28 Haziran 2014 Cumartesi

YENİ CHP 1930’LU YILLARIN CHP’Sİ DEĞİLMİŞ!

Kılıçdaroğlu sürekli CHP’nin yenilendiğinden söz ediyor ve partisinden Yeni CHP diye bahsediyor. Son olarak, Diyarbakır’da “Bizi hâlâ 1930’ların CHP’si gibi görmeyin. Yeni şeyler söylüyoruz. Demokrasi ve özgürlüğü savunuyoruz” demiş.  Yani 193o’ların CHP’si özgürlüğü ve demokrasiyi savunmamış da kendisi savunmaya başlamış. Ayıptır ayıp; 1930’ların CHP’si sayesinde vatan bağımsızlığa, insanlar da özgürlüğe kavuştu.

Kılıçdaroğlu adeta geçmişinden utanıyor. Bir bakalım 1930’lu yılların CHP’si ne yapmış da Kılıçdaroğlu bu yapılanları beğenmiyor.

Batı emperyalizmine ve onun   yerli işbirlikçilerine karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve kazanmış.
Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir demiş ve egemenliği Osmanlı Hanedanından almış halka vermiş. Cumhuriyeti kurmuş.
Medreseleri, özel statüdeki yabancı okulları kapatmış ve eğitimde birliği ve milliliği sağlamış. Osmanlıca denilen uydurma dil yerine Türkçeyi yeniden yazışma ve konuşma dili haline getirmiş. Çağın çok gerisinde kalan Darülfünunu kapatmış ve İstanbul üniversitesini ve diğer yüksek okulları kurmuş.
Mesleki ve pratik eğitime önem vermiş, insanlarımızı üretici hale getirmiş.
Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi, akılı ve fenni koymuştur.
Eğitimin yaygınlaşmasına önem vermiş ve bu amaçla, 1929-1933 tarihleri arsında Türkiye'de toplam 54.050 Millet Mektebi açmıştır. Bunun 18.589'u kentlerde, 35.461'i köylerdedir.
Türkiye'de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde %7, kadınlarda %04 iken, Harf Devrimi'ni yaparak ve eğitimi yaygınlaştırarak, 7 yıl sonra (1935) bu oran %19.2'ye çıkmıştır. Bu oran Harf Devremi öncesinin 3 katı kadardır.
Halkın aydınlanması için yurdun her köşesinde Halk Evleri açmış ve aşağıdaki faaliyetleri gerçekleştirmiştir:
1933’te 915 konferans; 1938’de 3056 konferans düzenlenmiş; 1933’te 373 konser, 1938’de 1164 konser verilmiş; 1933’te 511 temsil (tiyatro), 1938’de 1549 temsil yapılmış; 1933’te 59.444 kitap, 1938’de 129.362 kitap okunmuş.  1933’te okuyucu sayısı 149.000 iken 1938’de 1.590.000 çıkmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda toplu iğne bile üretemeyen ülkemizde 1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuştur. Yünlü dokuma ihtiyacının % 83’ü, pamuklu dokuma ihtiyacının %43’ü, şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı yerli üretimden karşılanabilir hale gelmiştir.
Uçak fabrikası kurularak yüzün üzerinde uçak üretilmiş ve ihraç edilmiştir.
Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir avuç Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiştir. 1924-1931 yılları arasında; 40.000 trahomlu, 5 milyon sıtmalı, 350.000 veremli tedavi edilmiştir.
Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır. 1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır. 1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış, onarılmıştır.
Enflasyon olmadan % 10 büyüme hızı elde edilmiştir.  Bütçe denk olmuştur. İthalat ihracat dengesi sağlanmıştır. Kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.

Sayın Kılıçdaroğlu 6 oklu CHP bayrağının önünde konuşuyor, fotoğraflar çektiriyor. 6 okla simgelendirilen ilkeler de 1930’lu yılların CHP’sinin ilkeleridir. Bunların anlamı büyüktür ve CHP’nin özünü yansıtır:
Cumhuriyetçilik: Bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik;
Milliyetçilik: Ulusal bilinç, ulusal eğitim, ulusal ekonomi ve antiemperyalizm;
Halkçılık: Geniş halk kitlelerinin refahı, gelir dağılımının düzenlenmesi, sosyal devlet;
Devletçilik: Otoritesini ulustan alan devletin 3 kuvvetinin gene ulus için kullanılması;
Laiklik: İnsanların dini inançlar gözetmeksizin eşit vatandaş sayılması ve kanunların dinin emri gereğidir diye çıkarılmaması;
Devrimcilik: Bilimin sürekli geliştiğinin bilincinde olarak, sürekli değişen bilimsel gerçeklere göre kurumların yeniden düzenlenmesi.

Bunlar da Kılıçdaroğlu’nun beğenmediği 1930’lı yılların CHP’sinin ilkeleri.

Şimdi Kılıçdaroğlu’na sormak lazım: Sen 1930’yılların, yukarda saydığım icraatlarının hangisini beğenmiyorsun da o yılların CHP’sini kötü buluyorsun? 1930 yılların CHP’sinin 6 ilkesinden hangisini değiştirmek istiyorsun?

Anadolu’da bir söz vardır “Ot kök üstüne biter” denir. Senin kökün 1930 yılların CHP’sidir. Bu kökten Atatürk ilkelerine bağlı, özgürlükçü, bağımsızlıktan, ulusal birlikten ve laik devlet anlayışından yana bir parti gelişmiştir. Senin gayretin bu partiyi köklerinden yani ilkelerinden koparamaz. Bu kökleri beğenmiyorsan, istifa eder, başak bir partiye gidersin. Hangi partiye gideceğini de, sana kim Ekmelleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yap dedi ise, ona sorar öğrenirsin.



26 Haziran 2014 Perşembe

SEVR'E DOĞRU AÇILIM....

Son günlerde çözüm sürecini hızlandırmak adına yeni bazı adımlar atılmaktadır. Atılan ve atılması düşünülen bu adımların bizi vardıracağı nokta, Sevr Antlaşmasında bize dayatılan, Güney doğu Anadolu'da kukla bir devletin kurulmasıdır. Bu konuda 15 Mayıs 1993 tarihinde bir yazı yayınlamış ve Hangi uygulamaların bizi Sevr'e götüreceğini anlatmıştım. Maalesef bize Sevr yolunu açan uygulamalar, özellikle son 12 yılda giderek arttı ve bugünkü vahim durum oluştu.

Kendimce önemli bulduğum iç,n, 21 sene önce yazdığım yazıyı tekrar yayınlıyorum.

Yeni Türkeli Gazetesi Sayı:8 Yıl:1 15 Mayıs 1993

SEVR VEYA LOZAN

“Güneydoğu Sorunu” bugün için Türkiye’nin en önemli meselesidir. Çünkü milli birliğimiz veya toprak bütünlüğümüz tehdit altındadır. Her gün birçok vatan evladı hayatını kaybetmektedir. Cumhuriyet’in ilanından beri, M. Akif’in “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” diye vasıflandırdığı vatan toprağının bir kısmı, ilk defa bu kadar ciddi bir şekilde kaybedilme tehlikesi içindedir.

Meselenin asıl kaynağı batılı ülkelerin menfaatlerini iki yönde geliştirme istek ve çabalarıdır. Bunlardan birincisi Ortadoğu’ya dolayısıyla bu bölgedeki petrollere hâkim olmak için bir kukla devlet kurma arzusudur. İkincisi de “Şark Meselesi” olarak isimlendirilen sorundur.

Şark Meselesi” 19.yüzyılda emperyalist Avrupa’nın ortaya attığı politik bir terimdir. Bu meselenin aslı ise, Hıristiyan Batı’nın Müslüman Türkleri Avrupa ve Anadolu’da istememeleridir. Batının konuyu bu şekilde ele alması Türklerin Anadolu’ya girmesi ile başlamıştır. 1071 yılından itibaren ciddi şekilde Anadolu’ya girmeye başlayan Türkler daha sonraki yıllarda Türklüğü ve İslamiyet’i Avrupa ortalarına kadar ilerletmişlerdir. Hıristiyan batının Türkleri önce Anadolu’ya daha sonra İstanbul’a, Rumeli’ye ve Avrupa içlerine sokmamak için verdiği mücadele başarılı olmamıştır. Ancak 1693 yılında, Viyana bozgunundan sonra Avrupa milletlerinin Haçlı zihniyeti içerisinde, Türkleri geldikleri topraklara geri gönderme çabaları başarılı olmaya başlamıştır ve 1. Cihan Harbi’nden sonra orduları Sakarya’ya kadar gelmişse de kahraman milletimiz onları bugünkü sınırlarımız dışına atmasını bilmiştir.

Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğunu yıkmakta gösterdikleri başarıda İmparatorlun içerisindeki azınlık milliyetçiliği akımlarını destekleme politikalarının büyük rolü vardır. Aynı şekilde 19. yüzyılda başlatılan “Kürtçülük İdeolojisi” de bu anlayıştan doğmuştur. Osmanlı Türk devletini yıkmak için bazı aşiret ve oymaklara Kürt oldukları fikri  empoze edilerek Türklerden ayrı bir ırk oldukları şuurunun verilmesi bu taktik anlayıştan doğmuştur. Kürtçülük faaliyeti içinde olanlar dün de bugün de Türk devletinin parçalamasından menfaat bekleyen kişi ve gruplardır.

İngiltere 1800’lü yıllardan beri Kürtçülük hareketi ile yakından ilgilenmiştir. 1800’lü yılların başından itibaren bölgeye ajanlar görevlendirerek, bölgedeki aşiretlere farklı milliyet şuuru vermeye başlamıştır. Bu arada yeraltı zenginliklerini de tespit etmişlerdir.

İngilizlerin en çok uyguladıkları taktik, “böl ve yönet” taktiğidir. Bu taktiği yürütebilmek için Osmanlı İmparatorluğu içerisinde, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Ermeni-Kürt işbirliğini artırmak için Hayben cemiyetini faaliyete geçirmişlerdir.

İngiltere’nin bölgede tesirleri I. Dünya Savaşı sonrasında çok daha fazla hale gelmiştir. Loyd George 30 Ocak 1919 tarihinde Paris Konferansında Kürt meselesini gündeme getirmiş ve konferans metnine “Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan Osmanlı Türk İmparatorluğundan ayrılmalıdır.” maddesini koydurmuştur.

10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, bu istek, daha açık şekilde ortaya konulmuştur. Sevr Antlaşması’na göre Fırat’ın doğusunda İtilaf devletlerinin kontrolünde mahalli muhtariyet oluşturulacak; bir yıl sonra ise, Kürt ahali eğer isterse ve Cemiyeti Akvam da onaylarsa Türkiye bu bölgede hiçbir hak iddia etmeyecekti. Yani Fırat’ın doğusu Türkiye’den koparılıp alınacaktı. Böylece kukla Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulacaktı.

Birinci Cihan Harbi’ni takip eden yıllarda ve milli mücadele yıllarında, İngilizler Kürtler ile ilgili yoğun faaliyette bulunmuşlardır. Başlıca iki amaca yönelik propaganda yapmışlardır. Birincisi yöre ahalisi arasında İngiliz sempatisini geliştirmek; ikicisi, Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini yaymak.

Binbaşı Noel bu yıllarda en fazla çalışan İngiliz ajanıdır. Onun raporlarına göre bölgede bir siyasi ünite olarak Kürdistan mevcut değildir fakat zamanla gerekli zemin oluşturularak millet şuuru gerçekleşebilecektir.

Sonuç olarak İngilizler Kürtleri menfaatleri ölçüsünde desteklemiş ve kullanmışlar menfaat beklemedikleri zaman desteklerini çekmişlerdir. Fakat işledikleri “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu” teması yeşermiş, Türk ve Dünya kamuoyunca benimsenir hale gelmiştir.

A.B.D.’nin Ortadoğu olayları ile ilgili esas faaliyetleri İkinci Cihan Harbi sonrası başlamıştır. Muhammed Molla Barzani ile İran Şahı arasındaki mücadelede Şah’a yardım etmiş, 1946 da Barzani’nin yenilmesini sağlamıştır. Aynı Amerika, 1960 yılından itibaren Barzani’yi desteklemiş Irak’taki isyana yardım etmiştir. Irak yönetiminin büyük tepkisi sonucu bu destekten vazgeçmiştir. Barzani, CIA kontrolünde, ABD’de ölmüştür.

ABD’nin Kürtlerle ilgisi devam etmiş ve 1980’li yılların başından itibaren bu ilgi giderek artmıştır. A.B.D. Dışişleri bakanlığının her yıl yayınlanan insan hakları komisyonu raporunda, 1982 yılında Kürtlerden iki cümle ile bahsedilirken 1986 yılı raporunda Kürtlerin durumu 12 paragraf ile bahsedilmiş ve Türk Hükümeti bu raporda tenkit edilmiştir. 1987 yılında ise 11 sayfa Kürtlere ayrılmıştır. Takip eden yıllarda da, raporda Kürt azınlığın insan haklarından yararlandırılmadığı ısrarla bahsedilmiştir. Böylece Sevr ile bize kabul ettirilemeyen (Lozan’da ret edildi) Kürtlerin ayrı bir millet olduğu ve azınlık olduğu fikri işlenilerek kukla Kürdistan devletinin kurulmasına çalışılmaktadır.

ABD, PKK ile ASALA’nın (Ermeni) işbirliğini de desteklemiştir. ABD sadece PKK ile değil diğer örgütlerle de işbirliği yapmaktadır. 1988 yılında Irak Kürdistan Yurtsever Birliği Lideri Celal Talabani’yi ABD yönetimi kabul etmiş ve resmi görüşmeler yapmıştır. Talabani ise Abdullah Öcalan ile ittifak protokolü yapmış bir kimsedir. Bu yıllardan sonra PKK militanlarında Amerika yapımı silahlar görülmeye başlanılmıştır. ABD, PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etmekle birlikte bu örgütün siyasi, sosyal teorilerini çok büyük oranda paylaşmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında ve daha sonraki yıllarda 3 önemli isyan hareketi olmuştur: 1920 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim hareketleri aslında bir milli isyan hareketi değildir. Özellikle 1925 Şeyh Sait İsyanı’nın Musul ve Kerkük meselesinin İngilizlerle müzakereye girişilip T.C. lehine halledileceği zamana denk gelmesi tesadüfî değildir. 1938 Dersim harekâtının ise, Hatay meselesi sonrasında doğan gergin zamanda olması tahriklerin dış kaynaklı olduğunu göstermektedir.

Avrupa’da kurulmuş bulunan Kürt Cemiyeti’nin 1961 yılında zamanın devlet başkanı Cemal

Gürsel’e gönderdiği telgrafta şu istekler vardı:
  1. Kürdistan vilayetleri tek ülke halinde birleşmeli ve Cumhuriyet içinde muhtariyet verilmeli;
  2. Kürtçe resmi öğrenim dili haline getirilmeli;
  3. Kürtçe basın ve yayına müsaade edilmeli;

1961 yılında Silopi’de kurulan Irak Kürdistan Partisi ise programına şunları almıştır:
1. T.C. Anayasa’sı değiştirilmelidir.
2. Anayasa’ya Türk ve Kürt terimleri konulmalıdır.
3. Türk Devleti’nin iki milletten oluştuğu kabul edilmelidir.
4. Kürtçe yayın yapılmasına müsaade edilmelidir. Okullarda Kürtçe okutulmalı, radyoda Kürtçe neşriyat yapılmalıdır.

Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’nin 1969’da yayınladıkları bildiri’de ise şunlar vardı:
  1. Sivas il hududundan itibaren Doğu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmaları yapılmalıdır.
  2. Kürtlerin etnik bir grup olduğu propaganda edilmelidir.
  3. Türk ordusu işgal ordusu olarak gösterilmektedir.
  4. Eylemler Türk Solu ile birlikte yapılmalıdır.

Zamanımızda ise bu görüşleri vatan ve milletin bölünmez bütünlüğü için yemin edenler (millet vekilleri) kolaylıkla savunmaktadır.

1984 yılında PKK ilk defa ilçe basarak terörist ve bölücü faaliyetlere hız kazandırmıştır. Körfez harekâtı ile de durum daha vahim bir hal almıştır.

Bugün artık her gün birkaç vatan evladı güvenlik görevlimiz şehit edilmekte, devlet daireleri kurşunlanmakta, bombalanmaktadır. Bu olayların esas sebebi daha önce belirttiğimiz gibi Doğu ve Güneydoğumuzu da içine alacak kukla bir Kürdistan devletinin kurulmak istenmesidir.

Bir devletin kurulması için üç unsur gereklidir.
  1. Birbirleri ile yaşamaya karar vermiş, müşterek kültür, tarih v.s. gibi değerlere sahip bir topluluk yani millet,
  2. Bu milletin üzerinde yaşayacağı topraklar yani vatan,
  3. Bu topraklar üzerinde bu milletin hakim olması, otoritesini kullanabilmesi yani hükümranlık.

İşte Kürt Devleti’ni oluşturmak için bu üç unsurun gerçekleşmesine çalışılmaktadır.

Daha önce bahsedildiği gibi İngiltere başta olmak üzere 19. yüzyıl başlarından itibaren propaganda edilen, “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu” görüşü dünya kamuoyunca kabul görmüştür. Türk Kamuoyunda da bu düşünce kabul görür hale gelmiştir. Bu görüşün kabul görmesinde “Türkçe’den başka dillerde yapılacak yayınlar hakkında kanunun” iptali ile birlikte başlayan resmi ağızlı beyanların büyük rolü olmuştur.

Herkes anadili ile konuşabilmelidir şeklinde gerekçe gösterilerek 12 Eylül yönetimi ile getirilen kanun iptal edilmiştir. Bu iptal işlemi esnasında Kürtlerin ayrı bir millet olduğu ve nüfuslarının en az 12.000.000 olduğu şeklinde resmi beyanlar olmuştur.

Devlet için ikinci unsurun Hükümranlık olduğunu söylemiştik. Kürdistan olarak isimlendirilecek Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda ve Irak’ın kuzeyinde T.C. ve Irak Devletinin hâkimiyeti ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Irak’ın kuzeyinde, körfez harekatından sonra, (36.paralel) Irak devletinin hakimiyeti müttefik ülkelerin gayreti ile ortadan kalkmıştır. Kukla Kürdistan kurmak isteyen ABD ve müttefikleri bu bölgede Irak’ın denetimi yeniden kazanmaması için Çekiç Gücü Silopi’ye yerleştirmişlerdir. Bahane olarak Irak’ın bu bölge halkına olan kötü muamelesini önlemek gereğini ileri sürmüşlerdir. Yani tez şudur: “Kuzey Irak’ta Kürtler yaşamaktadır. Irak bunların haklarını vermemektedir. İsyan eden bu insanlara kötü davranmaktadır. İnsan haklarına uyulmamaktadır. İnsan hakları savunucusu ABD ve müttefiklerinin de bu insanları kazanmak için Çekiç Gücü T.C. Güneyine yerleştirmişlerdir.”

T.C. Güneyinde devlet otoritesinin de kalkması gerekir (hükümranlık). Bunun içinde terör metot olarak kullanılmaktadır. PKK, terör eylemleri ile bölge halkına esas gücün kendisinde olduğunu göstermeye ve halkta ve devlet kademelerinde yılgınlık doğmasına çalışmaktadır.
Kuzey Irak’ta ABD kontrolünde bir devletin kurulması gerçekleşmek üzeredir. Seçim yapılmıştır; Hükümet kurulmuştur; Ordu kurulmaktadır.

Bu devlet kuruluktan sonra korkarım ki Çekiç Güç T.C. deki Kürtlerin korunmasını üstlenir ve T.C. otoritesi Güney Doğudan kaldırarak Kürt devletinin sınırları genişletilmiş olur. Bunu önlemek uygulanan şimdiki politikalar ile zordur. Çünkü biz de bu insanların farklı bir millet olduğunu kabullenmiş bulunuyoruz.

Atatürk ve daha sonraki devlet adamları Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini asla kabul etmemişlerdir ki doğrusuda budur.

Atatürk bir coğrafya kitabında şunları yazıyor :

“Türkiye bugün yalnız Türklerin yerleşmiş olduğu araziden mürekkeptir. Türk olmayanlar, Türklüğe yabancı olanlar vatan haricinde kalmış veya çıkarılmış bu suretle milli birlik temin edilmiştir. Fakat birçok Türk vatandaşımız Lozan müdahalesiyle çizilen yeni hudutlarımız haricinde kalmıştır. Türkiye’de ekalliyet teşkil eden unsurlar Rumlar, Ermeniler ve Musevilerden ibarettir.”

Atatürk döneminde şekillenen bu milli politika zamanla terkedilmiş hatta zamanımızda bununla da yetinilmemiş “Kürtçe” ve “Kürt Irkı” devamlı gündemde tutulmaya çalışılmıştır. Hatta T.B.M.M. çatısı altında Kürtlere özgürlük isteyen milletvekilleri çıkabilmiştir.

Son olarak Terör Örgütü PKK’nın lideri ateşkes ilan ettiğini belirtmiş ve bazı haklar verildiği takdirde ateşkesin devam edeceğini bildirmiştir. Onun Türkiye’deki uzantısı olanlar ve bazı gafil kimseler de Apo ve militanlarına yeni bir siyasi sıfat ve hüviyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. PKK’nın ateşkes ilanı bir taktik anlayış gereğidir. PKK’nın görevlerinden biri silahlı propagandadır. Bu propaganda ile Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğusunda, Türklerden ayrı bir Kürt Milleti yaşadığını dünya ve maalesef Türk kamuoyuna kabul ettirmiştir. Dolayısıyla görevlerinden birini başarı ile tamamlanmıştır.

PKK ikinci görevini ise, bu bölgede T.C.nin otoritesini ortadan kaldırarak kendi hükümranlıklarını kabul ettirmeyi, güvenlik güçlerimizin ve yöre halkının mücadelesi sonucu başaramamıştır. Bu sebeple de PKK lideri ateşkes ilan ettiğini açıklamıştır. Ateşkesin devamı için ileri sürdüğü istekler ise bölücü örgütlerin 1960’lı yıllarda yazdıkları ile aynıdır.

Türkiye’nin önünde şimdi iki yol vardır. Biri Sevr’e diğer Lozan’a gitmektedir.

Türkiye eğer Sevr’e gitmek istiyorsa yapacağı işlemler şunlardır:
  1. T.C. Devleti’nin üniter yapısı tartışmaya açılmalı, federatif devlet modeli üzerinde durulmalıdır.
  2. T.C. Devleti içinde farklı iki millet olduğu belirtilerek I.Cumhuriyet tartışılmalı, II.Cumhuriyetin kurulması için propaganda yapılmalıdır.
  3. Kürtçe TV, gazete, kitap, gibi yayınların yapılması kolaylaştırılmalıdır.
  4. Anadolu’nun Güney Doğusunda muhtar bir bölge kurulmalıdır. Bu bölgede güvenlik ve asayişi PKK militanları sağlamalıdır.
  5. Her ihtimale karşı Çekiç Güç’ün göreve devam etmesi sağlanmalı, bu bölgedeki halkın hakları bu güce emanet edilmelidir.
  6. Irak Devleti’nin 36.paralelin kuzeyinde otoritesinin kalmaması sağlanmalıdır.
  7. Irak’ın kuzeyi ile Anadolu’nun güneydoğusu bileştirilerek Kürt Devleti kurulmalıdır.

Türkiye elbette ki Sevr yolunu seçemeyeceğine göre ikinci yolu seçmelidir ve şunları yapmalıdır:
  1. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Rum, Ermeni, ve Yahudilerden başka bir azınlık grubu olmadığı bütün dünyaya ilan edilmelidir.
  2. T.C. vatandaşlarının hepsinin bu devletin birinci sınıf vatandaşı olduğu, etnik temeli ne olursa olsun herkesin Yüce Türk Milleti’nin birer ferdi olduğu anlatılmalıdır.
  3. Devletin üniter (tekil) yapısı tartışma konusu yapılmamalı federatif bir yapıdan söz dahi edilmemelidir.
  4. Devletin resmi otoritesi ülkenin her karış toprağında hâkim kılınmalıdır.
  5. Devletin şefkati her vatandaşa ulaşmalı, bölgeler ve insanlar arası gelir dağılımındaki bozukluk düzeltilmelidir.
  6. Resmi dilin Türkçe olduğu ve bu dilden başka bir dille eğitimin mümkün olmadığı anlatılmalıdır.
  7. Apo veya PKK adına konuşan hiçbir kimse devletin muhatabı olarak kabul edilmemelidir. Bu hususta Türk adaleti son söz sahibi kılınmalıdır.
  8. Irak’ın toprak bütünlüğü savunulmalıdır. Bu ülkede demokratik devlet yapısının kurulması teşvik edilmelidir.
  9. Çekiç Gücün bölgeden uzaklaştırılması sağlanmalıdır.
  10. Batılı ülkelerin bölgedeki faaliyetleri yakından takip edilmelidir.

Bütün bunları gerçekleştirmeye kalkarken Apo tekrar kan dökebilir endişesi yersizdir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunu anlattığı Büyük Nutku’nun sonunda şunları söylüyor: “Bugün vasıl olduğumuz netice milli musibetlerin intihabı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk Gençliğine emanet ediyorum.”

T.C. Devleti’ni kurmak için vatanın her köşesini kanları ile sulamasını bilen milletimiz onu ebediyete kadar yaşatmak için de gerekirse şimdi de asil kanını aziz vatan topraklarına dökmekten çekinmez.


24 Haziran 2014 Salı

ANDIMIZI OKUMADAN BÜYÜYENDEN CUMHURBAŞKANI OLMAZ!

Ekmeleddin İhsanoğlu  Mısır’da doğup büyümüş, 27 yaşında Türkiye’ye gelmiş. Yani Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçmiş.

Yani;
İlk okulu, orta okulu, liseyi Türkiye’de okumamış;
Kış günü, karlı yolda delik ayakkabı ile okula giderken ayakları buz kesmemiş;
Sınıfın tüten sobasında yakılması için okula odun götürmemiş;
Dakikalarca belediye otobüsünü bekleyip sonra da zar zor otobüse binip, ayakta sıkışıp kalmamış;
Sınıfta, öğretmenin arkasında aslı Atatürk fotoğrafına gözlerini dikip, kurtuluş savaşının şehitlerini, gazilerini düşünmemiş;
Atatürk ilkelerini anlatan öğretmenini heyecan ile dinlememiş;
Okuldan kaçıp sinemaya gitmemiş;
Otobüs ile şehirler arası yolda giderken, muavinin “Kaptan pilotunuz 15 dakika ihtiyaç molası vermiştir, çaylar şirkettendir” diyen sesi ile daldığı uykudan uyanmamış;
Urfa’da patlıcan kebabı, Van’da otlu peynir, Trabzon’da hamsili pilav, Karaköy’de balık ekmek, İzmir’de kokoreç, Kayseri’de mantı yememiş;
Bir kır kahvesinde çay içmemiş;
Köyde davar otlatmamış, düven sürmemiş; eşeğe binmemiş;
Bağlama çalmayı denememiş, Neşet Ertaş’ı,  dinlememiş;
Gazinoya gidip, Münir Nurettin’in gazelini dinlerken “Ah ulan ah!” diye bağırmamış;
Kız lisesi önüne gidip, okuldan çıkan kızlara takılmamış;
Maça gidip hakeme küfretmemiş;
Toprak sahada, kösele toplarla futbol oynayıp, sakatlanmamış.

Ve en önemlisi, her hafta bağımsızlığımızın ve ulusal varlığımızın timsali, şanlı bayrağımızın gölgesinde, göğsünü gere gere,
Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan
olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
andımızı okumamış.

Özetle, Türk yurdunda, Türklük bilinci ve Atatürk sevgisi ile, Anadolu insanının hayat tecrübelerini yaşayarak  büyümemiş. Böyle birisinin bizi hakkıyla temsil edebileceğine inanmıyorum.


Tayyip Erdoğan’ın karşısına en kısa zamanda başka bir aday çıkarılmalıdır. Ekmeleddin İhsanoğlu uygun aday değildir. İster Tayyip olsun isterse başka birisi, AKP adayı karşısında İhsanoğlu’nun  kazanma şansı yoktur. 

22 Haziran 2014 Pazar

DEMOKRASİ DİKTACI TUTUM VE KILIÇDAROĞU

Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde sergilediği davranış ve eylemler onun gerçek kişiliğini ve niyetini açığa çıkardı. Kendi milletvekillerine, yetkili kurullarına danışmadan hatta bilgi vermeden bir “çatı adayı” belirledi ve Bahçeli’ye teklif götürdü. Zaten bu teklifin geleceğini bilen Bahçeli de adayı benimsediğini ilân etti.

Adayın isminin tepki görmeye başlayınca Uğur Dündar’ın programına çıkan Kılıçdaroğlu, tasvip edilmesi mümkün olmayan bir söz söyledi, “İkinci bir adayın çıkmasına izin vermem” dedi. Benim merak ettiğim husus şunlar:

Kendisinin diğer milletvekillerinin aday göstermesini engelleyecek bir yetkisi var mıdır? Yoksa nasıl engelleyecektir?

Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçildiği dönemde Sadi Somuncuoğlu’nu adaylıktan vazgeçirmek için kullanılan dayak yöntemini mi kullanacaktır?

Aday belirleme yöntemi demokratik olmayan Kılıçdaroğlu, “ikinci bir adaya izin vermem” diyerek demokrasiye olan inançsızlığını dile getirmiştir. Bu tutumu demokratik değil diktacı bir tutumdur.

Parti içinde demokrasi istemeyen ve diktacı davranışlar sergileyen Kılıçdaroğlu’nun Tayyip Erdoğan dahil  başka liderleri demokrasiye inanmamakla ve diktatörlükle suçlama yüzü ve hakkı kalmamıştır.


Böyle bir lider CHP’ye yakışmıyor. Kılıçdaroğlu en büyük zararı kendi partisine veriyor. Partisini yeni oluşumlara gebe hale getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası olmasa bile 2015’te yapılacak genel seçimlerden sonra, CHP seçmenini gerçekten temsil edecek bir parti kurulabilir. Bunun müsebbibi de Kılıçdaroğu ve onu destekleyenler olacaktır. İkinci ihtimal ise partinin Kılıçdaroğlu’ndan kurtarılmasıdır. 

20 Haziran 2014 Cuma

BÜYÜK KUMPAS DEVAM EDİYOR

Uydurma kanıtlar, yalancı tanıklar kullanılarak tutsak edilen kahramanlarımız nihayet özgürlüklerine kavuştular. Artık hiç kimsenin bir kumpas sonucu askerlerimizin tutsak edildiğinden şüphesi kalmadı. Aslında bu kumpas sadece askerlerimize değil, BOP’ne karşı çıkabilecek ve Tayyip’in bu proje kapsamında yapacaklarında engel olabilecek vatanseverler, gazeteciler, aydınlar, bilim adamlarına da yapıldı ve insanlar suçsuz yere Ergenekon, balyoz, casusluk, fuhuş gibi davalarla hapse atıldı.

Peki kim ve ne için bu kumpası kurmuştu? Bunu anlayabilmek için iki hususu göz önünde tutmak gerekir: Büyük Orta Doğu Projesi ve 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi.

ABD, Irak’ın işgalini gerçekleştirmek için, Türkiye Cumhuriyeti topraklarını, limanlarını ve hava sahasını kullanmak istemiş ama bu istekleri Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin hazırlayıp TBMM meclisine sunduğu tezkerenin ret edilmesi ile bu isteğini gerçekleştirememişti. Türkiye topraklarını kullanamayan ABD büyük oranda ekonomik kayba uğramıştı.

Tezkerenin ret edilmesine CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın büyük rolü oldu. ABD yetkilileri TSK’ni de tezkerenin kabul edilmemesinde rol oynadığı gerekçesi ile suçladı.  ABD’nin gözünde Deniz Baykal ve TSK, BOP projesinin gerçekleştirilmesi için tasfiye edilmesi gereken birer engel olarak görülmeye başlandı.

Buraya bir nokta koyup biraz geriye gidelim ve tezkereyi meclise sunan Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin nasıl kurulduğunu bir hatırlayalım. Ecevit hükümeti başta iken bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Ahmet Necdet Sezer’in bir davranışı medyada abartılarak ve sanki bir siyasi krize neden olmuş gibi haber yapıldı. Arkasından bu olay bahane edilerek ekonomik kriz çıkarıldı. Bu krizin çıkmasında batılı finans çevrelerinin Türkiye içindeki paralarını geri çekmesinin büyük rolü oldu.

Kriz oluşunca kurtarıcı olarak gene aynı finans çevrelerinin has adamı Kemal Derviş geldi ve bakan yapıldı. Ecevit’in ABD’nin Kuzey Irak politikalarına şiddetle karşı çıkması onun hükümetinin sonunu getirdi.  Kemal Derviş DSP’yi, Hüsamettin Özkan Anavatan'ı, Abdullah Gül’de Saadet Partisini parçaladı. TBMM meclisinde sandalye dağılım değişti. Tam bu sırada Devlet Bahçeli ortaya çıktı ve 3 Kasım’da seçim olmasını istedi. Erken seçim yapılmasına ilişkin verilen önerge DSP hariç, diğer partilerin desteği ile kabul edildi. 3 Kasım seçimleri yapıldı ve AKP iktidar oldu.

Erken seçime gitmede 4 isim önemli rol oynamıştır: Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan, Abdullah Gül ve Devlet Bahçeli. Bu 4 isim hafızalardan silinmemelidir. Bunların gayretleri sonucu seçim yapımlı ve Recep Tayyip Erdoğan’a iktidar yolu açıldı.

Ortadoğu’da Türkiye dahil 22 ülkenin rejimini ve sınırlarını değiştirmeye kararlı olan ABD Tayyip Erdoğan’a büyük görevler vermiştir. Vermiştir ama Erdoğan’ın da rahat çalışması için önündeki engellerin kaldırılması ve bazı çevrelerin ve insanların pasifize edilmesi gerekiyordu. Bu amaçla CHP’ye bir proje uygulandı. ABD’nin tezkerenin ret edilmesinden dolayı kızgınlık duyduğu Deniz Baykal kaset komplosu ile ekarte edildi. CHP genel başkanlığına Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelmesi sağlanmış oldu.

ABD ve RTE için en büyük engel TSK idi. Tasfiye etmek gerekiyordu. Tayyip ve Cemaat iş birliği ile çok değerli subaylarımız, kanıtlar üretilerek ve yalancı tanıklar kullanılarak tutsak edildi. Yani TSK’ne kurulan kumpasın geçmişi 1 Mart tezkeresine, oradan Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan 3 Kasım seçimlerine kadar gider.  Dün özgülüğüne kavuşan komutanlarımız kumpas kuranlardan hesap soracaklarsa bu gerçeği göz önünde tutmalıdır.

BOP devam etmektedir. ABD, bu amaçla Türkiye içinde yeni operasyonlar yapma peşindedir. Bu operasyon,  kendi istedikleri bir kimseyi Cumhurbaşkanı seçtirmek amacını taşıyor ve bu amaçla bir oyun oynanmaya başlandı. Bu oyunda rol alanlar ise, geçmişte 3 Kasım seçimlerine Türkiye’yi götüren isimler; yani, Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan, Abdullah Gül, Devlet Bahçeli ve bir de yeni bir aktör, Kemal Klıçdaroğlu. Bunlar baş başa vermiş ve bir cumhurbaşkanı adayı belirlemişler. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’li, Devlet Bahçeli MHP’li milletvekillerinin ellerini bağlamış, başka bir adayın çıkmasına izin vermiyorlar.

Bu durumda 10 Ağustos seçimlerinde ABD’nin kaybetmesine imkân yok. Ya Tayyip Erdoğan ya da Ekmelleddin İhsanoğlu seçilecek. Doğrusu bu 5 aktör de rollerini çok iyi oynadılar. Bu aktörleri insanlarımızın iyi tanıması gerekir.

Atatürk ilkelerine bağlı, antiemperyalist,  özgürlüğe ve bağımsızlığa inanmış, ulusun ve vatanın birliğinden yana, laiklik ilkesini benimsemiş, hukukun üstünlüğüne inanan, Türk Ulusu’nun tüm fertlerini mezhep ve etnik kimlik ayırımı yapmadan kucaklayan bir aday çıkmadığı takdirde, insanlarımız ya kırk katırı, ya da kırk satırı tercih edecekler.


TSK’ne kurulan kumpas sona erdi ama Türkiye Cumhuriyeti’ne kurulan kumpas devam ediyor. Türk Ulusu kendisine kurulan bu kumpası bozmalıdır ve bozacaktır da…

18 Haziran 2014 Çarşamba

CUMHURBAŞKANLIĞI ÜÇ PARTİ LİDERİNİN DİLİN UCUNDA OLAMAZ

Türkiye tarihinde ilk defa cumhurbaşkanını halk seçecek. Seçecek de kimi seçecek ve nasıl seçecek? Ve bu seçim ne kadar demokratik olacak?

Seçim yasasına göre adaylardan % 50 oy alan ilk turda seçilmiş olacak. Eğer adaylardan hiçbirisi bu oranda oy alamazsa, iki adaydan en çok oy alan cumhurbaşkanı olacak. Görünen o ki, yarış AKP ve muhalefetin belirleyeceği adaylar arasında geçecek.

Bu seçimin demokratik olması için, aday belirleme yönteminin de demokratik olması gerekir. İktidarın adayının kim olacağına tek başına Erdoğan karar verecek. Muhalefetin adayını ise Kılıçdaroğlu ve Bahçeli belirledi bile.

Aday belirleme sürecini iyi değerlendirmek lazım. Burada muhalefetin iki lideri bir oyun oynadı. Önce Bahçeli, “çatı aday” formülünü ortaya attı ve seçimi kazanmak için bu adayın muhafazakâr ve dindar bir kimliğe sahip olmasını dile getirdi.  Halkta adayın bu özelliklere sahip birisinin olması gerektiğine dair bir kanı oluşturuldu. Sonra her iki lider sanki aday belirlerken fikirlerine değer vereceklermiş gibi diğer siyasi partileri, sendikaları, sivil toplum örgütlerini dolaştılar. Sonra da, Kılıçdaroğlu, sanki bu fikir alışverişlerinde kendisine Ekmeleddin İhsanoğu lanse edilmiş gibi Bahçeli’ye bu ismin aday olması konusunda bir teklif götürdü. Bahçeli de hiç şaşırmadı, hiç düşünmedi ve hemen kabul etti.

Anlaşılan Bahçeli ile bu isim üzerinde çok önce anlaşmışlar. Muhtemelen de onun için Bahçeli insanlarımızı seçimi ancak sağcı, muhafazakâr bir adayın kazabileceği konusunda beklentiye sokmuş. Bu iki liderin aklına bu isim nereden gelmiş, belli değil. Sanırım aynı merkez ikisinin de kulağına bu ismi fısıldamış.

İşin garibi, bu ismin aday olacağından genel başkan yardımcıları dâhil parti yöneticilerinin, milletvekillerinin, yetkili kurulların haberi yok. Bu aday, partilerin değil, liderlerin adayı olmuş.

Bu durumda bize düşen görev de ya Erdoğan’nın belirlediği birisini ya da iki liderin istediği birisini cumhurbaşkanı seçmek oluyor. Buna da demokrasi diyorlar, cumhurbaşkanını halk seçecek diyorlar. Şimdi bu demokrasi mi oluyor.

Yani, bir tarafta iki liderin, teşkilatlarından ve milletvekillerinden bile gizli olarak, parti dışından kim bilir kimlerle istişare ederek ve kendi aralarında konuşarak belirlediği bir aday, diğer yanda Erdoğan veya onun istediği birisi.  Bu yöntem, ancak “uydum imama kültürü”nün hâkim olduğu ülkelerde uygulanabilir. Gerçek demokrasinin olduğu ülkelerde aday böyle belirlenmez. Bir kimse bir partinin adayı olacaksa, o partinin tabanının, teşkilatının, milletvekillerinin görüşü alınır, onlarla istişare edilir.

Kapalı kapılar ardında, küresel sermayenin temsilcileri ile yapılan mutabakat sonunda aday belirlenmişse, benim bu adaya oy verme mecburiyetim olamaz. Bu oyunu bozmak TBMM içindeki yurtsever milletvekillerinin görevidir.  Bizim temsilcilerimiz olarak, milletvekillerinin  Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, ve  laik, demokratik, mili devletimizi korumaya kararlı bir aday çıkarmaları şarttır. Beklentimiz ve umudumuz budur.


16 Haziran 2014 Pazartesi

ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYA RAZI ETMEK

ABD ve ortaklarının yeni bir oyunu ile karşı karşıyayız. Tayyip hem içeride hem de dışarıda çok yıpranmıştı. Seçilse bile uzun süre Cumhurbaşkanı olarak kalamazdı. ABD, İsrail ve İngiltere'nin Ortadoğu planlarının gerçekleştirmek için uygun ve yıpranmamış bir aday bulmaları lazımdı. Onu da buldular, Ekmelleddin İhsanoğlu. 

Bana kalırsa, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu bu isim üzerinde çok önceden anlaşmışlardı. Ekmeleddin İhsanoğlu'nu CHP ve MHP tabanına kabul ettirebilmek için önce Bahçeli şemalar çizerek sağ ve muhafazakar seçmenin oyunu alabilecek bir çatı aday bulma fikrini ortaya attı. Kılıçdaroğlu da bu fikri hemen benimsedi (zaten haberi vardı). Yalandan turlara başladılar. Tayyip'e karşı kazanma ihtimali olan bir adayın sağcı ve muhafazakar çevrelerden  olması gerektiği düşüncesini yaydılar. Böylece, CHP seçmeni de Tayyip olacağına onun yerine varsın başka bir dindar ve sağcı olsun fikrini benimsemeye başladı. Halk öyle bir beklenti içine sokuldu ki, Ekmelleddin İhsanoğu benimsenebilsin. 

Gelinen noktada ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar. 

İhsanoğu Gül gibi Exeter Üniversitesinde eğitim görmüş birisidir. İngiltere Ortadoğu politikalarını yürütebilmek için kendisine gerekli olan insanları burada eğitir ve kullanır. Gül ile İhsanoğlu arasında bence çok büyük bir fark 

Şimdi soruyorum size, Ali İhsan Korkmazlar, Sarısülükler, Berkinler ve diğerleri İhsanoğlu cumhurbaşkanı olsun diye mi öldüler? Milyonlarca insan "Mustafa Kemalin askerleriyiz" diye meydanları, statları, salonlar bu adam cumhurbaşkanı olsun diye mi inlettiler? İnsanlar bunun için mi TOMA'ların önüne Türk Bayrakları ve Atatürk posterleri ile dikildiler? Bu adam mı Atatürk'ün koltuğuna oturacak? Bu adam mı Üniversiteleri cemaatlerin elinden alıp gerçek bilim adamlarına verecek?

Seçilme şansına gelince, bence Tayyip'in şansı arttı. 

Merak ettiğim husus şu: CHP ve MHP liderleri diğer partileri, sendikaları, dernekleri, diğre sivil toplum örgütlerini dolaştılar ve görüş aldılar. Acaba kim bunlara Ekmelleddin İhsanoğu aday olsun dedi? Sanırım hiç kimse. Olsa olsa hoca efendi demiştir. 

Umarım CHP ve MHP içinden özgür düşünceli milletvekilleri çıkar da Çankaya'ya çıkınca Atatürk'ün kemiklerini sızlatmayacak birisini aday gösterirler.

12 Haziran 2014 Perşembe

BOP EŞBAŞKANI İŞ BAŞINDA

Ortadoğu’daki tüm gelişmeleri anlamak için ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) iyi anlaşılması gerekir. BOP, ilk defa Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Başlıklı  yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.

ABD için Ortadoğu çok önemlidir çünkü:
·               
         Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin ise yüzde 34'ü de Ortadoğu'dadır.
   Petrol tüketimi 2003'te günde 66 milyon varilken, 2020'de 119 milyon varil olacaktır.
         Ortadoğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek ve maliyeti de ucuzdur.
   Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin yüzde 65.4 üne sahiptir. Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de        eklenince toplam, rezerv dünya rezervlerinin yüzde 69.6 sına ulaşmaktadır.
   2002 Yılında Ortadoğu küresel petrol ihtiyacının yüzde 41.4 ünü karşılamıştır.
    ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek muhtemel bir gücün oluşmasını engellemek istemektedir. 
   ABD bu proje ile rakipsiz askeri gücü teknolojik imkanı ile Ortadoğu bölgesini kontrol sevdasındadır.
   Amerika bu proje ile Ortadoğu bölgesinde bulunan petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde denetimini sağlamak istemektedir.
   ABD bu proje ile ayrıca İsrail’in emniyetini sağlama amacını gütmektedir.
   Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bu kaynaklardan uzak tutmak istemektedir.
   Ortadoğu Bölgesinde bulunan tüm petrol ve doğalgaz yataklarına serbestçe ve korkusuzca ulaşmayı hedeflemektedir.

Condoleezza Rice’ın açıkladığı ve ABD’nin gerçekleştirmek istediği bu proje  ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımı ile hayata geçirilebilirdi. Onun için kendilerinin desteği ile başbakan olan  Recep Tayyip Erdoğan’a taşeronluk görevi verildi. O da ben BOP eş başkanıyım diye ortaya çıktı. ABD’nin istekleri doğrultusunda Türkiye’yi ve Orta Doğu ülkelerini yönlendirmeye başladı.

Mâdem ki sınırları ve rejimi değişecek ülkeler arasında Türkiye de vardı, öncelikle onun bölüme şartlarının yaratılması gerekiyordu. Bu amaçla, 2002 yılında bitme noktasına gelen ve liderleri hapsedilen PKK terörü azdırılmalı ve Güneydoğu Anadolu’nun temsilcisi olarak APO ve PKK olduğu Türk halkına ve tüm dünyaya kabul ettirilmeliydi. Terör, uygulanan politikalarla azdırıldı.

 Askerlerimiz şehit edildi. Şehit olan bu Anadolu çocuklarının kanı üzerinden politika yapılarak, “analar ağlamasın” sözü sık sık tekrarlanır oldu. Ve bu “analar ağlamasın” sözü açılım süreci denilen soytarılığa gerekçe oldu. Satılık kalemler Televizyon televizyon gezerek demokrasi dediler barış dediler ve bölünmeyi allayıp pullayıp Türk Milletine kabul ettirmeye çalıştılar.  

Açılım projesi PKK ve Apo ile birlikte yürütülmeye başlandı. Güneydoğu’da hakimiyet yavaş yavaş PKK’ya bırakıldı. Oslo mutabakatı çerçevesinde, askerler kışlalarına hapsoldu; komutanlar ve halkı uyarma ihtimali olan vatansever aydınlar tutsak edildi.  APO’nun istemediği valiler değiştirildi. Türk bayrağı indirildi, terör örgütünün paçavrası göndere çekildi.

BOP eş başkanı Tayyip Erdoğan’ın işi Türkiye ile sınırlı değildi. Irak’ın parçalanması için bu ülkenin kuzeyinde Barzani yönetiminde özerk bir devlet kurulmasına izin verdi ve bu yönetimi destekledi. ABD’nin isteği ise Irak’ı Şii, Sünni ve Kürt bölgesi olarak üçe bölmekti. IŞİD bu gaye ile kuruldu. En büyük yardımı Suudilerden ve bizden aldı. Bu yardımlar sayesinde Irak’ın orta bölgesini işgal ettiler ve Sünni bir devlet kurduklarını ilân ettiler. ABD güdümündeki şii Maliki de Irak ordularını bu bölgeden çekerek parçalanmaya yardım etti. Böylece Irak fiilen üçe bölünmüş oldu.

BOP eş başkanı Suriye’nin bölünmesi için de çok uğraştı. Kısmen de başarılı oldu. Esat yerinde kaldı ama Suriye’nin kuzeyi muhaliflerin eline geçti. Tabi ki burada da çok kan döküldü. Bu kan döken silahların ve mühimmatın bir kısmı da bizden gitti.

Hiçbir ülke vatan topraklarının başkasının hükümranlığına girmesini ve ülkenin bölünmesini istemez. Bölünmelerin gerçekleşmesi için, o ülke halkının bölünmesi ve insanların bir birine düşman edilmesi gerekirdi. Merkezi otoritenin zayıflatılması gerekirdi. Öyle de yapıldı.

Saddam yok edildi, Esat’ın otoritesi zaafa uğratıldı. İnsanlar mezhep, etnik köken farklılıkları ön plana çıkarılarak ayrıştırıldı ve düşman topluluklar oluşturuldu. Bu topluluklara bir birlerini öldürmeleri için silah dâhil her türlü yardım yapıldı. Bütün bunları yapan emperyalist güçlere bizim başbakanımız BOP eş başkanı olarak destek verdi. ABD, İsrail ve diğer emperyalist güçlerin bu kirli oyunları sonucu yüz binlerce insan öldü, insanlar evinden yurdundan oldu. Kan, gözyaşı sel oldu aktı. Daha da akacağa benziyor çünkü mezhep ve ırk üzerinden yaratılan düşmanlıklar kolay kolay son bulmaz. Hele bu insanlar kendi inançları gereği diğer insanların ölümü hak ettiğine inanıyorlarsa…


Ortadoğu’nun barışa kavuşması için ilk şart, insanların kardeşliğine, özgürlüğüne, milletin ve vatanın birliğine inanan ve antiemperyalist politikalar uygulayacak olan bir yönetim anlayışının Türkiye’ye hâkim olmasına bağlıdır. Temennimiz de çabamız da bunun içindir.

11 Haziran 2014 Çarşamba

KAN VE GÖZ YAŞI BİTSİN ARTIK

Yıllardır Cumhuriyet’e insafsızca saldıran liboş, din simsarı, ikinci cumhuriyetçi, bölücü yazarlar televizyon, televizyon gezip Suriye için savaş kışkırtıcılığı yaptı. onların yüceltmeye doyamadıkları Hükumet ise, Suriye yönetiminin muhaliflerini sürekli destekledi.. MİT aracılığı ile tırlar dolusu malzemeler muhaliflere yollandı. Orada ölen her insanın vebali bize aittir.

Sözüm ona, muhaliflerin mücadelesi sonucu, Esad gidecek, Suriye’ye demokrasi gelecekti. Bu eli silahlı, gözü kanlı insanlar getire getire Suriye’ye ölüm getirdiler, zulüm getirdiler. Binlerce insan öldü, yüz binlerce insan evinden yurdundan göç etti. Şimdi de bu katil sürüleri, kan dökülmesi eksilmeyen Irak’ta katliamlar yapa yapa ilerliyorlar. Kuzey Irak’ın önemli bir bölümüne hâkim oldular. Musul Konsolosluğundaki görevlilerimizi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını rehin aldılar. O bölgede yaşayan Türkmen kardeşlerimizi de katletmeye başladılar.

Yıllardır savaş çığırtkanlığı atan bu liboş, din tüccarı, ikinci cumhuriyetçi ahlaksız takım şimdi zil çalıp oynayabilir. Irak, Suriye artık korkunç bir mezhep, ırk savaşı içine girdi. Kimin kimi keseceği belli değil.

O bölgedeki insanların hepsi de bizim kardeşimizdir, hiç birinin canı yansın istemeyiz ama bizim için önemli olan Türkmenlerdir.  Onlar Ortadoğu’da Türklüğün bir kalesi olarak varlar. Onları korumak tarihin ve kardeşliğin bize yüklediği bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek için silahlı müdahale dâhil her türlü çare gündeme getirilmelidir. Diplomatik yollar tıkandığında tek seçenek askeri müdahaledir.

Apo’nun emri ile Engin Alan, Levent Göktaş gibi çok değerli subaylarımızın hapse atılmasına ve ordumuzun komuta kademesi zaafa uğratılmasına rağmen, ordumuz kendisine verilecek görevleri yapmaya hazırdır. Ordumuz hazır olmasına hazırdır ama IŞİD denilen bu terörist örgütü yıllarca besleyip büyütenlerin müdahale kararı alması çok zordur.


Türkiye’nin de, Ortadoğu’nun da barışa ve refaha kavuşması, kan ve gözyaşının bitmesi için ilk şart bizim hükumetin değişmesidir ve o gün de yakındır.

10 Haziran 2014 Salı

Eyup Karakaş: DİRENİŞ VE UYANIŞBAŞLAMIŞTIRTayyip Erdoğan’ın bug...

Eyup Karakaş: DİRENİŞ VE UYANIŞBAŞLAMIŞTIR
Tayyip Erdoğan’ın bug...
: DİRENİŞ VE UYANIŞ BAŞLAMIŞTIR Tayyip Erdoğan’ın bugünkü grup toplantısında söylediklerini okuyunca bir başbakan yakışmayan bir konuşma ...
DİRENİŞ VE UYANIŞ BAŞLAMIŞTIR

Tayyip Erdoğan’ın bugünkü grup toplantısında söylediklerini okuyunca bir başbakan yakışmayan bir konuşma olmuş dedim. Sonra kendi kendime dedim ki, böyle bir konuşma bir başbakana yakışmaz ama Tayyip Erdoğan’a çok yakışmış. İçi kışkırtıcı ifadeler, yalan sözler, haksız suçlamalarla dolu; ayrıştırıcı, düşmanlık yaratıcı bir konuşma olmuş.

Başbakan, kamuoyu tepkisinin kendi aleyhine dönmemesi için yalandan da olsa bayrağı indirenlere kızıyor, önlemeyen silahlı kuvvetler mensuplarını da suçluyor. Oysa onun kimseleri suçlamaya hakkı yoktur. Bayrağın indirilmesine giden yolu o açmıştır.

Türk Ulusunu etnik kökenlerine, dini inançlarına, mezheplerine ve yaşam biçimlerine göre bölüp ulusal birliği yok eden, kardeşlikten çok ayırımcılığı teşvik eden kendisidir. Atatürk ve İnönü’ye iki ayyaş diyen kendisidir. Okullardan andımızı kaldıran kendisidir. Türk milliyetini ayaklar altına aldığını söyleyen kendisidir.  

Bayrak sadece hükümranlığımızın değil, milliyetimizin de bir işaretidir. Başbakan Türk milliyetini ayaklarının altına aldığını söylerse, başkası da çıkar Türk bayrağını gönderinden indir.

MHP ve CHP için şehit cenazeleri gelsin diye pusuda bekliyorlar diye haksız ve insafsız bir şekilde tenkit etmiş. Daha öncede buna benzer şekilde özellikle MHP’yi şehit kanları ile besleniyorlar diye itham etmişti. Kendisinin iktidara geldiği 2002 yılında terörün bittiğini, artık şehit cenazelerinin gelmediğini, Güneydoğu’da hayatın normale döndüğünü unutmuş görünüyor. Bağımsız bir kukla devletin kurulmasına yol açacak olan açılım sürecini halka kabul ettirmek ve sürece gerekçe bulmak için ileri sürdüğü şey, anneler ağlamasın, şehit cenazesi gelmesin değil miydi?

Açılım sürecinin başlaması için şehitlerin cenazelerinin gelmesi, annelerin ağlaması gerekirdi. 2002 yılında sıfırlanan terörü kim diriltti? Ve neden diriltti? Çözüm sürecine bahane bulmak için mi terör azdırıldı?

Bu soruların cevabını vermek için Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldikten sonraki icraatlarına bakmak lazım.

Önce, terör örgütüne karşı, ‘kendi yöntemlerini’ kullanarak etkin bir mücadele yürüten ‘özel timler’, ileride başa bela olur korkusu ile dağıtıldı. Özel harekât polisleri pasif görevlere getirildi.  Olağan üstü hal kaldırıldı. TSK’nin yetkileri kısıtlandı. Bölgede görev yapan kuvvetlerden ‘93 bin kişilik’ kısıntıya gidildi, aralarında ‘mekanize’ birliklerin de bulunduğu bazı tugaylar lağvedildi. ‘Operasyon’ amaçlı olarak kullanılan birlikler, aşamalı bir şekilde batıya kaydırıldı. Sınır bölgesi dışında kalan alanların tamamı, bölücülerin hâkimiyetine terk edildi.

Bütün bunlar PKK’nın kuluçkadan çıkmasına, büyüyüp serpilmesine yol açtı. 2002 yılında biten terör hortladı ve anneler ağlamaya, şehit cenazeleri gelmeye başladı. Açılım süreci böylece gerekçe kazandı. Şimdi soruyorum, kimmiş şehit kanları ile beslenen? Kimmiş, annelerin gözyaşları aksın da ben planladığım politikaları yürürlüğe soksam diyen?

Tayyip Erdoğan’ın grup toplantısında muhalefet partileri, bazı medya kuruluşlarını “İnanın bunlar için en iyi Kürt ölü Kürttür. En iyi Alevi ölü Alevidir.” şeklinde suçlaması ise, toplumu düşman kamplara ayırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez. Bu nasıl bir sözdür? Bir başbakan muhalefet partilerini nasıl bu şekilde suçlayabilir? İnanılır gibi değil, doğrusu... Dediğim gibi, bir başbakana yakışmayan ama Tayyip Erdoğan çok yakışan bir ifade olmuş.

PKK, BDP, HDP ve AKP ne yaparsa yapsın, ne ülkeyi ne de milleti bölemez. Gezi ile başlayan uyanış ve direniş şimdilerde Diyarbakır’da yeşerdi. Çocukları dağda olan annelerin eylemi çok önemlidir. Güneydoğu halkının gerçek temsilcilerinin PKK olmadığının işaretidir. Tüm baskılara, tüm propagandalara, Oslo’dan bu yana hükümetin PKK’yı ve İmralı canisini bu bölge halkının temsilcisi yerine koymasına rağmen HDP ve BDP’nin bu bölgede aldığı oy % 51’de kalmıştır.


Türk Ulusu olarak, etnik köken, dini inanç, mezhep farklılığı gözetmeden bir ve beraber olacağımız günler yakındır. Bu birliktelik bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı yeniden kazandıracaktır. Bu günler yakındır. Uyanış ve direniş başlamıştır.

9 Haziran 2014 Pazartesi

“GAFLET, DALÂLET VE HIYANET”

Mustafa Kemal Atatürk’ün Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” Diye tarif ettiği günleri yaşıyoruz.

Memleket dâhilinde iktidara Tayyip, Gül, Apo üçlüsü hakim durumda. Bunlardan Apo’nun katil ve hain olduğu mahkeme kararı ile tescil edilmişti; diğer ikisi hakkındaki kararı ise yakında yargılanacakları yüce divan verecektir.  

Bu üçlünü yönetiminde geldiğimiz nokta şu:

Güneydoğu Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti fiilen yok oluyor. Bu bölgede PKK terör örgütü yavaş yavaş hükümran oluyor.

Bir devletin var olması için üç unsur gerekir:


  1. Birbirleri ile yaşamaya karar vermiş, müşterek kültür, tarih v.s. gibi değerlere sahip bir topluluk yani millet,
  2. Bu milletin üzerinde yaşayacağı topraklar yani vatan,
  3. Bu topraklar üzerinde bu milletin hâkim olması, otoritesini kullanabilmesi yani hükümranlık.

Türkiye’yi bölmek ve bu bölgede kukla bir devlet kurdurmak isteyen batılı güçler yıllardır uyguladıkları politikaların semeresini almak üzereler. Bu batılı güçler, yurt içindeki işbirlikçiler, hainler ve gafiller olmasaydı bu sonuca erişemezlerdi.

Önce Türk Ulusunu Türk- Kürt diye etnik ayırıma tabi tutup böldüler ve devlet olmanın ilk şartını yerine getirdiler ve bu bölgede yaşayan insanları Kürtlük fikri altında birleştirip adeta yenide bir ulus yarattılar.

Kurulması planlanan Kukla devlet için Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak, Suriye’nin Kuzeyi ve İran’ın Kuzey Batısını seçtiler.

Bu bölgede hâkim olan Türkiye Cumhuriyeti, Irak, Suriye ve İran’ın hükümranlığına son vermek için önce Irak’ı işgal edip parçaladılar. Suriye’de muhalif işbirlikçileri kullanarak Esad güçlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesini sağladılar.

Kurulmasını planladıkları kukla devlet için en büyük coğrafya parçası Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde idi. Bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesi yok edilmedikçe Kürtlük fikri etrafında birleştirdikleri insanların bu bölgede hükümran olması dolayısı ile yeni bir devlet kurulması mümkün değildi. PKK terör örgütünü bu amaçla 1984 yılından itibaren kullanmaya başladılar.

Terör örgütünün iki amacı vardı: birincisi, bu bölgede yaşayan insanların Kürt ulsu olduğunu tüm dünyaya kabul ettirmek; ikincisi ise silahlı mücadele yolu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine bu bölgede son vermek.

Kahraman güvenlik güçlerimizin üstün gayreti ve o zamanki siyasi iradenin kararlılığı sonucu 2002 yılına gelindiğinde terör örgütü tam bir hezimete uğratıldı. Fakat bu yıldan sonra yönetime ve yasamaya hâkim olan siyasilerin çıkardıkları yasalar, uyguladıkları politikalar sonucu PKK adeta küllerinden yeniden doğdu ve bugünlere gelmiş olduk.

Şimdilerde artık devlet olmanın üçüncü şartı olan hükümranlıklarını da elde etmek üzereler. Yol ve kimlik kontrolü yapıyorlar. Yargılama yapıp insanları mahkûm ediyorlar. Hatta infaz ediyorlar. Vergi adı altında haraç topluyorlar. Askerlerimize ateş açıyorlar. Sivilleri, devlet memurlarını, askerleri kaçırıyorlar. Yolları kapatabiliyorlar. Şehirleri yangın yerine çeviriyorlar. Çocukları dağa kaldırıyorlar. Kışlalara saldırıyorlar.

Son olarak da askeri kışla içerisindeki bayrağımızı gönderden indirip yere attılar. Bayrak hükümranlığın sembolüdür. Bir yerde hangi ülkenin bayrağı dalgalanıyorsa, orada o devlet vardır. Devlet yoksa bayrak da olmaz. Bunu bildikleri için hükümranlığın sembolü olan bayrağımızı indirdiler. Burada artık Türkiye Cumhuriyeti yok demek istediler. Bundan sonraki aşama, indirilen bayrağımızın yerine kendi paçavralarını asmaktır.

Bu kadar da olmaz demeyelim. Her geçen gün bu sonuca biraz daha yaklaşıyoruz. Bu sonucu Tayyip, Gül ve Apo’nun birlikte uyguladıkları politikalar getirdi.

Bu bölgede ebediyen Türk Bayrağının dalgalanmasını istiyorsak yapacağımız ilk iş iktidarı değişmektir. Bu iktidar Türkiye’yi felakete sürüklemektedir. Bunların  iktidarda kaldığı her an Türkiye için zarardır.


10 Ağustos bir dönüm noktası olmalıdır. Bayrağımızın ebediyen bu topraklarda dalgalanmasını isteyen herkesin 10 Ağustos seçimlerinde kendisini görevli hissetmesi gerekir. Unutmayalım ki, “Birinci vazifemiz Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini korumaktır”.

6 Haziran 2014 Cuma

EY AKP’YE OY VERENLER, SORUMLU SİZSİNİZ

Sen ey AKP’ye oy veren seçmenler, size sesleniyorum. Hem de çok beğendiğiniz ve takdir edip oy verdiğiniz Tayyip Erdoğan’ın üslubu ile:

Ey AKP’ye oy veren insanlar!

12 yıldır memleket ne hale geldi farkında mısınız? Farkında değilseniz ben anlatayım:

Vatan topraklarının bir kısmı, Güneydoğu Anadolu’muz bizden koparılıyor. Şehitlerimizin ve gazilerimizin emaneti olan bu yurt köşesi emperyalist oyunların piyonu olmuş, eli kanlı bir örgütün hâkimiyetine bırakılıyor. Bu eli kanlı örgütün, bebek katili olmakla ünlü liderine siyasi statü kazandırılıp, onun ile birlikte Türk Ulusu’na anayasa yapılıyor. Cumhuriyet’in temelleri yıkılıyor. Ve sen verdiğin bu oylarla bu suça iştirak ediyorsun.. Ülkeyi onlar değil sen bölüyorsun.

Güneydoğu’da teröristler yol kesiyor, yolları kapatıyor, çocukları kaçırıyor, halktan haraç topluyor. Askerimiz kurşun sıkıyor, yıllarca vatan toprakları hainlerin eline geçmesin diye Mehmetçik ile birlikte mücadele eden korucular tek tek öldürülüyor. Bütün bunlar senin verdiğin oylar yüzünden oluyor. Haini de bölücüyü de besleyen sensin.

Türkiye Cumhuriyeti’nin vatansever insanları, asker, sivil, yaşlı genç demeden türlü kumpaslar kurularak tutsak edildi, edilmeye de devam ediliyor. Bu insanların demir kapılar arkasında tutulmasından da sen sorumlusun. Verdiğin oylar onlar orada tutsak tutuyor. Vicdanın sızlamıyor mu?

Tayyip Erdoğan’ın iktidarı sarsılmasın diye gençlerimiz, çocuklarımız öldürülüyor, sakat bırakılıyor, kör ediliyor ve başbakan bu çocuklarımızı meydanlarda yuhalatıyor. Bu fidanların ölümünden de sen sorumlusun. Verdiğin oylar gaddarlara güç veriyor.


Ormanlar, dereler, dağlar madenler, meralar rant için, yandaşlar uğruna yok ediliyor. Karşı koymak isteyen köylüler dövülüyor, yerlerde süründürülüyor. 70 yaşındaki ninelere dayak atılıyor. Bunların da sorumlusu sensin. Verdiğin oylar yüzünden bir avuç insan zengin, bir ülkenin doğal kaynakları yok ediliyor.

90 yılda yaptığımız ne varsa yabancılara satıldı. Fabrikalar, işletmeler, bankalar, limanlar, hastaneler hep yabancıların oldu. Sen verdin onlar, verdiğin oylar yüzünden çıktı bunlar elimizden.

İnsanlarımızın çoğu yoksul. Açlık sınırı altında yaşayan milyonlar var. İşsizlik en büyük sosyal sorunlarımızdan birisi oldu. Bunları sen yaptın, verdiğin oylarla insanları yoksul bıraktın, aç bıraktın, işsiz bıraktın.

Ülkemiz bağımsızlıktan uzaklaşıyor. Özgürlüğümüz elimizden alınıyor. Medya tekelleşip belirli bir ismin borazanı oluyor. Gerçekleri öğrenme imkânımız azalıyor. Yalanlar ile ülke insanı kandırılıyor. Bilgi kirliliği bir sis gibi beyinlerimize çöktü, gerçekleri göremez oluyoruz. Bunların da sorumlusu sensin. Verdiğin oylarla kendi özgürlüğünü ve ülkenin bağımsızlığını yok ediyorsun.

Hırsızlık, rüşvet olağan hale geldi. Çalınan mal, para milletin yani senin paran, senin malın. Verdiğin oylarla kendine hırsız yaratıyorsun.

Verdiğin oylar yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı. Bütün kötülüklerden sen sorumlusun. Şunu kafana koy: Bir gün gelecek Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan iktidarı son bulacak. Bu üçlü yargı önünde hesap verecek. Onlar yargılanıp mahkûm olunca sen de mahkûm olmuş olacaksın.

Aklını başına al ve pişmanlık göster, belki bu Ulus seni affeder.


4 Haziran 2014 Çarşamba

PAROLA : “VATAN”   İŞARETİ: “NAMUS”

Emperyalizmin Türk Ulusunu parçalamak ve sömürmek arzularının zirve yaptığı günleri yaşıyoruz. Sadece bizi değil, Afrika’yı, Asya’yı, Orta ve Güney Amerika’yı sömürmeye, bu coğrafyadaki insanları birbirlerine kırdırıp öldürmeye bir türlü doymadılar. Ucuz iş gücü ve ucuz  ham madde elde etmek için yüzyıllarca süren, ahlaksızca ve insafsızca uygulamalarının benzerlerini şimdilerde de enerji kaynaklarına hakim olmak için yapıyorlar. Ülkemiz de maalesef bu emperyal güçlerin saldırısı altındadır.

Emellerine kavuşmak için yıllardır işbirlikçileri kullanıyorlar. Bu gözü dönmüş, paraya doymaz güçlerin yerli işbirlikçileri, ulusumuzu ya Allah ile, ya da etnik farklılıkları ön plana çıkararak kandırmakta ve batılı para babalarının arzularını gerçekleştirmeleri ne yardım etmektedir.  

Dini inanç , mezhep ayrılıkları ve etnik kimlikler üzerinden siyaset yapan herkes bu azgın güçlerin işbirlikçisidir. Şimdilerde de bu işbirlikçiler ülkeyi nasıl böleriz pazarlığını ve planını beraberce yapıyorlar. Bunların ilk hedefi cumhurbaşkanlığına kendilerinden birisini oturtmaktır. Görünürdeki aday Recep Tayyip Erdoğan’dır.

RTE’nin cumhurbaşkanı olmaması için Cumhuriyet’i korumak ve savunmak kararlılığında olan herkesin tek aday etrafında birleşmesi ve bu adayın cumhurbaşkanı olması için azami gayreti göstermesi gerekir. Bu bakımdan Devlet Bahçeli’nin “çatı aday” fikri önemlidir.

Çatı aday fikri bana Attilâ İlhan’ın başlattığı ve Bilgi Yayınevi’nin de katkıda bulunduğu bir projeyi hatırlattı. Ulusal çıkarları ön planda tutan ve Cumhuriyet’i yaşatmakta kararlı olan “solcu” ve “ülkücü”  yazarlar bir yayın çalışması etrafında birleşti. Bu yazarların yazdıkları kitaplar Attilâ İlhan yönetiminde, Bir Millet uyanıyor başlığı altında yayınlandı.

Bu kitapların önsözünde Bilgi Yayınevi yetkilileri şöyle yazmıştı:

“…Batı ittifakı ve NATO üyeliğinden bu tarafa, ‘sistem’, ekonomiden kültüre, savunmadan eğitim ve öğretime, bütün ‘ulusal’ kalelerimizi düşürmek peşindedir; ‘dil’nin ve din’ini açık açık, göstere göstere, dayatmaya başlamıştır…” diyen usta yazarımız ATİLLÂ  İLHAN’ın yönetiminde hazırlanan Bir Millet Uyanıyor dizisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak kararlılığında olan herkes için, yayınevimizin önemli bir kültür hizmetidir.

Hangi kesimden olursak olalım, ‘teslim olmamak’ için, biraraya gelmek, ortak bir direnişe yönelmek, millet olarak uyanmak zorundayız. Bu dizi, bizi uykumuzdan uyandırmak amacıyla “karakterleri hürriyet ve istiklâl olan” değerli insanların çalışmalarından oluşmaktadır.”

Evet!  Gün birleşme günüdür. Attilâ İlhan’ın u projesine yeni bir yön kazandırmalıyız. Solcu, ülkücü, ulusalcı, milliyetçi demeden birleşmeliyiz.

Karakterleri hürriyet ve istiklâl olan” ve  “Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak kararlılığında olan” değerli insanların bir çatı aday etrafında birleşmesi ve cumhurbaşkanlığı makamına, Atatürk’e layık, onun ilkelerini benimsemiş ve  O’nun “Ne mutlu Türküm diyene”  sözünü gururla ve inançla haykıracak birisini getirmesi şarttır.

 Dün Atatürk’ün önderliğinde batılı azgın güçlere nasıl ders verdiysek, bugünde O’nun ilkeleri doğrultusunda, emperyalistlere ve onların dinci ve bölücü  işbirlikçilerine benzer dersi verebiliriz.


Attilâ İlhan’ın belirlediği gibi, parolamız “vatan”, işareti “namus”tur.

3 Haziran 2014 Salı

AKP VE PKK’NIN YOLLARI KESİŞİYOR

Recep Tayyip Erdoğan kafaya koymuş, önce cumhurbaşkanı olacak sonra da başkanlık sistemini getirip Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını değiştirecek.  Bu projesini gerçekleştirmek için yeterli oy oranına sahip olmadığı son seçimlerle anlaşıldı.

RTE, hem muhtaç olduğu oy oranına ulaşmak hem de yeterli dış desteği bulmak için PKK ve Öcalan’ın istediklerini tek tek veriyor. Öcalan ve PKK da Tayyip Erdoğan’ın bu verici politikalarına karşılık onun cumhurbaşkanlığına yeşil ışık yakıyor. Öyle anlaşılıyor ki, BDP seçimlerin ilk turunda göstermelik bir aday çıkaracak, ikinci turda ise Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyecek.   


AKP ve BDP partisinin yolları bu noktada kesişiyor.  Her ikisinin kamuoyu önünde bir birlerini eleştiren konuşmaları ise aldatmacadan ibarettir. Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık seçimden sonra kazananın sadece kendisi değil, açılım sürecini beraberce yürüten BDP, AKP, PKK ve Öcalan olduğunu söylemiştir. Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa, bu seçimi de BDP, AKP, PKK ve Öcalan ekibi kazanmış olacaktır.

Bunun devamı 2015 yılındaki milletvekili seçimlerinde gelecek ve iki parti yeterli milletvekili sayısına ulaşırlarsa, Güneydoğu’da özerk bir devlet yapısı kuracaklardır.

Buna Türkiye halkının izin vermemesi gerekir. Çünkü takip edilen bu yol kan ve gözyaşı ile sulanmadan aşılmaz. O bölgede kendisini Kürt olarak kabul eden olduğu gibi milyonlarca da Kürt olduğunu kabul etmeyen insanımız vardır. Ne şehitlerimizin emaneti olan vatan toprağının bir kısmı, ne de bu bölgenin insanları eli kanlı bir örgüte teslim edilemez.


Türk Ulusu geleceği için, ulusal birliğini korumak ve kardeşçe yaşamak için, vatan topraklarına sahip çıkmak için ABD ve İsrail gibi emperyalist ülkelerin oyununa gelmemeli ve en kısa zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ı ve onun yardımcılarını demokratik yollar ile tasfiye edip yargı önünde hesap sormalıdır.  AKP, Recep Tayyip Erdoğan, PKK, Öcalan ortaklığına gereken dersi vermelidir.