26 Aralık 2019 Perşembe

AYRILIKLAR BİRLİKTELİKLER VE DEĞİŞMELER

Gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada ve dost sohbetlerinde şuna benzer ifadeler sıkça okunur, duyulur oldu: “Vatan partisi değişti”, “AKP’ye yanaştı”, “AKP’ye yaltaklanıyor”. Çok sığ, çok yanlış ve çoğu zamanda kasıtlı söylenen sözler.

Kimin değiştiğini, hangi partinin hangi partiye yanaştığını anlamak için biraz gerilere gidelim ve hafızamızı tazeliyelim.

Partilerde en köklü değişiklikler, 2002 Millet Vekili seçimlerinden önce oldu. Amerika, BOP gerçekleştirmek için, Türkiye’de yeni bir iktidar oluşturmak istedi. 2001 yılında, R T Erdoğan ve A Gül’ün başını çektiği bazı Fazilet Partisi kökenliler, ANAP ve DYP’den ayrılan bazı isimler bir araya geldiler ve AK Parti’yi kurdular. Bu kuruluş, yeni iktidar için atılan ilk adım oldu.

Sıra Ecevit başkanlığındaki 57. Hükümeti bozmaya ve meclisi seçime zorlamaya gelmişti. Bu görevi de Kemal Derviş üstlendi ve DSP’yi böldü, ANAP’tan bazı milletvekillerini ayarttı ve hükümeti azınlık durumuna düşürdü. Erken seçime gitme zorunluluğu doğdu.

3 Kasım 2002 tarihinde genel seçimler yapıldı ve AKP tek başına iktidara geldi. AKP genel başkanı Erdoğan yasal zorunluluk nedeniyle milletvekili ve başbakan olamadı. Bu durumda CHP ve AKP beraber hareket etti ve yapılan yasa ve anayasa değişiklikleri ile Erdoğan’nın önü açıldı.

AKP iktidarı üçlü bir kolisyondu: Erdoğan, Gül ve FETÖ. Ülkeyi bu koalisyon yönetmeye başladı. Bu kaolisyon neler yaptı ve kimler bu koalisyonun icraatlarını kolaylaştırdı, yardım etti ve kimler karşı çıktı, hatırlayalım:

İKİZ YASALAR

İki Birleşmiş Milletleri sözleşmesi var: “Medeni ve Siyasi Haklaa İlişkin Uluslararası Sözleşme” ve “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”. Bu iki sözleşme “İkiz Yasalar” olarak biliniyor. Türkiye’yi federasyona ve bölünmeye götürme ve hevesi içinde olan küresel güçler bu sözleşmelerin onaylanmasını ve yasalaşmasını Türkiye’ye dayatıyordu.

Abdullah Gül başkanlığındaki hükümet, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’yi 23 Aralık 2002 tarihinde TBMM’ne sevk etti. Bu sözleşmenin ikizini ise Tayyip Erdoğan hükümeti meclise taşıdı. Her iki sözleşme 2003 Haziran ayında, önce komisyondan daha sonra genel kuruldan geçerek kanunlaştı. CHP hem komisyonda hem de genel kurulda AKP ile birlikte hareket etti. Hem de Genel Kurmay temsilcisinin komisyonda çok ciddi uyarılarda bulunmasına rağmen.

Doğu Perinçek ise bu yasaları “İkiz ihanet yasaları olarak” nitelendirmişti. Aydınlık gazetesinde de çok ciddi eleştiriler yayınlanmıştı.

“İkiz yasaların” özelliği, halkların, mezheplerin yani farklı toplumsal kökenlere sahip olanların “kendi kaderini tayin etme” hakkı vermesiydi. Yani bunu imzalayan devletlerde yaşayan etnik kökenliler, dilerse ayrılabilir, kendi kendini yönetebilir.

ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ

“İkiz İhanet Yasaları” meclste onaylandıktan sonra, “Üçlü Kolalisyon” 2004 yılında, küresel güçlerin dayatması ile bir anayasa değikiliğini gündeme getirdi. Bu değişiklik bazı olumlu maddeler içermesine rağmen milli devlet yapısını ve bağımsızlığımızı tehdit eden değişikliller de içeriyordu.
Uluslararası anlaşmaların iç hukukun üzerinde tutulmasını düzenleyen ''Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma'' başlıklı Anayasa'nın 90. maddesinde değişiklik öngörüyordu. Teklifin 7. maddesi, ''Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır'' hükmünü içeriyordu.

Maddenin oylamasına, 453 milletvekili katıldı. CHP ve AKP beraber hareket etti ve bu madde büyük bir çoğunluk oyu ile Kabul edildi. Bu maddenin kabulü ile diğer bazı sözleşmeler gib “ikiz yasalar” da anayasa koruması altına alındı.

Bu maddenin değiştirilmesinde, CHP ve AKP yanyana bir duruş sergilemiş, Perinçek ise bu değişikliğin tehlikelerine dikkat çekip karşı olduğunu beyan etmişti.

AKP, 2011 yılında tam bir karşı devrim anayasası yapmaya kalktı. Yapılmak istenen bu yeni anayasanın önemli maddelerini hatırlayalım:

Bu anayasa ile Türk kavramı anayasadan çıkarılacak, Atatürk milliyetçiliği tasfiye edilecek, Güneydoğu bölgesine özerklik verilecek, laiklik ilkesi kalkacak, egemenlik milletlerarası güçlere devredilecek.

PKK ile görüşülerek hazırlanan bu yeni anayasayı meşrulaştırma görevini ise CHP ve MHP mecliste kurulan komisyona katılarak üstlendiler. AKP, bu partileri böylece ihanet anayasasının içine çekmiş oldu.

Sayın Perinçek ise CHP ve MHP’nin masaya oturmamaları gerektiğini ısrarla söyledi ama ne CHP ne de MHP kararlarından dönmedi. Bu yeni anayasa fikri, milli güçlerin direnci karşısında yenilgiye uğradı ve 2013 yılında, AKP’nin masayı terk etmesi ile çalışmalar durdu.

MİLLİYETÇİ AYDINLARA VE ASKERLERE KURULAN KUMPAS

Üçlü kolalisyon, 2008 yılında en başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Vatan Partisi yöneticilerine, milliyetçi aydınlara, Atatürkçülere karşı Amerika'nın ve NATO'nun ve Avrupa Birliği çevrelerinin bölgedeki menfaatleri doğrultusunda FETÖ örgütünü kullanarak kumapslar kurdu. Türk ordusunun en parlak generalleri, amiralleri, subayları, astsubayları hapse atıldılar ve Türk ordusundan tasfiye edildiler.

Yargılanmalar devem ederken, Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Bahçeli, “Gerçek darbeciler yargılanmalıdır” şeklinde beyanatlar verip, bu kumpası yandan da olsa desteklediler. Ben bu davanın savcısıyım diyen Sayın Erdoğan’ın yanında yer aldılar.

Sayın Perinçek ise o günlerde mahkeme salanunda “Türkiye’yi böldürtmeyiz, Anayasa’dan Türk kimliğini sildirtmeyiz” diye hakimlerin yüzüne haykırıyordu.

AÇILIM SÜRECİ

Erdoğan, Gül ve Fethullah koalisyonu, kendilerini iktidara taşıyan küresel güçlerin arzusu doğrultusunda, Türkiye’yi bölünmeye götürecek olan “Çözüm sürecini” başlattı. 2012 yılının Aralık ayında MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı adasına giderek Öcalan’la görüştü. Erdoğan da bu görüşmeyi doğruladı. Daha sonra bu görüşmelere devam edildi.

Açılım sürecine Kılıçdaroğlu’nun itirazı yöntem konusundaydı. Meclise getirin, “Kürt sorununu” hep beraber çözelim diyordu ve ilave ediyordu: “CHP, Kürt meselesinin kalıcı çözümü için atılacak samimi ve sağlıklı sonuçlar verecek bütün adımların destekçisidir.”

MHP lideri Bahçeli ise, mitingler düzenliyerek açılım politikalarına cepheden karşı çıktı. AKP’nin yanında değil, karşısında yer aldı. Perinçek de o dönem AKP’nin Türkiye’yi bölünmeye götürecek politikalarına şiddetle karşı duruyordu.

KOALİSYON BOZULUYOR

2013 yılından itibaren üçlü kolaisyonda önce çatlaklar oluştu, daha sonra da tam olarak bozuldu.

2013'de 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları, Fethullah ile Erdoğan’nın arasının açıldığının işaretini verdi. Gül ise hâlâ Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın yanındaydı.

2014 yılında süresi dolan Gül, yasalar olarak mümkün olmasına ragmen, Cumhurbaşkanlığına aday olmadı. Yapılan seçim sonucu Erdoğan cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığa ise Davutoğlu atandı. Erdoğan Gül beraberliği sarsılmış ama bozulmamıştı. 2016 yılında Davutoğlu’nun istifaya zorlanması ile bu birlik de tamamen bozulmuş oldu. Kılıçdaroğlu ise Davutoğlu'na sahip çıktı.

Koalisyon önce çatırdayıp sonra yıkılırken Türkiye’de çok önemli gelişmeler oldu. Koalisyon bozulunca da insiyatif tamamen Erdoğan’ın eline geçti.

ÖNEMLİ GELİŞMELER

2014 yılı Mart ayında, Silivri duvarları yıkıldı ve Perinçek’le birlikte tüm vatanseverler tutsaklıktan kurtuldu.

24 temmuz 2015: TSK’ya bağlı jetler Kuzey Suriye’de IŞİD, Kuzey Irak’a PKK hedeflerine hava operasyonu düzenledi. Bu operasyon açılım sürecinin bittiğini gösterdi Takip eden günlerde PKK’nın yurt içi ve dışındaki varlığı yok edilmeye başlandı. Teröristler açtıkları hendeklere gömüldü.

24 Kasım 2015 Rus uçağı düşürüldü, Türk Rus ilişkileri ileri düzeyde bozuldu. Davutoğlu “Emri ben verdim” diye övündü.

15/16 Temmuz gecesi 2016’da Amerika FETÖ aracılığı ile Türkiye’yi işgal etmeye kalktı. Kahraman ordumuz ve polislerimiz miletiyle bütünleşerek Amerika’yı yendi. Gladio yok edildi. BinlerceFETÖ mensubu hapse etlıdı, kamu görevinden uzaklaştırıldı.

6 Ağustos 2016’da Fırat kalakanı harekatı yapıldı ve Amerika ve İsrail’in İran’dan başlayıp Akdenize kadar uzanması planlanan adı Kürdistan olacak olan ikinci İsrail devletinin kurulmasını önleyecek çok önemli bir adım atıldı.

14-15 Eylül 2017 tarihinde Türk, Rus ve İran liderleri Astana’da toplandı ve “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması meselelerinde gösterdikleri bağlılığı bir kez daha ilan” edildi.

20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı, 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı harekatları yapıldı. Terör örgütlerine önemli darbeler indirildi.

Pençe haerekatlarıyla da Irak’ın kuzeyindeki PKK unsurları temizleniyor. Yurt içinde ise Kıran operasyonları devam ediyor.

Amerika’nın her türlü tehdidine ragmen Rusya’dan S-400’ler alındı. Rusya ile askeri işbirliği imkanları artırıldı.

Türkiye, Doğu Akdeniz’de donanma güçleri koruması altında ve Amerika, İsrail ve Yunanistan’ın tehditlerine rağmen sondaj çalışmaları başlattı. Son olarak da Libya ile çok önemli bir anlaşma yapıldı ve Doğu Akdeniz’deki haklarımız güvence altına alındı.

PARTİLERDEKİ DEĞİŞİMLER

Son yıllarda partilerin Türkiye’nin meselelerine bakış açılarında ve tutumlarında çok köklü değişiklikler oldu. Bu değişiklikler, partilerin birbirlerine bakış açılarını ve yakınlıklarını da değiştirdi. Bu değişikliklere ragmen halkımızın büyük çoğunluğu, sanki hiç bir şey olmamış gibi, eskiden hangi partiyi destekliyorlarsa gene onu desteklemeye devam etti.

AKP’de üçlü koalisyon bozuldu. Eski ortak FETÖ düşman oldu. Gül ve ekibi partiden koptu, Erdoğan tek kaldı. Açılım politikalarından vazgeçildi, teröristlere karşı silahlı mücadele başladı. FETÖ mensupları kamu görevinden uzaklaştırıldı, üyelerin büyük kısmı hapislere atıldı. Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarını koruyacak adımlar atıldı. Eski dost HDP düşman oldu.
Rusya ve İran ile birçok alanda işbirliğine gidildi.

CHP’de Kılıçdaroğlu genel başkan olduktan sonra partinin yöneticileri önemli ölçüde değişti. Ulusalcılar, gerçek Atatürkçüler tasfiye edildi. PKK/HDP sevicileri, Atatürk’e kefere diğenler, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını iddia edenler, CIA’nın tescilli adamları, Amerikan muhibleri partide söz sahibi oldular.

AKP’den kopan FETÖ ve PKK/HDP CHP’ye sığındı. CHP’liler, PKK’nın meclise girmesi için yoğun çaba harcadılar. Görevden alınan PKK ve FETÖ mensuplarına sahip çıktılar. Doğu Akdeniz’de milli politikaların ve Mavi Vatan’ın karşısında yer aldılar. AKP’de üçlü koalisyon bozulduktan sonra muhalefetin şiddetini artırdılar.

AKP’nin açılım politikaları uyguladığı günlerde Erdoğan’ı çok sert biçimde eleştiren Bahçeli, üçlü koalisyon bozulduktan ve Amerika karşıtı politikalar yürütmeğe başladıktan sonra AKP’ye destek vermeğe başladı. Bahçeli’nin bu tutumundan rahatsız olan bazı MHP’liler İYİ Parti’yi kurdular ve Akşener’i genel başkanlığa seçtiler.

Vatan Partisi’nin lider kadrosu, üçlü koalisyon (Erdoğan, Gül ve FETÖ) tarafından hapse atılmasına rağmen antiemperyalist politikalarından vaz geçmedi. Üçlü koalisyon bozulup, Erdoğan’ın PKK ile silahlı mücadeleye başlaması ve FETÖ’nün üzerine kararlı bir şekilde gitmeye başlaması, Rusya ve İran ile bölgedeki Amerikan projelerine karşı işbirliği içine girmesi ile Vatan Partisi ve onun lideri Perinçek AKP’ye MHP ile birlikte destek vermeye başladı.

AKP ve Erdoağan'ın Amerikancı politikalrdan uzaklaşıp yönünü Avrasyaya çevirmesiyle birlikte bir karşı cephe oluştu. CHP, İYİP, SP ve HDP'den oluşan bu cephe Erdoğan'ı rakipden öte düşman olarak görmeye başladı. Son olarak bunlara Gül-Babacan ve Davutoğlu ekip de katıldı.

Bunlar iktidarın her yaptığına kötü demeyi muhalefet olarak görmektedir. Türkiye yönünü Avrasyaya döndükçe, muhalefet anlayışları da daha da sertleşmektedir.

MHP ise AKP ile ittifak yaptı. Özellikle güvenlik konularında, bugüne kadar, iktidarı tam olarak destekledi

Vatan Partisi, Erdoğan ve AKP'yi düşman olarak değil rakip olarak görmektedir. Türkiye'nin PKK ile olan silahlı mücadelesini, FETÖ'yü tasfiye etme çalışmalarını desteklemektedir. İki önceliği vardır; vatan bütünlüğü ve ekonomik kalkınma. Bu konularda iktidarın doğru yaptığına doğru, yanlış yaptığına yanlış demektedir.

“Vatan partisi değişti”, “AKP’ye yanaştı”, “AKP’ye yaltaklanıyor” iddialarının kaynağı Amerikancı cephe ve bu cephenin yalanlarına inanan saf insanlardır. Vatan Partisi dün de Türkiye cephesindeydi bugünde aynı cephededir. Üstlendiği 'Kemalist Devrimi' tamamlama görevi gereği çalışmalarını büyük bir gayretle sürdürmektedir.

22 Aralık 2019 Pazar


CUMHURBAŞKANI’NIN İSKİLİPLİ ATIF MERAKI

Sayın Erdoğan katıldığı bir ödül programında şöyle demiş:

“İskilipli Atıf Hoca'nın idamından Dersim olaylarına, Türkçe ezan zulmünden 27 Mayıs darbesindeki rolüne kadar pek çok üzücü hadisede, CHP kendi tarihiyle yüzleşme cesareti gösterememiştir.” "CHP'nin bir an önce milletin karşısına çıkıp bu ülkeye yaşattıkları için ya özür dilemesi  ya da üzücü olaylardaki rolleri için pişmanlık duyduğunu millete söylemesi gerekiyor."

Sayın cumhurbaşkanı açıkca CHP’yi suçluyor, bugünkü YCHP’yi değil Müdafa-i Hukuk cemiyetlerinin devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nı suçluyor. Ve onun büyük lideri Atatürk’ü suçluyor.

Suçladığı Atatürk ve CHP, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı savaşarak bir büyük devrimi gerçekleçtirmiştir. Bu devrim sayesine Türkiye halkı padişahın kulu olmaktan çıkıp, özgür, başı dik vatandaşlar haline gelmiştir.  Sayın Erdoğan’ın oturduğu makam da bu devrim sayesinde kurulmuştur.

Atatürk ve CHP’nin bu kutsal mücadelesi olmasaydı veya savaşı emperyalistler ve işbirlikçileri kazansaydı, Sayın Erdoğan muhtemelen şimdi Rize’nin bir köyünde balıkçılık yapıyordu.

Savunduğu ve övdüğü İskilipli Atıf ise, hoca kılığına girmiş, emperyalizmin bir uşağıydı.

İstiklal savaşımıza ve bu savaşın sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne şiddetle karşı koyan ve karşı koymayı hainlik mertebesine yükselten birine Sayın Cumhurbaşkanı’nın sahip çıkması çok yanlış olmuş.

KİM BU İSKİLİPLİ ATIF HOCA

Atıf Hoca Kuvvayı Milliye karşıtıdır. Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu ve yöneticisidir. Kurtuluş Savaşı sırasında yayınlanan bildiride, Kuvayı Milliye mensuplarına, 'İngilizleri kızdırdınız' diyerek çıkışan İskilipli Atıf, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına ise 'eşkiya' diyerek, 'katlerinin vacip' olduğunu söylemiştir.

Teali İslam Cemiyeti, Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kurulmuştur. İslamcılık ile İngiliz yandaşlığını beraber sürdürmüştür. Bağımsızlık savaşına karşıdır çünkü bu cemiyete göre Yunanlılar ve İngilizler iyidir. Bu savaşı da bunlar kazanacaktır çünkü onların arkasında Kuvvayı Milliye gibi "cahilce bir cesaret" değil, “uygarlık zekâsı” vardır.

Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım da kime hizmet ettiği anlaşılsın:

"Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere 'siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim' diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor.” “ ...Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.”

“Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?”

“Elinize aldığınız bu fetva Allah'ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur."

İSKİLİPLİ ATIF NE İSE FETÖ DE ODUR

İskilipli Atıf, o devrin Fethullah Gülen’idir. Teali İslam Cemiyeti ise, o devrin FETÖ’südür. Her ikisi de hoca kisvesine bürünürek emperyalizmin atına binmiş ve Türk milletinin kılıç sallamıştır. Aralarındaki tek fark, ilki Cumhuriyet’in kuruluşuna karşı çıkmış, diğeri ise kurulan Cumhuriyet’i yıkmaya çalışmıştır.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın FETÖ ile mücadele ederken İskilipli Atıf ve Teali İslam Cemiyeti’ne sahip çıkması önemli bir çelişkidir.

GERÇEKLERİ GÖRELİM

Herkesin şu gerçekleri görmesi ve kabullenmesi gerekir:

20 Yüzyılın başında Türkiye halkı, Atatürk ve CHP önderliğinde “Türk Milleti” olarak birleşerek bir büyük savaş vermiş ve bir büyük devrimi gerçekleştirmiştir.

Bu devrimi gerçekleştirirken karşı çıkanları da cezalandırmıştır.

Bu devrim sonucunda, yeni bir devlet kurmuş ve adına da Türkiye Cumhuriyeti demiştir.

Türkiye halkı artık ümmet değil millettir. Cumhurbaşkanı da halife değil, devlet başkanıdır.

Ve maalesef CHP de artık “Cumhuriyet Halk Fırkası” değil, YCHP’dir. Sayın cumhurbaşkanı eleştirecekse, YCHP’yi eleştirmelidir.


14 Aralık 2019 Cumartesi


YUSUF AKÇURA VE BORÇLANMA EKONOMİSİ

Bundan 143 yıl önce 2 Aralık 1876 tarihinde Kazan’da doğan Yusuf Akçura Türk devrim tarihinin en önemli kişilerinden birisidir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan, Kemalizm’e de kaynaklık yapan 'Türkçülük' siyasetinin gelişmesinde büyük rol oynamıştır.

Abdülhamid zamanında, diğer Türkçüler gibi hapse atılmış ve sürgüne gönderilmiştir. 1908 devriminden sonra İstanbul’a dönmüş ve yoğun bir tempo ile Türkçülük fikrinin yayılmasına hizmet etmiştir.

Onun Osmanlı Devleti’nin iktisadi çöküşüyle ilgili yaptığı tespitler, bugünün borç batağına saplanmış ekonomimizi anlamamızda büyük önemi vardır.
2. 
Mahmut zamanında başlayan borçlanma siyasetinin Osmanlı Devleti’ni nasıl iflasa götürdüğü anlaşılırsa, Türkiye’nin de 500 milyar dolar dış borç altına nasıl girdiği kolaylıkla anlaşılır. Bu bakımdan Akçura’nın o dönem için yazdıklarını hatırlamakta fayda var:

“Avrupa’da büyük sanayi ve sermayenin oluşmasıyla, Osmanlı ülkesine girişi, ekonomimizi alt üst etti ve memleketimizin ekonomik krizinde hiç şüphesiz, en önemli etken oldu...

2. Mahmut zamanında, ecnebi milletlerden borç almak, borçlanmak düşünüldü. Abdülmecit zamanında borçlanma kapısı geniş açıldı ve en çok bu kapıdandır ki Avrupa’nın büyük sermayesi, Osmanlı ülkesine girip istila etti. Sanayi ürünleri ile memleketten aldığı kazanca para kirası olarak aldığı faizler eklendi. Ecnebilerden alınan borç paraların mühim bir kısmı, egemen zümre ve padişahlar tarafından verimsiz masraflara harcandı.

Devlet bütçesinin masraflar kısmına borç faizleri de yüklenince, denge daha çok bozuldu. Fakat bu borçlanma belası bunla da kalmadı. Devlet, borcunun faizlerini ödeyemeyince, müflis borçlulara yapılan muamele, konkordato Osmanlı Devleti’ne reva görüldü: Düyun-u Umumiye kurumu kuruldu.
Kim ne derse desin, Osmanlı saltanatında, Düyun-u Umumiye Kurumu, devlet içinde devlet mahiyetindeydi, iktisadi bağımsızlığımızı ve bunun üzerine siyasi bağımsızlığımızı büsbütün yaraladı.”

“...Memleketin seneden seneye fakirleşmesinin en mühim sebebi, kanaatimce ecnebi sermayesinin memleketimize girip faiz ve temettü yolu ile müstakil sanayi ve ticaretimizi imha suretiyle, milli servetimizi çekmesi ve ezmesi olmuştur. Avrupa sermayesinin istilasının sonuçları bu kadar mı? Hayır efendiler, hayır! Bu istiladan dolayı memalik-i Osmaniye’de küçük ve orta sanayi hemen hemen kalmadı”

Devletimizin, milletimizin başına gelen en büyük felâketler Avrupa sermayesi yüzündendir. Avrupa sermayesinin duhulünden itibarendir ki saltanat-ı Osmaniye pek süratle dağılmağa yüz tutmuş, borçlanma uçurumuna doğru dev adımlarla yürümeye başlamıştır.”

Osmanlı Devleti’ni uçuruma götüren Batı sermayesi, emperyalistlerin en büyük silahı olmuştur. Özellikle 1838 tarihli Baltalimanı Antlaşması Osmanlı’da mevcut cılız sanayii yok etmekle kalmamış, küçük esnafı da yaralamıştır. Akçura’ya göre Osmanlı’nın çöküşündeki en önemli faktör budur. Ekonomik olarak bağımsız olamayan Osmanlı, siyaseten de bağımsızlığını yitirmiş ve nihayet kenarına kadar geldiği uçurumdan aşağı düşmüştür.

TARİH TEKERRÜR ETTİ

Bugün de ekonomimiz borç batağına saplanmış durumda. Karaosmanoğullarının, Özalların, Kemal Dervişlerin, Tayyip Erdoğanların Batı sermayesinin istekleri doğrultusunda uyguladıkları programlar bu durumu yarattı.

Adına liberal ekonomi dediler, dünya ile bütünleşme dediler, küreselleşme dediler kapıları, pencereleri açtılar ve sömürücü sermaye de bu açıklardan ülkemize girip tahribatını yapacağı kadar yaptı.

Tarih tekerrür etti ve dün Osmanlı’nın başına ne geldiyse, bizim başımıza da aynısı geldi.

BATI SERMAYESİ NE YAPTI?

Yabancı sermaye borç olarak girdi, yüksek faizler topladı.

Özelleştirme adı altında girdi, işletmelerimize, fabrikalarımıza, bankalarımıza el koydu; elde ettikleri kârları transfer etti.

Tarımımızı, sanayileşmemizi baltaladı, bizden ucuza aldığı hammaddelerden ürettiği ürünlerini bize pahalı olarak sattı.

Gümrüklerimizi kaldırttı, sanayimizi rekabet edemez hale getirdi, Türkiye’yi açık Pazar haline dönüştürdü.

Para girişini devlet kontrolünden çıkardı, borsa ve diğer finans oyunları ile paramızı hortumladı.

Bizleri kendi ülkelerinde ucuz işçi olarak çalıştırıp emeğimizi sömürdü.

Yabancıya gayrimenkul satışları kolaylaştırıldı, topraklarımıza el koydu.

Kendi kömürümüzü, kendi madenimizi çıkaramaz duruma getirdi ve yurt dışından ithalat yapmak mecburiyetinde bıraktı.

Sonuçta üreten değil, borç para ile mal ithal eden bir ülke haline geldik.

Oysa Akçura’yı dinleseydik, tarihten ders alsaydık bütün bunlar olmazdı.

BATI SİSTEMİ İÇİNDE ÇÖZÜM YOK

Batı’nın bize reva gördüğü muameleler: Güneydoğu Anadolu’yu verin, bölünün; liberal ekonomi programına devam edin, sömürülün; Ege ve Kıbrıs ve denizlerdeki haklarınızdan vazgeçin, küçülün.
Batı sistemi içinde kalarak bu sorunlara çözüm bulamayız. Batı’nın çıkarları ile bizim çıkarlarımız birçok alanda birbiriyle çelişiyor. Bu sistemin bize hayrı yok.

Türkiye, Atlantik sistemi içinde kalarak bu kötü niyetleri bertaraf edemeyeceğini anlamış ve yönünü Avrasya’ya çevirmiştir. İyi de etmiştir. Şimdi sıra borçlanma ekonomisini terk etmeye ve üretim devrimini gerçekleştirmeye gelmiştir. Akçura’nın da gösterdiği yol da budur.

6 Aralık 2019 Cuma


AMERİKA’NIN SİYASİ AYAKLARI

Televizyonlarda, gazetelerde, FETÖ’nün siyasi ayağı üzerinden bir ayak tartışmasıdır sürüp gidiyor. Bu ayak kimdir, nedir bir türlü karar verilemiyor.
Oysa her şey gün gibi ortada; FETÖ’nün de PKK’nın da siyasi ayağı aslında Amerika’nın Türkiye içindeki ayaklarıdır.

Amerika’nın siyasi ayakları sadece bunlar da değil; vatansız solcuların, sahte Atatürkçülerin, yalancı İslamcıların, neoliberal ekonomi takıntıları olanların da özelliği bu. Amerika’ya ayak olmuşlar içimize girmişler, siyasallaşmışlar;“siyasi ayak” olmuşlar.

Türkiye’de iki siyasi ayak var: Türkiye’nin siyasi ayağı ve Amerika’nın siyasi ayağı. Üçüncü bir siyasi ayak yok. Ya birini destekleyeceksiniz ya da öbürünü.

PKK’nın siyasi ayağı apaçık ortada: HDP. HDP yetkilileri de bu gerçeği inkâr etmiyorlar. Ama bir de gizli ayak var; HDP’li mahkumları hapishanelerde ziyaret edip onalara başarılar dileyenler, HDP’li belediye başkanları görevden alınınca onlara sahip çıkanlar, HDP kapatılsın dendiğinde ama bu parti oy alıyor diyenler ise gizli ayak.   

AMERİKA’NIN AMAÇLARI

Amerika, daha geniş anlamıyla Batı sistemi neden Türkiye içine ayaklarını uzatır? Nedir istekleri? Türk milletine neleri dayatır? Bunları bilirsek, bu yabancı ayakları da kolaylıkla tanırız.
Atlantik sistemi (Batı), bize dört 4 hususu bizden talep eder:

1.       Güneydoğu’muzu bizden koparıp, kurmak istedikleri adı Kürdistan kendisi ikinci İsrail olan devlete vermek.

2.       Neoliberal ekonomi programlarını devam ettirip bizi ekonomik olarak sömürmek.

3.       Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz’deki haklarımızdan vaz geçirmek.

4.       Ermenilere soykırım yaptığımızı kabul ettirip arkasından da tazminat ve toprak talep etmek.

Amerika’nın bu projelerini gerçekleştirmesi için iki yolu var: Birincisi, bu isteklere evet diyecek iktidarları başa getirmek; ikincisi, askeri müdahale.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, 3 Kasım’da Türkiye’yi seçim yapmaya mecbur bırakması, Amerika’nın iktidarı belirleme projeleriydi. Başarılı da oldular.

Askeri müdahaleyi ise iki türlü yaptı ama başarılı olamadı, olamayacak da…

PKK VE FETÖ AMERİKA’NIN ASKERİ GÜCÜDÜR

PKK, Amerika’nın askeri müdahale gücüdür. Kendi üniformalı askerlerini kullanacağına, bu terör örgütünü kurup, silahlandırıp, eğitip üzerimize saldı. Bunların üzerinde Amerikan üniforması olmadığı için halkımız bunları sadece terör örgütü olarak görüyordu, Amerika’yı da dost ve müttefik sanıyordu.

Amerika, ikinci askeri müdahalesini 15 Temmuz’da, Türk askeri üniforması giymiş, FETÖ mensubu hainlerle yaptı ama yenildi.  Halkımız da artık esas düşmanın Amerika olduğunu anladı.

AMERİKA’NIN SİYASİ AYAKLARI

Türkiye, 24 Temmuz 2015’ten sonra Amerika’yı üzecek uygulamalara başladı: PKK Türkiye içinde açtığı hendeklere gömüldü. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatları ile ikinci İsrail devletinin kurulması engellendi. FETÖ mensupları kamudan temizlenmeye başlandı. Doğu Akdeniz’deki ve Kıbrıs’taki haklarımıza sahip çıkıldı. Rusya ve İran ile mutabakatlar imzalandı, beraber askeri uygulamalar yapıldı. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmak için teşebbüsler başladı. Çin ile ilişkiler artırıldı.

Bunlar Amerika’nın kabul edemeyeceği hususlar. Amerika, kendisinin çabaları ile iktidar gelen AKP ve Erdoğan’ı düşman gibi görmeye başladı ve yeni bir iktidar modeli oluşturmak için kolları sıvadı.
Gül, Babacan, Davutoğlu devreye sokuldu. HDP, Demirtaş CHP’nin koruması altına alındı, MHP parçalandı, SP’e CHP’ye yaklaştırıldı. Böylece yeni bir siyasal işbirliği ortaklığı ortaya çıktı. Ve böylece de Amerika’nın siyasi ayağı yeniden şekillenmiş oldu.

TÜRK MİLLETİ İZİN VERMEZ
Şunu herkesin anlaması lazım: Türk milleti, Amerika’nın dolayısıyla Atlantik sisteminin gerçek yüzünü görmüş ve yüzünü Avrasya’ya çevirmiştir. Amerika’nın Türkiye’de iktidarı belirleme gücü kalmamıştır. Türk milleti asla buna izin vermez.

Atlantik sistemi içinde kalarak vatan bütünlüğümüzü korumaya ve ihtiyaç duyduğumuz üretim devrimini yapmamıza imkân yoktur.

Bu sistem, Türkiye’yi yıllardır sömürüyor. Vatan bütünlüğümüze kastediyor. Mavi vatanımızı elimizden almak istiyor. Bizi soykırımcı ilân ediyor. Onun için diyoruz ki, Atlantik devri kapanmıştır. Geleceğimiz Avrasya’dadır. Yeni bir işbirliği ortamı doğmuştur.

Türkiye’nin dışında, 100 milyonun çok üzerinde soydaşımız da bu coğrafyada yaşıyor. Türk kardeşlerimiz de orada bizi bekliyor.

Amerikan ayaklarının Türkiye’yi yönetme devri bitmiştir.

27 Kasım 2019 Çarşamba


ANAYASAYI DEĞİŞTİRİP AMERİKAYI DİZE GETİRMEK(!)

Gazetelerden öğreniyoruz; CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Emek ve Adalet Platformu'nun düzenlediği sempozyumda bir konuşma yapmış ve şöyle söylemiş:

"Türkiye'nin çok uzun zamandır bir sorunu var. Daha önemli bir sorunu ise demokrasi sorunu vardır. Kürt sorunu ve demokrasi sorunu birbiriyle ilintilidir. Demokrasi sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülemez.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’da benzer sözler etmiş.  DieWelt Editörü Daniel-Dylan Böhmer’le yaptığı röportajda “Türk Hükümeti, Kürtlere barışçı bir çözüm getirmelidir. Demokratik özgürlüklerini ve temel insan haklarını güvence altına almalıdır.”

CHP’NİN TERÖRE BAKIŞ AÇISI

CHP’nin teröre bakış açısı bu! Daha önce de Sayın Kılıçdaroğlu ve diğer CHP’li yetkililer terör sorununu Kürt sorunu olarak niteleyip TBMM’ne çözmek gerektiğini defalarca dile getirmişlerdi.

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarmak mümkün: CHP’ye göre, Türkiye’de bir Kürt sorunu var. Bu sorun, ancak TBMM’nin anayasada ve bazı yasalarda değişiklikler yapması ve Kürtlere demokratik haklar verilmesi ile çözülür.

Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist güçler, başta Türkiye olmak üzere, Batı Asya ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletini kurmak için terör örgütlerini bölgeye yığmışlar, silahlandırmışlar, eğitmişler, maaşa bağlamışlar, ortamı kan gölüne çevirmişler ve biz de birkaç yasa değişikliği ile bunu durduracağız.

Buna kargalar bile güler diyeceğim ama bu komiklikten öte bir şey.  

SOMUT VE NET CEVAP LAZIM

Şimdi biz bu CHP’li yöneticilere soruyoruz: Anayasa’nın hangi maddelerini değiştireceksiniz de Amerika Türkiye’yi bölmekten vazgeçecek? Yasalarda nasıl bir değişiklik yapacaksınız da PKK elindeki silahlar elinden bırakıp gelip teslim olacak.

Bu sorulara demokrasi, insan hakları filan diye gevelemeler yapmadan somut cevaplar verilmesi lazım.

İKİNCİ İSRAİL DEVLETİNİN YOLUNA TAŞ DÖŞEMEK

Türkiye vatan topraklarını korumak için PKK, YPG, PYD ile silahlı bir mücadele ederken ve şehitler verirken, “demokrasi yok, insan hakları yok, konuyu mecliste çözelim” gibi beyanatlar Mehmetçiği arkadan vurmaktır. Bu ifadeler teröristleri haklı göstermeye yarar.

Demokratik özerklik, insan hakları, yerel özerklik, anadilde eğitim gibi sözler İkinci İsrail devletine giden yola taş döşemekten başka işe yaramaz.

Atatürk’ün partisiyiz diyen CHP’li yöneticileri, Atatürk’ün temel görüşlerine ihanet etmekten ve onun kemiklerini sızlatmaktan artık vazgeçsinler.

22 Kasım 2019 Cuma

TUNCELİ BİR DAHA DERSİM OLAMAZ

Bir Seyit Rıza edebiyatıdır gidiyor. Tunceli’nin şakisinden bir kahraman yaratmaya çalışıyorlar. Zalimi mazlum göstermek için çabalayıp duruyorlar.

HDP’lilerin bu tavrını anlıyorum, onlar için her hain bir kahraman zaten. Çünkü kendileri de vatana, Cumhuriyet’e, kendi halkına ihanet içinde. Biz Atatürk’ün partisiyiz diyen bazı CHP yetkililerinin aynı gayreti göstermesi ise kabul edilir gibi değil. Bunların yaptığı artık ayıptan da öte, Atatürk’ün manevi mirasına hakaret boyutuna ulaşmış durumda.

Ben de Tunceliliyim. Babam Hozatlı, annem Çemişgezekli. Ben de Çemişgezek’te doğmuşum. “Dersim olaylarını” büyüklerimden çok dinledim. Onlar olayların birer canlı tanığıydı.

Onlardan öğrendiğime göre Seyit Rıza kimdir size anlatayım: Seyit diye anılır, seyit değildir: Ağa olarak bilinir ama aslında eşkıyanın tekidir. Yoksul Tunceli köylüsüne yapmadığı zulüm kalmamıştır. Hırsızlık onda, gasp onda, adam kaçırma onda, adam öldürme onda…

Köylülerin elinden davarını, eşeğini, atını, mahsulünü zorla alırmış. Direnen olursa, mermi boşa gitmesin diye silahla değil, başını taşla ezerek öldürtürmüş.

Seyit Rıza’nın adamları, babaannemim iki erkek kardeşini pusu kurup öldürmüşler. Babaannemin ismi Salih olan ve nahiye müdürü olarak görev yapan kardeşinin oğlu Efendi’yi bu asiler kaçırmış ve daha sonra “Gel çocuğunu geri vereceğiz diye” köylerine çağırmış ve yolda pusu kurarak öldürmüşler. Bu ölüm Hozat’ta büyük üzüntüye sebep olmuş ve aşağıdaki ağıt türkü yakılmış. Bu türkü halen söylenmektedir:

Hozat'ta gezerdim bir fidan boylu
Görenler derdi kim bu aslan soylu
Sorana deyin ki Hamil'in oğlu

Varsın Hozat yansın ver veran olsun
Hozat'ın gençleri intikam alsın

Hozat'ın önünde çüt pınar çıkar
Ahmed'i vurmuşlar al kanlar akar
Çifte doktor gelmiş yaraya bakar

Gençliğe doymadan giderim böyle
Rüyada görmüşüm kaderim böyle

Hozat'ın içinde okunur ezan
Ne kara yazmış ah alnını yazan
Hep Seyit Rıza'dır kavlini bozan

Yolumu kesenler yolundan kalsın
Büyüsün Efendim intikam alsın

Teştek'in başında iniş inemem
Kurşunlar sekiyor geri dönemem
Atımı kaçırdım tutup binemem

Yansın Hozat yansın ver veran olsun
Anamın gözünden akan kan olsun

Zavallı nenemin diğer kardeşini de benzer şekilde öldürmüşler. Onun içinde bir türkü söylenmiş. O türkünün de sözleri şöyledir:

Atamı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolandı gül ağacına
Gidin söyleyin benim bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma.

Türküde adı geçen bacı, benim babaannemdir. Rahmetli babaannem bu olayları anlatır, türküleri söyler ağlardı. Onun gözlerinden akan yaşları ve içli sesiyle söylediği türküleri asla unutamam.

ANNEMİN ANLATTIKLARI

Annem defalarca anlattı: Şakiler işi o kadar azıtmışlar ki birkaç kere Çemişgezek’i basmışlar. Karşı koymaya çalışanları öldürmüşler, kasabayı yağmalamışlar. Annem o günleri hatırlıyor. Kadınlar bir camiye toplanır, eşkıya onlara bir kötülük yapmasın diye dua edip tespih çekerlermiş.

Halen hayatta olan annem, daha geçen ay, küçük kızının yanında öldürülen yüzbaşıyı, balta ile parçalanarak öldürülen askerleri, Fırat nehrini salla geçerken salın ipi kesilerek Fırat’ın azgın sularına terk edilen ve boğulan Mehmetçikleri anlatırken gözleri doldu. Seyit Rıza’yı kahramanlaştırmaya çalışanlara lanetler okudu.

Bu asiler köprüleri yıkmışlar, telefon tellerini kesmişler, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi memurları öldürmüşler, karakolları basmışlar, subayları, astsubayları, erleri öldürmüşler. Halkın mal, can ve ırz emniyeti kalmamış.

İYİ Kİ DERSİM CUMHURİYET OLDU

İşte bu ortamda askeri müdahale yapılmış ve suçlular ağır biçimde cezalandırılmış.

Bu hareket sonunda, Tunceli’de tamamı son model 14 000’den fazla silah toplanmış.  

Bu isyanın Alevilikle de Kürtlükle de bir ilgisi yok. Tunceli’ye ya Cumhuriyet egemen olacaktı ya da ağalar, şeyhler, şıhlar…  İsyanın bastırılması ile Tunceli halkı güvenliğe ve huzura kavuştu. Ağa zulmünün yerini devletin imkanları aldı.

Eğer Tunceli Dersim olarak kalsaydı, ben okuyamazdım, doktor, öğretim üyesi filan da olamazdım. Büyük bir ihtimalle, bir ağanın marabası olarak kalırdım. Tabii, başım taşla ezilmemişmiş veya bir kurşuna hedef olmamışsam... 

15 Kasım 2019 Cuma


“ŞARK MESELESİ”, SEVR, LOZAN VE CHATHAM HOUSE

İBB Başkanı İmamoğlu Chathan House’u ziyeret etmiş çok da iyi karşılanmış. Nedir bu Chatham derseniz, anlatalım:

Resmen 1920’de kurulmuş ama kökleri çok daha eskiye dayanıyor. İlk kurulduğundaki adı, “Yuvarlak Masacılar”mış. Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i düzenleyen bu masaydı. İngilizlerin emperyalist projelerini geliştiren ve uygulamasını takip eden bu kurum, resmen kurulunca Chatham House ismini almış.

Chatham House, Batı’nın “Şark Meselesi”ni çözmek için faaliyet gösteren bu kurum görevine devam ediyor diyoruz çünkü Sevr ile “Batı Sorunu”nu hallettiklerini sanan İngilizler Lozan’da Türkiye Cumhuriyet’nin varlığını kabul edince meselenin çözülmediğini anladılar. “Şark” yani Türkler onlar için çözülmesi gereken bir sorun olmaya devam etti ve ediyor. Onlar da bu “kristal evi” kullanarak emperyalist arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

“NEDİR BU ŞARK” MESELESİ?

Şark meselesinin ne olduğuna dair batılı ve yerli tarihçilerin çok farklı tarifleri var. Biz bunlardan Yusuf Akçura’nın tarifini verelim:

“Şark meselesi, Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman milletlerin iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından ortaya çıkan tarihi meselelerin toplamıdır. Avrupa devletleri Osmanlı mülkünü farklı yönlerden zapt etmek arzularından ve Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan muhtelif kavimlerden bazılarının birer müstakil hükumet teşkil etmek istemelerinden doğan tarihi olayların toplamıdır.”

Akçura, konuya ekonomik açıdan da bakıyor: “…yakın ve uzak doğuyu kendi sermayedarlarının kontrolleri altına almak için Avrupa hükumetleri (bir müddetten beri Amerika hükumeti de) bu ülkelere musallat olmuşlardır.”

Avrupa devletleri şark meselesini çözerken paylaşım mücadeleleri içine girdiler. Birinci cihan harbi de bir paylaşım savaşıdır. Osmanlı mülkünü paylaşmada anlaşamadıkları için çözümü silahta aradılar.

MONDROS, SEVR VE LOZAN

Bu paylaşım harbi sonunda Osmanlı devleti müttefikleriyle birlikte yenilince, İngiltere, Fransa ve diğer batılı ülkeler “Şark Meselesi”nin sona erdiğini sandılar. Önce Mondros arkasından Sevr imzalandı fakat Batılıların hiç hesap edemediği bir direnişle karşılaştılar. Atatürk önderliğindeki Türk milleti, onlar açısından sorunun bitmediğini, kazandığı vatan savaşı ile ortaya koydu. Sevr yırtıldı Lozan imzalandı.

Atatürk, Lozan’ı takiben mecliste yaptığı konuşmada durumu şöyle özetlemiş: “Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!” Atatürk, büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirirken, Batılı güçler açısından için şark meselesinin çözülmediğini de ilan ediyordu.

Batılı güçler Lozan’ı hazmedemediler. Onlar için şark meselesi yeniden başlamıştı. Bu meseleyi çözmeleri gerekiyordu. Akçura’nın tarif ettiği yöntemleri tekrar uygulamaya başladılar. Türkiye’yi parçalamak için etnik ve mezhepsel ayrımcılığı kışkırttılar. Kürt vatandaşlarımızı kandırmaya çalıştılar. PKK’yı kurup desteklediler.  Yetmedi ekonomik olarak da saldırdılar. Dayattıkları ekonomik sistem yüzünden Türkiye’yi borç batağına soktular.

CHATHAM HOUSE VE İMAMOĞLU

İngiltere, dün Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve sömürmek için Chatham House’u nasıl kullandıysa bugün de aynı şekilde kullanıyor. Sadece Türkiye’de değil, tüm Batı Asya’da kendi politikalarını uygulatmak için adam devşiriyor, adam yetiştiriyor. Kendisine hizmet edenleri de ödüller vererek destekliyor.

Chatham House, yaptığı hizmetler karşılığında, 2010 yılında Abdullah Gül’e ödül verdi. Ödül töreninde Kraliçe de bulundu.  Gül’ün Ermenistan ve Türkiye arasında mutabakat sağladığı ve bölünmüş Kıbrıs’ın birleştirilmesi için çaba gösterdiği törende özellikle belirtildi. Yani, İngiltere’ye hizmet de kusur etmemiş ve ödülü almış.

İmamoğlu’nun iktidara gelmek için sığındığı ev işte bu Chatham House’dur. Orada kendisinden muhtemelen şunlar istenecektir:

Türkiye, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu muhalefet şerhini kaldırsın. Kürtlere yerel özerklik verilsin. Türk ordusu Suriye ve Irak’tan çekilsin. “Kürt sorununu” (!) çözmek için açılım yapılsın. Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı kabul edilsin. Ermenistan sınırı açılsın. Kıbrıs’taki haklarınızdan vazgeçin, TSK adadan çekilsin. Rumların isteklerine evet deyin. Doğu Akdeniz’de Petrol ve doğal gaz aramalarından vazgeçin. Liberal ekonomi programlarını uygulama devam edin.

İngiltere bu isteklerini uygulatabilirse, şark meselesini de çözmüş olur.  İktidara gelmek için İngiltere’nin hamiyetine sığınan İmamoğlu, bu isteklere evet der mi, bilemeyiz ama Türk milletinin hayır diyeceği muhakkak…

İmamoğlu’na bazıları ikinci Atatürk demişti. İktidara gelmek için İngiltere’den yardım isteyen İmamoğlu’na “ikinci” sıfatı verilecekse, ikinci Vahdettin denebilir. O da zamanında iktidarı İngiltere’den istemişti.

10 Kasım 2019 Pazar


ATATÜRK’E DÖNMEK GEREK

Zor ve çetin günlerden geçiyoruz: Bir yanda ekonomik sıkıntılar, diğer yanda vatan bütünlüğümüze kastetmiş emperyalist güçlerin saldırıları…

İktidar sorunları tek başına çözecek yetenekte ve kararlılıkta görünmüyor.

Meclis içi muhalefet ise halka ümit veremiyor. Ana muhalefet demokrasi ve adaleti bile Batı’dan dileniyor. Milli güçlere sırtını dayayacağına Amerika’nın piyonları ile içli dışlı durumda. Ekonomik programı ise küreselleşme ve liberalleşmeden ibaret. Utanmadan bir de Atatürkçü geçiniyor.

Yetmezmiş gibi, topluma karamsarlık ve güvensizlik pompalayan bir medya. Kimisi iktidarın kontrolünde, kimisi de Batı’lı güçlerin.

Bu çetin dönemden çıkışın tek reçetesi var: Atatürk’e dönmek, onun rehberliğini kabul etmek ve Kemalist devrimi tamamlamak.

Öncelikle toplumun gerçek Atatürk’ü yeniden keşfetmesi lazım. Bu da ancak Atatürk’ü sahte Atatürkçülerin elinden kurtarmakla olur.

Gün, yeniden “Kuva-yi Milliyeyi âmil ve iradeyi milliyeyi hâkim kılma” zamanıdır.

MÜDAFAA-İ HUKUK

Türkiye Cumhuriyeti Atatürk önderliğinde Müdafaa-i Hukuk doktirini temelinde kuruldu. Müdafaa-i Hukuk, yani hakların savunulması.

Atatürk şunları gördü:

Bir tarafta, sömüren ve ezen zalim milletler ve emperyalist güçler; diğer yanda mazlumlar, sömürülenler.

Bir tarafta paşalar, zadeganlar, ayanlar, kompradorlar; diğer yanda bunlarla birlikte mültezimlerin, ağaların ezdiği, yolsul ve sefil bir halk.

Ve daha önemlisi işgal edilmiş bir vatan.

Müdafaa-i Hukuk, başta Türk milleti olmak üzere sömürülen milletlerin ve ezilen, horlanan ve ellerinden vatanları alınan insanların haklarını savunmaktır.

Bu durumda ne yapmak gerektiğini Atatürk şöyle açıklar:

“Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak...” İşte İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur...”

Türkiye Cumhuriyeti, işte bu iki temel ilke üzerine kuruldu. Bu çetin dönemden bu hedeflere doğru yürüyerek çıkabiliriz: “İstiklal-i Tam ve Hakimiyet-i Milliye.”

“İSTİKLAL-İ TAM” ŞART

Atatürk’e göre tam bağımsızlığın olmazsa olmazları var:

“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir.”

Peki bu tam bağımsızlık nasıl sağlanacak? Atatürk’ü dinleyelim:

“....bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması esası kabul edilmiştir.”

HAKİMİYET-İ MİLLİYE İÇİN ÖNCE VATAN



Önce vatan; vatanımızı koruyamazsak tam bağımsızlık ve millet egemenliği hayal olur.

Ordumuz, Cumhuriyet’i yıkmak ve vatan topraklarını bölmek isteyen PKK ve FETO’ya karşı büyük bir mücadele veriyor. Yalnız da değil, hakimlerimiz, savcılarımız ve emniyet güçlerimiz de ordumuzun yanında savaşıyor.

 en Atatürkçüyüm diyen herkesin bu kahramanlarımızla aynı safta olması gerekir. Atatürk’ün en büyük eseri olan Cumhuriyet’i yıkmak için kahraman Mehmetçiklerimize, polislerimize kurşun sıkan hainlerin siyasetteki temsilcisi HDP’dir. HDP ile kol kola girenlerin veya FETO’ya açık, gizli destek verenlerin “Ben Atatürkçüyüm” demeye hakkı yoktur.

DIŞ POLİTİKADA DA REHBER ATATÜRK

Vatan savaşında başarı, Atatürk’ün dış politikalarına geri dönerek kolaylaşır.

Atatürk’ün ömrü Batı’nın emperyalist güçleri ile mücadele etmekle geçmişti. Batı’ya hiç güvenmezdi. Sovyetlerle iyi işbirliği kurmanın gerektiğine inanırdı. Türkiye'nin dış politikası konusundaki vasiyetini ise yakın silah arkadaşlarına belirtmişti. İsmet İnönü, Atatürk'ün Türk-Sovyet dostluğunu vasiyet ettiğini belirtir. Diğer taraftan Atatürk, Kılıç Ali'ye ölmeden kısa bir süre önce "Dış politikamızın temeli Sovyet dostluğudur. Sovyet dostluğuna zarar vermemek şartıyla İngiltere ile bir anlaşmanın faydası olur" demiştir.

Sadabat Paktı’nı (İran, Irak Afganistan) ve Balkan Antantı’nı (Yunanistan, Yogoslavya, Romanya) kurarak komşularımızla işbirliğimizi geliştirdi.

KAMU SEKTÖR AĞIRLIKLI PLANLI KALKINMA

Ekonomik sıkıntılarımızı da Atatürk’e dönerek atlatırız. Dinleyelim Atatürk’ü:

 “Endüstrileşmek, en büyük milli davalarınız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ham maddeleri ülkemizde bulunan büyük küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zorunluluktur. Bu düşünce ile, beş yıllık ilk sanayi planından geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikayı da ivedi olarak gerçekleştirmek ve yeni plan için hazırlanmak gerekir.”

“Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır.”

1980’li yıllardan bu yana uyguladığımız ve adına neoliberalizm denilen programın sonuna geldik. Artık Atatürk’ün gösterdiği yolda yürümek gerekiyor. O yol, devletçilikten ve planlı kalkınma modelinden geçiyor.

6 Kasım 2019 Çarşamba


ALDIĞI OYLAR İNSANLARA YASALARI ÇİĞNEME HAKKI VERMEZ

HDP/PKK’lı belediye başkanları görevden alınıp da yerlerine vekiller atandıkca en büyük tepki CHP’lilerden geliyor. Milli irade diyorlar, demokrasi diyorlar, seçimle gelen seçimle gitmeli diyorlar; yetmiyor, yıllardır terör örgütünü destekleyen ülkelere gidip, Türkiye’yi şikayet ediyorlar.

Demokrasi, milli irade bahane, yaptıkları HDP’yi korumak, onlara kol kanat germekten ibaret.

Dillerinden düşürmedikleri milli irade çoğunluğunun sınırsız yetkileri yoktur; bu irade yasalarla sınırlıdır. Oyların çoğunu alıp başkan seçilmek insana dokunulmazlık kazandırmaz. Milli irade kavramını doğru anlayıp, doğru uygulamamız gerekir.

MİLLİ İRADE

Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “genel irade” (volonte generale) teorisi, toplumun kişilerden ayrı bir iradeye sahip olduğu düşüncesine dayanır. Rousseau, bu faraziyeye göre, toplumu oluşturan fertlerin yarıdan bir fazlasının iradesini “toplum iradesi” sayarak, bu iradeye mutlak güç tanımıştır.

Çağdaş demokrasi ve insan hakları anlayışı Rousseau’nun bu düşüncesinden esinleşmiştir ama bundan çok Locke ve Montesquieu’dan etkilenmiştir. Çaşdaş demokrasilerde şu çok önemlidir: Seçimler, gerçekte seçmen çoğunluğunun siyasî tercihini gösterir. Kimin iktidarda, kimin muhalefette kalacağını bu oylar belirler. Ancak demokratik anlayış, çoğunluğun her istediğini yapabilmesi demek değildir. Seçilen kişinin sonsuz yetkileri yoktur. Yasalar, iktidarı da muhalefeti de bağlar.

DEMOKRASİYE AYKIRI DEĞİL

Türkiye vatan bütünlüğünü korumak için Amerika İsrail ve diğer Batılı ülkelerle savaşıyor. PKK, PYD, YPG bu ülkelerin  paralı askerleridir. Mehmetçik bunlarla savaşırken ve şehitler verirken bazı HDP’li belediye başkanları, sadece kişisel olarak da değil, yönettikleri belediye imkanlarıyla bu bölücü örgütlere yardım ediyor.

Aldıkları oylar onları yasaların üzerine çıkarmaz. Çıkarmamıştır ve İç İşleri Bakanlığı bunların başkanlıklarını ellerinden almıştır. Bakan, bu eylemlerini de yasaların bakanlığa verdiği yetki ile yapmıştır. Bu işlemlerde yasa dışı bir durum söz konusu değildir.

Bakanlığın bu icraatını eleştirenler, bakana görevden alma yetkisini veren kanunun, Olağan Üstü Hal durumunda kabul edilen bir KHK olduğunu anlatıyorlar. Yasa yasadır ve  bakan kendisine verilen yetkiyi kullanmıştır. İyi de yapmıştır. Bu kararda yasa dışı bir durum yoktur. Bu başkanları görevden almasaydı, görevini ihmal etmiş olacaktı.

OLAĞAN ÜSTÜ DURUMLAR OLAĞAN ÜSTÜ YASALAR GEREKTİRİR

Atatürk, Büyük Nutku’nda 1925 yılı olaylarını anlatırken, isyanların bastırılmasının ve devrimlerin gerçekleşmesinin anca “Takrir-i Sükûn” kanunu gibi olağanüstü yetkilerin kullanılması ile mümküm olduğunu açıklar. Konu ile ilgili şöyle diyor:

“Biz, olağanüstü fakat kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve suretle kanunun üstüne çıkmak için vasıta olarak kullanmadık; tam aksine, memlekette sükûn ve kurmak için uyguladık; devletin hayat ve bağımsızlığını sağlamak için kullandık.”

Bugün de yapılan budur. Yaslara dayanılarak belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine vekiller atanmıştır.

Şunu da unutmayalım; Takrir-i Sükûn kanunundan yararlanarak suikastları önlemiş, isyanlar bastırılmış, asayiş ve huzur sağlanmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, şeyhlik, dervişlik, falcılık, büyücülük gibi unvanlar ve faaliyetler yasaklanmıştır.

Demokrasinin sonraki yıllarda yanlış anlaşılması ve kullanılması sonucu, bugünkü duruma geldik.  Çare, öncelikle vatan bütünlüğüne yönelik tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldırmak ve Kemalist devrimi tamamlamaktır. Bazı şahısların veya partilerin aldıkları oylar buna engel olmamalıdır. Bunları engellemek için yasaların dışına çıkmak gerekmez ama yeni yasal düzenlemelere gidilebilir.  

3 Kasım 2019 Pazar


YAŞASIN CUMHURİYET


Bu yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tüm yurtta büyük bir coşku ile kutlandı. İzlediğimiz her video, her görüntü bize sevinç verdi, geleceğe dönük umutlarımızı bir kez daha artırdı. Toplumun büyük kısmının Mehmetçik selamı vererek ordumuzun arkasında olduğunu göstermesi ise ayrı bir kıvanç kaynağı oldu.

Cumhuriyet sevgisi muhteşemdi ama ne yazık ki, Cumhuriyet konusunda bazı kesimlerin bilgisinin ve bilincinin eksik olduğu da görüldü.

Bu kesimlerin cumhuriyet sevgisinden mutlu olduk ama farkında olmadan Cumhuriyet düşmanlarını desteklemeleri biz üzdü. Türkiye Cumhuriyet’inin temel özelliklerini bilinmezse, ne yazık ki, böyle yanlışlıklar yapılıyor.

NEDİR BU CUMHURİYET?

Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlettir. Milli devletlerin üç temel unsuru vardır:
1.       Sınırları belli bir ülke: Vatan;
2.       Aynı siyasi otorite altında yaşayan, bazı ortak değerlerle birbirine bağlı ve birlikte yaşamağa karalı bir insan topluluğu: Millet
3.       Kendisinden üstün bir güce bağımlı olmayan bir kudret, yani “egemenlik”.
Cumhuriyet’e sahip çıkmak için öncelikle bu üç unsur koruyup kollamamız gerekir.

ÖNCE VATAN

Bugün için vatan bütünlüğünün sağlanması, en önemli görevimizdir. Batı emperyalizminin hedefinde vatan topraklarımız var. Sadece topraklarımız değil, mavi vatanımıza da göz diktiler.

Yıllardır, PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ gibi terör örgütleri emperyalizmin emrinde bize saldırıyorlar. Doğu Akdeniz’de ise Amerikan, İsrail, Yunanistan donanmaları namlularını bize doğru doğrultmuş tatbikatlar yapıyorlar. Karada da denizde de Cumhuriyetimizin baş düşmanı Batı emperyalizmi. Bu gerçek tam olarak anlaşılmadan Cumhuriyet’i korumak mümkün değil.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR

Cumhuriyet iki ilke üzerine kuruldu: Tam bağımsızlık ve millet egemenliği.

Egemenlik kavramını ikiye ayırmak mümkün: “Devletin egemenliği” ve “Devlet içinde egemenlik”.

Devletin egemenliği, devletin dışa karşı egemenliği demektir. Bir devletin egemen olması, o devletin kendisi dışında bir güce tâbi olmaması anlamına gelir. Devletin içinde egemenliği ise devletin gücünün nereden kaynaklandığı, bu güce kimin sahip olduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağı belirler. Cumhuriyet’in temeli millet egemenliğidir. Devlet her türlü otoritesini milletten alır. Bunun dışında bir uygulama Cumhuriyet karşıtlığıdır. Milletin vatanın her karış toprağına egemen olması gerekir.

MİLLİ BİRLİK ÖNEMLİ

Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir. Türk milletinin tarifini Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir” diyerek yapmıştır. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, hangi dini inanca sahip olursa olsun Cumhuriyet’e vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk milletinin bir ferdidir.

İçimizde farklı milletlerin bulunduğunu iddia etmek, etnik kimlik ve mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapmak Cumhuriyet karşıtlığıdır.

Laiklik hem millet egemenliğinin hem de milli birliğin önemli bir şartıdır.

KİMLER CUMHURİYET DÜŞMANI?

Cumhuriyeti koruyup kollamak için kimlerin Cumhuriyet karşıtı ve düşmanı olduğunu bilmemiz lazım. Yukarıda Cumhuriyet’imizin üç temel unsurunu sıraladım. Bunlar aleyhine kim eylemde bulunuyorsa, kim farklı söylemler içindeyse, o Cumhuriyet düşmanıdır.

Vatanımızı bölmek için silahlı, silahsız eylemlerde bulunan, Mehmetçiklerimizin, halkımızın canına kasteden PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ Cumhuriyet düşmanıdır. Sadece bunlar değil, bunlarla gizli, açık işbirliği yapan herkes de Cumhuriyet düşmanlığı yapmaktadır.

Yerel özerklik isteyen ve bunlara destek olan herkes Cumhuriyet düşmanıdır.

Ana dilde eğitim, kamusal alanda ana dilde hizmet gerekir diyen herkes Cumhuriyet düşmanıdır.


28 Ekim 2019 Pazartesi


BİZ CUMHURİYETİ SAVAŞARAK KURDUK

Barış Pınarı harekâtı başlar başlamaz, sözüm ona barış yanlıları medya ve sosyal medyadan saldırıya geçtiler. Kullandıkları iki söz vardı; birincisi Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ve ikincisi, Brecht’in “Her savaştan geriye üç ordu kalır. Ölüler ordusu. Yas tutanlar ordusu. Hırsızlar ordusu.”

Barış elbette arzu edilir ama ya zulüm, sömürü, insanın insana kulluğu; bütün bunlar ne olacak? Barış önemli ama özgürlük, bağımsızlık, namus, haysiyet, şeref de önemli. Bütün bunlar için hür bir vatan ve bu vatanda halkın egemenliği gerekir ve bu da savaşlarla elde edilir.

Barış için de savaşmak gerek. Brecht de öyle diyor. Şu sözler savaş çağrısı değil mi?

“Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
" Hayır yaşayacağız!" demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!”

SAVAŞTIK VE BARIŞI SAĞLADIK

Savaşmasaydık 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayabilir miydik? Savaştık ve kazandık. Vatan kazandık, özgürlük kazandık, bağımsızlık kazandık. Bunlarla birlikte, haysiyet ve şerefimizi kazandık. Hem de ölümü göze alarak:  

“Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklâl ya ölüm!”

SAVAŞMAYIP DA NE YAPACAKTIK?

İngiliz, Fransız destekli Yunan ordusu Sakarya önlerine kadar gelmiş; savaşmayıp da ne yapacaktık.  Hem de çok zor şartlarda savaştık.

Yunanlıların Sakarya’ya kadar ilerlemesi bazı mebuslarda karamsarlık yaratır. Meclisin Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Erzurum mebusu Durak Bey söz alır ve şöyle der:

“…Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklâl bekçisidir. Nerede canı isterse orada harbini yapar, ikinci meseleye gelince Büyük Millet Meclisi buradan gitmemelidir. Tam o gün gelmiştir. Büyük Millet Meclisi azaları birer tüfek alsınlar, burada top patlayıncaya kadar burada kalsın. Meclis’in buradan gitmesi milletin kuvve-i maneviyesini kırar, iki yüz kadar adam çok bir şeydir… Kanımızı, canımızı feda etmek için geldik… Biz bu kürsüyü bekliyouz… Ankara’yı bekliyoruz. …Millete biz heyecan vermeyelim, metin olalım, ölürsek ölürüz. Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz de feda olalım. “

Şu söze dikkatinizi çekek isterim: “Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz de feda olalım”.  Yıl 1921, Durak Bey 7 yıllık savaş diyerek bağımsızlık savaşının 1914’de başladığını söylüyor ki doğrusu da budur.

YOKLUKLAR VE TEKALİF-İ MİLLİYE

Düşman Ankara kapılarına dayanmış ama Meclis yokluk içinde, hükumet yokluk içinde, ordu yokluk içinde ve en önemlisi millet yokluk içinde.

Durumun nasıl olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerinde açık ve net anlaşılıyor: “…Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine nazaran yiyeceği, içeceği yok. Ordu ricat ettiği zaman kâfi derecede erzakını alamamış. …Birkaç nefere tesadüf ettim. Onlarla görüştüm. …Biz düşmanı yenmeye geldik, Zararı yok biraz da aç dövüşürüz dediler. …Yalınayak bir nefer yanıma geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık”.

Meclis çareyi Mustafa Kemal Paşa’yı başkumandan yapmakta ve yetkilerini paşaya devretmekte bulur.

Paşa, Tekalif-i Milliye kanunu yayınlar. Bu kanına göre; tüm ilçelerde bir komisyon Tekalif-i Milliye emirlerini düzenleyecek ve kontrol edecektir. Cephane ve silah bulunduran halk bunları orduya verecektir. Askerlerin giyim ihtiyacı halk tarafından desteklenecektir. Devlet halkın mevcut yiyecek ve içeceklerinin %40’ına, iş adamlarının mevcut giyeceklerinin %40’ına, tüm taşıtların %40’ına el koymaktadır. Sahibi olmayan her şey devletindir. Orduya faydası olacak tüm meslekler ordu emrine girmiştir. Ordunun lojistik desteğinde halk ücretsiz yardım edecektir.

Peki Mustafa Kemal Paşa milletinden sadece bunları mı istemektedir? Okuyalım o meşhur emirnamesini: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz.”  Paşa milletinden kanını da istemektedir çünkü yola “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çıkılmıştır.

Sakarya savaşı 22 gün sürer. Zafer her türlü fedakarlığı yapan Türk milletinin olur. Yunan orduları Sakarya’nın doğusuna çekilmeye mecbur kalır.

CUMHURİYETE GİDEN YOLUN AÇILDIĞI GÜN 26 AĞUSTOS 1922

26 Ağustos 1922 tarihi İstiklal ve Cumhuriyet’e giden yolun açıldığı gündür.

Sabah gün ağarmadan, önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için gürledi. 05:30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdi: Ateş, ateş, ateş! Bu top sesleri aslında, 23 Nisan 1920’de gerçekleşen milli egemenliği yani Cumhuriyet’i vatan topraklarına perçinleyen balyozun sesleriydi.

Top ateşlerini takiben, Mehmetçik yılmadan, korkmadan, zafere inanarak düşmana saldırmış; 30 Ağustos’ta Yunan ordusuna büyük zayiat verilmiş ve daha sonra da İzmir’de deniz dökmüştür.

Sekiz yıl süren bu haysiyet ve namus savaşından sonra 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan ettik. Bize bu savaştan geriye özgür bir vatan ve tam bağımsız bir ülke kaldı.

29 EKİM’İ SAVAŞARAK BAYRAM YAPTIK

Başkumandanından neferine kadar hepsi Mehmetçik olan ordumuza minnettarız. Onların bize emanet ettiği Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyeti’ni her türlü tehdide karşı korumak bizim birinci görevimizdir. Dün nasıl savaştıysak, bugün de vatanımız için, namusumuz için, şerefimiz için savaşmaktan geri durmayız. Böyle durumlarda savaş karşıtlığı yapmak düşmana hizmet etmekten başka bir şeye yaramaz.

O gün savaşmasaydık, bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı milletçe kutlayamazdık. Türk milletinin bu büyük bayramını, başta Atatürk olmak üzere, şehitlerimizi ve gazilerimizi minnetle anarak kutluyorum.


25 Ekim 2019 Cuma


ÖLÜMÜNÜN 95.YILINDA ZİYA GÖKALP’İ DOĞRU TANIMAK!

Osmanlı döneminde başlayan Türkçülük akımının ileri gelen 3-5 düşünüründen birisi olan Ziya Gökalp, bundan 95 yıl önce, 25 Ekim 1924’de vefat etmişti. Türk Devrimi’ne önemli fikri katkılarda bulunan bu değerli alimi rahmetle ve şükranla anıyoruz.

Ziya Gökalp’ı çoğu kimse ırkçı ve Turancı olarak bilir ki bu kanı son derece yanlıştır. Bize Ziya Gökalp Milli Demokratik Devrim’e fikirleri ile ışık tutmuş bir düşünür ve yazardır.

IRKÇI DEĞİL TÜRKÇÜ VE HALKÇI

Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım: “…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…”

Turancılık üzerindeki görüşünü kendi ifadesi ile özetlemek mümkün: “Türkçülerin uzak mefkûresi, Tûran nâmı altında birleşen Oğuzları, tatarları, Kırgızları, Özbekleri Yakutları dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir.”

Türkçülük mefkûresini Türkiyecilik, Oğuzculuk ve Turancılık olarak üçe ayırdıktan sonra şöyle der: “Bugün, gerçeklik sahasında yalnız ‘Türkiyecilik’ vardır.”

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM VE ZİYA GÖKLAP

Türk devrimi, Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen bir milli demokratik devrim. Bu devrimin temel özelliği, iktidarın yapısını değiştirmek: Egemenlik tek kişiden tüm millete geçiyor (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir). Bu aynı zamanda ülkenin feodal/ümmet toplumundan, millet toplumuna geçişi de gerektiriyor. Milletleşme sürecinin iki temeli var, milli kültür ve laiklik. Ziya Gökalp, bütün bu hususlarda devrimci bir anlayış içinde yazılar yazmış ve devrimi fikirleri ile deteklemiştir.

EGEMENLİK VE ZİYA GÖKALP

İktidarı tek adamdan alıp bütün millete yayan, istibdada son veren Atatürk’e en büyük Türkçü demesi, onun Türk devrimine bakış açısını net bir şeklide ortaya koyuyor:

“Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kudsî bir kelime sayarak, her an hürmetle anmaktadır. Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk Hâkimiyetidir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa başarı ile neticelendirmek çok güçtür”.

“Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. …Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi.

…Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı”.


ÜMMET KÜLTÜRÜNDEN MİLLİ KÜLTÜRE

Feodal kültürden milli kültüre geçiş, milli demokratik devrimin bir gereğidir. Ziya Gökalp de zaten milli kültürü savunur ve bunun için de milli terbiyeyi esas alır: “…biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin milli olmasına çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz milli olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır”.

Ziya Gökalp, kültür ve medeniyeti iki ayrı husus olarak kabul eder ama milli kültürün de Avrupa medeniyeti ile kaynaştırılmasını önerir:

“Hukuk, ahlâk ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır. İşte, bu usulleri takip etmek şartıyla, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.”

Yazımızı onun şu sözleri ile bitirelim:

“Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.”

Kaynaklar:

Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1972