AYRILIKLAR BİRLİKTELİKLER VE DEĞİŞMELER
Gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada ve dost sohbetlerinde şuna benzer ifadeler sıkça okunur, duyulur oldu: “Vatan partisi değişti”, “AKP’ye yanaştı”, “AKP’ye yaltaklanıyor”. Çok sığ, çok yanlış ve çoğu zamanda kasıtlı söylenen sözler.
Kimin değiştiğini, hangi partinin hangi partiye yanaştığını anlamak için biraz gerilere gidelim ve hafızamızı tazeliyelim.
Partilerde en köklü değişiklikler, 2002 Millet Vekili seçimlerinden önce oldu. Amerika, BOP gerçekleştirmek için, Türkiye’de yeni bir iktidar oluşturmak istedi. 2001 yılında, R T Erdoğan ve A Gül’ün başını çektiği bazı Fazilet Partisi kökenliler, ANAP ve DYP’den ayrılan bazı isimler bir araya geldiler ve AK Parti’yi kurdular. Bu kuruluş, yeni iktidar için atılan ilk adım oldu.
Sıra Ecevit başkanlığındaki 57. Hükümeti bozmaya ve meclisi seçime zorlamaya gelmişti. Bu görevi de Kemal Derviş üstlendi ve DSP’yi böldü, ANAP’tan bazı milletvekillerini ayarttı ve hükümeti azınlık durumuna düşürdü. Erken seçime gitme zorunluluğu doğdu.
3 Kasım 2002 tarihinde genel seçimler yapıldı ve AKP tek başına iktidara geldi. AKP genel başkanı Erdoğan yasal zorunluluk nedeniyle milletvekili ve başbakan olamadı. Bu durumda CHP ve AKP beraber hareket etti ve yapılan yasa ve anayasa değişiklikleri ile Erdoğan’nın önü açıldı.
AKP iktidarı üçlü bir kolisyondu: Erdoğan, Gül ve FETÖ. Ülkeyi bu koalisyon yönetmeye başladı. Bu kaolisyon neler yaptı ve kimler bu koalisyonun icraatlarını kolaylaştırdı, yardım etti ve kimler karşı çıktı, hatırlayalım:
İKİZ YASALAR
İki Birleşmiş Milletleri sözleşmesi var: “Medeni ve Siyasi Haklaa İlişkin Uluslararası Sözleşme” ve “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”. Bu iki sözleşme “İkiz Yasalar” olarak biliniyor. Türkiye’yi federasyona ve bölünmeye götürme ve hevesi içinde olan küresel güçler bu sözleşmelerin onaylanmasını ve yasalaşmasını Türkiye’ye dayatıyordu.
Abdullah Gül başkanlığındaki hükümet, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’yi 23 Aralık 2002 tarihinde TBMM’ne sevk etti. Bu sözleşmenin ikizini ise Tayyip Erdoğan hükümeti meclise taşıdı. Her iki sözleşme 2003 Haziran ayında, önce komisyondan daha sonra genel kuruldan geçerek kanunlaştı. CHP hem komisyonda hem de genel kurulda AKP ile birlikte hareket etti. Hem de Genel Kurmay temsilcisinin komisyonda çok ciddi uyarılarda bulunmasına rağmen.
Doğu Perinçek ise bu yasaları “İkiz ihanet yasaları olarak” nitelendirmişti. Aydınlık gazetesinde de çok ciddi eleştiriler yayınlanmıştı.
“İkiz yasaların” özelliği, halkların, mezheplerin yani farklı toplumsal kökenlere sahip olanların “kendi kaderini tayin etme” hakkı vermesiydi. Yani bunu imzalayan devletlerde yaşayan etnik kökenliler, dilerse ayrılabilir, kendi kendini yönetebilir.
ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
“İkiz İhanet Yasaları” meclste onaylandıktan sonra, “Üçlü Kolalisyon” 2004 yılında, küresel güçlerin dayatması ile bir anayasa değikiliğini gündeme getirdi. Bu değişiklik bazı olumlu maddeler içermesine rağmen milli devlet yapısını ve bağımsızlığımızı tehdit eden değişikliller de içeriyordu.
Uluslararası anlaşmaların iç hukukun üzerinde tutulmasını düzenleyen ''Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma'' başlıklı Anayasa'nın 90. maddesinde değişiklik öngörüyordu. Teklifin 7. maddesi, ''Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır'' hükmünü içeriyordu.
Maddenin oylamasına, 453 milletvekili katıldı. CHP ve AKP beraber hareket etti ve bu madde büyük bir çoğunluk oyu ile Kabul edildi. Bu maddenin kabulü ile diğer bazı sözleşmeler gib “ikiz yasalar” da anayasa koruması altına alındı.
Bu maddenin değiştirilmesinde, CHP ve AKP yanyana bir duruş sergilemiş, Perinçek ise bu değişikliğin tehlikelerine dikkat çekip karşı olduğunu beyan etmişti.
AKP, 2011 yılında tam bir karşı devrim anayasası yapmaya kalktı. Yapılmak istenen bu yeni anayasanın önemli maddelerini hatırlayalım:
Bu anayasa ile Türk kavramı anayasadan çıkarılacak, Atatürk milliyetçiliği tasfiye edilecek, Güneydoğu bölgesine özerklik verilecek, laiklik ilkesi kalkacak, egemenlik milletlerarası güçlere devredilecek.
PKK ile görüşülerek hazırlanan bu yeni anayasayı meşrulaştırma görevini ise CHP ve MHP mecliste kurulan komisyona katılarak üstlendiler. AKP, bu partileri böylece ihanet anayasasının içine çekmiş oldu.
Sayın Perinçek ise CHP ve MHP’nin masaya oturmamaları gerektiğini ısrarla söyledi ama ne CHP ne de MHP kararlarından dönmedi. Bu yeni anayasa fikri, milli güçlerin direnci karşısında yenilgiye uğradı ve 2013 yılında, AKP’nin masayı terk etmesi ile çalışmalar durdu.
MİLLİYETÇİ AYDINLARA VE ASKERLERE KURULAN KUMPAS
Üçlü kolalisyon, 2008 yılında en başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Vatan Partisi yöneticilerine, milliyetçi aydınlara, Atatürkçülere karşı Amerika'nın ve NATO'nun ve Avrupa Birliği çevrelerinin bölgedeki menfaatleri doğrultusunda FETÖ örgütünü kullanarak kumapslar kurdu. Türk ordusunun en parlak generalleri, amiralleri, subayları, astsubayları hapse atıldılar ve Türk ordusundan tasfiye edildiler.
Yargılanmalar devem ederken, Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Bahçeli, “Gerçek darbeciler yargılanmalıdır” şeklinde beyanatlar verip, bu kumpası yandan da olsa desteklediler. Ben bu davanın savcısıyım diyen Sayın Erdoğan’ın yanında yer aldılar.
Sayın Perinçek ise o günlerde mahkeme salanunda “Türkiye’yi böldürtmeyiz, Anayasa’dan Türk kimliğini sildirtmeyiz” diye hakimlerin yüzüne haykırıyordu.
AÇILIM SÜRECİ
Erdoğan, Gül ve Fethullah koalisyonu, kendilerini iktidara taşıyan küresel güçlerin arzusu doğrultusunda, Türkiye’yi bölünmeye götürecek olan “Çözüm sürecini” başlattı. 2012 yılının Aralık ayında MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı adasına giderek Öcalan’la görüştü. Erdoğan da bu görüşmeyi doğruladı. Daha sonra bu görüşmelere devam edildi.
Açılım sürecine Kılıçdaroğlu’nun itirazı yöntem konusundaydı. Meclise getirin, “Kürt sorununu” hep beraber çözelim diyordu ve ilave ediyordu: “CHP, Kürt meselesinin kalıcı çözümü için atılacak samimi ve sağlıklı sonuçlar verecek bütün adımların destekçisidir.”
MHP lideri Bahçeli ise, mitingler düzenliyerek açılım politikalarına cepheden karşı çıktı. AKP’nin yanında değil, karşısında yer aldı. Perinçek de o dönem AKP’nin Türkiye’yi bölünmeye götürecek politikalarına şiddetle karşı duruyordu.
KOALİSYON BOZULUYOR
2013 yılından itibaren üçlü kolaisyonda önce çatlaklar oluştu, daha sonra da tam olarak bozuldu.
2013'de 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları, Fethullah ile Erdoğan’nın arasının açıldığının işaretini verdi. Gül ise hâlâ Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın yanındaydı.
2014 yılında süresi dolan Gül, yasalar olarak mümkün olmasına ragmen, Cumhurbaşkanlığına aday olmadı. Yapılan seçim sonucu Erdoğan cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığa ise Davutoğlu atandı. Erdoğan Gül beraberliği sarsılmış ama bozulmamıştı. 2016 yılında Davutoğlu’nun istifaya zorlanması ile bu birlik de tamamen bozulmuş oldu. Kılıçdaroğlu ise Davutoğlu'na sahip çıktı.
Koalisyon önce çatırdayıp sonra yıkılırken Türkiye’de çok önemli gelişmeler oldu. Koalisyon bozulunca da insiyatif tamamen Erdoğan’ın eline geçti.
ÖNEMLİ GELİŞMELER
2014 yılı Mart ayında, Silivri duvarları yıkıldı ve Perinçek’le birlikte tüm vatanseverler tutsaklıktan kurtuldu.
24 temmuz 2015: TSK’ya bağlı jetler Kuzey Suriye’de IŞİD, Kuzey Irak’a PKK hedeflerine hava operasyonu düzenledi. Bu operasyon açılım sürecinin bittiğini gösterdi Takip eden günlerde PKK’nın yurt içi ve dışındaki varlığı yok edilmeye başlandı. Teröristler açtıkları hendeklere gömüldü.
24 Kasım 2015 Rus uçağı düşürüldü, Türk Rus ilişkileri ileri düzeyde bozuldu. Davutoğlu “Emri ben verdim” diye övündü.
15/16 Temmuz gecesi 2016’da Amerika FETÖ aracılığı ile Türkiye’yi işgal etmeye kalktı. Kahraman ordumuz ve polislerimiz miletiyle bütünleşerek Amerika’yı yendi. Gladio yok edildi. BinlerceFETÖ mensubu hapse etlıdı, kamu görevinden uzaklaştırıldı.
6 Ağustos 2016’da Fırat kalakanı harekatı yapıldı ve Amerika ve İsrail’in İran’dan başlayıp Akdenize kadar uzanması planlanan adı Kürdistan olacak olan ikinci İsrail devletinin kurulmasını önleyecek çok önemli bir adım atıldı.
14-15 Eylül 2017 tarihinde Türk, Rus ve İran liderleri Astana’da toplandı ve “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması meselelerinde gösterdikleri bağlılığı bir kez daha ilan” edildi.
20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı, 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı harekatları yapıldı. Terör örgütlerine önemli darbeler indirildi.
Pençe haerekatlarıyla da Irak’ın kuzeyindeki PKK unsurları temizleniyor. Yurt içinde ise Kıran operasyonları devam ediyor.
Amerika’nın her türlü tehdidine ragmen Rusya’dan S-400’ler alındı. Rusya ile askeri işbirliği imkanları artırıldı.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de donanma güçleri koruması altında ve Amerika, İsrail ve Yunanistan’ın tehditlerine rağmen sondaj çalışmaları başlattı. Son olarak da Libya ile çok önemli bir anlaşma yapıldı ve Doğu Akdeniz’deki haklarımız güvence altına alındı.
PARTİLERDEKİ DEĞİŞİMLER
Son yıllarda partilerin Türkiye’nin meselelerine bakış açılarında ve tutumlarında çok köklü değişiklikler oldu. Bu değişiklikler, partilerin birbirlerine bakış açılarını ve yakınlıklarını da değiştirdi. Bu değişikliklere ragmen halkımızın büyük çoğunluğu, sanki hiç bir şey olmamış gibi, eskiden hangi partiyi destekliyorlarsa gene onu desteklemeye devam etti.
AKP’de üçlü koalisyon bozuldu. Eski ortak FETÖ düşman oldu. Gül ve ekibi partiden koptu, Erdoğan tek kaldı. Açılım politikalarından vazgeçildi, teröristlere karşı silahlı mücadele başladı. FETÖ mensupları kamu görevinden uzaklaştırıldı, üyelerin büyük kısmı hapislere atıldı. Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarını koruyacak adımlar atıldı. Eski dost HDP düşman oldu.
Rusya ve İran ile birçok alanda işbirliğine gidildi.
CHP’de Kılıçdaroğlu genel başkan olduktan sonra partinin yöneticileri önemli ölçüde değişti. Ulusalcılar, gerçek Atatürkçüler tasfiye edildi. PKK/HDP sevicileri, Atatürk’e kefere diğenler, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını iddia edenler, CIA’nın tescilli adamları, Amerikan muhibleri partide söz sahibi oldular.
AKP’den kopan FETÖ ve PKK/HDP CHP’ye sığındı. CHP’liler, PKK’nın meclise girmesi için yoğun çaba harcadılar. Görevden alınan PKK ve FETÖ mensuplarına sahip çıktılar. Doğu Akdeniz’de milli politikaların ve Mavi Vatan’ın karşısında yer aldılar. AKP’de üçlü koalisyon bozulduktan sonra muhalefetin şiddetini artırdılar.
AKP’nin açılım politikaları uyguladığı günlerde Erdoğan’ı çok sert biçimde eleştiren Bahçeli, üçlü koalisyon bozulduktan ve Amerika karşıtı politikalar yürütmeğe başladıktan sonra AKP’ye destek vermeğe başladı. Bahçeli’nin bu tutumundan rahatsız olan bazı MHP’liler İYİ Parti’yi kurdular ve Akşener’i genel başkanlığa seçtiler.
Vatan Partisi’nin lider kadrosu, üçlü koalisyon (Erdoğan, Gül ve FETÖ) tarafından hapse atılmasına rağmen antiemperyalist politikalarından vaz geçmedi. Üçlü koalisyon bozulup, Erdoğan’ın PKK ile silahlı mücadeleye başlaması ve FETÖ’nün üzerine kararlı bir şekilde gitmeye başlaması, Rusya ve İran ile bölgedeki Amerikan projelerine karşı işbirliği içine girmesi ile Vatan Partisi ve onun lideri Perinçek AKP’ye MHP ile birlikte destek vermeye başladı.
AKP ve Erdoağan'ın Amerikancı politikalrdan uzaklaşıp yönünü Avrasyaya çevirmesiyle birlikte bir karşı cephe oluştu. CHP, İYİP, SP ve HDP'den oluşan bu cephe Erdoğan'ı rakipden öte düşman olarak görmeye başladı. Son olarak bunlara Gül-Babacan ve Davutoğlu ekip de katıldı.
Bunlar iktidarın her yaptığına kötü demeyi muhalefet olarak görmektedir. Türkiye yönünü Avrasyaya döndükçe, muhalefet anlayışları da daha da sertleşmektedir.
MHP ise AKP ile ittifak yaptı. Özellikle güvenlik konularında, bugüne kadar, iktidarı tam olarak destekledi
Vatan Partisi, Erdoğan ve AKP'yi düşman olarak değil rakip olarak görmektedir. Türkiye'nin PKK ile olan silahlı mücadelesini, FETÖ'yü tasfiye etme çalışmalarını desteklemektedir. İki önceliği vardır; vatan bütünlüğü ve ekonomik kalkınma. Bu konularda iktidarın doğru yaptığına doğru, yanlış yaptığına yanlış demektedir.
“Vatan partisi değişti”, “AKP’ye yanaştı”, “AKP’ye yaltaklanıyor” iddialarının kaynağı Amerikancı cephe ve bu cephenin yalanlarına inanan saf insanlardır. Vatan Partisi dün de Türkiye cephesindeydi bugünde aynı cephededir. Üstlendiği 'Kemalist Devrimi' tamamlama görevi gereği çalışmalarını büyük bir gayretle sürdürmektedir.
26 Aralık 2019 Perşembe
22 Aralık 2019 Pazar
CUMHURBAŞKANI’NIN
İSKİLİPLİ ATIF MERAKI
Sayın Erdoğan
katıldığı bir ödül programında şöyle demiş:
“İskilipli Atıf
Hoca'nın idamından Dersim olaylarına, Türkçe ezan zulmünden 27 Mayıs
darbesindeki rolüne kadar pek çok üzücü hadisede, CHP kendi tarihiyle yüzleşme
cesareti gösterememiştir.” "CHP'nin bir an önce milletin karşısına çıkıp
bu ülkeye yaşattıkları için ya özür dilemesi
ya da üzücü olaylardaki rolleri için pişmanlık duyduğunu millete
söylemesi gerekiyor."
Sayın
cumhurbaşkanı açıkca CHP’yi suçluyor, bugünkü YCHP’yi değil Müdafa-i Hukuk
cemiyetlerinin devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nı suçluyor. Ve onun büyük
lideri Atatürk’ü suçluyor.
Suçladığı Atatürk
ve CHP, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı savaşarak bir büyük
devrimi gerçekleçtirmiştir. Bu devrim sayesine Türkiye halkı padişahın kulu
olmaktan çıkıp, özgür, başı dik vatandaşlar haline gelmiştir. Sayın Erdoğan’ın oturduğu makam da bu devrim
sayesinde kurulmuştur.
Atatürk ve CHP’nin
bu kutsal mücadelesi olmasaydı veya savaşı emperyalistler ve işbirlikçileri
kazansaydı, Sayın Erdoğan muhtemelen şimdi Rize’nin bir köyünde balıkçılık
yapıyordu.
Savunduğu ve övdüğü
İskilipli Atıf ise, hoca kılığına girmiş, emperyalizmin bir uşağıydı.
İstiklal
savaşımıza ve bu savaşın sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne şiddetle karşı
koyan ve karşı koymayı hainlik mertebesine yükselten birine Sayın Cumhurbaşkanı’nın
sahip çıkması çok yanlış olmuş.
KİM BU İSKİLİPLİ
ATIF HOCA
Atıf Hoca Kuvvayı
Milliye karşıtıdır. Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu ve yöneticisidir.
Kurtuluş Savaşı sırasında yayınlanan bildiride, Kuvayı Milliye mensuplarına,
'İngilizleri kızdırdınız' diyerek çıkışan İskilipli Atıf, Mustafa Kemal ve
silah arkadaşlarına ise 'eşkiya' diyerek, 'katlerinin vacip' olduğunu
söylemiştir.
Teali İslam
Cemiyeti, Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kurulmuştur.
İslamcılık ile İngiliz yandaşlığını beraber sürdürmüştür. Bağımsızlık savaşına
karşıdır çünkü bu cemiyete göre Yunanlılar ve İngilizler iyidir. Bu savaşı da
bunlar kazanacaktır çünkü onların arkasında Kuvvayı Milliye gibi "cahilce
bir cesaret" değil, “uygarlık zekâsı” vardır.
Atıf Efendinin
Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç
satır aktaralım da kime hizmet ettiği anlaşılsın:
"Mustafa
Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor.
Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere 'siz burada onlarla
savaşın, biz de arkalarını çevirelim' diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız
Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan
kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor.” “ ...Bu eşkıyaları ve asileri en
kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.”
“Harp yıllarında
sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine
sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de
vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?”
“Elinize
aldığınız bu fetva Allah'ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları
daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücudlarını külliyen
ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur."
İSKİLİPLİ ATIF NE
İSE FETÖ DE ODUR
İskilipli Atıf, o
devrin Fethullah Gülen’idir. Teali İslam Cemiyeti ise, o devrin FETÖ’südür. Her
ikisi de hoca kisvesine bürünürek emperyalizmin atına binmiş ve Türk milletinin
kılıç sallamıştır. Aralarındaki tek fark, ilki Cumhuriyet’in kuruluşuna karşı
çıkmış, diğeri ise kurulan Cumhuriyet’i yıkmaya çalışmıştır.
Sayın
Cumhurbaşkanı’nın FETÖ ile mücadele ederken İskilipli Atıf ve Teali İslam
Cemiyeti’ne sahip çıkması önemli bir çelişkidir.
GERÇEKLERİ
GÖRELİM
Herkesin şu
gerçekleri görmesi ve kabullenmesi gerekir:
20 Yüzyılın
başında Türkiye halkı, Atatürk ve CHP önderliğinde “Türk Milleti” olarak
birleşerek bir büyük savaş vermiş ve bir büyük devrimi gerçekleştirmiştir.
Bu devrimi gerçekleştirirken
karşı çıkanları da cezalandırmıştır.
Bu devrim
sonucunda, yeni bir devlet kurmuş ve adına da Türkiye Cumhuriyeti demiştir.
Türkiye halkı
artık ümmet değil millettir. Cumhurbaşkanı da halife değil, devlet başkanıdır.
Ve maalesef CHP
de artık “Cumhuriyet Halk Fırkası” değil, YCHP’dir. Sayın cumhurbaşkanı
eleştirecekse, YCHP’yi eleştirmelidir.
14 Aralık 2019 Cumartesi
YUSUF AKÇURA VE
BORÇLANMA EKONOMİSİ
Bundan 143 yıl
önce 2 Aralık 1876 tarihinde Kazan’da doğan Yusuf Akçura Türk devrim tarihinin
en önemli kişilerinden birisidir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan,
Kemalizm’e de kaynaklık yapan 'Türkçülük' siyasetinin gelişmesinde büyük rol
oynamıştır.
Abdülhamid
zamanında, diğer Türkçüler gibi hapse atılmış ve sürgüne gönderilmiştir. 1908
devriminden sonra İstanbul’a dönmüş ve yoğun bir tempo ile Türkçülük fikrinin
yayılmasına hizmet etmiştir.
Onun Osmanlı
Devleti’nin iktisadi çöküşüyle ilgili yaptığı tespitler, bugünün borç batağına
saplanmış ekonomimizi anlamamızda büyük önemi vardır.
2.
Mahmut zamanında
başlayan borçlanma siyasetinin Osmanlı Devleti’ni nasıl iflasa götürdüğü anlaşılırsa,
Türkiye’nin de 500 milyar dolar dış borç altına nasıl girdiği kolaylıkla
anlaşılır. Bu bakımdan Akçura’nın o dönem için yazdıklarını hatırlamakta fayda
var:
“Avrupa’da büyük
sanayi ve sermayenin oluşmasıyla, Osmanlı ülkesine girişi, ekonomimizi alt üst
etti ve memleketimizin ekonomik krizinde hiç şüphesiz, en önemli etken oldu...
2. Mahmut
zamanında, ecnebi milletlerden borç almak, borçlanmak düşünüldü. Abdülmecit
zamanında borçlanma kapısı geniş açıldı ve en çok bu kapıdandır ki Avrupa’nın
büyük sermayesi, Osmanlı ülkesine girip istila etti. Sanayi ürünleri ile
memleketten aldığı kazanca para kirası olarak aldığı faizler eklendi.
Ecnebilerden alınan borç paraların mühim bir kısmı, egemen zümre ve padişahlar
tarafından verimsiz masraflara harcandı.
Devlet bütçesinin
masraflar kısmına borç faizleri de yüklenince, denge daha çok bozuldu. Fakat bu
borçlanma belası bunla da kalmadı. Devlet, borcunun faizlerini ödeyemeyince,
müflis borçlulara yapılan muamele, konkordato Osmanlı Devleti’ne reva görüldü:
Düyun-u Umumiye kurumu kuruldu.
Kim ne derse
desin, Osmanlı saltanatında, Düyun-u Umumiye Kurumu, devlet içinde devlet
mahiyetindeydi, iktisadi bağımsızlığımızı ve bunun üzerine siyasi
bağımsızlığımızı büsbütün yaraladı.”
“...Memleketin
seneden seneye fakirleşmesinin en mühim sebebi, kanaatimce ecnebi sermayesinin
memleketimize girip faiz ve temettü yolu ile müstakil sanayi ve ticaretimizi
imha suretiyle, milli servetimizi çekmesi ve ezmesi olmuştur. Avrupa
sermayesinin istilasının sonuçları bu kadar mı? Hayır efendiler, hayır! Bu
istiladan dolayı memalik-i Osmaniye’de küçük ve orta sanayi hemen hemen
kalmadı”
Devletimizin,
milletimizin başına gelen en büyük felâketler Avrupa sermayesi yüzündendir.
Avrupa sermayesinin duhulünden itibarendir ki saltanat-ı Osmaniye pek süratle
dağılmağa yüz tutmuş, borçlanma uçurumuna doğru dev adımlarla yürümeye
başlamıştır.”
Osmanlı
Devleti’ni uçuruma götüren Batı sermayesi, emperyalistlerin en büyük silahı
olmuştur. Özellikle 1838 tarihli Baltalimanı Antlaşması Osmanlı’da mevcut cılız
sanayii yok etmekle kalmamış, küçük esnafı da yaralamıştır. Akçura’ya göre
Osmanlı’nın çöküşündeki en önemli faktör budur. Ekonomik olarak bağımsız
olamayan Osmanlı, siyaseten de bağımsızlığını yitirmiş ve nihayet kenarına
kadar geldiği uçurumdan aşağı düşmüştür.
TARİH TEKERRÜR
ETTİ
Bugün de
ekonomimiz borç batağına saplanmış durumda. Karaosmanoğullarının, Özalların,
Kemal Dervişlerin, Tayyip Erdoğanların Batı sermayesinin istekleri
doğrultusunda uyguladıkları programlar bu durumu yarattı.
Adına liberal
ekonomi dediler, dünya ile bütünleşme dediler, küreselleşme dediler kapıları,
pencereleri açtılar ve sömürücü sermaye de bu açıklardan ülkemize girip
tahribatını yapacağı kadar yaptı.
Tarih tekerrür
etti ve dün Osmanlı’nın başına ne geldiyse, bizim başımıza da aynısı geldi.
BATI SERMAYESİ NE
YAPTI?
Yabancı sermaye
borç olarak girdi, yüksek faizler topladı.
Özelleştirme adı
altında girdi, işletmelerimize, fabrikalarımıza, bankalarımıza el koydu; elde
ettikleri kârları transfer etti.
Tarımımızı, sanayileşmemizi
baltaladı, bizden ucuza aldığı hammaddelerden ürettiği ürünlerini bize pahalı
olarak sattı.
Gümrüklerimizi
kaldırttı, sanayimizi rekabet edemez hale getirdi, Türkiye’yi açık Pazar haline
dönüştürdü.
Para girişini
devlet kontrolünden çıkardı, borsa ve diğer finans oyunları ile paramızı
hortumladı.
Bizleri kendi
ülkelerinde ucuz işçi olarak çalıştırıp emeğimizi sömürdü.
Yabancıya
gayrimenkul satışları kolaylaştırıldı, topraklarımıza el koydu.
Kendi kömürümüzü,
kendi madenimizi çıkaramaz duruma getirdi ve yurt dışından ithalat yapmak
mecburiyetinde bıraktı.
Sonuçta üreten
değil, borç para ile mal ithal eden bir ülke haline geldik.
Oysa Akçura’yı
dinleseydik, tarihten ders alsaydık bütün bunlar olmazdı.
BATI SİSTEMİ
İÇİNDE ÇÖZÜM YOK
Batı’nın bize
reva gördüğü muameleler: Güneydoğu Anadolu’yu verin, bölünün; liberal ekonomi
programına devam edin, sömürülün; Ege ve Kıbrıs ve denizlerdeki haklarınızdan
vazgeçin, küçülün.
Batı sistemi
içinde kalarak bu sorunlara çözüm bulamayız. Batı’nın çıkarları ile bizim
çıkarlarımız birçok alanda birbiriyle çelişiyor. Bu sistemin bize hayrı yok.
Türkiye, Atlantik
sistemi içinde kalarak bu kötü niyetleri bertaraf edemeyeceğini anlamış ve
yönünü Avrasya’ya çevirmiştir. İyi de etmiştir. Şimdi sıra borçlanma
ekonomisini terk etmeye ve üretim devrimini gerçekleştirmeye gelmiştir.
Akçura’nın da gösterdiği yol da budur.
6 Aralık 2019 Cuma
AMERİKA’NIN SİYASİ AYAKLARI
Televizyonlarda, gazetelerde, FETÖ’nün siyasi ayağı
üzerinden bir ayak tartışmasıdır sürüp gidiyor. Bu ayak kimdir, nedir bir türlü
karar verilemiyor.
Oysa her şey gün gibi ortada; FETÖ’nün de PKK’nın da siyasi
ayağı aslında Amerika’nın Türkiye içindeki ayaklarıdır.
Amerika’nın siyasi ayakları sadece bunlar da değil; vatansız
solcuların, sahte Atatürkçülerin, yalancı İslamcıların, neoliberal ekonomi
takıntıları olanların da özelliği bu. Amerika’ya ayak olmuşlar içimize
girmişler, siyasallaşmışlar;“siyasi ayak” olmuşlar.
Türkiye’de iki siyasi ayak var: Türkiye’nin siyasi ayağı ve
Amerika’nın siyasi ayağı. Üçüncü bir siyasi ayak yok. Ya birini destekleyeceksiniz
ya da öbürünü.
PKK’nın siyasi ayağı apaçık ortada: HDP. HDP yetkilileri de
bu gerçeği inkâr etmiyorlar. Ama bir de gizli ayak var; HDP’li mahkumları
hapishanelerde ziyaret edip onalara başarılar dileyenler, HDP’li belediye
başkanları görevden alınınca onlara sahip çıkanlar, HDP kapatılsın dendiğinde
ama bu parti oy alıyor diyenler ise gizli ayak.
AMERİKA’NIN AMAÇLARI
Amerika, daha geniş anlamıyla Batı sistemi neden Türkiye
içine ayaklarını uzatır? Nedir istekleri? Türk milletine neleri dayatır? Bunları
bilirsek, bu yabancı ayakları da kolaylıkla tanırız.
Atlantik sistemi (Batı), bize dört 4 hususu bizden talep
eder:
1.
Güneydoğu’muzu bizden koparıp, kurmak
istedikleri adı Kürdistan kendisi ikinci İsrail olan devlete vermek.
2.
Neoliberal ekonomi programlarını devam ettirip
bizi ekonomik olarak sömürmek.
3.
Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz’deki haklarımızdan
vaz geçirmek.
4.
Ermenilere soykırım yaptığımızı kabul ettirip
arkasından da tazminat ve toprak talep etmek.
Amerika’nın bu projelerini gerçekleştirmesi için iki yolu
var: Birincisi, bu isteklere evet diyecek iktidarları başa getirmek; ikincisi,
askeri müdahale.
12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, 3 Kasım’da Türkiye’yi seçim
yapmaya mecbur bırakması, Amerika’nın iktidarı belirleme projeleriydi. Başarılı
da oldular.
Askeri müdahaleyi ise iki türlü yaptı ama başarılı olamadı,
olamayacak da…
PKK VE FETÖ AMERİKA’NIN ASKERİ GÜCÜDÜR
PKK, Amerika’nın askeri müdahale gücüdür. Kendi üniformalı
askerlerini kullanacağına, bu terör örgütünü kurup, silahlandırıp, eğitip
üzerimize saldı. Bunların üzerinde Amerikan üniforması olmadığı için halkımız
bunları sadece terör örgütü olarak görüyordu, Amerika’yı da dost ve müttefik
sanıyordu.
Amerika, ikinci askeri müdahalesini 15 Temmuz’da, Türk
askeri üniforması giymiş, FETÖ mensubu hainlerle yaptı ama yenildi. Halkımız da artık esas düşmanın Amerika
olduğunu anladı.
AMERİKA’NIN SİYASİ AYAKLARI
Türkiye, 24 Temmuz 2015’ten sonra Amerika’yı üzecek
uygulamalara başladı: PKK Türkiye içinde açtığı hendeklere gömüldü. Fırat
Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatları ile ikinci İsrail devletinin kurulması
engellendi. FETÖ mensupları kamudan temizlenmeye başlandı. Doğu Akdeniz’deki ve
Kıbrıs’taki haklarımıza sahip çıkıldı. Rusya ve İran ile mutabakatlar
imzalandı, beraber askeri uygulamalar yapıldı. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye
olmak için teşebbüsler başladı. Çin ile ilişkiler artırıldı.
Bunlar Amerika’nın kabul edemeyeceği hususlar. Amerika, kendisinin
çabaları ile iktidar gelen AKP ve Erdoğan’ı düşman gibi görmeye başladı ve yeni
bir iktidar modeli oluşturmak için kolları sıvadı.
Gül, Babacan, Davutoğlu devreye sokuldu. HDP, Demirtaş CHP’nin
koruması altına alındı, MHP parçalandı, SP’e CHP’ye yaklaştırıldı. Böylece yeni
bir siyasal işbirliği ortaklığı ortaya çıktı. Ve böylece de Amerika’nın siyasi
ayağı yeniden şekillenmiş oldu.
TÜRK MİLLETİ İZİN VERMEZ
Şunu herkesin anlaması lazım: Türk milleti, Amerika’nın
dolayısıyla Atlantik sisteminin gerçek yüzünü görmüş ve yüzünü Avrasya’ya
çevirmiştir. Amerika’nın Türkiye’de iktidarı belirleme gücü kalmamıştır. Türk
milleti asla buna izin vermez.
Atlantik sistemi içinde kalarak vatan bütünlüğümüzü korumaya
ve ihtiyaç duyduğumuz üretim devrimini yapmamıza imkân yoktur.
Bu sistem, Türkiye’yi yıllardır sömürüyor. Vatan
bütünlüğümüze kastediyor. Mavi vatanımızı elimizden almak istiyor. Bizi
soykırımcı ilân ediyor. Onun için diyoruz ki, Atlantik devri kapanmıştır. Geleceğimiz Avrasya’dadır. Yeni bir işbirliği ortamı doğmuştur.
Türkiye’nin dışında, 100 milyonun çok üzerinde soydaşımız da
bu coğrafyada yaşıyor. Türk kardeşlerimiz de orada bizi bekliyor.
Amerikan ayaklarının Türkiye’yi yönetme devri bitmiştir.
27 Kasım 2019 Çarşamba
ANAYASAYI DEĞİŞTİRİP AMERİKAYI DİZE GETİRMEK(!)
Gazetelerden öğreniyoruz; CHP İstanbul İl Başkanı Canan
Kaftancıoğlu, Emek ve Adalet Platformu'nun düzenlediği sempozyumda bir konuşma
yapmış ve şöyle söylemiş:
"Türkiye'nin çok uzun zamandır bir sorunu var. Daha
önemli bir sorunu ise demokrasi sorunu vardır. Kürt sorunu ve demokrasi sorunu
birbiriyle ilintilidir. Demokrasi sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülemez.”
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’da benzer
sözler etmiş. DieWelt Editörü
Daniel-Dylan Böhmer’le yaptığı röportajda “Türk Hükümeti, Kürtlere barışçı bir
çözüm getirmelidir. Demokratik özgürlüklerini ve temel insan haklarını güvence
altına almalıdır.”
CHP’NİN TERÖRE BAKIŞ AÇISI
CHP’nin teröre bakış açısı bu! Daha önce de Sayın
Kılıçdaroğlu ve diğer CHP’li yetkililer terör sorununu Kürt sorunu olarak niteleyip
TBMM’ne çözmek gerektiğini defalarca dile getirmişlerdi.
Bütün bunlardan şu sonucu çıkarmak mümkün: CHP’ye göre, Türkiye’de
bir Kürt sorunu var. Bu sorun, ancak TBMM’nin anayasada ve bazı yasalarda değişiklikler
yapması ve Kürtlere demokratik haklar verilmesi ile çözülür.
Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist güçler, başta
Türkiye olmak üzere, Batı Asya ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, adı Kürdistan
olan ikinci İsrail devletini kurmak için terör örgütlerini bölgeye yığmışlar,
silahlandırmışlar, eğitmişler, maaşa bağlamışlar, ortamı kan gölüne çevirmişler
ve biz de birkaç yasa değişikliği ile bunu durduracağız.
Buna kargalar bile güler diyeceğim ama bu komiklikten öte
bir şey.
SOMUT VE NET CEVAP LAZIM
Şimdi biz bu CHP’li yöneticilere soruyoruz: Anayasa’nın
hangi maddelerini değiştireceksiniz de Amerika Türkiye’yi bölmekten vazgeçecek?
Yasalarda nasıl bir değişiklik yapacaksınız da PKK elindeki silahlar elinden
bırakıp gelip teslim olacak.
Bu sorulara demokrasi, insan hakları filan diye gevelemeler
yapmadan somut cevaplar verilmesi lazım.
İKİNCİ İSRAİL DEVLETİNİN YOLUNA TAŞ DÖŞEMEK
Türkiye vatan topraklarını korumak için PKK, YPG, PYD ile
silahlı bir mücadele ederken ve şehitler verirken, “demokrasi yok, insan
hakları yok, konuyu mecliste çözelim” gibi beyanatlar Mehmetçiği arkadan
vurmaktır. Bu ifadeler teröristleri haklı göstermeye yarar.
Demokratik özerklik, insan hakları, yerel özerklik, anadilde
eğitim gibi sözler İkinci İsrail devletine giden yola taş döşemekten başka işe
yaramaz.
Atatürk’ün partisiyiz diyen CHP’li yöneticileri, Atatürk’ün
temel görüşlerine ihanet etmekten ve onun kemiklerini sızlatmaktan artık
vazgeçsinler.
22 Kasım 2019 Cuma
TUNCELİ BİR DAHA DERSİM OLAMAZ
Bir Seyit Rıza edebiyatıdır gidiyor. Tunceli’nin şakisinden bir kahraman yaratmaya çalışıyorlar. Zalimi mazlum göstermek için çabalayıp duruyorlar.
HDP’lilerin bu tavrını anlıyorum, onlar için her hain bir kahraman zaten. Çünkü kendileri de vatana, Cumhuriyet’e, kendi halkına ihanet içinde. Biz Atatürk’ün partisiyiz diyen bazı CHP yetkililerinin aynı gayreti göstermesi ise kabul edilir gibi değil. Bunların yaptığı artık ayıptan da öte, Atatürk’ün manevi mirasına hakaret boyutuna ulaşmış durumda.
Ben de Tunceliliyim. Babam Hozatlı, annem Çemişgezekli. Ben de Çemişgezek’te doğmuşum. “Dersim olaylarını” büyüklerimden çok dinledim. Onlar olayların birer canlı tanığıydı.
Onlardan öğrendiğime göre Seyit Rıza kimdir size anlatayım: Seyit diye anılır, seyit değildir: Ağa olarak bilinir ama aslında eşkıyanın tekidir. Yoksul Tunceli köylüsüne yapmadığı zulüm kalmamıştır. Hırsızlık onda, gasp onda, adam kaçırma onda, adam öldürme onda…
Köylülerin elinden davarını, eşeğini, atını, mahsulünü zorla alırmış. Direnen olursa, mermi boşa gitmesin diye silahla değil, başını taşla ezerek öldürtürmüş.
Seyit Rıza’nın adamları, babaannemim iki erkek kardeşini pusu kurup öldürmüşler. Babaannemin ismi Salih olan ve nahiye müdürü olarak görev yapan kardeşinin oğlu Efendi’yi bu asiler kaçırmış ve daha sonra “Gel çocuğunu geri vereceğiz diye” köylerine çağırmış ve yolda pusu kurarak öldürmüşler. Bu ölüm Hozat’ta büyük üzüntüye sebep olmuş ve aşağıdaki ağıt türkü yakılmış. Bu türkü halen söylenmektedir:
Hozat'ta gezerdim bir fidan boylu
Görenler derdi kim bu aslan soylu
Sorana deyin ki Hamil'in oğlu
Varsın Hozat yansın ver veran olsun
Hozat'ın gençleri intikam alsın
Hozat'ın önünde çüt pınar çıkar
Ahmed'i vurmuşlar al kanlar akar
Çifte doktor gelmiş yaraya bakar
Gençliğe doymadan giderim böyle
Rüyada görmüşüm kaderim böyle
Hozat'ın içinde okunur ezan
Ne kara yazmış ah alnını yazan
Hep Seyit Rıza'dır kavlini bozan
Yolumu kesenler yolundan kalsın
Büyüsün Efendim intikam alsın
Teştek'in başında iniş inemem
Kurşunlar sekiyor geri dönemem
Atımı kaçırdım tutup binemem
Yansın Hozat yansın ver veran olsun
Anamın gözünden akan kan olsun
Zavallı nenemin diğer kardeşini de benzer şekilde öldürmüşler. Onun içinde bir türkü söylenmiş. O türkünün de sözleri şöyledir:
Atamı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolandı gül ağacına
Gidin söyleyin benim bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma.
Türküde adı geçen bacı, benim babaannemdir. Rahmetli babaannem bu olayları anlatır, türküleri söyler ağlardı. Onun gözlerinden akan yaşları ve içli sesiyle söylediği türküleri asla unutamam.
ANNEMİN ANLATTIKLARI
Annem defalarca anlattı: Şakiler işi o kadar azıtmışlar ki birkaç kere Çemişgezek’i basmışlar. Karşı koymaya çalışanları öldürmüşler, kasabayı yağmalamışlar. Annem o günleri hatırlıyor. Kadınlar bir camiye toplanır, eşkıya onlara bir kötülük yapmasın diye dua edip tespih çekerlermiş.
Halen hayatta olan annem, daha geçen ay, küçük kızının yanında öldürülen yüzbaşıyı, balta ile parçalanarak öldürülen askerleri, Fırat nehrini salla geçerken salın ipi kesilerek Fırat’ın azgın sularına terk edilen ve boğulan Mehmetçikleri anlatırken gözleri doldu. Seyit Rıza’yı kahramanlaştırmaya çalışanlara lanetler okudu.
Bu asiler köprüleri yıkmışlar, telefon tellerini kesmişler, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi memurları öldürmüşler, karakolları basmışlar, subayları, astsubayları, erleri öldürmüşler. Halkın mal, can ve ırz emniyeti kalmamış.
İYİ Kİ DERSİM CUMHURİYET OLDU
İşte bu ortamda askeri müdahale yapılmış ve suçlular ağır biçimde cezalandırılmış.
Bu hareket sonunda, Tunceli’de tamamı son model 14 000’den fazla silah toplanmış.
Bu isyanın Alevilikle de Kürtlükle de bir ilgisi yok. Tunceli’ye ya Cumhuriyet egemen olacaktı ya da ağalar, şeyhler, şıhlar… İsyanın bastırılması ile Tunceli halkı güvenliğe ve huzura kavuştu. Ağa zulmünün yerini devletin imkanları aldı.
Eğer Tunceli Dersim olarak kalsaydı, ben okuyamazdım, doktor, öğretim üyesi filan da olamazdım. Büyük bir ihtimalle, bir ağanın marabası olarak kalırdım. Tabii, başım taşla ezilmemişmiş veya bir kurşuna hedef olmamışsam...
15 Kasım 2019 Cuma
“ŞARK MESELESİ”, SEVR, LOZAN VE CHATHAM HOUSE
İBB Başkanı İmamoğlu Chathan House’u ziyeret etmiş çok da
iyi karşılanmış. Nedir bu Chatham derseniz, anlatalım:
Resmen 1920’de kurulmuş ama kökleri çok daha eskiye dayanıyor.
İlk kurulduğundaki adı, “Yuvarlak Masacılar”mış. Osmanlı Devleti’ni parçalamaya
yönelik Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i düzenleyen bu masaydı.
İngilizlerin emperyalist projelerini geliştiren ve uygulamasını takip eden bu
kurum, resmen kurulunca Chatham House ismini almış.
Chatham House, Batı’nın “Şark Meselesi”ni çözmek için
faaliyet gösteren bu kurum görevine devam ediyor diyoruz çünkü Sevr ile “Batı
Sorunu”nu hallettiklerini sanan İngilizler Lozan’da Türkiye Cumhuriyet’nin
varlığını kabul edince meselenin çözülmediğini anladılar. “Şark” yani Türkler
onlar için çözülmesi gereken bir sorun olmaya devam etti ve ediyor. Onlar da bu
“kristal evi” kullanarak emperyalist arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
“NEDİR BU ŞARK” MESELESİ?
Şark meselesinin ne olduğuna dair batılı ve yerli
tarihçilerin çok farklı tarifleri var. Biz bunlardan Yusuf Akçura’nın tarifini
verelim:
“Şark meselesi, Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman milletlerin
iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından ortaya çıkan tarihi
meselelerin toplamıdır. Avrupa devletleri Osmanlı mülkünü farklı yönlerden zapt
etmek arzularından ve Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan muhtelif kavimlerden
bazılarının birer müstakil hükumet teşkil etmek istemelerinden doğan tarihi olayların
toplamıdır.”
Akçura, konuya ekonomik açıdan da bakıyor: “…yakın ve uzak doğuyu
kendi sermayedarlarının kontrolleri altına almak için Avrupa hükumetleri (bir
müddetten beri Amerika hükumeti de) bu ülkelere musallat olmuşlardır.”
Avrupa devletleri şark meselesini çözerken paylaşım
mücadeleleri içine girdiler. Birinci cihan harbi de bir paylaşım savaşıdır.
Osmanlı mülkünü paylaşmada anlaşamadıkları için çözümü silahta aradılar.
MONDROS, SEVR VE LOZAN
Bu paylaşım harbi sonunda Osmanlı devleti müttefikleriyle
birlikte yenilince, İngiltere, Fransa ve diğer batılı ülkeler “Şark Meselesi”nin
sona erdiğini sandılar. Önce Mondros arkasından Sevr imzalandı fakat Batılıların
hiç hesap edemediği bir direnişle karşılaştılar. Atatürk önderliğindeki Türk
milleti, onlar açısından sorunun bitmediğini, kazandığı vatan savaşı ile ortaya
koydu. Sevr yırtıldı Lozan imzalandı.
Atatürk, Lozan’ı takiben mecliste yaptığı konuşmada durumu
şöyle özetlemiş: “Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri
hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın
sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş
bir siyasi zafer eseridir!” Atatürk, büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını
bildirirken, Batılı güçler açısından için şark meselesinin çözülmediğini de ilan
ediyordu.
Batılı güçler Lozan’ı hazmedemediler. Onlar için şark
meselesi yeniden başlamıştı. Bu meseleyi çözmeleri gerekiyordu. Akçura’nın
tarif ettiği yöntemleri tekrar uygulamaya başladılar. Türkiye’yi parçalamak
için etnik ve mezhepsel ayrımcılığı kışkırttılar. Kürt vatandaşlarımızı
kandırmaya çalıştılar. PKK’yı kurup desteklediler. Yetmedi ekonomik olarak da saldırdılar.
Dayattıkları ekonomik sistem yüzünden Türkiye’yi borç batağına soktular.
CHATHAM HOUSE VE İMAMOĞLU
İngiltere, dün Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve sömürmek
için Chatham House’u nasıl kullandıysa bugün de aynı şekilde kullanıyor. Sadece
Türkiye’de değil, tüm Batı Asya’da kendi politikalarını uygulatmak için adam
devşiriyor, adam yetiştiriyor. Kendisine hizmet edenleri de ödüller vererek
destekliyor.
Chatham House, yaptığı hizmetler karşılığında, 2010 yılında Abdullah
Gül’e ödül verdi. Ödül töreninde Kraliçe de bulundu. Gül’ün Ermenistan ve Türkiye arasında
mutabakat sağladığı ve bölünmüş Kıbrıs’ın birleştirilmesi için çaba gösterdiği
törende özellikle belirtildi. Yani, İngiltere’ye hizmet de kusur etmemiş ve
ödülü almış.
İmamoğlu’nun iktidara gelmek için sığındığı ev işte bu Chatham
House’dur. Orada kendisinden muhtemelen şunlar istenecektir:
Türkiye, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu
muhalefet şerhini kaldırsın. Kürtlere yerel özerklik verilsin. Türk ordusu
Suriye ve Irak’tan çekilsin. “Kürt sorununu” (!) çözmek için açılım yapılsın. Türklerin
Ermenilere soykırım uyguladığı kabul edilsin. Ermenistan sınırı açılsın. Kıbrıs’taki
haklarınızdan vazgeçin, TSK adadan çekilsin. Rumların isteklerine evet deyin.
Doğu Akdeniz’de Petrol ve doğal gaz aramalarından vazgeçin. Liberal ekonomi
programlarını uygulama devam edin.
İngiltere bu isteklerini uygulatabilirse, şark meselesini de
çözmüş olur. İktidara gelmek için
İngiltere’nin hamiyetine sığınan İmamoğlu, bu isteklere evet der mi, bilemeyiz
ama Türk milletinin hayır diyeceği muhakkak…
İmamoğlu’na bazıları ikinci Atatürk demişti. İktidara gelmek
için İngiltere’den yardım isteyen İmamoğlu’na “ikinci” sıfatı verilecekse, ikinci
Vahdettin denebilir. O da zamanında iktidarı İngiltere’den istemişti.
10 Kasım 2019 Pazar
ATATÜRK’E DÖNMEK GEREK
Zor ve çetin günlerden geçiyoruz: Bir yanda ekonomik
sıkıntılar, diğer yanda vatan bütünlüğümüze kastetmiş emperyalist güçlerin
saldırıları…
İktidar sorunları tek başına çözecek yetenekte ve
kararlılıkta görünmüyor.
Meclis içi muhalefet ise halka ümit veremiyor. Ana muhalefet
demokrasi ve adaleti bile Batı’dan dileniyor. Milli güçlere sırtını
dayayacağına Amerika’nın piyonları ile içli dışlı durumda. Ekonomik programı
ise küreselleşme ve liberalleşmeden ibaret. Utanmadan bir de Atatürkçü
geçiniyor.
Yetmezmiş gibi, topluma karamsarlık ve güvensizlik
pompalayan bir medya. Kimisi iktidarın kontrolünde, kimisi de Batı’lı güçlerin.
Bu çetin dönemden çıkışın tek reçetesi var: Atatürk’e
dönmek, onun rehberliğini kabul etmek ve Kemalist devrimi tamamlamak.
Öncelikle toplumun gerçek Atatürk’ü yeniden keşfetmesi
lazım. Bu da ancak Atatürk’ü sahte Atatürkçülerin elinden kurtarmakla olur.
Gün, yeniden “Kuva-yi Milliyeyi âmil ve iradeyi milliyeyi
hâkim kılma” zamanıdır.
MÜDAFAA-İ HUKUK
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk önderliğinde Müdafaa-i Hukuk
doktirini temelinde kuruldu. Müdafaa-i Hukuk, yani hakların savunulması.
Atatürk şunları gördü:
Bir tarafta, sömüren ve ezen zalim milletler ve emperyalist
güçler; diğer yanda mazlumlar, sömürülenler.
Bir tarafta paşalar, zadeganlar, ayanlar, kompradorlar;
diğer yanda bunlarla birlikte mültezimlerin, ağaların ezdiği, yolsul ve sefil
bir halk.
Ve daha önemlisi işgal edilmiş bir vatan.
Müdafaa-i Hukuk, başta Türk milleti olmak üzere sömürülen
milletlerin ve ezilen, horlanan ve ellerinden vatanları alınan insanların
haklarını savunmaktır.
Bu durumda ne yapmak gerektiğini Atatürk şöyle açıklar:
“Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da
millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti
kurmak...” İşte İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu
topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar
olmuştur...”
Türkiye Cumhuriyeti, işte bu iki temel ilke üzerine kuruldu.
Bu çetin dönemden bu hedeflere doğru yürüyerek çıkabiliriz: “İstiklal-i Tam ve
Hakimiyet-i Milliye.”
“İSTİKLAL-İ TAM” ŞART
Atatürk’e göre tam bağımsızlığın olmazsa olmazları var:
“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî,
iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam
serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan
mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından
mahrumiyeti demektir.”
Peki bu tam bağımsızlık nasıl sağlanacak? Atatürk’ü
dinleyelim:
“....bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve
bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu
sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması
esası kabul edilmiştir.”
HAKİMİYET-İ MİLLİYE İÇİN ÖNCE VATAN
Önce vatan; vatanımızı koruyamazsak tam bağımsızlık ve
millet egemenliği hayal olur.
Ordumuz, Cumhuriyet’i yıkmak ve vatan topraklarını bölmek
isteyen PKK ve FETO’ya karşı büyük bir mücadele veriyor. Yalnız da değil,
hakimlerimiz, savcılarımız ve emniyet güçlerimiz de ordumuzun yanında
savaşıyor.
en Atatürkçüyüm diyen
herkesin bu kahramanlarımızla aynı safta olması gerekir. Atatürk’ün en büyük
eseri olan Cumhuriyet’i yıkmak için kahraman Mehmetçiklerimize, polislerimize
kurşun sıkan hainlerin siyasetteki temsilcisi HDP’dir. HDP ile kol kola
girenlerin veya FETO’ya açık, gizli destek verenlerin “Ben Atatürkçüyüm” demeye
hakkı yoktur.
DIŞ POLİTİKADA DA REHBER ATATÜRK
Vatan savaşında başarı, Atatürk’ün dış politikalarına geri
dönerek kolaylaşır.
Atatürk’ün ömrü Batı’nın emperyalist güçleri ile mücadele
etmekle geçmişti. Batı’ya hiç güvenmezdi. Sovyetlerle iyi işbirliği kurmanın
gerektiğine inanırdı. Türkiye'nin dış politikası konusundaki vasiyetini ise
yakın silah arkadaşlarına belirtmişti. İsmet İnönü, Atatürk'ün Türk-Sovyet
dostluğunu vasiyet ettiğini belirtir. Diğer taraftan Atatürk, Kılıç Ali'ye
ölmeden kısa bir süre önce "Dış politikamızın temeli Sovyet dostluğudur.
Sovyet dostluğuna zarar vermemek şartıyla İngiltere ile bir anlaşmanın faydası olur"
demiştir.
Sadabat Paktı’nı (İran, Irak Afganistan) ve Balkan
Antantı’nı (Yunanistan, Yogoslavya, Romanya) kurarak komşularımızla
işbirliğimizi geliştirdi.
KAMU SEKTÖR AĞIRLIKLI PLANLI KALKINMA
Ekonomik sıkıntılarımızı da Atatürk’e dönerek atlatırız.
Dinleyelim Atatürk’ü:
“Endüstrileşmek, en
büyük milli davalarınız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ham
maddeleri ülkemizde bulunan büyük küçük her çeşit sanayii kuracağız ve
işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek
ve en kısa yoldan, en ileri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir
zorunluluktur. Bu düşünce ile, beş yıllık ilk sanayi planından geri kalan ve
bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikayı da ivedi olarak gerçekleştirmek
ve yeni plan için hazırlanmak gerekir.”
“Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı,
yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır.”
1980’li yıllardan bu yana uyguladığımız ve adına
neoliberalizm denilen programın sonuna geldik. Artık Atatürk’ün gösterdiği
yolda yürümek gerekiyor. O yol, devletçilikten ve planlı kalkınma modelinden
geçiyor.
6 Kasım 2019 Çarşamba
ALDIĞI OYLAR
İNSANLARA YASALARI ÇİĞNEME HAKKI VERMEZ
HDP/PKK’lı belediye başkanları görevden alınıp da
yerlerine vekiller atandıkca en büyük tepki CHP’lilerden geliyor. Milli irade
diyorlar, demokrasi diyorlar, seçimle gelen seçimle gitmeli diyorlar; yetmiyor,
yıllardır terör örgütünü destekleyen ülkelere gidip, Türkiye’yi şikayet
ediyorlar.
Demokrasi, milli
irade bahane, yaptıkları HDP’yi korumak, onlara kol kanat germekten ibaret.
Dillerinden
düşürmedikleri milli irade çoğunluğunun sınırsız yetkileri yoktur; bu irade
yasalarla sınırlıdır. Oyların çoğunu alıp başkan seçilmek insana dokunulmazlık
kazandırmaz. Milli irade kavramını doğru anlayıp, doğru uygulamamız gerekir.
MİLLİ İRADE
Fransız düşünürü
Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “genel irade”
(volonte generale) teorisi, toplumun kişilerden ayrı bir iradeye sahip olduğu düşüncesine
dayanır. Rousseau, bu faraziyeye göre, toplumu oluşturan fertlerin yarıdan bir
fazlasının iradesini “toplum iradesi” sayarak, bu iradeye mutlak güç tanımıştır.
Çağdaş demokrasi
ve insan hakları anlayışı Rousseau’nun bu düşüncesinden esinleşmiştir ama
bundan çok Locke ve Montesquieu’dan etkilenmiştir. Çaşdaş demokrasilerde şu çok
önemlidir: Seçimler, gerçekte seçmen çoğunluğunun siyasî tercihini gösterir.
Kimin iktidarda, kimin muhalefette kalacağını bu oylar belirler. Ancak
demokratik anlayış, çoğunluğun her istediğini yapabilmesi demek değildir.
Seçilen kişinin sonsuz yetkileri yoktur. Yasalar, iktidarı da muhalefeti de
bağlar.
DEMOKRASİYE
AYKIRI DEĞİL
Türkiye vatan
bütünlüğünü korumak için Amerika İsrail ve diğer Batılı ülkelerle savaşıyor. PKK,
PYD, YPG bu ülkelerin paralı
askerleridir. Mehmetçik bunlarla savaşırken ve şehitler verirken bazı HDP’li
belediye başkanları, sadece kişisel olarak da değil, yönettikleri belediye
imkanlarıyla bu bölücü örgütlere yardım ediyor.
Aldıkları oylar
onları yasaların üzerine çıkarmaz. Çıkarmamıştır ve İç İşleri Bakanlığı
bunların başkanlıklarını ellerinden almıştır. Bakan, bu eylemlerini de
yasaların bakanlığa verdiği yetki ile yapmıştır. Bu işlemlerde yasa dışı bir
durum söz konusu değildir.
Bakanlığın bu
icraatını eleştirenler, bakana görevden alma yetkisini veren kanunun, Olağan
Üstü Hal durumunda kabul edilen bir KHK olduğunu anlatıyorlar. Yasa yasadır ve bakan kendisine verilen yetkiyi kullanmıştır.
İyi de yapmıştır. Bu kararda yasa dışı bir durum yoktur. Bu başkanları görevden
almasaydı, görevini ihmal etmiş olacaktı.
OLAĞAN ÜSTÜ
DURUMLAR OLAĞAN ÜSTÜ YASALAR GEREKTİRİR
Atatürk, Büyük
Nutku’nda 1925 yılı olaylarını anlatırken, isyanların bastırılmasının ve
devrimlerin gerçekleşmesinin anca “Takrir-i Sükûn” kanunu gibi olağanüstü
yetkilerin kullanılması ile mümküm olduğunu açıklar. Konu ile ilgili şöyle
diyor:
“Biz, olağanüstü
fakat kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve suretle kanunun üstüne çıkmak
için vasıta olarak kullanmadık; tam aksine, memlekette sükûn ve kurmak için
uyguladık; devletin hayat ve bağımsızlığını sağlamak için kullandık.”
Bugün de yapılan
budur. Yaslara dayanılarak belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine
vekiller atanmıştır.
Şunu da
unutmayalım; Takrir-i Sükûn kanunundan yararlanarak suikastları önlemiş, isyanlar
bastırılmış, asayiş ve huzur sağlanmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, şeyhlik,
dervişlik, falcılık, büyücülük gibi unvanlar ve faaliyetler yasaklanmıştır.
Demokrasinin
sonraki yıllarda yanlış anlaşılması ve kullanılması sonucu, bugünkü duruma
geldik. Çare, öncelikle vatan
bütünlüğüne yönelik tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldırmak ve Kemalist devrimi
tamamlamaktır. Bazı şahısların veya partilerin aldıkları oylar buna engel
olmamalıdır. Bunları engellemek için yasaların dışına çıkmak gerekmez ama yeni
yasal düzenlemelere gidilebilir.
3 Kasım 2019 Pazar
YAŞASIN CUMHURİYET
Bu yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tüm yurtta büyük bir coşku
ile kutlandı. İzlediğimiz her video, her görüntü bize sevinç verdi, geleceğe
dönük umutlarımızı bir kez daha artırdı. Toplumun büyük kısmının Mehmetçik
selamı vererek ordumuzun arkasında olduğunu göstermesi ise ayrı bir kıvanç
kaynağı oldu.
Cumhuriyet sevgisi muhteşemdi ama ne yazık ki, Cumhuriyet
konusunda bazı kesimlerin bilgisinin ve bilincinin eksik olduğu da görüldü.
Bu kesimlerin cumhuriyet sevgisinden mutlu olduk ama
farkında olmadan Cumhuriyet düşmanlarını desteklemeleri biz üzdü. Türkiye
Cumhuriyet’inin temel özelliklerini bilinmezse, ne yazık ki, böyle yanlışlıklar
yapılıyor.
NEDİR BU CUMHURİYET?
Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlettir. Milli devletlerin
üç temel unsuru vardır:
1.
Sınırları belli bir ülke: Vatan;
2.
Aynı siyasi otorite altında yaşayan, bazı ortak
değerlerle birbirine bağlı ve birlikte yaşamağa karalı bir insan topluluğu:
Millet
3.
Kendisinden üstün bir güce bağımlı olmayan bir
kudret, yani “egemenlik”.
Cumhuriyet’e sahip çıkmak için öncelikle bu üç unsur koruyup
kollamamız gerekir.
ÖNCE VATAN
Bugün için vatan bütünlüğünün sağlanması, en önemli görevimizdir.
Batı emperyalizminin hedefinde vatan topraklarımız var. Sadece topraklarımız değil,
mavi vatanımıza da göz diktiler.
Yıllardır, PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ gibi terör örgütleri
emperyalizmin emrinde bize saldırıyorlar. Doğu Akdeniz’de ise Amerikan, İsrail,
Yunanistan donanmaları namlularını bize doğru doğrultmuş tatbikatlar yapıyorlar.
Karada da denizde de Cumhuriyetimizin baş düşmanı Batı emperyalizmi. Bu gerçek
tam olarak anlaşılmadan Cumhuriyet’i korumak mümkün değil.
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR
Cumhuriyet iki ilke üzerine kuruldu: Tam bağımsızlık ve
millet egemenliği.
Egemenlik kavramını ikiye ayırmak mümkün: “Devletin
egemenliği” ve “Devlet içinde egemenlik”.
Devletin egemenliği, devletin dışa karşı egemenliği
demektir. Bir devletin egemen olması, o devletin kendisi dışında bir güce tâbi
olmaması anlamına gelir. Devletin içinde egemenliği ise devletin gücünün nereden
kaynaklandığı, bu güce kimin sahip olduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağı
belirler. Cumhuriyet’in temeli millet egemenliğidir. Devlet her türlü
otoritesini milletten alır. Bunun dışında bir uygulama Cumhuriyet karşıtlığıdır.
Milletin vatanın her karış toprağına egemen olması gerekir.
MİLLİ BİRLİK ÖNEMLİ
Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir. Türk milletinin tarifini
Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir” diyerek
yapmıştır. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, hangi dini inanca sahip olursa
olsun Cumhuriyet’e vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk milletinin bir
ferdidir.
İçimizde farklı milletlerin bulunduğunu iddia etmek, etnik
kimlik ve mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapmak Cumhuriyet
karşıtlığıdır.
Laiklik hem millet egemenliğinin hem de milli birliğin
önemli bir şartıdır.
KİMLER CUMHURİYET DÜŞMANI?
Cumhuriyeti koruyup kollamak için kimlerin Cumhuriyet
karşıtı ve düşmanı olduğunu bilmemiz lazım. Yukarıda Cumhuriyet’imizin üç temel
unsurunu sıraladım. Bunlar aleyhine kim eylemde bulunuyorsa, kim farklı
söylemler içindeyse, o Cumhuriyet düşmanıdır.
Vatanımızı bölmek için silahlı, silahsız eylemlerde bulunan,
Mehmetçiklerimizin, halkımızın canına kasteden PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ Cumhuriyet
düşmanıdır. Sadece bunlar değil, bunlarla gizli, açık işbirliği yapan herkes de
Cumhuriyet düşmanlığı yapmaktadır.
Yerel özerklik isteyen ve bunlara destek olan herkes
Cumhuriyet düşmanıdır.
Ana dilde eğitim, kamusal alanda ana dilde hizmet gerekir
diyen herkes Cumhuriyet düşmanıdır.
28 Ekim 2019 Pazartesi
BİZ
CUMHURİYETİ SAVAŞARAK KURDUK
Barış Pınarı harekâtı başlar başlamaz, sözüm ona barış
yanlıları medya ve sosyal medyadan saldırıya geçtiler. Kullandıkları iki söz
vardı; birincisi Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ve ikincisi,
Brecht’in “Her savaştan geriye üç ordu kalır. Ölüler ordusu. Yas tutanlar
ordusu. Hırsızlar ordusu.”
Barış elbette arzu edilir ama ya zulüm, sömürü, insanın
insana kulluğu; bütün bunlar ne olacak? Barış önemli ama özgürlük, bağımsızlık,
namus, haysiyet, şeref de önemli. Bütün bunlar için hür bir vatan ve bu vatanda
halkın egemenliği gerekir ve bu da savaşlarla elde edilir.
Barış için de savaşmak gerek. Brecht de öyle diyor. Şu
sözler savaş çağrısı değil mi?
“Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
" Hayır yaşayacağız!" demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!”
SAVAŞTIK VE BARIŞI SAĞLADIK
Savaşmasaydık 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayabilir
miydik? Savaştık ve kazandık. Vatan kazandık, özgürlük kazandık, bağımsızlık
kazandık. Bunlarla birlikte, haysiyet ve şerefimizi kazandık. Hem de ölümü göze
alarak:
“Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek,
insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir
şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek
başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklâl ya ölüm!”
SAVAŞMAYIP DA NE YAPACAKTIK?
İngiliz, Fransız destekli Yunan ordusu Sakarya önlerine
kadar gelmiş; savaşmayıp da ne yapacaktık.
Hem de çok zor şartlarda savaştık.
Yunanlıların Sakarya’ya kadar ilerlemesi bazı mebuslarda
karamsarlık yaratır. Meclisin Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Erzurum
mebusu Durak Bey söz alır ve şöyle der:
“…Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklâl bekçisidir. Nerede
canı isterse orada harbini yapar, ikinci meseleye gelince Büyük Millet Meclisi
buradan gitmemelidir. Tam o gün gelmiştir. Büyük Millet Meclisi azaları birer
tüfek alsınlar, burada top patlayıncaya kadar burada kalsın. Meclis’in buradan
gitmesi milletin kuvve-i maneviyesini kırar, iki yüz kadar adam çok bir şeydir…
Kanımızı, canımızı feda etmek için geldik… Biz bu kürsüyü bekliyouz… Ankara’yı
bekliyoruz. …Millete biz heyecan vermeyelim, metin olalım, ölürsek ölürüz. Yedi
senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan
büyük değiliz. Biz de feda olalım. “
Şu söze dikkatinizi çekek isterim: “Yedi senenin içinde
milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz
de feda olalım”. Yıl 1921, Durak Bey 7
yıllık savaş diyerek bağımsızlık savaşının 1914’de başladığını söylüyor ki
doğrusu da budur.
YOKLUKLAR VE TEKALİF-İ MİLLİYE
Düşman Ankara kapılarına dayanmış ama Meclis yokluk içinde,
hükumet yokluk içinde, ordu yokluk içinde ve en önemlisi millet yokluk içinde.
Durumun nasıl olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerinde açık
ve net anlaşılıyor: “…Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine
nazaran yiyeceği, içeceği yok. Ordu ricat ettiği zaman kâfi derecede erzakını
alamamış. …Birkaç nefere tesadüf ettim. Onlarla görüştüm. …Biz düşmanı yenmeye
geldik, Zararı yok biraz da aç dövüşürüz dediler. …Yalınayak bir nefer yanıma
geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık”.
Meclis çareyi Mustafa Kemal Paşa’yı başkumandan yapmakta ve
yetkilerini paşaya devretmekte bulur.
Paşa, Tekalif-i Milliye kanunu yayınlar. Bu kanına göre; tüm
ilçelerde bir komisyon Tekalif-i Milliye emirlerini düzenleyecek ve kontrol
edecektir. Cephane ve silah bulunduran halk bunları orduya verecektir.
Askerlerin giyim ihtiyacı halk tarafından desteklenecektir. Devlet halkın
mevcut yiyecek ve içeceklerinin %40’ına, iş adamlarının mevcut giyeceklerinin
%40’ına, tüm taşıtların %40’ına el koymaktadır. Sahibi olmayan her şey
devletindir. Orduya faydası olacak tüm meslekler ordu emrine girmiştir. Ordunun
lojistik desteğinde halk ücretsiz yardım edecektir.
Peki Mustafa Kemal Paşa milletinden sadece bunları mı
istemektedir? Okuyalım o meşhur emirnamesini: “Hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın
kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz.” Paşa milletinden kanını da istemektedir çünkü
yola “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çıkılmıştır.
Sakarya savaşı 22 gün sürer. Zafer her türlü fedakarlığı
yapan Türk milletinin olur. Yunan orduları Sakarya’nın doğusuna çekilmeye mecbur
kalır.
CUMHURİYETE GİDEN YOLUN AÇILDIĞI GÜN 26 AĞUSTOS 1922
26 Ağustos 1922 tarihi İstiklal ve Cumhuriyet’e giden yolun
açıldığı gündür.
Sabah gün ağarmadan, önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi
koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için
gürledi. 05:30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdi: Ateş,
ateş, ateş! Bu top sesleri aslında, 23 Nisan 1920’de gerçekleşen milli
egemenliği yani Cumhuriyet’i vatan topraklarına perçinleyen balyozun sesleriydi.
Top ateşlerini takiben, Mehmetçik yılmadan, korkmadan,
zafere inanarak düşmana saldırmış; 30 Ağustos’ta Yunan ordusuna büyük zayiat
verilmiş ve daha sonra da İzmir’de deniz dökmüştür.
Sekiz yıl süren bu haysiyet ve namus savaşından sonra 29
Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan ettik. Bize bu savaştan geriye özgür bir
vatan ve tam bağımsız bir ülke kaldı.
29 EKİM’İ SAVAŞARAK BAYRAM YAPTIK
Başkumandanından neferine kadar hepsi Mehmetçik olan
ordumuza minnettarız. Onların bize emanet ettiği Türk istiklâlini ve Türk
Cumhuriyeti’ni her türlü tehdide karşı korumak bizim birinci görevimizdir. Dün
nasıl savaştıysak, bugün de vatanımız için, namusumuz için, şerefimiz için
savaşmaktan geri durmayız. Böyle durumlarda savaş karşıtlığı yapmak düşmana
hizmet etmekten başka bir şeye yaramaz.
O gün savaşmasaydık, bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı
milletçe kutlayamazdık. Türk milletinin bu büyük bayramını, başta Atatürk olmak
üzere, şehitlerimizi ve gazilerimizi minnetle anarak kutluyorum.
25 Ekim 2019 Cuma
ÖLÜMÜNÜN 95.YILINDA ZİYA GÖKALP’İ DOĞRU TANIMAK!
Osmanlı döneminde başlayan Türkçülük akımının ileri gelen
3-5 düşünüründen birisi olan Ziya Gökalp, bundan 95 yıl önce, 25 Ekim 1924’de
vefat etmişti. Türk Devrimi’ne önemli fikri katkılarda bulunan bu değerli alimi
rahmetle ve şükranla anıyoruz.
Ziya Gökalp’ı çoğu kimse ırkçı ve Turancı olarak bilir ki bu
kanı son derece yanlıştır. Bize Ziya Gökalp Milli Demokratik Devrim’e fikirleri
ile ışık tutmuş bir düşünür ve yazardır.
IRKÇI DEĞİL TÜRKÇÜ VE HALKÇI
Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım: “…millet,
ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir.
Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan,
yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…”
Turancılık üzerindeki görüşünü kendi ifadesi ile özetlemek
mümkün: “Türkçülerin uzak mefkûresi, Tûran nâmı altında birleşen Oğuzları,
tatarları, Kırgızları, Özbekleri Yakutları dilde, edebiyatta, kültürde
birleştirmektir.”
Türkçülük mefkûresini Türkiyecilik, Oğuzculuk ve Turancılık
olarak üçe ayırdıktan sonra şöyle der: “Bugün, gerçeklik sahasında yalnız
‘Türkiyecilik’ vardır.”
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM VE ZİYA GÖKLAP
Türk devrimi, Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen bir milli
demokratik devrim. Bu devrimin temel özelliği, iktidarın yapısını değiştirmek:
Egemenlik tek kişiden tüm millete geçiyor (Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir). Bu aynı zamanda ülkenin feodal/ümmet toplumundan, millet
toplumuna geçişi de gerektiriyor. Milletleşme sürecinin iki temeli var, milli
kültür ve laiklik. Ziya Gökalp, bütün bu hususlarda devrimci bir anlayış içinde
yazılar yazmış ve devrimi fikirleri ile deteklemiştir.
EGEMENLİK VE ZİYA GÖKALP
İktidarı tek adamdan alıp bütün millete yayan, istibdada son
veren Atatürk’e en büyük Türkçü demesi, onun Türk devrimine bakış açısını net
bir şeklide ortaya koyuyor:
“Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kudsî bir
kelime sayarak, her an hürmetle anmaktadır. Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin
hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk
Hâkimiyetidir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zât, Türkçülüğün en büyük
adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa
başarı ile neticelendirmek çok güçtür”.
“Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile,
istibdatla bağdaşamaz. …Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına
verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi.
…Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük
kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi
ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte
yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi
istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı”.
ÜMMET KÜLTÜRÜNDEN MİLLİ KÜLTÜRE
Feodal kültürden milli kültüre geçiş, milli demokratik
devrimin bir gereğidir. Ziya Gökalp de zaten milli kültürü savunur ve bunun
için de milli terbiyeyi esas alır: “…biz modern bir cemiyet olduğumuz için,
terbiyemizin milli olmasına çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz milli olduğu gün,
ister istemez modern de olacaktır”.
Ziya Gökalp, kültür ve medeniyeti iki ayrı husus olarak
kabul eder ama milli kültürün de Avrupa medeniyeti ile kaynaştırılmasını
önerir:
“Hukuk, ahlâk ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler
Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır.
İşte, bu usulleri takip etmek şartıyla, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle
kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için,
milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.”
Yazımızı onun şu sözleri ile bitirelim:
“Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek,
mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında
halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.”
Kaynaklar:
Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri. Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları. Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1972
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)