en önemli kurumlardan birisi devlet planlama teşkilatıdır. Teşkilat 30 Eylül 1960 tarihinde kuruldu ve 2011 yılında kapatıldı. Üretim ekonomisine geçmek için bu teşkilatın yeniden kurulması gerekir.

JAPONYA MUCİZESİ

Japon mucizesinden söz edilir ama bu mucizenin devlet-sanayi işbirliğinden ve ciddi bir planlama anlayışından kaynaklandığı söylenmez.

Japonya’da MİTİ olarak bilinen Uluslararası Sanayi ve Ticaret Bakanlığı mucizenin baş mimarıdır. MİTİ’ye bağlı Teknolojik Araştırmalar ve Enformasyon Dairesi başkan yardımcısı Takeshi İto yıllar önce ülkemize geldiğinde şunları söylemişti:

“Japon hükümeti güçlüydü, sanayi şirketlerini etkisi altında tutup yönlendiriyordu; hükümetin güçlü olması, sıkı işbirliğini mümkün kıldı. İyi bir beraberlikle, Japonya’nın kalkınması başarıldı.”

Demek ki neymiş, Japon mucizesi devletle sanayiinin ortak çalışmasıyla gerçekleşmiş. Savaş sonrası perişan haldeki Japonya bakın ne yapmış:

“Japon sanayiini reorganize etmek için birçok politikalar üretildi; savaş sonrası doğal kaynak yoktu, döviz sıkıntısı vardı. MİTİ sınırlı kaynakları bazı sektörlere paylaştırdı. Çelik kömür, elektrik, elektronik firmaları desteklendi. MİTİ’yle krediler açtık, araştırma ve geliştirmeyi destekledik, vergi indirimleri sağladık ama bunları çok sıkı şartlara bağladık; ne kadar sanayi dalı varsa MİTİ’nin o kadar bölümü vardır, çelik bölümü Japonya’nın çelik sanayii konusundaki politikalarını işadamlarıyla birlikte geliştirir. (…..) Son olarak MİTİ 10’ar yıllık kalkınma planı yapar ve bu Japonya’nın planı olur.“

Demek ki, Japonya’nın kalkınması vahşi serbest teşebbüs düzeni ile değil, planlı kalkınma ile sağlanmış. Sistem’in Türkiye’ye dayattığı model ise Japon modelinin tam zıddı.


Refah artsın, yoksulluk azalsın, gençlerimiz işsiz kalmasın istiyorsak, Japonya modeli önümüzde duruyor. Bırakalım artık şu İMF ve Dünya Bankası’nın bize dayattığı ekonomi programlarını; dönelim yeniden planlı ekonomiye.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

KÖLELİK YASASI

1 Mayıs İşçi bayramını kutladıktan çok değil 4 gün sonra, özel istihdam bürolarına işçi kiralama yetkisi veren ve sendikaların “kölelik yasası” olarak nitelendirdiği İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, Cuma günü sabaha karşı AKP oylarıyla Meclis Genel Kurulu’ndan geçirildi.

Özel istihdam büroları kölelik büroları gibi çalışacak.  İşverenler bu bürolardan işçi kiralayabilecek.

Bu yasa ile özel istihdam büroları tarafından istihdam edilen ve geçici iş ilişkisiyle çalışan işçinin ücretini bağlı bulunduğu özel istihdam bürolarından alması büyük sorunlara yol açacak. İstihdam bürosunun tek başına ücret ödemesinden sorumlu olması, istihdam bürolarında alacakları biriken işçilerin, çalıştığı işverenden hiçbir hak talep edememesine neden olacağı gibi, işçilerinin ücret güvencesini ortadan kaldırması açısından işçiler açısından riskler taşıyor.

Meclisten geçen bu yasa geçici iş ilişkisiyle çalışan işçiler normal mesai dışında yaptıkları fazla çalışmaları için uygulamada ilave ücret alamayacak, haftalık ve yıllık izin hakları oluşmayacak, ikramiye hakkı doğmayacak, sosyal yardım ödemelerinin hiç birinden yaralanamayacak ve bu işçiler işe iade davası açamayacaklardır.

Kısacası “güvenceli esneklik” olarak yutturulmaya çalışılan yeni yasa teklifi ile birlikte iş gücü piyasası “köle pazarına” dönüştürülecektir. İşçiler ve onların emekleri alınıp satılacak, kiralanıp kullanılacak.

İşçi haklarına darbe vuran bu yasaya sendikaların yeterli tepkiyi göstermemesi sermayenin bu sendikalar üzerinde ne kadar etkin olduğunu gösteriyor.

Günümüzde sermaye-emek çelişkisi büyüyerek sürüyor. 1960 devrimi ve sonrasındaki işçi mücadeleleri ile kazanılan haklar teker teker yok oluyor. Sendikalar ise seyirci kalıyor.

İşçiler kendi hakları için mücadele etmezse sonuç daha da kötü olur. İşçi hakları ancak emekçilerin sorunlarını kendileri çözme gayretine girmesi ile yeniden elde edilir. Bunun için bedel ödemeyi göze alamayan işçiler yakında bugünleri de arar hale gelebilir.

Bugün için sermeye çok güçlü ve Türkiye’deki birçok kuruma hâkim durumda. TBMM onların kontrolünde, medya onların kontrolünde, para politikaları onların kontrolünde, ekonomi onların kontrolünde. Artık işçi kiralama büroları da var.

Emekçiler ise etkin biçimde örgütlenemedikleri için, sermayenin kölesi olmaya doğru itiliyorlar. Emekçiler, bu gidişi durdurmak için güçlü meslek örgütleri içinde sermayenin insafsızlığına karşı mücadele etmelidirler. Kişisel çözümler aramak bir sonuç getirmez.


İşçi sınıfı birlik içinde ve kararlı şekilde, her türlü bedeli ödemeye hazır olarak sermayeye karşı direnmelidirler. Bu mücadelede sadece kendilerine güvenmeli ve mücadeleyi kendileri vermelidir. 

9 Mayıs 2016 Pazartesi

GELDİĞİ GİBİ GİTTİ

Davutoğlu geldiği gibi gitti. Başbakanlığa Erdoğan layık görmüştü, başbakanlık görevine de o son verdi. Gelişini demokratik bulanlar nedense gidişini darbe olarak nitelendirdi.

Hiç umulmadık çevreler Davutoğlu’na sahip çıkmaya başladı. Peki, kimdir Davutoğlu ve ne gibi özellikleri vardır ki, bu şekilde kıymete bindi?

Ahmet Davutoğlu’nun siyasal bir geçmişi yok. Siyasete ABD ve İngiltere’ye yakınlığı ile bilinen Abdullah Gül’ün dış politika danışmanı olarak girdi. Daha sonra TBMM dışından dış işleri bakanı oldu. 2011 seçimlerinde de milletvekili seçildi.

Onun yönetimindeki dış işleri politikası Türkiye’nin başına türlü türlü bela açtı. “Stratejik Derinlik” diye bir deli saçması projeyi uygulamaya çalıştı. Bu projenin esası BOP’ne Türkiye’nin katkı sağlaması idi. Bu politikalar sonucunda Ortadoğu kan gölüne döndü. Milyonlarca insan ya öldü ya evinden yurdundan göç etmek mecburiyetinde kaldı.

“Yeni Osmanlıcılık” hayali peşinde koştu. Hayali gerçekleşseydi,  Türkiye Cumhuriyeti yıkılacak yerine federatif bir devlet kurulacaktı. ABD ve İsrail de zaten bunu istiyordu.

Kendi kendisine “Serok Ahmet”  demeye başladı. Hiç kimse kendisine bu sıfatı vermedi ama nedendir bilinmez bu sıfatı kullanmak hoşuna gitti.

Eşinin anlattığına göre,  Türk ordusunun bölücü terör örgütüne yönelik operasyonlarının başladığı gün açılım bitti, PKK'ya operasyonlar başladı diye Ahmet Davutoğlu sabaha kadar ağlamış.

ÜZÜLENLER VAR

İşte bu Davutoğlu’nun gidişine çok üzülen oldu. Kılıçdaroğlu bile “Sayın Davutoğlu’nun savunmakta bize düştü” demiş. Davutoğlu’nun savunulacak nesi var acaba? Biz bilemiyoruz! Bununla da yetinmemiş, “Davutoğlu’na bütün hakkımızı helal ediyoruz” demiş. Bunu diyen CHP genel başkanı, dediği kişi ise Foreign Policy’e göre ABD’nin Ankara’daki adamı.

Davutoğlu’nun gidişine ABD yetkilileri de üzülmüş:

Dünyaca ünlü Amerikan merkezli dış politika dergisi Foreign Policy: “Amerika Ankara’daki adamını kaybetti.” diyerek Davutoğlu’nun kimlerin işine yaradığını açıkça söylemiş.

Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada ise: “Başbakan Davutoğlu, ABD’nin iyi bir ortağıydı.” denmiş. Ankara ona emanet edilmiş. Şimdi Davutoğlu emanetçi konumunu kaybetti. Washington yönetimi ah vah ediyor.


Türkiye ABD ile savaşıyor ve ABD her geçen gün mevzi kaybediyor. ABD’nin adamları sırasıyla gidiyor. Fethullah Hoca gitti, Abdullah Gül gitti, Davutoğlu gitti. Sıra da BOP eş başkanı var. Zamanı gelince o da gidecek. Kazanan milli güçler olacak.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

SAVAŞIYORUZ ÇÜNKÜ SALDIRIYORLAR

Günde 3-4 şehidiz ve 5-10 yaralımız var çünkü savaşıyoruz. Savaşıyoruz çünkü saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü vatanımıza saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü bağımsızlığımıza saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü egemenliğimize saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü bayrağımıza saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü milliyetimize saldırıyorlar. 

Savaşıyoruz çünkü milli birliğimize saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü onurumuza saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü namusumuza saldırıyorlar.

Savaşıyoruz çünkü çocuğumuza, gencimize, yaşlımıza saldırıyorlar.

Üç koldan saldırıyorlar. Ekonomik olarak saldırıyorlar; siyasi olarak saldırıyorlar, psikolojik olarak ve silahlı olarak saldırıyorlar.

Ekonomimizi yönetmeye kalkıyorlar. Para politikamızı belirlemeye kalkıyorlar. Fabrikalarımıza, topraklarımıza, ormanlarımıza, derelerimize, işletmelerimize hastanelerimize el koyuyorlar. Kendi topraklarımızda yabancı sermaye için çalışan işçiler olduk.

Siyasi partilerimizi kumpaslarla, kasetlerle yeniden şekillendiriyorlar. Kendi politikalarına evet diyecek yöneticileri başımıza getiriyorlar. ABD’de, İngiltere’de eğittikleri kimseleri bize politikacı olarak geri yolluyorlar. İktidarı da muhalefeti de kontrol altına alıyorlar.

Beynimiz yıkıyorlar. Televizyonlar, gazeteler bunların borazanı olmuş; hep bunların türküsünü çalıyor. Eğitim sistemi ile oynuyorlar; düşünmemizi, sorgulamamızı istemiyorlar. Dizilerle, yarışmalarla, evlilik programları ile halkı gerçeklerden uzak tutuyorlar. Halk topraklarının elden çıkmak üzere olduğunun,  sömürüldüğünün, yoksulluğunun farkında değil. Gerçek hayatta değil, sanal âlemde yaşıyor.

En nihayet ve en önemlisi silahla saldırıyorlar. Bombalar patlıyor, silahlar susmuyor, başımız roketler yağıyor. Her gün birkaç vatan evladı kanını toprağa akıtıyor. Şehit cenazeleri can yakıyor. Geride babasız çocuklar,  evlatsız anne ve babalar, eşsiz kadınlar kalıyor. Bacaklar kopuyor, kollar kesiliyor.

Saldırıların ardı arkası kesilmiyor. ABD bir yandan, AB diğer yandan saldırıyor. Kurdukları ve destekledikleri piyonları üzerimize saldırtıyorlar. Kendileri gelmiyor, vekillerini gönderiyorlar. Kendileri gelmiyor ama silahlar bunlardan, eğitim bunlardan, taktik bunlardan.

Biz savaşıyoruz ama PKK ve DEAŞ ile değil, biz batılı emperyalist güçlerle savaşıyoruz, Amerika ile savaşıyoruz çünkü onlar saldırıyor biz kendimizi savunuyoruz.  Vatanımız, egemenliğimizi, bağımsızlığımızı, onurumuzu savunuyoruz.

Emperyalistler saldırıyor çünkü milli devletimizi yıkmak istiyor. Stratejileri belli; böl ve yönet. Milli devletleri yık; küçük, kukla devletçikler kur ve sömür. Daha çok sömür ve daha kolay sömür.

Vatanımıza, bağımsızlığımıza, egemenliğimize, namusumuza, bayrağımıza, toprağımıza, maddi ve manevi tüm değerlerimize sahip çıkmak için bir olmalıyız, birlik olmalıyız. Milli cephede birleşmeliyiz.

Mezhep, etnik köken farkı gözetmeksizin; ben sağcıyım, ben solcuyum, ben devrimciyim, ben halkçıyım, ben milliyetçiyim demeden ortak düşmana karşı tüm gücümüzle savaşmalıyız.


Gün yeniden “Ya İstiklâl ya ölüm” deme günüdür.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

TEKKE, ZAVİYE VE İLİM

“Tekke ve zaviyelerin kapatılması ilim yuvalarına darbe vurdu”; bu sözler Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına ait. Duyduğumda inanamadım. Sonra durdum düşündüm, tekke ve zaviyeler açık iken yani Osmanlı zamanında ilmi gelişmeler bakımından ne durumdaydık.

Osmanlı döneminin anlaşılması için birkaç örnek verelim:

Fatih’in hocalarından Sinan Paşa bir kelamcı ve şairdi. Maarifetname isimli kitabında aklın yaşamak için gerekli olduğunu fakat şeriat karşısında susması gerektiğini söylemiş.

1578 yılında Müneccimbaşı Bin Ahmed  Dımışki’nin isteği üzerinde Tophane’de bir rasathane yapılmış. Ne var ki yapılan bu gözlemevi, üç ay sonra Şeyhülislam Şemseddin Efendi’nin gökleri gözlemenin uğursuz olduğu ve devletin mahvına sebep olacağını anlatan yazısı nedeniyle III: Murat tarafından yıkılmıştır.

IV. Murat döneminde medreselerde okutulan Akaid-i İslam kitabında, ilmihal dışında öğretilen derslerin yaşamsal bir öneminin olmadığını söylemiştir.

1870 yılında ikinci Darülfünun açılmış, Hoca Tahsin Efendi oksijensiz yanma olmadığını göstermek için deney yaptığı ve Cemaleddin Efgani ise biraz liberal görüşler savunduğu için bu kurum kapatılmıştır.

Müteferrika Matbaası 1727 yılında açılmış, ancak 18 yıl açık kalmış ve toplam 18 kitap basabilmiştir. O tarihte Avrupa’da binlerce kitap basılıyordu.

4 Kasım 1920'de Balıkesir milletvekili Vehbi Bey, TBMM'de yaptığı konuşmada şunları söylemiş:

“Bir kasabada yalnızca Birkaç yüz hane gayrimüslim buna karşılık binlerce hane Müslüman yaşadığı halde, gayrimüslimlerin düzenli ilkokulları, ortaokulları, yükseköğrenim görmüş öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Müslüman nüfusun ise bir tek okulu bile yok.”

Tekke ve zaviye var ama okul yok.

Avrupa’da bilimin gelişmesi Bilimin ve felsefenin derebeylerinin ve klisenin baskısının azalması ile mümkün olmuştur.

Osmanlı’da tekke ve zaviyelerin açıktır ama bilim yoktur. Medreselerde Kanuni’den itibaren müspet bilim okutulmamıştır. İnsan aklı ve düşüncesi softaların, yobazların din adına uyguladıkları baskının altında kalmıştır.

Yobazlığın ve din adına yapılan baskıların olduğu yerde bilim olmaz; insanın doğaya hâkim olması için gerekli teknoloji gelişmez; düşünmeyi sorgulayan felsefe ise yasaklarla sınırlıdır. İşte bu yüzden Osmanlı zamanında dünya çapında bir düşünür, bilim adamı veya sanatkâr yetişmemiştir.

Cumhuriyet kurulduğunda okuma yazma bilenlerin oranı % 10’dan daha azdır. Kadınlarda bu oran % 1’in de altındadır.

Osmanlı’nın bize bıraktığı en büyük miras cehalettir. Bu cehalet Cumhuriyet’in eğitim ve bilim alanındaki atılımına rağmen insanların kafalarını bulandırmaya ve sağlıklı düşünmelerine engel olmaya devam ediyor. Daha da kötüsü demokrasi ve partiler sayesinde örgütleniyor.


Erdoğan’ın “Tekke ve zaviyelerin kapatılması ilim yuvalarına darbe vurdu” demesi de bu örgütlenmenin ne boyuta ulaştığını gösteriyor.