YENİ CHP 1930’LU YILLARIN CHP’Sİ DEĞİLMİŞ!
Kılıçdaroğlu sürekli CHP’nin yenilendiğinden söz ediyor ve partisinden Yeni CHP diye bahsediyor. Son olarak, Diyarbakır’da “Bizi hâlâ 1930’ların CHP’si gibi görmeyin. Yeni şeyler söylüyoruz. Demokrasi ve özgürlüğü savunuyoruz” demiş. Yani 193o’ların CHP’si özgürlüğü ve demokrasiyi savunmamış da kendisi savunmaya başlamış. Ayıptır ayıp; 1930’ların CHP’si sayesinde vatan bağımsızlığa, insanlar da özgürlüğe kavuştu.
Kılıçdaroğlu adeta geçmişinden utanıyor. Bir bakalım 1930’lu yılların CHP’si ne yapmış da Kılıçdaroğlu bu yapılanları beğenmiyor.
• Batı emperyalizmine ve onun yerli işbirlikçilerine karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve kazanmış.
• Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir demiş ve egemenliği Osmanlı Hanedanından almış halka vermiş. Cumhuriyeti kurmuş.
• Medreseleri, özel statüdeki yabancı okulları kapatmış ve eğitimde birliği ve milliliği sağlamış. Osmanlıca denilen uydurma dil yerine Türkçeyi yeniden yazışma ve konuşma dili haline getirmiş. Çağın çok gerisinde kalan Darülfünunu kapatmış ve İstanbul üniversitesini ve diğer yüksek okulları kurmuş.
• Mesleki ve pratik eğitime önem vermiş, insanlarımızı üretici hale getirmiş.
• Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi, akılı ve fenni koymuştur.
• Eğitimin yaygınlaşmasına önem vermiş ve bu amaçla, 1929-1933 tarihleri arsında Türkiye'de toplam 54.050 Millet Mektebi açmıştır. Bunun 18.589'u kentlerde, 35.461'i köylerdedir.
• Türkiye'de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde %7, kadınlarda %04 iken, Harf Devrimi'ni yaparak ve eğitimi yaygınlaştırarak, 7 yıl sonra (1935) bu oran %19.2'ye çıkmıştır. Bu oran Harf Devremi öncesinin 3 katı kadardır.
• Halkın aydınlanması için yurdun her köşesinde Halk Evleri açmış ve aşağıdaki faaliyetleri gerçekleştirmiştir:
1933’te 915 konferans; 1938’de 3056 konferans düzenlenmiş; 1933’te 373 konser, 1938’de 1164 konser verilmiş; 1933’te 511 temsil (tiyatro), 1938’de 1549 temsil yapılmış; 1933’te 59.444 kitap, 1938’de 129.362 kitap okunmuş. 1933’te okuyucu sayısı 149.000 iken 1938’de 1.590.000 çıkmıştır.
• Cumhuriyet kurulduğunda toplu iğne bile üretemeyen ülkemizde 1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuştur. Yünlü dokuma ihtiyacının % 83’ü, pamuklu dokuma ihtiyacının %43’ü, şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı yerli üretimden karşılanabilir hale gelmiştir.
• Uçak fabrikası kurularak yüzün üzerinde uçak üretilmiş ve ihraç edilmiştir.
• Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir avuç Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiştir. 1924-1931 yılları arasında; 40.000 trahomlu, 5 milyon sıtmalı, 350.000 veremli tedavi edilmiştir.
• Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır. 1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır. 1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış, onarılmıştır.
• Enflasyon olmadan % 10 büyüme hızı elde edilmiştir. Bütçe denk olmuştur. İthalat ihracat dengesi sağlanmıştır. Kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.
Sayın Kılıçdaroğlu 6 oklu CHP bayrağının önünde konuşuyor, fotoğraflar çektiriyor. 6 okla simgelendirilen ilkeler de 1930’lu yılların CHP’sinin ilkeleridir. Bunların anlamı büyüktür ve CHP’nin özünü yansıtır:
• Cumhuriyetçilik: Bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik;
• Milliyetçilik: Ulusal bilinç, ulusal eğitim, ulusal ekonomi ve antiemperyalizm;
• Halkçılık: Geniş halk kitlelerinin refahı, gelir dağılımının düzenlenmesi, sosyal devlet;
• Devletçilik: Otoritesini ulustan alan devletin 3 kuvvetinin gene ulus için kullanılması;
• Laiklik: İnsanların dini inançlar gözetmeksizin eşit vatandaş sayılması ve kanunların dinin emri gereğidir diye çıkarılmaması;
• Devrimcilik: Bilimin sürekli geliştiğinin bilincinde olarak, sürekli değişen bilimsel gerçeklere göre kurumların yeniden düzenlenmesi.
Bunlar da Kılıçdaroğlu’nun beğenmediği 1930’lı yılların CHP’sinin ilkeleri.
Şimdi Kılıçdaroğlu’na sormak lazım: Sen 1930’yılların, yukarda saydığım icraatlarının hangisini beğenmiyorsun da o yılların CHP’sini kötü buluyorsun? 1930 yılların CHP’sinin 6 ilkesinden hangisini değiştirmek istiyorsun?
Anadolu’da bir söz vardır “Ot kök üstüne biter” denir. Senin kökün 1930 yılların CHP’sidir. Bu kökten Atatürk ilkelerine bağlı, özgürlükçü, bağımsızlıktan, ulusal birlikten ve laik devlet anlayışından yana bir parti gelişmiştir. Senin gayretin bu partiyi köklerinden yani ilkelerinden koparamaz. Bu kökleri beğenmiyorsan, istifa eder, başak bir partiye gidersin. Hangi partiye gideceğini de, sana kim Ekmelleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yap dedi ise, ona sorar öğrenirsin.
28 Haziran 2014 Cumartesi
26 Haziran 2014 Perşembe
SEVR'E DOĞRU AÇILIM....
Son günlerde çözüm sürecini hızlandırmak adına yeni bazı adımlar atılmaktadır. Atılan ve atılması düşünülen bu adımların bizi vardıracağı nokta, Sevr Antlaşmasında bize dayatılan, Güney doğu Anadolu'da kukla bir devletin kurulmasıdır. Bu konuda 15 Mayıs 1993 tarihinde bir yazı yayınlamış ve Hangi uygulamaların bizi Sevr'e götüreceğini anlatmıştım. Maalesef bize Sevr yolunu açan uygulamalar, özellikle son 12 yılda giderek arttı ve bugünkü vahim durum oluştu.
Son günlerde çözüm sürecini hızlandırmak adına yeni bazı adımlar atılmaktadır. Atılan ve atılması düşünülen bu adımların bizi vardıracağı nokta, Sevr Antlaşmasında bize dayatılan, Güney doğu Anadolu'da kukla bir devletin kurulmasıdır. Bu konuda 15 Mayıs 1993 tarihinde bir yazı yayınlamış ve Hangi uygulamaların bizi Sevr'e götüreceğini anlatmıştım. Maalesef bize Sevr yolunu açan uygulamalar, özellikle son 12 yılda giderek arttı ve bugünkü vahim durum oluştu.
Kendimce önemli bulduğum iç,n, 21 sene önce yazdığım yazıyı tekrar yayınlıyorum.
Yeni Türkeli Gazetesi Sayı:8
Yıl:1 15 Mayıs 1993
SEVR VEYA LOZAN
“Güneydoğu Sorunu” bugün için
Türkiye’nin en önemli meselesidir. Çünkü milli birliğimiz veya toprak
bütünlüğümüz tehdit altındadır. Her gün birçok vatan evladı hayatını
kaybetmektedir. Cumhuriyet’in ilanından beri, M. Akif’in “Şüheda fışkıracak
toprağı sıksan şüheda” diye vasıflandırdığı vatan toprağının bir kısmı, ilk
defa bu kadar ciddi bir şekilde kaybedilme tehlikesi içindedir.
Meselenin asıl kaynağı batılı
ülkelerin menfaatlerini iki yönde geliştirme istek ve çabalarıdır. Bunlardan
birincisi Ortadoğu’ya dolayısıyla bu bölgedeki petrollere hâkim olmak için bir
kukla devlet kurma arzusudur. İkincisi de “Şark Meselesi” olarak isimlendirilen
sorundur.
“Şark Meselesi” 19.yüzyılda emperyalist Avrupa’nın ortaya attığı
politik bir terimdir. Bu meselenin aslı ise, Hıristiyan Batı’nın Müslüman
Türkleri Avrupa ve Anadolu’da istememeleridir. Batının konuyu bu şekilde ele
alması Türklerin Anadolu’ya girmesi ile başlamıştır. 1071 yılından itibaren
ciddi şekilde Anadolu’ya girmeye başlayan Türkler daha sonraki yıllarda
Türklüğü ve İslamiyet’i Avrupa ortalarına kadar ilerletmişlerdir. Hıristiyan
batının Türkleri önce Anadolu’ya daha sonra İstanbul’a, Rumeli’ye ve Avrupa
içlerine sokmamak için verdiği mücadele başarılı olmamıştır. Ancak 1693
yılında, Viyana bozgunundan sonra Avrupa milletlerinin Haçlı zihniyeti
içerisinde, Türkleri geldikleri topraklara geri gönderme çabaları başarılı
olmaya başlamıştır ve 1. Cihan Harbi’nden sonra orduları Sakarya’ya kadar
gelmişse de kahraman milletimiz onları bugünkü sınırlarımız dışına atmasını
bilmiştir.
Avrupa devletlerinin Osmanlı
İmparatorluğunu yıkmakta gösterdikleri başarıda İmparatorlun içerisindeki
azınlık milliyetçiliği akımlarını destekleme politikalarının büyük rolü vardır.
Aynı şekilde 19. yüzyılda başlatılan “Kürtçülük İdeolojisi” de bu anlayıştan
doğmuştur. Osmanlı Türk devletini yıkmak için bazı aşiret ve oymaklara Kürt
oldukları fikri empoze edilerek
Türklerden ayrı bir ırk oldukları şuurunun verilmesi bu taktik anlayıştan
doğmuştur. Kürtçülük faaliyeti içinde olanlar dün de bugün de Türk devletinin
parçalamasından menfaat bekleyen kişi ve gruplardır.
İngiltere 1800’lü yıllardan beri
Kürtçülük hareketi ile yakından ilgilenmiştir. 1800’lü yılların başından
itibaren bölgeye ajanlar görevlendirerek, bölgedeki aşiretlere farklı milliyet
şuuru vermeye başlamıştır. Bu arada yeraltı zenginliklerini de tespit
etmişlerdir.
İngilizlerin en çok uyguladıkları
taktik, “böl ve yönet” taktiğidir. Bu taktiği yürütebilmek için Osmanlı
İmparatorluğu içerisinde, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Ermeni-Kürt
işbirliğini artırmak için Hayben cemiyetini faaliyete geçirmişlerdir.
İngiltere’nin bölgede tesirleri
I. Dünya Savaşı sonrasında çok daha fazla hale gelmiştir. Loyd George 30 Ocak
1919 tarihinde Paris Konferansında Kürt meselesini gündeme getirmiş ve
konferans metnine “Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve
Arabistan Osmanlı Türk İmparatorluğundan ayrılmalıdır.” maddesini koydurmuştur.
10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr
Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, bu istek, daha açık şekilde ortaya
konulmuştur. Sevr Antlaşması’na göre Fırat’ın doğusunda İtilaf devletlerinin
kontrolünde mahalli muhtariyet oluşturulacak; bir yıl sonra ise, Kürt ahali
eğer isterse ve Cemiyeti Akvam da onaylarsa Türkiye bu bölgede hiçbir hak iddia
etmeyecekti. Yani Fırat’ın doğusu Türkiye’den koparılıp alınacaktı. Böylece
kukla Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulacaktı.
Birinci Cihan Harbi’ni takip eden
yıllarda ve milli mücadele yıllarında, İngilizler Kürtler ile ilgili yoğun
faaliyette bulunmuşlardır. Başlıca iki amaca yönelik propaganda yapmışlardır.
Birincisi yöre ahalisi arasında İngiliz sempatisini geliştirmek; ikicisi,
Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini yaymak.
Binbaşı Noel bu yıllarda en fazla
çalışan İngiliz ajanıdır. Onun raporlarına göre bölgede bir siyasi ünite olarak
Kürdistan mevcut değildir fakat zamanla gerekli zemin oluşturularak millet
şuuru gerçekleşebilecektir.
Sonuç olarak İngilizler Kürtleri
menfaatleri ölçüsünde desteklemiş ve kullanmışlar menfaat beklemedikleri zaman
desteklerini çekmişlerdir. Fakat işledikleri “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu”
teması yeşermiş, Türk ve Dünya kamuoyunca benimsenir hale gelmiştir.
A.B.D.’nin Ortadoğu olayları ile
ilgili esas faaliyetleri İkinci Cihan Harbi sonrası başlamıştır. Muhammed Molla
Barzani ile İran Şahı arasındaki mücadelede Şah’a yardım etmiş, 1946 da
Barzani’nin yenilmesini sağlamıştır. Aynı Amerika, 1960 yılından itibaren
Barzani’yi desteklemiş Irak’taki isyana yardım etmiştir. Irak yönetiminin büyük
tepkisi sonucu bu destekten vazgeçmiştir. Barzani, CIA kontrolünde, ABD’de
ölmüştür.
ABD’nin Kürtlerle ilgisi devam
etmiş ve 1980’li yılların başından itibaren bu ilgi giderek artmıştır. A.B.D.
Dışişleri bakanlığının her yıl yayınlanan insan hakları komisyonu raporunda,
1982 yılında Kürtlerden iki cümle ile bahsedilirken 1986 yılı raporunda Kürtlerin
durumu 12 paragraf ile bahsedilmiş ve Türk Hükümeti bu raporda tenkit
edilmiştir. 1987 yılında ise 11 sayfa Kürtlere ayrılmıştır. Takip eden yıllarda
da, raporda Kürt azınlığın insan haklarından yararlandırılmadığı ısrarla
bahsedilmiştir. Böylece Sevr ile bize kabul ettirilemeyen (Lozan’da ret edildi)
Kürtlerin ayrı bir millet olduğu ve azınlık olduğu fikri işlenilerek kukla
Kürdistan devletinin kurulmasına çalışılmaktadır.
ABD, PKK ile ASALA’nın (Ermeni)
işbirliğini de desteklemiştir. ABD sadece PKK ile değil diğer örgütlerle de
işbirliği yapmaktadır. 1988 yılında Irak Kürdistan Yurtsever Birliği Lideri
Celal Talabani’yi ABD yönetimi kabul etmiş ve resmi görüşmeler yapmıştır.
Talabani ise Abdullah Öcalan ile ittifak protokolü yapmış bir kimsedir. Bu
yıllardan sonra PKK militanlarında Amerika yapımı silahlar görülmeye
başlanılmıştır. ABD, PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etmekle birlikte bu
örgütün siyasi, sosyal teorilerini çok büyük oranda paylaşmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
sonrasında ve daha sonraki yıllarda 3 önemli isyan hareketi olmuştur: 1920
Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim hareketleri aslında bir milli isyan
hareketi değildir. Özellikle 1925 Şeyh Sait İsyanı’nın Musul ve Kerkük
meselesinin İngilizlerle müzakereye girişilip T.C. lehine halledileceği zamana
denk gelmesi tesadüfî değildir. 1938 Dersim harekâtının ise, Hatay meselesi
sonrasında doğan gergin zamanda olması tahriklerin dış kaynaklı olduğunu
göstermektedir.
Avrupa’da kurulmuş bulunan Kürt
Cemiyeti’nin 1961 yılında zamanın devlet başkanı Cemal
Gürsel’e gönderdiği telgrafta şu
istekler vardı:
- Kürdistan vilayetleri tek ülke halinde birleşmeli ve Cumhuriyet içinde muhtariyet verilmeli;
- Kürtçe resmi öğrenim dili haline getirilmeli;
- Kürtçe basın ve yayına müsaade edilmeli;
1961 yılında Silopi’de kurulan
Irak Kürdistan Partisi ise programına şunları almıştır:
1. T.C.
Anayasa’sı değiştirilmelidir.
2. Anayasa’ya
Türk ve Kürt terimleri konulmalıdır.
3. Türk
Devleti’nin iki milletten oluştuğu kabul edilmelidir.
4. Kürtçe
yayın yapılmasına müsaade edilmelidir. Okullarda Kürtçe okutulmalı, radyoda
Kürtçe neşriyat yapılmalıdır.
Devrimci Doğu Kültür
Dernekleri’nin 1969’da yayınladıkları bildiri’de ise şunlar vardı:
- Sivas il hududundan itibaren Doğu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmaları yapılmalıdır.
- Kürtlerin etnik bir grup olduğu propaganda edilmelidir.
- Türk ordusu işgal ordusu olarak gösterilmektedir.
- Eylemler Türk Solu ile birlikte yapılmalıdır.
Zamanımızda ise bu görüşleri vatan ve milletin bölünmez bütünlüğü için
yemin edenler (millet vekilleri) kolaylıkla savunmaktadır.
1984 yılında PKK ilk defa ilçe
basarak terörist ve bölücü faaliyetlere hız kazandırmıştır. Körfez harekâtı ile
de durum daha vahim bir hal almıştır.
Bugün artık
her gün birkaç vatan evladı güvenlik görevlimiz şehit edilmekte, devlet
daireleri kurşunlanmakta, bombalanmaktadır. Bu olayların esas sebebi daha önce
belirttiğimiz gibi Doğu ve Güneydoğumuzu da içine alacak kukla bir Kürdistan
devletinin kurulmak istenmesidir.
Bir devletin
kurulması için üç unsur gereklidir.
- Birbirleri ile yaşamaya karar vermiş, müşterek kültür, tarih v.s. gibi değerlere sahip bir topluluk yani millet,
- Bu milletin üzerinde yaşayacağı topraklar yani vatan,
- Bu topraklar üzerinde bu milletin hakim olması, otoritesini kullanabilmesi yani hükümranlık.
İşte Kürt Devleti’ni oluşturmak için bu üç
unsurun gerçekleşmesine çalışılmaktadır.
Daha önce
bahsedildiği gibi İngiltere başta olmak üzere 19. yüzyıl başlarından itibaren
propaganda edilen, “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu” görüşü dünya kamuoyunca
kabul görmüştür. Türk Kamuoyunda da bu düşünce kabul görür hale gelmiştir. Bu
görüşün kabul görmesinde “Türkçe’den başka dillerde yapılacak yayınlar hakkında
kanunun” iptali ile birlikte başlayan resmi ağızlı beyanların büyük rolü
olmuştur.
Herkes anadili ile
konuşabilmelidir şeklinde gerekçe gösterilerek 12 Eylül yönetimi ile getirilen
kanun iptal edilmiştir. Bu iptal işlemi esnasında Kürtlerin ayrı bir millet
olduğu ve nüfuslarının en az 12.000.000 olduğu şeklinde resmi beyanlar
olmuştur.
Devlet için ikinci unsurun
Hükümranlık olduğunu söylemiştik. Kürdistan olarak isimlendirilecek Türkiye’nin
Doğu ve Güneydoğusunda ve Irak’ın kuzeyinde T.C. ve Irak Devletinin hâkimiyeti
ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Irak’ın kuzeyinde, körfez
harekatından sonra, (36.paralel) Irak devletinin hakimiyeti müttefik ülkelerin
gayreti ile ortadan kalkmıştır. Kukla Kürdistan kurmak isteyen ABD ve
müttefikleri bu bölgede Irak’ın denetimi yeniden kazanmaması için Çekiç Gücü Silopi’ye
yerleştirmişlerdir. Bahane olarak Irak’ın bu bölge halkına olan kötü
muamelesini önlemek gereğini ileri sürmüşlerdir. Yani tez şudur: “Kuzey Irak’ta
Kürtler yaşamaktadır. Irak bunların haklarını vermemektedir. İsyan eden bu insanlara
kötü davranmaktadır. İnsan haklarına uyulmamaktadır. İnsan hakları savunucusu
ABD ve müttefiklerinin de bu insanları kazanmak için Çekiç Gücü T.C. Güneyine
yerleştirmişlerdir.”
T.C. Güneyinde devlet
otoritesinin de kalkması gerekir (hükümranlık). Bunun içinde terör metot olarak
kullanılmaktadır. PKK, terör eylemleri ile bölge halkına esas gücün kendisinde
olduğunu göstermeye ve halkta ve devlet kademelerinde yılgınlık doğmasına
çalışmaktadır.
Kuzey Irak’ta ABD kontrolünde bir
devletin kurulması gerçekleşmek üzeredir. Seçim yapılmıştır; Hükümet
kurulmuştur; Ordu kurulmaktadır.
Bu devlet kuruluktan sonra korkarım ki Çekiç Güç T.C. deki Kürtlerin
korunmasını üstlenir ve T.C. otoritesi Güney Doğudan kaldırarak Kürt devletinin
sınırları genişletilmiş olur. Bunu önlemek uygulanan şimdiki politikalar ile
zordur. Çünkü biz de bu insanların farklı bir millet olduğunu kabullenmiş
bulunuyoruz.
Atatürk ve daha sonraki devlet
adamları Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini asla kabul etmemişlerdir ki
doğrusuda budur.
Atatürk bir coğrafya kitabında
şunları yazıyor :
“Türkiye bugün yalnız Türklerin yerleşmiş olduğu araziden mürekkeptir.
Türk olmayanlar, Türklüğe yabancı olanlar vatan haricinde kalmış veya
çıkarılmış bu suretle milli birlik temin edilmiştir. Fakat birçok Türk
vatandaşımız Lozan müdahalesiyle çizilen yeni hudutlarımız haricinde kalmıştır.
Türkiye’de ekalliyet teşkil eden unsurlar Rumlar, Ermeniler ve Musevilerden
ibarettir.”
Atatürk döneminde şekillenen bu
milli politika zamanla terkedilmiş hatta zamanımızda bununla da yetinilmemiş
“Kürtçe” ve “Kürt Irkı” devamlı gündemde tutulmaya çalışılmıştır. Hatta
T.B.M.M. çatısı altında Kürtlere özgürlük isteyen milletvekilleri
çıkabilmiştir.
Son olarak Terör Örgütü PKK’nın
lideri ateşkes ilan ettiğini belirtmiş ve bazı haklar verildiği takdirde
ateşkesin devam edeceğini bildirmiştir. Onun Türkiye’deki uzantısı olanlar ve
bazı gafil kimseler de Apo ve militanlarına yeni bir siyasi sıfat ve hüviyet
kazandırmaya çalışmaktadırlar. PKK’nın ateşkes ilanı bir taktik anlayış
gereğidir. PKK’nın görevlerinden biri silahlı propagandadır. Bu propaganda ile
Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğusunda, Türklerden ayrı bir Kürt Milleti yaşadığını
dünya ve maalesef Türk kamuoyuna kabul ettirmiştir. Dolayısıyla görevlerinden
birini başarı ile tamamlanmıştır.
PKK ikinci görevini ise, bu
bölgede T.C.nin otoritesini ortadan kaldırarak kendi hükümranlıklarını kabul
ettirmeyi, güvenlik güçlerimizin ve yöre halkının mücadelesi sonucu
başaramamıştır. Bu sebeple de PKK lideri ateşkes ilan ettiğini açıklamıştır.
Ateşkesin devamı için ileri sürdüğü istekler ise bölücü örgütlerin 1960’lı
yıllarda yazdıkları ile aynıdır.
Türkiye’nin önünde şimdi iki yol vardır. Biri Sevr’e diğer Lozan’a
gitmektedir.
Türkiye eğer Sevr’e gitmek istiyorsa yapacağı işlemler şunlardır:
- T.C. Devleti’nin üniter yapısı tartışmaya açılmalı, federatif devlet modeli üzerinde durulmalıdır.
- T.C. Devleti içinde farklı iki millet olduğu belirtilerek I.Cumhuriyet tartışılmalı, II.Cumhuriyetin kurulması için propaganda yapılmalıdır.
- Kürtçe TV, gazete, kitap, gibi yayınların yapılması kolaylaştırılmalıdır.
- Anadolu’nun Güney Doğusunda muhtar bir bölge kurulmalıdır. Bu bölgede güvenlik ve asayişi PKK militanları sağlamalıdır.
- Her ihtimale karşı Çekiç Güç’ün göreve devam etmesi sağlanmalı, bu bölgedeki halkın hakları bu güce emanet edilmelidir.
- Irak Devleti’nin 36.paralelin kuzeyinde otoritesinin kalmaması sağlanmalıdır.
- Irak’ın kuzeyi ile Anadolu’nun güneydoğusu bileştirilerek Kürt Devleti kurulmalıdır.
Türkiye elbette ki Sevr yolunu
seçemeyeceğine göre ikinci yolu seçmelidir ve şunları yapmalıdır:
- Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Rum, Ermeni, ve Yahudilerden başka bir azınlık grubu olmadığı bütün dünyaya ilan edilmelidir.
- T.C. vatandaşlarının hepsinin bu devletin birinci sınıf vatandaşı olduğu, etnik temeli ne olursa olsun herkesin Yüce Türk Milleti’nin birer ferdi olduğu anlatılmalıdır.
- Devletin üniter (tekil) yapısı tartışma konusu yapılmamalı federatif bir yapıdan söz dahi edilmemelidir.
- Devletin resmi otoritesi ülkenin her karış toprağında hâkim kılınmalıdır.
- Devletin şefkati her vatandaşa ulaşmalı, bölgeler ve insanlar arası gelir dağılımındaki bozukluk düzeltilmelidir.
- Resmi dilin Türkçe olduğu ve bu dilden başka bir dille eğitimin mümkün olmadığı anlatılmalıdır.
- Apo veya PKK adına konuşan hiçbir kimse devletin muhatabı olarak kabul edilmemelidir. Bu hususta Türk adaleti son söz sahibi kılınmalıdır.
- Irak’ın toprak bütünlüğü savunulmalıdır. Bu ülkede demokratik devlet yapısının kurulması teşvik edilmelidir.
- Çekiç Gücün bölgeden uzaklaştırılması sağlanmalıdır.
- Batılı ülkelerin bölgedeki faaliyetleri yakından takip edilmelidir.
Bütün bunları
gerçekleştirmeye kalkarken Apo tekrar kan dökebilir endişesi yersizdir. Atatürk
Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunu anlattığı Büyük Nutku’nun sonunda şunları
söylüyor: “Bugün vasıl olduğumuz netice
milli musibetlerin intihabı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların
bedelidir. Bu neticeyi Türk Gençliğine emanet ediyorum.”
T.C.
Devleti’ni kurmak için vatanın her köşesini kanları ile sulamasını bilen
milletimiz onu ebediyete kadar yaşatmak için de gerekirse şimdi de asil kanını
aziz vatan topraklarına dökmekten çekinmez.
24 Haziran 2014 Salı
ANDIMIZI
OKUMADAN BÜYÜYENDEN CUMHURBAŞKANI OLMAZ!
Ekmeleddin İhsanoğlu Mısır’da
doğup büyümüş, 27 yaşında Türkiye’ye gelmiş. Yani Çocukluğu ve gençliği Mısır’da
geçmiş.
Yani;
İlk okulu, orta okulu, liseyi
Türkiye’de okumamış;
Kış günü, karlı yolda delik ayakkabı ile okula giderken ayakları buz
kesmemiş;
Sınıfın tüten sobasında yakılması için okula odun götürmemiş;
Dakikalarca belediye otobüsünü bekleyip sonra da zar zor otobüse binip,
ayakta sıkışıp kalmamış;
Sınıfta, öğretmenin arkasında aslı Atatürk fotoğrafına gözlerini dikip,
kurtuluş savaşının şehitlerini, gazilerini düşünmemiş;
Atatürk ilkelerini anlatan öğretmenini heyecan ile dinlememiş;
Okuldan kaçıp sinemaya gitmemiş;
Otobüs ile şehirler arası yolda giderken, muavinin “Kaptan pilotunuz 15
dakika ihtiyaç molası vermiştir, çaylar şirkettendir” diyen sesi ile daldığı
uykudan uyanmamış;
Urfa’da patlıcan kebabı, Van’da otlu peynir, Trabzon’da hamsili pilav, Karaköy’de
balık ekmek, İzmir’de kokoreç, Kayseri’de mantı yememiş;
Bir kır kahvesinde çay içmemiş;
Köyde davar otlatmamış, düven sürmemiş; eşeğe binmemiş;
Bağlama çalmayı denememiş, Neşet Ertaş’ı, dinlememiş;
Gazinoya gidip, Münir Nurettin’in gazelini dinlerken “Ah ulan ah!” diye
bağırmamış;
Kız lisesi önüne gidip, okuldan çıkan kızlara takılmamış;
Maça gidip hakeme küfretmemiş;
Toprak sahada, kösele toplarla futbol oynayıp, sakatlanmamış.
Ve en önemlisi, her hafta bağımsızlığımızın ve ulusal varlığımızın
timsali, şanlı bayrağımızın gölgesinde, göğsünü gere gere,
“Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
andımızı
okumamış.
Özetle, Türk
yurdunda, Türklük bilinci ve Atatürk sevgisi ile, Anadolu insanının hayat
tecrübelerini yaşayarak büyümemiş. Böyle
birisinin bizi hakkıyla temsil edebileceğine inanmıyorum.
Tayyip
Erdoğan’ın karşısına en kısa zamanda başka bir aday çıkarılmalıdır. Ekmeleddin
İhsanoğlu uygun aday değildir. İster Tayyip olsun isterse başka birisi, AKP
adayı karşısında İhsanoğlu’nun kazanma
şansı yoktur.
22 Haziran 2014 Pazar
DEMOKRASİ DİKTACI TUTUM VE KILIÇDAROĞU
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde
sergilediği davranış ve eylemler onun gerçek kişiliğini ve niyetini açığa
çıkardı. Kendi milletvekillerine, yetkili kurullarına danışmadan hatta bilgi
vermeden bir “çatı adayı” belirledi ve Bahçeli’ye teklif götürdü. Zaten bu
teklifin geleceğini bilen Bahçeli de adayı benimsediğini ilân etti.
Adayın isminin tepki görmeye başlayınca Uğur Dündar’ın
programına çıkan Kılıçdaroğlu, tasvip
edilmesi mümkün olmayan bir söz söyledi, “İkinci bir adayın çıkmasına izin
vermem” dedi. Benim merak ettiğim husus şunlar:
Kendisinin diğer milletvekillerinin aday göstermesini
engelleyecek bir yetkisi var mıdır? Yoksa nasıl engelleyecektir?
Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçildiği dönemde Sadi
Somuncuoğlu’nu adaylıktan vazgeçirmek için kullanılan dayak yöntemini mi
kullanacaktır?
Aday belirleme yöntemi demokratik olmayan Kılıçdaroğlu, “ikinci
bir adaya izin vermem” diyerek demokrasiye olan inançsızlığını dile
getirmiştir. Bu tutumu demokratik değil diktacı bir tutumdur.
Parti içinde
demokrasi istemeyen ve diktacı davranışlar sergileyen Kılıçdaroğlu’nun Tayyip
Erdoğan dahil başka liderleri demokrasiye inanmamakla ve diktatörlükle suçlama yüzü ve hakkı kalmamıştır.
Böyle bir lider CHP’ye yakışmıyor. Kılıçdaroğlu en büyük
zararı kendi partisine veriyor. Partisini
yeni oluşumlara gebe hale getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası
olmasa bile 2015’te yapılacak genel seçimlerden sonra, CHP seçmenini gerçekten temsil
edecek bir parti kurulabilir. Bunun müsebbibi de Kılıçdaroğu ve onu
destekleyenler olacaktır. İkinci ihtimal ise partinin Kılıçdaroğlu’ndan kurtarılmasıdır.
20 Haziran 2014 Cuma
BÜYÜK KUMPAS DEVAM EDİYOR
Uydurma kanıtlar, yalancı
tanıklar kullanılarak tutsak edilen kahramanlarımız nihayet özgürlüklerine
kavuştular. Artık hiç kimsenin bir kumpas sonucu askerlerimizin tutsak
edildiğinden şüphesi kalmadı. Aslında bu kumpas sadece askerlerimize değil, BOP’ne
karşı çıkabilecek ve Tayyip’in bu proje kapsamında yapacaklarında engel
olabilecek vatanseverler, gazeteciler, aydınlar, bilim adamlarına da yapıldı ve insanlar suçsuz yere Ergenekon, balyoz,
casusluk, fuhuş gibi davalarla hapse atıldı.
Peki kim ve ne için bu
kumpası kurmuştu? Bunu anlayabilmek için iki hususu göz önünde tutmak gerekir:
Büyük Orta Doğu Projesi ve 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi.
ABD, Irak’ın işgalini
gerçekleştirmek için, Türkiye Cumhuriyeti topraklarını, limanlarını ve hava
sahasını kullanmak istemiş ama bu istekleri Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin
hazırlayıp TBMM meclisine sunduğu tezkerenin ret edilmesi ile bu isteğini
gerçekleştirememişti. Türkiye topraklarını kullanamayan ABD büyük oranda
ekonomik kayba uğramıştı.
Tezkerenin ret edilmesine
CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın büyük rolü oldu. ABD yetkilileri TSK’ni de tezkerenin
kabul edilmemesinde rol oynadığı gerekçesi ile suçladı. ABD’nin gözünde Deniz Baykal ve TSK, BOP projesinin
gerçekleştirilmesi için tasfiye edilmesi gereken birer engel olarak görülmeye
başlandı.
Buraya bir nokta koyup biraz
geriye gidelim ve tezkereyi meclise sunan Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin
nasıl kurulduğunu bir hatırlayalım. Ecevit hükümeti başta iken bir Milli
Güvenlik Kurulu toplantısında Ahmet Necdet Sezer’in bir davranışı medyada
abartılarak ve sanki bir siyasi krize neden olmuş gibi haber yapıldı. Arkasından
bu olay bahane edilerek ekonomik kriz çıkarıldı. Bu krizin çıkmasında batılı
finans çevrelerinin Türkiye içindeki paralarını geri çekmesinin büyük rolü
oldu.
Kriz oluşunca kurtarıcı
olarak gene aynı finans çevrelerinin has adamı Kemal Derviş geldi ve bakan
yapıldı. Ecevit’in ABD’nin Kuzey Irak politikalarına şiddetle karşı çıkması
onun hükümetinin sonunu getirdi. Kemal
Derviş DSP’yi, Hüsamettin Özkan Anavatan'ı, Abdullah Gül’de Saadet Partisini
parçaladı. TBMM meclisinde sandalye dağılım değişti. Tam bu sırada Devlet
Bahçeli ortaya çıktı ve 3 Kasım’da seçim olmasını istedi. Erken seçim
yapılmasına ilişkin verilen önerge DSP hariç, diğer partilerin desteği ile
kabul edildi. 3 Kasım seçimleri yapıldı ve AKP iktidar oldu.
Erken seçime gitmede 4 isim
önemli rol oynamıştır: Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan, Abdullah Gül ve Devlet Bahçeli.
Bu 4 isim hafızalardan silinmemelidir. Bunların gayretleri sonucu seçim yapımlı
ve Recep Tayyip Erdoğan’a iktidar yolu açıldı.
Ortadoğu’da Türkiye dahil 22
ülkenin rejimini ve sınırlarını değiştirmeye kararlı olan ABD Tayyip Erdoğan’a
büyük görevler vermiştir. Vermiştir ama Erdoğan’ın da rahat çalışması için
önündeki engellerin kaldırılması ve bazı çevrelerin ve insanların pasifize
edilmesi gerekiyordu. Bu amaçla CHP’ye bir proje uygulandı. ABD’nin tezkerenin
ret edilmesinden dolayı kızgınlık duyduğu Deniz Baykal kaset komplosu ile
ekarte edildi. CHP genel başkanlığına Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelmesi sağlanmış
oldu.
ABD ve RTE için en büyük
engel TSK idi. Tasfiye etmek gerekiyordu. Tayyip ve Cemaat iş birliği ile çok
değerli subaylarımız, kanıtlar üretilerek ve yalancı tanıklar kullanılarak tutsak
edildi. Yani TSK’ne kurulan kumpasın geçmişi 1 Mart tezkeresine, oradan Recep
Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan 3 Kasım seçimlerine kadar gider. Dün özgülüğüne kavuşan komutanlarımız kumpas
kuranlardan hesap soracaklarsa bu gerçeği göz önünde tutmalıdır.
BOP devam etmektedir. ABD, bu
amaçla Türkiye içinde yeni operasyonlar yapma peşindedir. Bu operasyon, kendi istedikleri bir kimseyi Cumhurbaşkanı
seçtirmek amacını taşıyor ve bu amaçla bir oyun oynanmaya başlandı. Bu oyunda
rol alanlar ise, geçmişte 3 Kasım seçimlerine Türkiye’yi götüren isimler; yani,
Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan, Abdullah Gül, Devlet Bahçeli ve bir de yeni bir
aktör, Kemal Klıçdaroğlu. Bunlar baş başa vermiş ve bir cumhurbaşkanı adayı
belirlemişler. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’li, Devlet Bahçeli MHP’li
milletvekillerinin ellerini bağlamış, başka bir adayın çıkmasına izin
vermiyorlar.
Bu durumda 10 Ağustos
seçimlerinde ABD’nin kaybetmesine imkân yok. Ya Tayyip Erdoğan ya da
Ekmelleddin İhsanoğlu seçilecek. Doğrusu bu 5 aktör de rollerini çok iyi
oynadılar. Bu aktörleri insanlarımızın iyi tanıması gerekir.
Atatürk ilkelerine bağlı,
antiemperyalist, özgürlüğe ve
bağımsızlığa inanmış, ulusun ve vatanın birliğinden yana, laiklik ilkesini
benimsemiş, hukukun üstünlüğüne inanan, Türk Ulusu’nun tüm fertlerini mezhep ve
etnik kimlik ayırımı yapmadan kucaklayan bir aday çıkmadığı takdirde,
insanlarımız ya kırk katırı, ya da kırk satırı tercih edecekler.
TSK’ne kurulan kumpas sona
erdi ama Türkiye Cumhuriyeti’ne kurulan kumpas devam ediyor. Türk Ulusu
kendisine kurulan bu kumpası bozmalıdır ve bozacaktır da…
18 Haziran 2014 Çarşamba
CUMHURBAŞKANLIĞI ÜÇ
PARTİ LİDERİNİN DİLİN UCUNDA OLAMAZ
Türkiye tarihinde ilk defa cumhurbaşkanını halk seçecek.
Seçecek de kimi seçecek ve nasıl seçecek? Ve bu seçim ne kadar demokratik
olacak?
Seçim yasasına göre adaylardan % 50 oy alan ilk turda
seçilmiş olacak. Eğer adaylardan hiçbirisi bu oranda oy alamazsa, iki adaydan
en çok oy alan cumhurbaşkanı olacak. Görünen o ki, yarış AKP ve muhalefetin
belirleyeceği adaylar arasında geçecek.
Bu seçimin demokratik
olması için, aday belirleme yönteminin de demokratik olması gerekir. İktidarın
adayının kim olacağına tek başına Erdoğan karar verecek. Muhalefetin adayını
ise Kılıçdaroğlu ve Bahçeli belirledi bile.
Aday belirleme sürecini iyi değerlendirmek lazım. Burada
muhalefetin iki lideri bir oyun oynadı. Önce Bahçeli, “çatı aday” formülünü
ortaya attı ve seçimi kazanmak için bu adayın muhafazakâr ve dindar bir kimliğe
sahip olmasını dile getirdi. Halkta
adayın bu özelliklere sahip birisinin olması gerektiğine dair bir kanı
oluşturuldu. Sonra her iki lider sanki aday belirlerken fikirlerine değer
vereceklermiş gibi diğer siyasi partileri, sendikaları, sivil toplum
örgütlerini dolaştılar. Sonra da,
Kılıçdaroğlu, sanki bu fikir alışverişlerinde kendisine Ekmeleddin İhsanoğu
lanse edilmiş gibi Bahçeli’ye bu ismin aday olması konusunda bir teklif
götürdü. Bahçeli de hiç şaşırmadı, hiç düşünmedi ve hemen kabul etti.
Anlaşılan Bahçeli ile bu isim üzerinde çok önce anlaşmışlar.
Muhtemelen de onun için Bahçeli insanlarımızı seçimi ancak sağcı, muhafazakâr
bir adayın kazabileceği konusunda beklentiye sokmuş. Bu iki liderin aklına bu
isim nereden gelmiş, belli değil. Sanırım
aynı merkez ikisinin de kulağına bu ismi fısıldamış.
İşin garibi, bu ismin aday olacağından genel başkan
yardımcıları dâhil parti yöneticilerinin, milletvekillerinin, yetkili
kurulların haberi yok. Bu aday,
partilerin değil, liderlerin adayı olmuş.
Bu durumda bize düşen görev de ya Erdoğan’nın belirlediği
birisini ya da iki liderin istediği birisini cumhurbaşkanı seçmek oluyor. Buna
da demokrasi diyorlar, cumhurbaşkanını halk seçecek diyorlar. Şimdi bu demokrasi
mi oluyor.
Yani, bir tarafta iki liderin, teşkilatlarından ve
milletvekillerinden bile gizli olarak, parti dışından kim bilir kimlerle
istişare ederek ve kendi aralarında konuşarak belirlediği bir aday, diğer yanda
Erdoğan veya onun istediği birisi. Bu yöntem, ancak “uydum imama kültürü”nün
hâkim olduğu ülkelerde uygulanabilir. Gerçek demokrasinin olduğu ülkelerde aday
böyle belirlenmez. Bir kimse bir partinin adayı olacaksa, o partinin tabanının,
teşkilatının, milletvekillerinin görüşü alınır, onlarla istişare edilir.
Kapalı kapılar
ardında, küresel sermayenin temsilcileri ile yapılan mutabakat sonunda aday
belirlenmişse, benim bu adaya oy verme mecburiyetim olamaz. Bu oyunu bozmak TBMM içindeki yurtsever
milletvekillerinin görevidir. Bizim temsilcilerimiz olarak, milletvekillerinin Atatürk
Milliyetçiliğine bağlı, ve laik, demokratik, mili devletimizi korumaya kararlı bir
aday çıkarmaları şarttır. Beklentimiz ve umudumuz budur.
16 Haziran 2014 Pazartesi
ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYA RAZI ETMEK
ABD ve ortaklarının yeni bir oyunu ile karşı karşıyayız. Tayyip hem içeride hem de dışarıda çok yıpranmıştı. Seçilse bile uzun süre Cumhurbaşkanı olarak kalamazdı. ABD, İsrail ve İngiltere'nin Ortadoğu planlarının gerçekleştirmek için uygun ve yıpranmamış bir aday bulmaları lazımdı. Onu da buldular, Ekmelleddin İhsanoğlu.
Bana kalırsa, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu bu isim üzerinde çok önceden anlaşmışlardı. Ekmeleddin İhsanoğlu'nu CHP ve MHP tabanına kabul ettirebilmek için önce Bahçeli şemalar çizerek sağ ve muhafazakar seçmenin oyunu alabilecek bir çatı aday bulma fikrini ortaya attı. Kılıçdaroğlu da bu fikri hemen benimsedi (zaten haberi vardı). Yalandan turlara başladılar. Tayyip'e karşı kazanma ihtimali olan bir adayın sağcı ve muhafazakar çevrelerden olması gerektiği düşüncesini yaydılar. Böylece, CHP seçmeni de Tayyip olacağına onun yerine varsın başka bir dindar ve sağcı olsun fikrini benimsemeye başladı. Halk öyle bir beklenti içine sokuldu ki, Ekmelleddin İhsanoğu benimsenebilsin.
Gelinen noktada ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar.
İhsanoğu Gül gibi Exeter Üniversitesinde eğitim görmüş birisidir. İngiltere Ortadoğu politikalarını yürütebilmek için kendisine gerekli olan insanları burada eğitir ve kullanır. Gül ile İhsanoğlu arasında bence çok büyük bir fark
Şimdi soruyorum size, Ali İhsan Korkmazlar, Sarısülükler, Berkinler ve diğerleri İhsanoğlu cumhurbaşkanı olsun diye mi öldüler? Milyonlarca insan "Mustafa Kemalin askerleriyiz" diye meydanları, statları, salonlar bu adam cumhurbaşkanı olsun diye mi inlettiler? İnsanlar bunun için mi TOMA'ların önüne Türk Bayrakları ve Atatürk posterleri ile dikildiler? Bu adam mı Atatürk'ün koltuğuna oturacak? Bu adam mı Üniversiteleri cemaatlerin elinden alıp gerçek bilim adamlarına verecek?
Seçilme şansına gelince, bence Tayyip'in şansı arttı.
Merak ettiğim husus şu: CHP ve MHP liderleri diğer partileri, sendikaları, dernekleri, diğre sivil toplum örgütlerini dolaştılar ve görüş aldılar. Acaba kim bunlara Ekmelleddin İhsanoğu aday olsun dedi? Sanırım hiç kimse. Olsa olsa hoca efendi demiştir.
Umarım CHP ve MHP içinden özgür düşünceli milletvekilleri çıkar da Çankaya'ya çıkınca Atatürk'ün kemiklerini sızlatmayacak birisini aday gösterirler.
12 Haziran 2014 Perşembe
BOP EŞBAŞKANI İŞ BAŞINDA
Ortadoğu’daki tüm gelişmeleri anlamak için ABD’nin Büyük Ortadoğu
Projesinin (BOP) iyi anlaşılması gerekir. BOP, ilk defa Condoleezza Rice’ın
7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir.
“Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Başlıklı yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar
Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının
değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.
ABD için Ortadoğu çok önemlidir çünkü:
·
Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin ise
yüzde 34'ü de Ortadoğu'dadır.
Petrol tüketimi 2003'te günde 66 milyon
varilken, 2020'de 119 milyon varil olacaktır.
Ortadoğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek
ve maliyeti de ucuzdur.
Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin yüzde 65.4
üne sahiptir. Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince toplam,
rezerv dünya rezervlerinin yüzde 69.6 sına ulaşmaktadır.
2002 Yılında Ortadoğu küresel petrol
ihtiyacının yüzde 41.4 ünü karşılamıştır.
ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek muhtemel bir gücün oluşmasını
engellemek istemektedir.
ABD bu proje ile rakipsiz askeri gücü teknolojik imkanı ile Ortadoğu
bölgesini kontrol sevdasındadır.
Amerika bu proje ile Ortadoğu bölgesinde bulunan petrol ve doğalgaz
kaynakları üzerinde denetimini sağlamak istemektedir.
ABD bu proje ile ayrıca İsrail’in emniyetini sağlama amacını gütmektedir.
Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bu kaynaklardan uzak tutmak
istemektedir.
Ortadoğu Bölgesinde bulunan tüm petrol ve doğalgaz yataklarına serbestçe
ve korkusuzca ulaşmayı hedeflemektedir.
Condoleezza Rice’ın açıkladığı ve ABD’nin gerçekleştirmek istediği bu
proje ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin
yardımı ile hayata geçirilebilirdi. Onun için kendilerinin desteği ile başbakan
olan Recep Tayyip Erdoğan’a taşeronluk
görevi verildi. O da ben BOP eş başkanıyım diye ortaya çıktı. ABD’nin istekleri
doğrultusunda Türkiye’yi ve Orta Doğu ülkelerini yönlendirmeye başladı.
Mâdem ki sınırları ve rejimi değişecek ülkeler arasında Türkiye de
vardı, öncelikle onun bölüme şartlarının yaratılması gerekiyordu. Bu amaçla,
2002 yılında bitme noktasına gelen ve liderleri hapsedilen PKK terörü azdırılmalı
ve Güneydoğu Anadolu’nun temsilcisi olarak APO ve PKK olduğu Türk halkına ve
tüm dünyaya kabul ettirilmeliydi. Terör, uygulanan politikalarla azdırıldı.
Askerlerimiz şehit edildi.
Şehit olan bu Anadolu çocuklarının kanı üzerinden politika yapılarak, “analar
ağlamasın” sözü sık sık tekrarlanır oldu. Ve bu “analar ağlamasın” sözü açılım
süreci denilen soytarılığa gerekçe oldu. Satılık kalemler Televizyon televizyon
gezerek demokrasi dediler barış dediler ve bölünmeyi allayıp pullayıp Türk
Milletine kabul ettirmeye çalıştılar.
Açılım projesi PKK ve Apo ile birlikte yürütülmeye başlandı. Güneydoğu’da
hakimiyet yavaş yavaş PKK’ya bırakıldı. Oslo mutabakatı çerçevesinde, askerler
kışlalarına hapsoldu; komutanlar ve halkı uyarma ihtimali olan vatansever
aydınlar tutsak edildi. APO’nun
istemediği valiler değiştirildi. Türk bayrağı indirildi, terör örgütünün
paçavrası göndere çekildi.
BOP eş başkanı Tayyip Erdoğan’ın işi Türkiye ile sınırlı değildi. Irak’ın
parçalanması için bu ülkenin kuzeyinde Barzani yönetiminde özerk bir devlet
kurulmasına izin verdi ve bu yönetimi destekledi. ABD’nin isteği ise Irak’ı
Şii, Sünni ve Kürt bölgesi olarak üçe bölmekti. IŞİD bu gaye ile kuruldu. En
büyük yardımı Suudilerden ve bizden aldı. Bu yardımlar sayesinde Irak’ın orta
bölgesini işgal ettiler ve Sünni bir devlet kurduklarını ilân ettiler. ABD
güdümündeki şii Maliki de Irak ordularını bu bölgeden çekerek parçalanmaya yardım
etti. Böylece Irak fiilen üçe bölünmüş oldu.
BOP eş başkanı Suriye’nin bölünmesi için de çok uğraştı. Kısmen de
başarılı oldu. Esat yerinde kaldı ama Suriye’nin kuzeyi muhaliflerin eline
geçti. Tabi ki burada da çok kan döküldü. Bu kan döken silahların ve mühimmatın
bir kısmı da bizden gitti.
Hiçbir ülke vatan topraklarının başkasının hükümranlığına girmesini ve
ülkenin bölünmesini istemez. Bölünmelerin gerçekleşmesi için, o ülke halkının bölünmesi ve insanların bir birine düşman
edilmesi gerekirdi. Merkezi otoritenin zayıflatılması gerekirdi. Öyle de
yapıldı.
Saddam yok edildi, Esat’ın otoritesi zaafa uğratıldı. İnsanlar mezhep,
etnik köken farklılıkları ön plana çıkarılarak ayrıştırıldı ve düşman topluluklar
oluşturuldu. Bu topluluklara bir birlerini öldürmeleri için silah dâhil her
türlü yardım yapıldı. Bütün bunları yapan emperyalist güçlere bizim
başbakanımız BOP eş başkanı olarak destek verdi. ABD, İsrail ve diğer
emperyalist güçlerin bu kirli oyunları sonucu yüz binlerce insan öldü, insanlar
evinden yurdundan oldu. Kan, gözyaşı sel oldu aktı. Daha da akacağa benziyor
çünkü mezhep ve ırk üzerinden yaratılan düşmanlıklar kolay kolay son bulmaz.
Hele bu insanlar kendi inançları gereği diğer insanların ölümü hak ettiğine
inanıyorlarsa…
Ortadoğu’nun barışa kavuşması için ilk şart, insanların kardeşliğine,
özgürlüğüne, milletin ve vatanın birliğine inanan ve antiemperyalist
politikalar uygulayacak olan bir yönetim anlayışının Türkiye’ye hâkim olmasına
bağlıdır. Temennimiz de çabamız da bunun içindir.
11 Haziran 2014 Çarşamba
KAN VE GÖZ YAŞI BİTSİN ARTIK
Yıllardır Cumhuriyet’e insafsızca saldıran liboş, din simsarı, ikinci cumhuriyetçi, bölücü yazarlar televizyon, televizyon gezip Suriye için savaş kışkırtıcılığı yaptı. onların yüceltmeye doyamadıkları Hükumet ise, Suriye yönetiminin muhaliflerini sürekli destekledi.. MİT aracılığı ile tırlar dolusu malzemeler muhaliflere yollandı. Orada ölen her insanın vebali bize aittir.
Sözüm ona, muhaliflerin mücadelesi sonucu, Esad gidecek, Suriye’ye demokrasi gelecekti. Bu eli silahlı, gözü kanlı insanlar getire getire Suriye’ye ölüm getirdiler, zulüm getirdiler. Binlerce insan öldü, yüz binlerce insan evinden yurdundan göç etti. Şimdi de bu katil sürüleri, kan dökülmesi eksilmeyen Irak’ta katliamlar yapa yapa ilerliyorlar. Kuzey Irak’ın önemli bir bölümüne hâkim oldular. Musul Konsolosluğundaki görevlilerimizi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını rehin aldılar. O bölgede yaşayan Türkmen kardeşlerimizi de katletmeye başladılar.
Yıllardır savaş çığırtkanlığı atan bu liboş, din tüccarı, ikinci cumhuriyetçi ahlaksız takım şimdi zil çalıp oynayabilir. Irak, Suriye artık korkunç bir mezhep, ırk savaşı içine girdi. Kimin kimi keseceği belli değil.
O bölgedeki insanların hepsi de bizim kardeşimizdir, hiç birinin canı yansın istemeyiz ama bizim için önemli olan Türkmenlerdir. Onlar Ortadoğu’da Türklüğün bir kalesi olarak varlar. Onları korumak tarihin ve kardeşliğin bize yüklediği bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek için silahlı müdahale dâhil her türlü çare gündeme getirilmelidir. Diplomatik yollar tıkandığında tek seçenek askeri müdahaledir.
Apo’nun emri ile Engin Alan, Levent Göktaş gibi çok değerli subaylarımızın hapse atılmasına ve ordumuzun komuta kademesi zaafa uğratılmasına rağmen, ordumuz kendisine verilecek görevleri yapmaya hazırdır. Ordumuz hazır olmasına hazırdır ama IŞİD denilen bu terörist örgütü yıllarca besleyip büyütenlerin müdahale kararı alması çok zordur.
Türkiye’nin de, Ortadoğu’nun da barışa ve refaha kavuşması, kan ve gözyaşının bitmesi için ilk şart bizim hükumetin değişmesidir ve o gün de yakındır.
10 Haziran 2014 Salı
Eyup Karakaş: DİRENİŞ VE UYANIŞBAŞLAMIŞTIRTayyip Erdoğan’ın bug...
Eyup Karakaş: DİRENİŞ VE UYANIŞBAŞLAMIŞTIR
Tayyip Erdoğan’ın bug...: DİRENİŞ VE UYANIŞ BAŞLAMIŞTIR Tayyip Erdoğan’ın bugünkü grup toplantısında söylediklerini okuyunca bir başbakan yakışmayan bir konuşma ...
Tayyip Erdoğan’ın bug...: DİRENİŞ VE UYANIŞ BAŞLAMIŞTIR Tayyip Erdoğan’ın bugünkü grup toplantısında söylediklerini okuyunca bir başbakan yakışmayan bir konuşma ...
DİRENİŞ VE UYANIŞ
BAŞLAMIŞTIR
Tayyip Erdoğan’ın bugünkü grup toplantısında söylediklerini
okuyunca bir başbakan yakışmayan bir konuşma olmuş dedim. Sonra kendi kendime
dedim ki, böyle bir konuşma bir başbakana yakışmaz ama Tayyip Erdoğan’a çok
yakışmış. İçi kışkırtıcı ifadeler, yalan sözler, haksız suçlamalarla dolu;
ayrıştırıcı, düşmanlık yaratıcı bir konuşma olmuş.
Başbakan, kamuoyu tepkisinin kendi aleyhine dönmemesi için
yalandan da olsa bayrağı indirenlere kızıyor, önlemeyen silahlı kuvvetler
mensuplarını da suçluyor. Oysa onun kimseleri suçlamaya hakkı yoktur. Bayrağın indirilmesine giden yolu o
açmıştır.
Türk Ulusunu etnik kökenlerine, dini inançlarına,
mezheplerine ve yaşam biçimlerine göre bölüp ulusal birliği yok eden,
kardeşlikten çok ayırımcılığı teşvik eden kendisidir. Atatürk ve İnönü’ye iki
ayyaş diyen kendisidir. Okullardan andımızı kaldıran kendisidir. Türk
milliyetini ayaklar altına aldığını söyleyen kendisidir.
Bayrak sadece hükümranlığımızın değil, milliyetimizin de bir
işaretidir. Başbakan Türk milliyetini ayaklarının altına aldığını söylerse,
başkası da çıkar Türk bayrağını gönderinden indir.
MHP ve CHP için şehit cenazeleri gelsin diye pusuda
bekliyorlar diye haksız ve insafsız bir şekilde tenkit etmiş. Daha öncede buna
benzer şekilde özellikle MHP’yi şehit kanları ile besleniyorlar diye itham
etmişti. Kendisinin iktidara geldiği 2002 yılında terörün bittiğini, artık
şehit cenazelerinin gelmediğini, Güneydoğu’da hayatın normale döndüğünü unutmuş
görünüyor. Bağımsız bir kukla devletin kurulmasına yol açacak olan açılım
sürecini halka kabul ettirmek ve sürece gerekçe bulmak için ileri sürdüğü şey,
anneler ağlamasın, şehit cenazesi gelmesin değil miydi?
Açılım sürecinin başlaması için şehitlerin cenazelerinin
gelmesi, annelerin ağlaması gerekirdi. 2002 yılında sıfırlanan terörü kim
diriltti? Ve neden diriltti? Çözüm
sürecine bahane bulmak için mi terör azdırıldı?
Bu soruların cevabını vermek için Tayyip Erdoğan’ın iktidara
geldikten sonraki icraatlarına bakmak lazım.
Önce, terör
örgütüne karşı, ‘kendi yöntemlerini’ kullanarak etkin bir mücadele yürüten
‘özel timler’, ileride başa bela olur korkusu ile dağıtıldı. Özel harekât
polisleri pasif görevlere getirildi. Olağan üstü hal kaldırıldı. TSK’nin yetkileri
kısıtlandı. Bölgede görev yapan kuvvetlerden ‘93 bin kişilik’ kısıntıya
gidildi, aralarında ‘mekanize’ birliklerin de bulunduğu bazı tugaylar
lağvedildi. ‘Operasyon’ amaçlı olarak kullanılan birlikler, aşamalı bir şekilde
batıya kaydırıldı. Sınır bölgesi dışında kalan alanların tamamı, bölücülerin hâkimiyetine
terk edildi.
Bütün bunlar PKK’nın
kuluçkadan çıkmasına, büyüyüp serpilmesine yol açtı. 2002 yılında biten terör hortladı ve anneler ağlamaya, şehit cenazeleri
gelmeye başladı. Açılım süreci böylece gerekçe kazandı. Şimdi soruyorum,
kimmiş şehit kanları ile beslenen? Kimmiş, annelerin gözyaşları aksın da ben
planladığım politikaları yürürlüğe soksam diyen?
Tayyip Erdoğan’ın
grup toplantısında muhalefet partileri, bazı medya kuruluşlarını “İnanın bunlar için en iyi Kürt ölü Kürttür.
En iyi Alevi ölü Alevidir.” şeklinde suçlaması ise, toplumu düşman kamplara
ayırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez. Bu nasıl bir sözdür? Bir başbakan
muhalefet partilerini nasıl bu şekilde suçlayabilir? İnanılır gibi değil,
doğrusu... Dediğim gibi, bir başbakana yakışmayan ama Tayyip Erdoğan çok
yakışan bir ifade olmuş.
PKK, BDP, HDP ve AKP ne yaparsa yapsın, ne
ülkeyi ne de milleti bölemez.
Gezi ile başlayan uyanış ve direniş şimdilerde Diyarbakır’da yeşerdi. Çocukları
dağda olan annelerin eylemi çok önemlidir. Güneydoğu halkının gerçek
temsilcilerinin PKK olmadığının işaretidir. Tüm baskılara, tüm propagandalara, Oslo’dan
bu yana hükümetin PKK’yı ve İmralı canisini bu bölge halkının temsilcisi yerine
koymasına rağmen HDP ve BDP’nin bu bölgede aldığı oy % 51’de kalmıştır.
Türk Ulusu olarak, etnik köken, dini inanç,
mezhep farklılığı gözetmeden bir ve beraber olacağımız günler yakındır. Bu birliktelik bize özgürlüğümüzü ve
bağımsızlığımızı yeniden kazandıracaktır. Bu günler yakındır. Uyanış ve direniş başlamıştır.
9 Haziran 2014 Pazartesi
“GAFLET, DALÂLET VE HIYANET”
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar
gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar
sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit
edebilirler.” Diye tarif ettiği günleri yaşıyoruz.
Memleket dâhilinde iktidara Tayyip, Gül, Apo üçlüsü hakim durumda.
Bunlardan Apo’nun katil ve hain olduğu mahkeme kararı ile tescil edilmişti;
diğer ikisi hakkındaki kararı ise yakında yargılanacakları yüce divan
verecektir.
Bu
üçlünü yönetiminde geldiğimiz nokta şu:
Güneydoğu
Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti fiilen yok oluyor. Bu bölgede PKK terör örgütü
yavaş yavaş hükümran oluyor.
Bir
devletin var olması için üç unsur gerekir:
- Birbirleri ile yaşamaya karar vermiş, müşterek kültür, tarih v.s. gibi değerlere sahip bir topluluk yani millet,
- Bu milletin üzerinde yaşayacağı topraklar yani vatan,
- Bu topraklar üzerinde bu milletin hâkim olması, otoritesini kullanabilmesi yani hükümranlık.
Türkiye’yi bölmek ve bu bölgede
kukla bir devlet kurdurmak isteyen batılı güçler yıllardır uyguladıkları politikaların
semeresini almak üzereler. Bu batılı güçler, yurt içindeki işbirlikçiler,
hainler ve gafiller olmasaydı bu sonuca erişemezlerdi.
Önce Türk Ulusunu Türk- Kürt diye
etnik ayırıma tabi tutup böldüler ve devlet olmanın ilk şartını yerine
getirdiler ve bu bölgede yaşayan insanları Kürtlük fikri altında birleştirip
adeta yenide bir ulus yarattılar.
Kurulması planlanan Kukla devlet
için Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak, Suriye’nin Kuzeyi ve İran’ın Kuzey Batısını
seçtiler.
Bu bölgede hâkim olan Türkiye
Cumhuriyeti, Irak, Suriye ve İran’ın hükümranlığına son vermek için önce Irak’ı
işgal edip parçaladılar. Suriye’de muhalif işbirlikçileri kullanarak Esad
güçlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesini sağladılar.
Kurulmasını planladıkları kukla
devlet için en büyük coğrafya parçası Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde idi.
Bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesi yok edilmedikçe Kürtlük fikri
etrafında birleştirdikleri insanların bu bölgede hükümran olması dolayısı ile
yeni bir devlet kurulması mümkün değildi. PKK terör örgütünü bu amaçla 1984 yılından
itibaren kullanmaya başladılar.
Terör örgütünün iki amacı vardı:
birincisi, bu bölgede yaşayan insanların Kürt ulsu olduğunu tüm dünyaya kabul
ettirmek; ikincisi ise silahlı mücadele yolu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin
egemenliğine bu bölgede son vermek.
Kahraman güvenlik güçlerimizin
üstün gayreti ve o zamanki siyasi iradenin kararlılığı sonucu 2002 yılına
gelindiğinde terör örgütü tam bir hezimete uğratıldı. Fakat bu yıldan sonra yönetime
ve yasamaya hâkim olan siyasilerin çıkardıkları yasalar, uyguladıkları
politikalar sonucu PKK adeta küllerinden yeniden doğdu ve bugünlere gelmiş
olduk.
Şimdilerde artık devlet olmanın
üçüncü şartı olan hükümranlıklarını da elde etmek üzereler. Yol ve kimlik
kontrolü yapıyorlar. Yargılama yapıp insanları mahkûm ediyorlar. Hatta infaz
ediyorlar. Vergi adı altında haraç topluyorlar. Askerlerimize ateş açıyorlar.
Sivilleri, devlet memurlarını, askerleri kaçırıyorlar. Yolları kapatabiliyorlar.
Şehirleri yangın yerine çeviriyorlar. Çocukları dağa kaldırıyorlar. Kışlalara
saldırıyorlar.
Son olarak da askeri kışla
içerisindeki bayrağımızı gönderden indirip yere attılar. Bayrak hükümranlığın
sembolüdür. Bir yerde hangi ülkenin bayrağı dalgalanıyorsa, orada o devlet
vardır. Devlet yoksa bayrak da olmaz. Bunu bildikleri için hükümranlığın
sembolü olan bayrağımızı indirdiler. Burada artık Türkiye Cumhuriyeti yok demek
istediler. Bundan sonraki aşama, indirilen bayrağımızın yerine kendi paçavralarını
asmaktır.
Bu kadar da olmaz demeyelim. Her
geçen gün bu sonuca biraz daha yaklaşıyoruz. Bu sonucu Tayyip, Gül ve Apo’nun
birlikte uyguladıkları politikalar getirdi.
Bu bölgede ebediyen Türk
Bayrağının dalgalanmasını istiyorsak yapacağımız ilk iş iktidarı değişmektir. Bu
iktidar Türkiye’yi felakete sürüklemektedir. Bunların iktidarda kaldığı her an Türkiye için
zarardır.
10 Ağustos bir dönüm noktası
olmalıdır. Bayrağımızın ebediyen bu topraklarda dalgalanmasını isteyen herkesin
10 Ağustos seçimlerinde kendisini görevli hissetmesi gerekir. Unutmayalım ki, “Birinci
vazifemiz Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini korumaktır”.
6 Haziran 2014 Cuma
EY AKP’YE OY VERENLER, SORUMLU SİZSİNİZ
Sen ey AKP’ye oy veren seçmenler, size sesleniyorum. Hem de çok
beğendiğiniz ve takdir edip oy verdiğiniz Tayyip Erdoğan’ın üslubu ile:
Ey AKP’ye oy veren insanlar!
12 yıldır memleket ne hale geldi farkında mısınız? Farkında değilseniz ben
anlatayım:
Vatan topraklarının bir kısmı, Güneydoğu Anadolu’muz bizden koparılıyor.
Şehitlerimizin ve gazilerimizin emaneti olan bu yurt köşesi emperyalist
oyunların piyonu olmuş, eli kanlı bir örgütün hâkimiyetine bırakılıyor. Bu eli
kanlı örgütün, bebek katili olmakla ünlü liderine siyasi statü kazandırılıp,
onun ile birlikte Türk Ulusu’na anayasa yapılıyor. Cumhuriyet’in temelleri
yıkılıyor. Ve sen verdiğin bu oylarla bu suça iştirak ediyorsun.. Ülkeyi onlar
değil sen bölüyorsun.
Güneydoğu’da teröristler yol kesiyor, yolları kapatıyor, çocukları
kaçırıyor, halktan haraç topluyor. Askerimiz kurşun sıkıyor, yıllarca vatan
toprakları hainlerin eline geçmesin diye Mehmetçik ile birlikte mücadele eden
korucular tek tek öldürülüyor. Bütün bunlar senin verdiğin oylar yüzünden
oluyor. Haini de bölücüyü de besleyen sensin.
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatansever insanları, asker, sivil, yaşlı genç
demeden türlü kumpaslar kurularak tutsak edildi, edilmeye de devam ediliyor. Bu
insanların demir kapılar arkasında tutulmasından da sen sorumlusun. Verdiğin
oylar onlar orada tutsak tutuyor. Vicdanın sızlamıyor mu?
Tayyip Erdoğan’ın iktidarı sarsılmasın diye gençlerimiz, çocuklarımız
öldürülüyor, sakat bırakılıyor, kör ediliyor ve başbakan bu çocuklarımızı
meydanlarda yuhalatıyor. Bu fidanların ölümünden de sen sorumlusun. Verdiğin
oylar gaddarlara güç veriyor.
Ormanlar, dereler, dağlar madenler, meralar rant için, yandaşlar uğruna yok
ediliyor. Karşı koymak isteyen köylüler dövülüyor, yerlerde süründürülüyor. 70
yaşındaki ninelere dayak atılıyor. Bunların da sorumlusu sensin. Verdiğin oylar
yüzünden bir avuç insan zengin, bir ülkenin doğal kaynakları yok ediliyor.
90 yılda yaptığımız ne varsa yabancılara satıldı. Fabrikalar, işletmeler,
bankalar, limanlar, hastaneler hep yabancıların oldu. Sen verdin onlar,
verdiğin oylar yüzünden çıktı bunlar elimizden.
İnsanlarımızın çoğu yoksul. Açlık sınırı altında yaşayan milyonlar var.
İşsizlik en büyük sosyal sorunlarımızdan birisi oldu. Bunları sen yaptın,
verdiğin oylarla insanları yoksul bıraktın, aç bıraktın, işsiz bıraktın.
Ülkemiz bağımsızlıktan uzaklaşıyor. Özgürlüğümüz elimizden alınıyor. Medya
tekelleşip belirli bir ismin borazanı oluyor. Gerçekleri öğrenme imkânımız
azalıyor. Yalanlar ile ülke insanı kandırılıyor. Bilgi kirliliği bir sis gibi
beyinlerimize çöktü, gerçekleri göremez oluyoruz. Bunların da sorumlusu sensin.
Verdiğin oylarla kendi özgürlüğünü ve ülkenin bağımsızlığını yok ediyorsun.
Hırsızlık, rüşvet olağan hale geldi. Çalınan mal, para milletin yani senin
paran, senin malın. Verdiğin oylarla kendine hırsız yaratıyorsun.
Verdiğin oylar yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı. Bütün kötülüklerden sen
sorumlusun. Şunu kafana koy: Bir gün gelecek Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan
ve Abdullah Öcalan iktidarı son bulacak. Bu üçlü yargı önünde hesap verecek. Onlar
yargılanıp mahkûm olunca sen de mahkûm olmuş olacaksın.
Aklını başına al ve pişmanlık göster, belki bu Ulus seni affeder.
4 Haziran 2014 Çarşamba
PAROLA : “VATAN” İŞARETİ: “NAMUS”
Emperyalizmin Türk Ulusunu parçalamak ve sömürmek
arzularının zirve yaptığı günleri yaşıyoruz. Sadece bizi değil, Afrika’yı, Asya’yı,
Orta ve Güney Amerika’yı sömürmeye, bu coğrafyadaki insanları birbirlerine
kırdırıp öldürmeye bir türlü doymadılar. Ucuz iş gücü ve ucuz ham madde elde etmek için yüzyıllarca süren, ahlaksızca
ve insafsızca uygulamalarının benzerlerini şimdilerde de enerji kaynaklarına
hakim olmak için yapıyorlar. Ülkemiz de maalesef bu emperyal güçlerin saldırısı
altındadır.
Emellerine kavuşmak için yıllardır işbirlikçileri
kullanıyorlar. Bu gözü dönmüş, paraya doymaz güçlerin yerli işbirlikçileri,
ulusumuzu ya Allah ile, ya da etnik farklılıkları ön plana çıkararak kandırmakta
ve batılı para babalarının arzularını gerçekleştirmeleri ne yardım etmektedir.
Dini inanç , mezhep ayrılıkları ve etnik kimlikler üzerinden
siyaset yapan herkes bu azgın güçlerin işbirlikçisidir. Şimdilerde de bu
işbirlikçiler ülkeyi nasıl böleriz pazarlığını ve planını beraberce yapıyorlar.
Bunların ilk hedefi cumhurbaşkanlığına kendilerinden birisini oturtmaktır.
Görünürdeki aday Recep Tayyip Erdoğan’dır.
RTE’nin cumhurbaşkanı olmaması için Cumhuriyet’i korumak ve
savunmak kararlılığında olan herkesin tek aday etrafında birleşmesi ve bu
adayın cumhurbaşkanı olması için azami gayreti göstermesi gerekir. Bu bakımdan
Devlet Bahçeli’nin “çatı aday” fikri önemlidir.
Çatı aday fikri bana Attilâ İlhan’ın başlattığı ve Bilgi
Yayınevi’nin de katkıda bulunduğu bir projeyi hatırlattı. Ulusal çıkarları ön
planda tutan ve Cumhuriyet’i yaşatmakta kararlı olan “solcu” ve “ülkücü” yazarlar bir yayın çalışması etrafında birleşti.
Bu yazarların yazdıkları kitaplar Attilâ İlhan yönetiminde, Bir Millet uyanıyor
başlığı altında yayınlandı.
Bu kitapların önsözünde Bilgi Yayınevi yetkilileri şöyle
yazmıştı:
“…Batı ittifakı ve
NATO üyeliğinden bu tarafa, ‘sistem’, ekonomiden kültüre, savunmadan eğitim ve
öğretime, bütün ‘ulusal’ kalelerimizi düşürmek peşindedir; ‘dil’nin ve din’ini
açık açık, göstere göstere, dayatmaya başlamıştır…” diyen usta yazarımız ATİLLÂ İLHAN’ın yönetiminde hazırlanan Bir Millet Uyanıyor dizisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve
savunmak kararlılığında olan herkes için, yayınevimizin önemli bir kültür
hizmetidir.
Hangi kesimden olursak
olalım, ‘teslim olmamak’ için, biraraya gelmek, ortak bir direnişe yönelmek,
millet olarak uyanmak zorundayız. Bu dizi, bizi uykumuzdan uyandırmak amacıyla “karakterleri hürriyet ve istiklâl olan”
değerli insanların çalışmalarından oluşmaktadır.”
Evet! Gün birleşme
günüdür. Attilâ İlhan’ın u projesine yeni bir yön kazandırmalıyız. Solcu,
ülkücü, ulusalcı, milliyetçi demeden birleşmeliyiz.
“Karakterleri
hürriyet ve istiklâl olan” ve “Türkiye
Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak kararlılığında olan” değerli insanların
bir çatı aday etrafında birleşmesi ve cumhurbaşkanlığı makamına, Atatürk’e
layık, onun ilkelerini benimsemiş ve O’nun “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü gururla ve inançla haykıracak
birisini getirmesi şarttır.
Dün Atatürk’ün
önderliğinde batılı azgın güçlere nasıl ders verdiysek, bugünde O’nun ilkeleri
doğrultusunda, emperyalistlere ve onların dinci ve bölücü işbirlikçilerine benzer dersi verebiliriz.
Attilâ İlhan’ın belirlediği gibi, parolamız “vatan”, işareti “namus”tur.
3 Haziran 2014 Salı
AKP VE PKK’NIN YOLLARI KESİŞİYOR
Recep Tayyip Erdoğan kafaya koymuş, önce cumhurbaşkanı
olacak sonra da başkanlık sistemini getirip Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
yapısını değiştirecek. Bu projesini gerçekleştirmek
için yeterli oy oranına sahip olmadığı son seçimlerle anlaşıldı.
RTE, hem muhtaç olduğu oy oranına ulaşmak hem de yeterli dış
desteği bulmak için PKK ve Öcalan’ın istediklerini tek tek veriyor. Öcalan ve
PKK da Tayyip Erdoğan’ın bu verici politikalarına karşılık onun
cumhurbaşkanlığına yeşil ışık yakıyor. Öyle anlaşılıyor ki, BDP seçimlerin ilk
turunda göstermelik bir aday çıkaracak, ikinci turda ise Recep Tayyip Erdoğan’ı
destekleyecek.
AKP ve BDP partisinin yolları bu noktada kesişiyor. Her ikisinin kamuoyu önünde bir birlerini
eleştiren konuşmaları ise aldatmacadan ibarettir. Ağrı Belediye Başkanı Sırrı
Sakık seçimden sonra kazananın sadece kendisi değil, açılım sürecini beraberce yürüten BDP, AKP, PKK ve Öcalan olduğunu söylemiştir. Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı
olursa, bu seçimi de BDP, AKP, PKK ve Öcalan ekibi kazanmış olacaktır.
Bunun devamı 2015 yılındaki milletvekili seçimlerinde
gelecek ve iki parti yeterli milletvekili sayısına ulaşırlarsa, Güneydoğu’da
özerk bir devlet yapısı kuracaklardır.
Buna Türkiye halkının izin vermemesi gerekir. Çünkü takip
edilen bu yol kan ve gözyaşı ile sulanmadan aşılmaz. O bölgede kendisini Kürt
olarak kabul eden olduğu gibi milyonlarca da Kürt olduğunu kabul etmeyen
insanımız vardır. Ne şehitlerimizin emaneti olan vatan toprağının bir kısmı, ne
de bu bölgenin insanları eli kanlı bir örgüte teslim edilemez.
Türk Ulusu geleceği için, ulusal birliğini korumak ve
kardeşçe yaşamak için, vatan topraklarına sahip çıkmak için ABD ve İsrail gibi
emperyalist ülkelerin oyununa gelmemeli ve en kısa zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ı
ve onun yardımcılarını demokratik yollar ile tasfiye edip yargı önünde hesap
sormalıdır. AKP, Recep Tayyip Erdoğan, PKK, Öcalan ortaklığına gereken dersi
vermelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)