14 Aralık 2023 Perşembe

 

BÜYÜK SERMAYENİN PARALI ASKERLERİ: ABD VE İSRAİL (3)

PSİKOLOJİK SAVAŞ

Amerika’nın ve Batı’nn para babaları, soygunlar, katliamlar yaparken bir yandan da kendisini haklı göstermek ve yaptıklarını gizlemek için psikolojik savaş yürütür. Büyük sermayenin elinde olan ABD medyası her yıl milyonlarca haber, fotoğraf, yorum, başyazı, köşe yazısı ve makaleleriyle diğer ülkeleri ve kendi halkını etkiler. Sermayenin kanlı örgütü CIA, ülke içinde 200’den fazla gazete, dergi, haber ajansı ve yayınevinin bizzat sahibidir. Ayrıca diğer gazeteler ve dergiler aracılığı ile yanlış ve taraflı haberler yayar. 

Batı, bu yöntemleri sadece Amerika içinde değil, diğer birçok ülkede de başarı ile uygular. Türkiye’de de Batı’nın beslediği, meşhur ettiği medya kuruluşları, yazarlar, gazeteciler vardır. Bunlar dolaylı ya da açıkça Amerikan propagandası yapmaktadırlar.

Halkımızın büyük kısmı, yıllardır dost ve müttefik olarak takdim edilen Amerika’nın ve diğer Batılı ülkelerin gerçek yüzlerini görmeye başladı. Dost değil düşman olduklarını anladı. Ama ne yazık ki azımsanmayacak sayıda insanımız Batı’nın propaganda tuzağından kurtulamadı. Bunların bir kısmı, Batı yandaşlığını çağdaşlık sanıp Amerika’nın bilerek ya da bilmeyerek piyonu olmaya devam ediyor.

Emperyalistlerin bir silahı da üçüncü dünya ülkelerinde kurdukları veya destekledikleri demokratik kitle örgütleridir. Bu örgütleri maddi yünden destekler. Bazı yazarlara, sanatçılara ödüller vererek kamuoyunda itibar kazanmalarını sağlarlar.

Birçok ülkedeki Protestan misyoner teşkilatları CIA’nın kontrolündedir. Buradaki rahipler birer ajan gibi çalışır. Ayrıca bazı tarikatlar, cemaatler de CIA tarafından kullanılır. Fethullah Cemaati adı altında faaliyet gösteren FETÖ terör örgütü, bunun en iyi örneğidir.

Ulusal Demokrasi Vakfı (The National Endowment for Democracy (NED)) ve Uluslararası Gelişme Örgütü  (International Development Organisations (IDOs)  gibi ABD hükümetinin parasal destek verdiği kuruluşlar ile Ford, Soros Vakfı, Heinrich Böll vakfı, Kondrad Adenaeur Vakfı ve diğer organizasyonlar diğer ülkelerdeki üniversitelere ve sivil toplum kuruluşlarına yardımda bulunur. Bu yardım serbest piyasa ekonomisi ideolojisini destekleyen akademik programlara, sosyal bilim enstitülerine, araştırmalara, burslara ve ders kitaplarına gider.

SİYASİ LİDERLERİ DE KULLANIRLAR

Gazeteler ve gazeteciler aracılığı ile oluşturdukları kamuoyu sayesinde siyasi partilerin yönetimlerini kendi istedikleri gibi oluşmasına gayret ederler. Gerekirse CD’li, kasetli komplolar düzenlerler, liderleri istifaya ve siyasetten çekilmeye zorlarlar. .

ABD ve onunla birlikte hareket eden İngiltere ve Almanya gibi ülkeler, başka ülkelerde, egemen büyük sermaye için çalışacak işadamlarını ve siyasetçileri okullarında eğitirler ve kendi ülkelerinde Batı’nın bir adamı halinde çalışmalarını sağlarlar. 

İngiltere, özellikle Batı Asya (Ortadoğu) politikalarını uygulamada kendisine yardım edecek liderleri ve fikir adamlarını Exeter üniversitesinde eğitir,  yetiştirir. Ortadoğu’daki birçok politik lider ki aralarında çok sayıda devlet başkanı, başbakan ve bakan olmuş kişiler var, Exeter’de şu veya bu şekilde eğitim almıştır.  Abdullah Gül, şimdiki Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Eski Maliye bakanı Naci Ağbal, Ekmeleddin İhsanoğlu, eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yalçın, Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanı Prof. Dr. Mehmet Hasan Eken, Prof Dr. Nevzat Yalçıntaş Exeter’de lisansüstü eğitim almış kişilerden sadece birkaçıdır.

Amerika’daki Uluslararası Ziyaret Liderlik Programı’nı (The International Visitor Leadership Program) bilmeden ABD’nin diğer ülkeleri nasıl etki altına aldığını hatta yönettiğini anlamak mümkün değildir:

 Programın tarihçesi de epey derin. 1940’da Nelson Rockefeller tarafından ilk olarak Latin Amerika için başlatılmış ve 130 gazeteci ABD’ye getirilmiş. Gelişerek, devam eden program daha sonra Truman doktrini kapsamında Muhabere Bilgi, ardından Uluslararası Bilgi ve Eğitim Değişim bürosuna dönüştürülmüş. 1952’de de ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesine alınmış. 1953’te Başkan Eisenhower tarafından ABD Bilgi Ajansı adı verilen program, daha sonra sırasıyla Eğitim ve Kültür İlişkileri Bürosu, ABD Uluslararası İletişim Ajansı, Uluslararası Ziyaretçi Programı ve son olarak 2004’te Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı ismini almış.

Resmi rakamlara göre, toplam 290’nın üzerinde mevcut ya da eski başbakan ve cumhurbaşkanı ile 2 bin bakan bu programa katılmış ve mezun olmuş.

Eski kursiyerlerden birkaç örnek verelim: Filipinler Cumhurbaşkanı Arroyo ve Avusturya Cumhurbaşkanı Fischer 1964, Hindistan Cumhurbaşkanı Patiel 1968, Kosta Rica Cumhurbaşkanı Sanchez 1971, Sri Lanka Başbakanı Wickemanyake 1975, Güney Kore Başbakanı Seung Soo 1977, Portekiz Cumhurbaşkanı Silva da 1978’de kurs görmüş.

Taze kursiyerlerin başında ise Kırgızistan Cumhurbaşkanı Bakiyev geliyor. Bakiyev 2004’te kursa alınmış. Şu isimlerin yılları da şöyle: Makedonya Başbakanı Gruevski 2000, Togo Cumhurbaşkanı Gnassingbe 2001, İsveç Başbakanı Reinfeldt 2002.

Kurs görenler listesine, Danimarka eski Başbakanı, yeni NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakasvili, Yunanistan’ın eski Başbakanı Karamanlis’i de eklemek mümkün.

Abdullah Gül bu kursa 1995 yılında seçilmiş ama kayıtlarda bu kursun özel mi, genel mi olduğu belirtilmemiş. İlginç olan Abdullah Gül’ün özgeçmişinde birçok önemsiz huşu varken bu kurstan hiç söz edilmemiş.

Türkiye’deki olayları değerlendirirken bu gerçekler hep göz önünde olmalıdır. Emperyalizm kanlı ve çirkin yüzü ile ülkemize ve komşularımıza çok büyük kötülükler etmektedir.

Kurtuluşu bu emperyalist ülkelerin insafına ve yardımına sığınarak aramak en büyük gaflettir. Tam bağımsız milli devletimizi bu emperyalist güçlere karşı korumamız için, Türk kimliği altında tek bir millet olarak yaşamamız gerekir. Tek millet olarak mücadele etmeden ülkemizi de, devletimizi de ABD’ye ve onun yerli işbirlikçilerine karşı koruyamayız.

ATATÜRK’E GÜVENİYORUZ

Karamsar değiliz, yeni bir dünya kuruluyor. Bu yenidünyada Amerika’nın ve dolayısıyla Batı’nın büyük sermayedarlarının dünyaya egemen olma arzuları son bulacaktır. Yeni kurulacak dünyada sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişki bitecek ve Atatürk’ün müjdelediği günler er veya geç gelecektir:

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”

”…insanlığa müteveccih fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve nabût edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir halet-i İçtimaiyeye kavuşacaktır. “

10 Aralık 2023 Pazar

BÜYÜK SERMAYENİN PARALI ASKERLERİ: ABD VE İSRAİL (2)

BU KATİLAMLAR KİMİN VE NE İÇİN?

Başkan Wilson’un 1907 yılında söylediği şu sözlerde bu sorunun cevabı veriliyor:

“Ticaret ulusal sınır tanımadığı ve üretici de dünyayı bir Pazar olarak görmekte ısrar ettiği için ülkesinin bayrağı da onu izlemeli, ona kapalı olan ülke kapıları kırılıp devrilmelidir. Sermayedarların elde ettiği imtiyazlar devletin bakanlarınca güvence altına alınmalıdır, gönülsüz ülkelerin egemenlik hakları süreç içerisinde çiğnense bile. Koloniler oluşturulmalı ve ele geçirilmelidir, öyle ki dünyanın sağılmaya elverişli hiçbir köşesi es geçilmiş ya da bakir bırakılmış olmasın.”

ABD’nin politik hedeflerinden biri, küresel sermaye birikimi için dünyayı güvenli hale getirmektir. Herhangi bir şekilde ekonomik bağımsızlık ya da halkçı yeniden dağıtım politikası izleyenler, ekonominin artık değerini halkın yararına kullanarak kâr amacı gütmeyen hizmetlere ayırmak isteyen yönetimler Amerika’nın müdahale ya da işgal şeklinde gazabına uğramaktadır.

Bu müdahalelerden, bu katliamlardan amaç, uluslararası finans sisteminin güvenliğini korumaktır. Hiçbir ülkenin, bağımsız bir ekonomi politikası izlemesine ve kendisini geliştirmesine izin verilmez. Böyle ülkeler ambargolarla, müdahalelerle ve hatta işgallerle cezalandırılır ve tuttuğu yoldan gitmesi önlenir.

EMPERYALİZM KANA DOYMUYOR

Gazze’de bugüne kadar 7 bin çocuk katledildi. Emperyalizm yedi bin insan evladını, masum yavruyu, bebeği katletti. Emperyalist katiller, gözlerimizin içine baka baka, güle oynaya katliam yapıyor. Topraklarını, evlerini ve vatanlarını çaldıkları Filistin halkının çocuklarını tek tek yok ediyor.

Bu dökülen kanlar, bu akan gözyaşları, bu ölümler, bu sürgünler, bu yuvasız kalmış aileler, bu babasız, annesiz kalmış evlatlar, bu evladının arkasından ağlayan anneler, babalar; bütün bunların tek sebebi var: Kar, daha çok kar; para, daha çok para; her şeye rağmen kazanmak, daha çok kazanmak.

Emperyalizm, dünya tarihinin son beş yüzyıllık diliminde bütün kıtaları, bütün ülkeleri, bütün insanları iliğine kadar sömürdü. Yerli halklara zulmetti, tüm uygarlıkları kuruttu. Sömürmek için ya öldürdü ya da insanları birbirine kırdırdı.

EMPERYALİZMİ KAPİTALİZM BESLİYOR

Emperyalizm, siyasi ve iktisadi hayatına egemen olan kesimlerin, sırf kendi keselerini doldurmak, kendi cüzdanlarını şişirmek için başka halkların toprağına, toprak altı zenginliklerine, emeğine, hammaddesine ve ceplerindeki paraya el koyma hadisesidir.

Kapitalizm olduğu için emperyalizm var, mülkiyet olduğu için emperyalizm var.

Kapitalizmin olmazsa olmazıdır yayılmacılık. Kapitalizm yayılır, ayırım yapmadan yayılıp her yere yerleşir. Yerleştiği yerlerdeki insanları hakları ellerinden alınmış işçilere dönüştürür.

Yayılır çünkü onun fabrikasına ucuz hammadde lazımdır. Ona ucuz enerji lazımdır.

Yayılır çünkü ona ucuz işçi lazımdır. Bunun için fabrikasını gider az vergi vereceği, çalışma şartlarının yük olmayacağı, sendikaların güçlü olmadığı, çevre koruma yasalarının olmadığı yerlere kurar.

Yayıldığı yerlerde refah gelmez, barış gelmez, özgürlük gelmez; gelse de kapitalistlerin izin verdiği kadar gelir.

Gelişmiş ülke dediklerimiz sömürerek gelişti. Bu ülkelerin zenginleri kendi halklarını da sömürdü ve sömürüyor.

EMPERYALİZM ACIMASIZDIR

Emperyalizm, direnenlerden hoşlanmaz. Direnen halkların, milletlerin gözünün yaşını bir yana bırakın akan kanına bile bakmaz. İnsanları öldürür, halkları vatanından sürer, kültürleri yok eder.

Bu emperyalist güçlerde, daha fazla kazanmak arzusu her zaman için adalet ve merhamet duygusundan daha güçlüdür.

Soymak için, sömürmek için, ezmek için uluslararası kurumları kullanır. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü emperyalizmin silahsız ordularıdır. Bunların mensuplarının elinde belki top, tüfek yoktur ama içi evrak dolu çantalar vardır. Üniformaları ise siyah takım elbisedir.

BÜYÜK SERMAYENİN KATİL BEKÇİLERİ

Dünyaya büyük sermayenin egemen olmasını sağlamak için Amerikan Ordusu her an nöbettedir. Bu ordunun ölüm makinesi özelliğini yitirmemesi için her yıl milyarlarca dolar para harcanır. Amerika’nın 35’den fazla ülkede 400’den fazla üssü vardır. Bu üslerde 500.000 üstünde asker vardır. Bu ülke adeta bir nükleer bomba deposu gibidir. Dünyanın her yanına yetişebilecek binlerce stratejik ve taktik uçakları, binlerce füzesi vardır.

NATO’da emperyalist sistemin en güçlü bekçisidir.

Bu kadar güçlü bir orduya sahip Amerika, özellikle son yıllarda, terör örgütlerini de kullanıyor. Amerika’ya yakın devletlerin askerleri, polisleri ve teröristler CIA ve buna benzer diğer birimlerce eğitiliyor. Onlara gözetim, soruşturma, işkence, gözdağı ve suikast konularında bilgiler veriliyor. Latin Amerika’da “Katiller Okulu” olarak bilinen Fort Benning’teki ABD Askeri Okulu’nda yandaş devletlerden gelen askerlere en son zulüm ve işkence metotları öğretiliyor. El Salvador’da köy katliamları yapanlar ve diğer vahşetlere karışanların çoğu bu okulda eğitilmişti.

Coğrafyamızdaki PKK/YPG/PYD, DEAŞ, İŞİD gibi terör örgütleri de emperyalizmin eli kanlı uşaklarıdır. 

 Devam edecek…

 

 BÜYÜK SERMAYENİN PARALI ASKERLERİ: ABD VE İSRAİL (1)

Bugünkü gazeteler yazıyor:

“Son dakika haberi... İsrail'in Gazze'de yürüttüğü katliamın en büyük finansörü olan ABD, İsrail'e koşulsuz desteğini her geçen gün biraz daha artırıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde skandal bir karara imza atan ABD, Gazze'de acilen insani ateşkes talep edilen karar tasarısını veto etti. İngiltere "çekimser" oy kullanırken diğer 13 üye "evet" oyu kullandı.

Genel Sekreteri Antonio Guterres'in BM Şartı'nın 99. maddesini işleterek Konseye gönderdiği mektuba atıfta bulunulan karar tasarısında, Gazze Şeridi'ndeki korkunç insani durum ve Filistin halkının çektiği acılara işaret edilerek tüm sivil toplumların korunması gerektiği belirtiliyordu.

Acilen insani ateşkes çağrısı yapılan karar tasarısında, tüm taraflara özellikle sivilleri koruma konusunda uluslararası hukuk uyarınca yükümlülüklerini yerine getirme çağrısı yapılıyordu.

Karar tasarısında, tüm esirlerin acilen ve koşulsuz serbest bırakılması ve insani yardıma erişim sağlanması talep ediliyordu.”

Bu habere şaşmadık çünkü biliyoruz ki; ABD ve İsrail, kapitalist Batı’nın dünyaya egemen olmak isteyen büyük sermayesinin kullandığı örgütlerden ikisidir.

Hegemonyacı büyük sermaye için önemli olan paradır, zenginliktir. Bugüne kadar, zenginliklerine zenginlik katmak için önlerine çıkan bütün engelleri yıktılar, yaktılar. Ülkeleri işgal ettiler, katliamlar yaptılar ama bir türlü kana ve paraya doymadılar.

Bu gerçeği göremeyenler, bilmeyenler İsrail’in Filistin’de bebek, çocuk, kadın, sivil demeden öldürdüğü katliamın gerçek sebebini anlayamazlar, doğru değerlendiremezler.

 Ellerine milyonlarca masum insanın kanı bulaşmış çok büyük zenginlerin kullandığı üç yöntem var:

a)      Ülkelerin yönetimlerini sözüm ona demokratik yöntemlerle ya da darbelerle belirlemek;

b)      İşbirlikçi iktidarlarla kontrol altına alamadıkları ülkeleri işgal etmek;

c)       İşgale karşı direnme olursa, çocuk, yaşlı, sivil, asker demeden katliamlar yapmak.

Bu kanlı sermaye,  bunları gerçekleştirmek için, ABD, İsrail ve diğer Batılı kapitalist devletlerin ve sömürmek istedikleri ülkelerin ordusunu, halkını, medyasını, aydınlarını(!) kullanır.

Afganistan’da yenilerek ülkeyi terk edince ”medeniyet ışığı söndü” diyerek Amerika’yı işgal ettiği ülkelere medeniyet ışığı saçan bir devlet gibi gösterenler oldu. Oysa ABD ve diğerleri işgal ettiği topraklara medeniyet ışığı filan götürmez, barut götürür, bomba götürür, ölüm götürü, zulüm götürür.

Bu medeni Amerika(!), sermayenin ülkede büyümesi ve güçlenmesi için, kurulduğu tarihten bu yana, neler yapmış özetleyelim:

KURULUŞUNDA KATLİAMLAR VAR

Amerika kurulduğundan bu yana insanlık suçu işleye işleye büyüdü. Büyüme oranı, işlediği insanlık suçları ile orantılı gitti.

Emperyalizm kan içerek büyür; ne kadar çok katliam, sömürü ve doğa tahribatı o kadar hızlı büyüme…

Amerika bağımsızlığını İngiltere ile savaşarak elde etti. Bağımsızlığını ilan ettiği topraklara ise Kızılderilileri öldüre öldüre sahip oldu. Bağımsızlık bildirisinde bile onlardan “Acımasız vahşiler” diye söz edilir. Bağımsızlık bildirisini kaleme alan Thomas Jefferson Kızılderililerin topraklarını ele geçirmenin beyazların hakkı olduğunu söyler. İlk cumhurbaşkanlarından John Adams’ göre Kızılderililer “Kanlı av köpekleridir”.

20 milyonun üzerinde Kızılderili ya öldürülmüş ye da ölümcül şartlar içine itilmiştir. Çeşitli işkencelere, tecavüzlere, hastalığa, açlığa ve sürgüne maruz bırakılmış, çocuk kadın demeden acımasızca katledilmiştir.  İlk biyolojik silah onlar için kullanılmış, çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler verilerek binlerce Kızılderili ölüme terk edilmiştir. Amerikan hükümeti her Kızılderili kafatası için 5 dolar vererek adeta soykırım yapmıştır. Bununla yetinilmemiş, Kızılderililerin en önemli besin kaynağı olan bizonlar da öldürülüp Kızılderililer açlığa mahkûm edilmiştir. İlk zamanlar kuzey Amerika’da 50 milyon bizon varken 1889’da ülkede sadece 540 bizon kalmıştı.

KATLİAMLARA DEVAM

Amerika ülke dışındaki katliamlara erken başladı. 1899’dan 1902’ye kadar Filipinleri zapturapt altına almak için yapılan askeri harekâtta 200.000 Filipinli can vermiş, on binlercesi yaralanmış ve işkence görmüştü.

6 ve 9 Ağustos 1945 insanlık tarihinin en acı ve en karanlık günü oldu.  Amerika, önce Hiroşima’ya daha sonra da Nagazaki’ye atom bombası attı ve on binlerce masum insanı acımasızca öldürdü. Kentler harabeye döndü. Sadece insanlar değil o bölgelerde yaşayan her canlı artık yaşamaz oldu. Radyasyonun etkisi yıllarca devam etti.

Bu bir insanlık suçuydu. Bu bombalar Japonlara değil insanlığa atıldı ve 6 Ağustos’ta dünya insanlığını kaybetti.

 

Guatemala ise 1954 yılında Amerika tarafından işgal edildi. İşgal sonucu askeri yönetim kuruldu. Bu yönetim sırasında daha önce topraksız köylülere dağıtılan araziler geri alındı. 36 yıl süren iç savaş sonucunda 200.000’nin üzerinde Guatemalalı hayatını kaybetti.

Panama Başkanı Noriega’nın uyuşturucu işiyle uğraştığını bahane eden Amerika 1989 yılında bu ülkeyi işgal etti. Panama City’de Noriega’nın büyük halk desteği gördüğü işçi semtleri bombalandı ve zorla boşaltıldı. Binlerce insan tutuklandı. Zengin Kompradorların desteği ile yeni bir hükümet kuruldu.

Amerika müdahale edecekse, büyük, küçük ülke demeden gereğini yapar. Dominik beş kere Amerikan askeri müdahalesine maruz kaldı. 100 binin biraz üzerinde nüfusu olan Granada da Amerikan gaddarlığından nasibini aldı. 1983’de Reagan yönetimi bu ülkeye işgal ederek yönetimi değiştirdi. Sonuçta işsizlik ve yoksulluk diz boyu arttı.

Vietnam savaşı ise tam bir trajedidir. Bu savaş 1965 yılında başlamış ve 1975 yılına kadar sürmüştür. Vietnam 1,5 milyon vatandaşını ve zehirlenme sonrası topraklarının üçte birini kaybetmesine karşın savaştan galip çıktı. Bu 1.5 milyonun üstündeki Vietnamlının çoğu sivildi, çocuktu, kadındı.

Irak’a iki kere müdahale etti. 2003’teki ikinci müdahaleden bu yana Irak’ta ölen sivil sayısı 1.000.000’nun üzerindedir. Binlerce insan işkenceye maruz kaldı. Kadınların ırzına geçildi. Çocuklar ailesiz kaldı. 2 milyondan fazla insan evinden, yurdundan göç etmek zorunda kaldı.

Amerika katliamlarını bizzat kendi askeri güçlerini kullanarak gerçekleştirdiği gibi farklı ülkelerde kendisine bağlı örgütleri silahlandırarak, eğiterek ve destekleyerek de yapar. El Salvador’da, Guatemala’da Kolombiya’da Endonezya’da bu yöntemleri kullanmıştı; tıpkı şimdilerde Batı Asya’da (Ortadoğu) yaptığı gibi.

PKK/PYD/YPG, Türk vatanını ve milletini bölmek ve bu bölgede kendisine bağlı bir devletçik kurmak için kullandığı örgüttür.  

Şili’de sosyalist lider Allende’i devirmek için Pinochet’i destekledi. Pinochet, 1973 yılında önce Allende yanlısı subayları öldürdü. Daha sonra Allende’in bulunduğu Başkanlık Sarayı’nı ve ailesinin oturduğu evi bombaladı. Allende öldürüldü. İktidarı devralan Pinochet iktidarı süresince katliamlar yaptı. 3 binin üzerinde insan öldürüldü. Bir milyondan fazla insan Şili’den göç etti.

Endonezya’da ABD destekli ordu 500.00’den fazla insanı öldürdü. Komünist Partisi’ni ve onun sempatizanlarını yok etti. On yıl sonra Amerika destekli Endonezya ordusu Doğu Timur’u istila edip 600.00’lik nüfusun 100.000’den fazlasını öldürdü. Saldırı, Başkan Ford ve Dış İşleri Bakanı Kissinger’in Endonezya’yı terk etmesinden bir gün sonra başladı. Belli ki yeşil ışık yakılmıştı.

Amerika’nın insanlık suçlarının en taze örneklerinden birisi Suriye’de yaşandı. Amerikan askerlerinin desteklediği terör örgütlerinin eylemleri sonucu 300.000’den fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası evinden yurdundan göç etmek mecburiyetinde kaldı. Anneler, babalar, bebekler denizlerde boğuldu.

29 Ağustos 2023 Salı

 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN

Türk milletinin bu büyük zafer gününü kutluyorum.

Cumhuriyet’e giden yolun kapısını bugün açtık.

Başını İngilizlerin çektiği Batı’nın emperyalist güçlerini bugün mağlup ve perişan ettik.

Mazlum milletlere emperyalist güçlerin de yenileceğini bugün gösterdik.

Bu zaferle, 23 Nisan 1920’de Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz cumhuriyeti tüm dünyaya Kabul ettirdik.

Bu zaferle, Türk milleti şehit kanları ile vatan kıldığı bu topraklara egemen oldu ve özgür ve bağımsız yaşamaya başladı.

Bugün, Türk Devrimi'nin en önemli günlerinden birisidir. Devrimin önündeki en büyük engel bugün aşılmıştır.

“ZAFER, ZAFER BENİM DİYENLERİNDİR”

Bu büyük zaferi bize armağan eden, Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkumandanı Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos’u şöyle değerlendiriyor:

“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta hey'etinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.

Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir âbidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”

Bu zaferi kazanarak bize hür ve müstakil bir vatan bırakan, başta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa, Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa ve Milli Savunma bakanı Kazım Paşa olmak üzere, neferinden, en üst düzeydeki komutanına kadar ordumuzun tüm mensuplarına, şehitlerimize, gazilerimize ve ordumuzun galip gelmesi için her türlü fedakârlığı gösteren kadın, erkek tüm milletimize şükranlarımızı ve minnetlerimizi sunuyoruz.

EMPERYALİSTLERE KARŞI SAVAŞTIK

Bu savaş bir vatan savaşı idi. Türk milleti bu savaşı sadece Yunanlılar karşı değil, yedi düvele yani emperyalist ülkelerin tümüne karşı verdi ve kazandı.

Türk milletini ve vatanını bölmek ve vatan topraklarımızın bir kısmında Kürdistan ve Ermenistan isimli kukla devletler kurmak isteyen, başta İngiltere olmak üzere, emperyalist ülkeler, Sevr Antlaşmasını bize zorla kabul ettirmek istediler ve bunun için Yunanlıları üzerimize saldırttılar.

Biz Dumlupınar'da sadece Yunanlıları değil tüm emperyalist devletleri yendik.

DUMLUPINAR VE AFYON OVASI: BİR DEVRİN BATTIĞI YER

Yıl 1924, 30 Ağustos'u anmak için Türk halkı Afyon Ovasında toplanmış. Hamdullah Suphi halka hitap ediyor. 

"Burada, hâdise sözden çok kuvvetli bir mevkidedir. Ben size ne söyleyebilirim ki, bu ovaların üstünde geçen vak’alar kadar derin, manalı, beliğ ve şümullü olsun. Söz burada fiil karşısında acizdir. Bakıyorum, aramızda Anadolu kadınları var, hiçbir felâketin üstüne gözyaşı akıtmamış, yüzleri kayalar gibi katı, yüzleri dağ başlarındaki kayalar gibi yanık, sayısız muharebelere sayısız şehitler vermiş Anadolu kadınları var. Aramızda alaca gömlekleriyle, çıplak ayaklarıyla köylüler ve köy çocukları görünüyor. Dağ başlarındaki yaylalardan Yörükler inmiş, içtimaa onlar da gelmişler, içtima tamamdır. Burada olanlar kadar burada olmayanlar da burada… Türk milletinin ruhu, bu harp meydanının kenarında şimdi el bağlamış duruyor" 

Yıllarca süren savaşlardan dolayı yorgun ve bitkin bir halk; insanlar aç ve susuz; üstte yok, başta yok, her evde 3-5 şehit, gidip de gelmeyen nişanlı, koca, baba. Bu yokluk ve perişanlık içinde eksik olmayan hürriyet ve istiklâl arzusu. 

Zamanın padişahı kendi ikbali peşinde. İngilize teslim olmuş, sarayından çıkamıyor. O saraylar Türk halkı açlıktan hastalıktan, savaşlardan kırılırken ondan bundan borç alınarak yapılmış. 

Zafer gerçekleşince Türk halkı mutlu, mesut; padişah ve avenesi ise üzgün ve mahzun.

Afyon ovası ve Kocatepe Necmettin Halil Onan’ın dediği gibi bir devrin battığı yerdir. Bu devrin batması ile, Türkiye Cumhuriyeti “Yeni bir güneş gibi doğmuştur” ve Türk Ulusu istiklâl ve egemenlik zevkini Cumhuriyet ile birlikte tatmaya başlamıştır.

Halil Onan'ın ağzından Afyon Ovası:

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.


Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,

Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,

İstiklal uğrunda, namus yolunda,

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.


Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,

Mübarek kanını kattığı yerdir.


Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda, bütün milletin,

Hürriyet zevkini tattığı yerdir.


28 Ağustos 2023 Pazartesi

 EMPERYALİZME KARŞI KAZANILMIŞ SAVAŞI EMPERYALİZMİN PİYONU İLE KUTLAMAK

Duyunca inanamadım, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları kapsamında, Gülşen denen müptezel kadına  İstanbul Büyükşehir Belediyesi konser verdirtecekmiş. Böyle bir edepsizliği ancak  İmamoğlu'nun başkanı olduğu bir belediye yapabilir.

Emperyalizme karşı savaşan bir ordunun zaferini, emperyalizmin uşağı haline gelmiş, orasını burasını açmayı sanat diye sunan, ahlak yoksunu bir kadının sesinden çok vücut gösterisiyle kutlamak edepsizliktir, ahlaksızlıktır, seciye düşkünlüğüdür. Başta Atatürk olmak üzere 30 Ağustos'un tüm  gazi ve şehitlerine yapılmış bir hakarettir. Böyle bir alçaklığı kabul etmek mümkün değildir. 

Emperyalizmin yıllardır süren, kültürel saldırısının amacı ülkenin milli, manevi değerlerini tahrip etmektir.

  İşte Gülşen’in görevi de tam da burada başlıyor. Sahnede soyunarak, yarı çıplak şarkı söyleyerek ve uygunsuz şarkı sözleri yazarak, seyircilerin kucağına oturarak, LGBT bayrağı açarak kendisine verilen görevi başarılı bir şekilde yapıyor. 

Bu yaptıkları milli ahlakımıza, milli seciyemize, milli terbiyemize ve edebimize, ananelerimize, milli benliğimize yönelik saldırılardır.  Bu saldırıları esas hedefi Türk milletidir.

Gülşen’in milletimize ve devletimize yönelik bu saldırıları, bu ahlaksızlıkları, bu edepsizlikleri, bu küstahlıkları onu emperyalizmin savaşçısı yapmıştır.

İmam Hatip mezunları için söyledikleri ise, geniş bir çevre tarafından yürütülen İslamiyet, din, din adamı,  imamlar, dindar insanlara ve camilere yönelik tahkir ve aşağılama kampanyasının bir parçasıydı.

Gülşen tutuklandıktan sonra, kendisine büyük bir destek kampanyası başlatılmıştı. Adeta kahraman ilan edilmişti.

 Türk milli benliğine, Türk kültürüne bu denli saldıran biri adeta kahraman ilan edildi. Bunu yapanların büyük çoğunluğu ise kendisini Atatürkçü olarak takdim eden çevreler ve insanlar oldu. Beyinleri esir alındığı için Atatürkçülüğü Batı tarzı yaşamak sanan bu insanlara Atatürk’ün şu sözlerini hatırlatmak isterim:

“Dünyanın bize hürmet etmesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün fiil ve hareketimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır(avı).”

İşte bu şarkıcı, kucak dansçısı, eşcinsellik propagandacısı, striptiz yıldızı Gülşen, bizi avlamak isteği ve eylemi içinde olan, başını Amerika'nın çektiği emperyalizmin milli benliğimizi yok etmek için kullandığı bir piyondan başkası değildir.

Gülşen'e bu ihanet imkanını sunan İmamoğlu'da emperyalizmin hizmetkarı olmuştur. Yazıklar olsun!

İstanbul halkı seçimlerde İmamoğlu'ndan hesap sormalıdır; sormazsa ona da yazıklar olsun! 


19 Ağustos 2023 Cumartesi

 LİBERAL EKONOMİK SİSTEM VE RASYONEL DÜŞÜNCE

Yükselen enflasyon, artan işsizlik, ardı ardına ilan edilen konkordatolar, iflaslar, fabrikalardan çıkarılan işçiler, bozulan gelir dağılımı, artan ekonomik eşitsizlik, sürekli açık veren cari işlemler, kamunun ve halkın artan borçları içinde bulunduğumuz ekonomik krizin en belirgin kanıtları..

Türkiye, Kapitalist Batı’nın etkisine girip de Atatürk’ün ‘halkçılık’ ve ‘devletçilik’ ilkelerini bir yana bıraktığından bu yana zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oluyor. Artan milli gelir belirli ellerde toplanıyor ama halka intikali sınırlı kalıyor.

Türkiye’nin ekonomik ve sosyal durumunu, yaşadığımız çelişkilerin nasıl derinleştiğini rakamlarla anlatalım; durum özetle şu:

Türkiye’de ve emperyalizmin etkili olduğu tüm ülkelerde zenginler zenginleşmekte, zenginlerin en zenginleri daha da zenginleşmekte, yoksulların sayısı artmakta ve giderek daha da yoksullaşmakta.

15 milyon insanımız yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin boyutları büyümekte. Kadınlarımızın durumu daha da vahim; cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. Sıradayız.  

Yoksulluk sınırında yaşayan insanların oran Türkiye’de yüzde 14.4. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında üçüncü sırada. Türkiye’de her 4 çocuktan biri açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7. Bebek ölümlerinde 1’inci sıradayız. Bizde binde 9.2  iken, OECD ortalaması 4.6.

Gelelim işçi sınıfına. Temmuz ayındaki asgari ücret artışı ve ara zamlar sayesinde işgücü ödemeleri 2022 yılı üçüncü çeyreğinde yüzde 96.2 arttı. Net işletme artığı/karma gelir ise yüzde 123 arttığı için yani sermayenin elde ettiği kazanç daha fazla olduğundan işgücü ödemelerinin Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı yüzde 26.3'te kaldı. İşgücü ödemelerinin cari fiyatlarla Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı geçen yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 29.5 düzeyindeydi. Özetle, sermayenin geliri arttı, emeğin geliri azaldı.

Türkiye, karşılaştırılabilir zenginlik seviyelerine sahip diğer ülkelere göre daha eşitsiz durumda. Bugün en alttaki %50 servetin %4’ünü, ortadaki %40 servetin %29’unu ve en üstteki %10 toplam hanehalkı servetinin %67’sini elinde tutuyor. Bu oranlar en alttaki %50’nin oldukça düşük bir serveti bulunduğunu yani ülkede çok sayıda “çok yoksul” insan olduğu anlamına geliyor.

HAL BÖYLE OLUNCA:

Kimisi evine götüreceği ekmeğin fiyatını bile hesap ederken kimisi en lüks lokantalarda yiyip de yemek beğenmiyor.

Kimisi çocuğunun okul masraflarını karşılayamamanın acısını çekerken, kimisi çocuğunu en pahalı özel okullara gönderiyor, yetmezmiş gibi özel hocalar tutuyor. Yoksullun çocuğu okurken de zorlanıyor, okulu bitirip iş ararken de; zenginin çocuğu iyi okullarda rahat rahat okuyor, okul bitince de zaten işi hazır oluyor.

Kimileri ülkenin fabrikalarını, işletmelerini, topraklarını, derelerini, madenlerini, limanlarını satıyor, kimileri de bunlardan habersiz televizyonda saçma sapan programlar, diziler izliyor. Aydın geçinenler ise, Erdoğan'ı, Kılıçdaroğlu'nu, Bahçeli'yi, Akşener'i tartışıyor ama sistemi sorgulamak akıllarına gelmiyor. Akıllarına gelmez çünkü sistem izin vermez. Sorgulamaya kalkanları da hemen itibarsızlaştırır.

RASYONEL DÜŞÜNELİM, SİSTEMİ SORGULAYALIM

Açın gazeteler bakın, televizyonları dinleyin tartışılan konulara bakın; partiler tartışılıyor, kişiler tartışılıyor ama sistem sorgulanmıyor. Zaten partiler de bu ekonomik sistem içerisinde çareler sunuyor.

İktidar bir türlü liberal ekonomi uygulamalarından vaz geçemiyor. Muhalefet ise liberal ekonominin savunucularını danışman tutmuş, bununla övünüyor. 

Rasyonel düşünülmediği için sistem sorgulanmıyor. % 1'lik kesim, kapitalist liberal ekonomik modelin en başarılı sistem olduğuna insanları inandırmış; onlarda önyargılar oluşturmuş. Bırakın sosyalizmi; devletçilik, planlı kalkınma bile tu kaka olmuş. Küreselleşmiş, liberalleşmiş bir ekonomik modelin çok başarılı olacağına dair kanaatler insanlarımızın beynine çakılmış. Bu durumda rasyonel düşünce olur mu?

SİSTEMİ DEĞİŞELİM

İktidarı değiştirmek çözüm değildir. İktidarla birlikte sistemi değiştirelim. Özal gider, Çiller gelir; Çiller gider, Derviş gelir; Derviş gider, Erdoğan gelir, Erdoğan gider başka birisi gelir ama sorunlar bitmez.

Türkiye, tasarrufu, yatırımı, üretimi esas alan; planlı, kamu ağırlıklı, emekçilere saygı duyulan; refahın ve gelirin hakkaniyetle dağıtıldığı yeni bir ekonomik sistemi bir an önce uygulamaya başlamalıdır.


15 Ağustos 2023 Salı

 % 1'İN YALANLARI VE RASYONEL DÜŞÜNCE

Sevgili Salih'in " Sokaklar; beyin patikaları çıkmazlaştırılarak içine cehalet ırmakları akıtılmış,  rasyonelliği  (akılcılığı) ortadan kaldırılmış,  eleştirel düşünceleri köreltilmiş yitik bezginlerle dolu." ifadesinden doğrusu çok etkilendim ve kendisine hak verdim.

Daha önceleri “blog” yazıyordum ama son zamanlarda yazmaz olmuştum. Salih’in bu ifadesini okuyunca tekrar yazmaya karar verdim. İlk birkaç yazımı “rasyonel düşünceye” ayıracağım.

Liberal kapitalist ekonominin uygulandığı ülkelerde zaten rasyonel düşüncenin gelişmesine izin verilmez. Böyle toplumlarda parayı kim kontrol ediyorsa, düşünceleri ve duyguları da o kontrol eder.

En zengin % 1'lik kesim sadece paraya hükmetmez, parayı kullanarak beyinlere de hükmeder. 

% 1'in söylediği yalanlara inanan % 99'luk bir kesimin olduğu toplumlarda rasyonel düşüncenin olmasını beklemek hayal kurmak gibidir.

Rasyonel düşünce için ön şartlardan birisi, doğru bilgidir. Toplumu bilgilendiren araçlar, gazeteler, televizyonlar, filimler, diziler, sosyal medya siteleri bu en zengin % 1'lik kesimin elinde olduğu sürece halkın gerçekler ulaşması mümkün değildir.

Rasyonel düşüncenin gelişmesi için, % 99'luk kesimin, % 1'in söylediklerinin yalan olduğunu bilmesi lazım.

Bu çok zengin kesim, rasyonel düşüncenin toplumda yaygınlaşmaması için,  insanların duygularını da yönetir. Parçalamak, egemen olmak istediği milli devletlerin halkını mezhep, etnik kimlik temelinde böler ve birbirlerinden nefret etmelerini sağlar.

Türkiye'de bunu çok iyi yaptılar. Etnik kışkırtıcılık yaparak insanları kendi ülkesine düşman hale getirdiler. Binlerce insanımız kaybına yol açtılar.

12 Eylül öncesi sağcı ve solcu diye halkı iki gruba böldüler ve birbirlerinden nefret etmelerini sağladılar. Sağcılar solcuları, solcular sağcıları düşman gördü; birbirlerini kırdılar. Ve bu ortamı bahane ederek istedikleri bir yönetimi Türkiye'nin başına getirdiler. 

Bu yönetim,  dünyayla bütünleşeceğiz diye, serbest ekonomi modelini uygulamaya başladı ve % 1'in egemenliğini artırdı.

Rasyonel düşünceyi engellemek isteyen bu % 1’lik kesim, nefret duygusu kadar sevgiyi de kullandı, kullanmaya da devam ediyor. 

Batı hayranlığı yarattılar. Her türlü kötülüğün Batı’dan gelmesine rağmen, bu hayranlık ve Batı tarzı yaşama biçimine olan sevgimizden dolayı Türkiye’ye yönelik tehdit, tehlike ve kötülüğün kaynağını algılayamadık. 

Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olmasını istemedikleri politikacılardan nefret edilmesini sağladılar. Nefret duygusu ile beyinleri sağlıklı ve mantıklı düşünemez hale getirdiler.

Sonuçta % 1’lik kesim daha da zenginleşirken yoksulların sayısı artıyor ama insanlar bu duruma yol açan liberal kapitalist sistemi sorgulayamaz durumda oldukları için siyasetçileri tartışıyorlar ama sisteme sorgulamak akılarına gelmiyor.

Rasyonel düşünce olsaydı, bunlar olur muydu? Yükledikleri nefret ve sevgi duyguları ve öğrettikleri yanlış bilgilerle ve söyledikleri yalanlarla rasyonel düşünceyi yok ettiler; etmeye de devam ediyorlar.

Yalanlarla, gerçekçi olmayan duygularla beyinleri esir alınmış insanlar rasyonel düşünüyorum sanır ama düşünemez.  Rasyonel düşünce için iki ön şart var; , kanıtlanmış doğru bilgilere itibar etmek ve duyguların etkisinden uzak kalmak.  

Toplumda rasyonel düşüncenin yaygınlaşması için, % 99’luk kitlenin % 1’lik kesimin yalanlarına inanmamasını sağlamak lazım. 

Yanlış bilgilerle beyni doldurulmuş ve bu bilgiler yüzünden önyargılar geliştirmiş insanlar rasyonel düşünemez. 


8 Ağustos 2023 Salı

 YAKUP KADRİ, YABAN, SANAL DÜNYA


Yakup Kadri'nin Yaban isimli romanını yıllar önce okumuştum. Yazar, İstiklal savaşı verdiğimiz günlerde Porsuk çayı kenarındaki bir köyde geçen olayları, harpte bir kolunu kaybetmiş ve askerinin daveti üzerine bu köye gelmiş olan Ahmet Celal isimli emekli subayın ağzından anlatır.
 
Ahmet Celal ve köylüler aynı yerde aynı kaderi paylaşırlar ama dünyaları birbirlerinden çok farklıdır.
 
Bir gün Yunan uçaklarından  köyün üzerine kağıtlar atılır. Kağıtlarda, "Muhterem Anadolu ahalisi, Mustafa Kemal'in çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün şehirleri, kasabaları zaptettik. Şimdi Ankara üzerine yürüyoruz. Sakın bize karşı düşmanca harekete kalkışmayın. Biz sizi Halife tarafından kurtarmağa geliyoruz." yazıyordur.

Bunu okuyan Ahmet Celal, hiddetlenip memleketin haline üzülürken, köylüler, Yunanlıları kurtarıcı olarak görüp sevinirler çünkü onların dünyasında Yunanlılar kurtarıcıdır.
 
Köylüler, Yunanlı askerler köyü işgal edip mala, cana, ırza tecavüz etmeye ve evleri yakmaya başlayınca sanal dünyadan çıkıp gerçek dünyanın ne olduğunu öğrenirler.
 
Günümüzde uçaktan atılan kağıtların yerini egemen büyük sermayenin  kontrolündeki ve yönetimindeki medya, sosyal medya ve sinema sektörü aldı.
Bunları okuyanlar, dinleyenler, izleyenler gerçekten kopmuş sanal bir dünyada yaşıyorlar. Yaşadıkları bu sanal dünya bazen onları mutlu ediyor bazen de üzüyor. Her türlü seçimlerini ise sanal dünyanın gerçeklerine(!) göre yapıyorlar.
  
Gerçeğe ulaşmak için rasyonel düşünceye ihtiyaç var ama beynine sürekli yanlış bilgiler yüklenmiş insanların bunu yapması çok zor. Rasyonel düşünce için doğru bilgi ve hatalardan kurtulmuş bir mantık lazım. Eğer bunlar yoksa, Yunan askeri kurtarıcı, Ahmet Celal düşman sanılır.
 
Yaban romanı okumanızı öneririm. Ders alınacak çok şey var.

6 Ağustos 2023 Pazar

 HAYAL VE GERÇEK

"Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana

Mey süzülmüş şîşeden ruhsar-ı âl olmuş sana"

Nedim'in bu beyit ile başlayan çok güzel bir şiir vardır. Bu şiirinde Nedim bir "dilberi" öve öve bitiremez. Gerçekte ise  böyle bir güzelin olmadığını, Nedim'in hayalinde var ettiği birisini anlattığını şiirin son beytinden öğreniyoruz.  

"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm

Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana"

“Hayal gücümüzde, gerçek hayattan daha fazla acı çekiyoruz.” diyor Seneca.

Bizi üzen, yasa boğan, sevindiren, umutlandıran dünya acaba gerçek mi, yoksa hayalimizdeki dünya mı? Hayalimizdeki Türkiye mi?

Dünyaya pembe gözlüklerle mi bakıyoruz yoksa siyah gözlüklerle mi? Ve bu gözlükleri gözümüze kim takıyor?

Gözümüz, kulağımız medya oldu, sosyal medya oldu. Oralardan öğrendiklerimizle kendimize bir dünya oluşturuyoruz.

Ya yazılanlar, söylenenler yalansa? Birileri kullanmak için bizi gerçeklerden uzaklaştırıp hayali bir Türkiye'de yaşamamızı istiyorsa? Kim bilir?

Ve unutmayalım, insanlar önce duygularının, isteklerinin daha sonra da bildiklerinin esiridir! 


18 Nisan 2023 Salı

ÜÇ YEREL YÖNETİM: BİR KUKLA DEVLET

 Amerika, bizim güneydoğumuzu da içine alan bir kukla devlet kurma planı var. Kurulmak istenen bu devlet bizim güneydoğumuzu, Irak ve Suriye’nin kuzeyini içine alacak ve İran’dan Akdeniz’e kadar uzanacak; plan böyle.  Amerika’nın acelesi yok; planı zamana yaymış, adım adım gerçekleştiriyor.

 Gelişmelerden anladığımız kadarı ile öncelikle üç ayrı devlet içinde yerel yönetimler oluşturulacak ve sonra bunlar bir şekilde birleştirilerek devlet kurulacak.

 İlk aşamada Irak’ın kuzeyinde bir yerel yönetim oluşturuldu. Suriye’nin kuzeyinde, Fırat’ın doğusunda PKK’nın egemen olduğu bir bölge var. Amerika’nın desteği ile orada da bir yerel yönetim oluşturuldu. Geriye Türkiye’nin güneydoğusu kaldı.

 Amerika, Güneydoğu’da Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesini yok etmek ve bu bölgeyi bizden koparmak için PKK’yı silahlı güç olarak ve terörü de metot olarak kullandı. 24 Temmuz 2015 tarihinde başlayan silahlı mücadele sonucunda PKK yurt içindeki etkisi sıfırlandı. Türk devleti bu bölgeye tam olarak egemen oldu.

 Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği silah yolu ile yok edemeyen Amerika, farklı bir stratejiyi uygulamaya başladı; sert metottan yumuşak metoda geçti. Güneydoğu’da kurulmak istenen yerel yönetime adım adım gidilme planı işleme konuldu. Sadece Amerika değil, Avrupa’nın birçok devleti de bu planın gerçekleşmesi için çaba gösteriyor.

 YAVAŞ YAVAŞ, ALIŞTIRA ALIŞTIRA

 Güneydoğumuzun bizden koparılmasına Türk milletinin izin vermeyeceğini bildikleri için, “sakaldan kıl koparma taktiği” uyguluyorlar. Bir insanın sakalını bir günde yolmaya kalkarsanız, büyük tepki alırsınız ama her gün bir kıl koparırsanız, bir kıl için tepki almazsınız; bir süre sonra adam sakalsız kalır.

 Önce mahalli idarelerin yetkileri artırılır, eğitim yerel yönetimlere verilir, anadilde eğitim serbest hale getirilir, yerel yönetimlerin gelir kaynakları artırılır, mali özerklik verilir, bazı iller bir araya getirilerek güneydoğuda bir eyalet oluşturulur ve bu bölgeye yerel özerklik verilir. Daha sonra, Irak, Suriye ve Türkiye’deki yerel yönetimler bir federasyon altında birleştirilir ve devlete dönüştürülür.

 CHP, HDP ve bunlarla beraber hareket eden partilerin ilan ettikleri programlara bakınca, liderlerinin söylemlerini okuyunca, isteklerini göz önüne alınca “sakaldan kıl koparma” taktiğinin bu partiler tarafından uygulanmaya başladığı görülüyor.

 Hatırlayalım; Kılıçdaroğlu, ilk önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin son olağan kurultayında, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldıracaklarını söylemişti. Daha sonra, birçok kere bu niyetini dile getirdi. Son olarak da CHP İstanbul Milletvekili Yunus Emre iktidara geldiklerini bu çekinceleri hemen kaldıracaklarını söyledi. 2018’da, Seçim bildirgesinde açıkça Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndaki çekincelerin kaldırılacağı yazıyordu.

 Geçmiş hükümetler, şartın bazı maddelerine ülkeyi bölünmeye götürür diye çekince koymuşlardı, CHP ve dostları iktidar olursa bu çekinceleri kaldıracaklar ve yerel özerkliğe ve takiben de yerel yönetime giden yolu açmış olacaklar.

 “Daha demokratik anayasa”, “Anayasa’dan Türk kelimesinin çıkarılsın”, “demokratik özerklik”, “ana dilde eğitim”, “yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması”,” 100 yıllık cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması”, “Kürt sorunu mecliste çözülür”, gibi sözler duyarsanız aklınıza hemen bu sakaldan kıl koparma taktiği gelsin. Bu söz ve isteklerle,  yerel yönetime ve arkasından kukla devlete giden yola taş döşenmek isteniyor.  Bu istekler gerçekleşirse, yeni istekler devreye sokulacak; Irak, Suriye ve Türkiye’deki yerel yönetimler birleşip devlete dönüşünceye kadar da istekler devam edecek.

 SURİYE VE IRAK’TAKİ YEREL YÖNETİMLERE DİKKAT!

 Türkiye’nin kendi içindeki PKK’yı temizlemesi ve yerel yönetimin oluşmasını önlemesi mevcut tehditi ortadan kaldırmaz. Türkiye, sadece kendi içinde yerel yönetim oluşmasını önlemekle kalmamalı, Irak ve Suriye’nin de toprak bütünlüğün bozulmaması için de çaba göstermelidir.

 Bugüne kadar uygulanan Suriye politikası, Suriye’nin kuzeyinde yerel bir yönetimin oluşmasını önleyemedi. ABD’nin de desteği ile kurulan bu yönetimin devamı, Türkiye için büyük tehdittir. Türkiye Suriye politikasını değiştirmelidir. Suriye, İran, Irak ve Rusya ile işbirliği içine girmelidir. Bu konuda en önemli husus bu bölgedeki Amerikan varlığıdır. Bu işbirliği Amerikan varlığının da sonunu getirebilir.

 MİLLİ HÜKÜMETE GEREK VAR

 Bu konuda AKP iktidarı kararlı bir tavır sergileyemiyor. Rusya, İran politikalarında yanlışlıklar yapıyor. Vatan Partisi Genel Başkanı tehditi ve Erdoğan’ın tereddütlerini gördüğü için, kendisine beraber iktidar olalım teklifini götürdü ama ne yazık ki bu teklifi Erdoğan kabul etmedi.

14 MAYIS ÖNEMLİ

Amerika, uygulamaya koyduğu planın işlemeye devam emesi için, Erdoğan ve AKP, MHP iktidarına son verip Kılıçdaroğlu ve millet ittifakını iktidara getirmek istiyor. Biden ve diğer Amerikalı yetkililer bu niyetlerini açıkça söylemişlerdi. 14 Mayıs seçimleri bu bakımda önemlidir.

Vatan Partisi’nin bu seçimde güçlenerek çıkması ve Millet İttifakı’nın seçimi kaybetmesi Amerikan projelerinin gerçekleşmemesi için gereklidir. Bu konuda Türk milletine güveniyoruz.

 14 Mayıs’ta, seçmenlerin büyük çoğunluğu soğanın fiyatına bakarak değil, Amerikan tehditlerini göz önüne alarak oyunu kullanacak ve Amerika’ya ve onun desteklediği parti ve kişilere gerekli dersi verecektir.

26 Mart 2023 Pazar

 YEREL YÖNETİM TUZAĞINA DİKKAT! 

Kılıçdaroğlu, ilk önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin son olağan kurultayında, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldıracaklarını söylemişti. Daha sonra, birçok kere bu niyetini dile getirdi. Son olarak da CHP İstanbul Milletvekili Yunus Emre iktidara geldiklerini bu çekinceleri hemen kaldıracaklarını dile getirdi.

2018’da, Seçim bildirgesinde açıkça Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndaki çekincelerin kaldırılacağı yazıyordu. 

Geçmiş hükümetler şartın bazı maddelerine ülkeyi bölünmeye götürür diye çekince koymuşlar, bunlar gelip kaldıracak. Böylece yerel yönetimler özerk bir yapıya kavuşacak ve sonrası gelecek.

Yerinden yönetimlerin ayrı bir devlete dönüşmesi, bir süreç olarak dört basmaktan oluşur, çekince kaldırınca bu süreç de başlar:

İlk basamak;  “yerinden yönetim”adını alır,  yerel  yönetimlerin güçlendirilmesi anlamına gelir.

İkinci basamak;  "bölgeselleştirme" ve "bölgecilik", yani birkaç il bir bölge adı altında birleştirilir.

Üçüncü basamak; "federalizm",  ikinci basamakta oluşturulan bölge federatif  yapıya dönüştürülür.

Dördüncü basamak;  federatif yapı ana devletten ayrılır ve yeni bir devlet kurulur.

SAKALDAN KIL KOPARMA TAKTİĞİ 

Bu sürecin sonu, Güneydoğu’muzun Amerika ve İsrail tarafından kurulmasına çalışılan kukla devlete katılması olacak. Buna Türk milletinin izin vermeyeceğini bildikleri için, “sakaldan kıl koparma taktiği” uyguluyorlar. Bir insanın sakalını bir günde yolmaya kalkarsanız, büyük tepki alırsınız ama her gün bir kıl koparırsanız, bir kıl için tepki almazsınız; bir süre sonra adam sakalsız kalır.

Yerel yönetimler konusunda işte bu sakaldan kıl koparma taktiği uygulanıyor. Sakaldan her gün bir kıl koparıp tepki almadan sakal yolunmak isteniyor .

Ne yazık ki bu taktiği uygulama görevi,  “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır”  diyen büyük önder Atatürk’ün partisine verilmiş.  CHP’nin yanına da milliyetçileri susturmak için İyi Parti konumlandırılmış. Yukarıda anlattığım gibi, adım adım, alıştıra alıştıra Türkiye’yi böleceklerini sanıyorlar.

Önce, yerel yönetimleri güçlendirme, eğitimi mahallileştirme, mali özerklik verme, eyaletlere bölme, federasyon oluşturma, ayrı devlet kurma.

Sonuç: Bölünmüş vatan.

Bu senaryonun gerçekleşmesine imkân yok. Milletimiz bunların kötü niyetini anlayacak ve 14 Mayıs’ta bu planı uygulamayı görev edinenlere gerekli dersi verecektir.

 

 

 

24 Mart 2023 Cuma

 

OSMANLI’DA TIP EĞİTİMİ VE 14 MART TIP BAYRAMI

Osmanlı’dan önce tıp eğitimi Anadolu’nun farklı kentlerinde kurulmuş olan darüşşifalarda verilmekteydi. Bunlardan bazılarını sıralayalım:

Mardin: Emineddin (H.502-516/ M.1108/9-1122/23)

Kayseri : Gevher Nesibe (H.602/ M.1205-6)

Sivas: İzzeddin Keykavus (H.614/ M.1217-18)

Mardin: Necmettin Gazi (H.619/M.1222)

Divriği: Turan Melik (H.626/ M.1228-29)

Çankırı: Cemaleddin Ferruh Darüşşifası (H.633/ M.1235)

Kastamonu Pervaneoğlu Ali Darüşşifası (H.671/ M.1272-73)

Tokat: Muineddin Pervane Darüşşifası (13.yüzyıl son çeyreği başı)

Konya: Kemalettin Karatay (H.653/ M.1255)

Kastamonu: Atabey (H. 672/ M.1273)

Amasya: Amber bin Abdullah (H.708/ M.1308-9)

Osmanlı devleti kurulduktan sonra bunlara ek olarak Amasya Darüşşifası (1309), Fatih Darüşşifası (1470), Süleymaniye Darüşşifası (12 Mayıs 1556) hizmet vermeye başlamış.

TIP EĞİTİMİN DURUMU

Tıp eğitiminin durumunu  Şanizade Ataullah’ın (!771-1826) Tarih-i Şanizade isimli eserindeki şu ifadeden anlaşılıyor:

"..Müslümanlardan hiç kimse bu yüksek fenne hevesli olmayıp Süleymaniye Tıbhâne’sinde yalnız hocalık vazifesine ve Tımarhane tabibliğine kanaat eder bazı çehresiz ve battal adamlardan başka kimse kalmayıp, Osmanlı memleketinde değil  yeni hekimliği hatta eski tababeti dahi okuyup öğretecek hiç kimse kalmamakta bir zamanlar hekimleri oldukça çok diye anılan ve sayılan şehirlerden İstanbul’da şimdiki halde Hırvat gemici vesair ırgat bozuntusu bir alay cahil tabib ellerinde kalıp.." diyerek üzüntüsünü açıklıyordu.”

TIPHÂNE-İ AMİRE’NİN AÇILIŞI

19. Yüzyıl’ın başında Mustafa Behçet Efendi 21 yaşında Hekimbaşı olur. İki tıp mektebinin açılmasını sağlar. Biri, 1805 yılında Kuruçeşme'deki Rum okullarının içinde açılan "Rum Tıb Mektebi" diğeri de 1806 yılında Kasımpaşa'da açılan "Tersane Tıbbiyesi" idi.

Tıphâne-i Amire onun 3. kere hekimbaşılığı yaptığı dönemde açılır.

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da padişaha art arda üç takrir (dilekçe) vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını açıklamış ve okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklif yapmış.

Mustafa Behçet Efendi ‘ye göre yeni tıp okulunun açılmasının iki amacı var: Orduya hekim ve cerrah yetiştirmek, Müslüman hekim yetiştirmek.

14 Mart 1927 tarihinde ilk tıp okulu «Tıphane-i âmire» adı altında açıldı. 1828’de «Tıphane-i Cerrahhane» adı ile yeni bir okul daha açıldı. 1836’de bu iki okul birleştirildi.

Tıbhâne-i Amire 1827’den 1836 yılına kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitim yapıyordu. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki askeri kışlaya (Otlukçu Kışlası) taşındı.  Ayrı bir binada eğitim göre Burada Tıbhâne-i Cerrahhâne ile birleşti  ve Otlukçu kışlasında eğitim yatılı hale getirildi.

Daha Sonra Galatasaray’daki Enderun ağaları okuluna taşınılmasına karar verilmiş. Galatasaray’daki bu binalar Hekimbaşı’nın istediği şekilde düzenlenmiş ve Tıbbiye bu binaya taşınmış. Bu binanın 17 Şubat 1839 da açılışı yapılmış. Bu okula "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adı verilmiş.

O yıl eğitimde yeni bir düzenleme yapılmış ve eğitim dili Fransızca’ya çevrilmiş, mektebe reayadan da öğrenciler alınmaya başlanmış.

Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin açılışında  Sultan Mahmut bir konuşma yapmış:

«Bu yüksek binaları Tıp okulu şeklinde düzenleyerek adını Mekteb-i Tıbbîye-i Adliye-i Şahâne koydum. Burada insan sağlığının hizmetine çalışacağından bu okulu diğerlerinden üstün tuttum. Tıp fenni burada Fransızca öğrenilecektir.»

«.. Halbuki bizim beklemeye vaktimiz olmadığı gibi, yurdumuz ve ordularımızın büyük ihtiyacı olan hekimleri biran önce yetiştirmek ve Türkçeye çevirerek Tıp kitaplarını meydana getirmek zorundayız. Size Fransızca okutmaktan maksadım Fransızca dili değildir. Hekimlik fennini öğrenip yavaş yavaş yurdumuzun her köşesine yaymaktır.»

Avusturya’dan getirilen Charles Ambroise Bernard’ı eliyle göstererek;

«Bu zatı sizin için özellikle getirdim. Avrupa’nın birinci sınıf hekimlerinden olup gayet yetenekli ve bilgili bir kişidir. Kendisinden ve öteki hocalardan hekimlik öğrenin ve yavaş yavaş Türk dili üzerine bu ilmi yayın. Çünkü yabancı olarak ve tabip sıfatıyla birçok ne idüğü belirsiz kişilerin yurdumuzda yerleşmesinden, şurada burada şarlatanlık yapmalarından memnun değilim.»

OKUTULAN DERSLER VE KİTAPLAR

Tıbhâne’de şu dersler  okutuluyordu: Osmanlı Dil Grameri, Arapça, Fransızca, Fizik, Kimya, Zooloji, Botanik, Fizyoloji, Anatomi, Askeri Cerrahi, İç ve Dış Hastalıklar, Doğum.

Okutulan kitaplar Fransızca idi:

-ELEMENT DE BOTANIQUE EI’ ECOLE DE MEDICINE IMPERIAL DE

GALATA SERAI (1842) / BOTANİK KİTABI

-PHARMACOPEE MILITAIRE OTTAMANE/FARMAKOPE KİTABI(1844)

-LES BAINS DE BROUSSE, EN BITHNINE// BURSA BANYOLARI(KAPLICA

RİSALESİ)(1842)

-PRECIS DE PERCUSSION ET D’ANSCULTATION A I’USAGE DE SES

LAÇONS (1843) /PERKÜSYON KİTABI

Dr. C.A. Bernard’ın PRECIS DE PERCUSSION ET D’ANSCULTATION A I’USAGE DE SES LAÇONS kitabının;

1-12 sayfalarda oskültasyon ve perküsyonun çok önemli olduğunu söylediği  solunum organlarının başlıca hastalıklarının (catarrhe, laryngite, bronchite, bronchestatie, pneumonie, akciğer ödemi, anfizem, tüberküloz, akciğer kanamaları, gangren, plörezi hidrotoraks, pnömotoraks) anatomo- patolojik karakterleri anlatmaktadır.

12-21 sayfalar perküsyona ayrılmıştır. Bu kısımda perküsyon percussıon immediate, percussıon mediate, percussıon sesleri, (açık, mat, timpanik gibi) açıklanmıştır.

21-30 sayfalar oskültasyon hakkında genel bilgilere ayrılmıştır.

30-39 sayfalarda solunum oskültasyonu üzerinde bilgiler verilmektedir. Solunum sesleri başlıca 3 gruba ayrılmaktadır. “vesiculaire, bronchique, indetermine” Kitapta bu raller hakkında geniş bilgiler vardır.

40-57 sayfalar solunum yolları hastalıklarında perküsyon ve oskültasyona ayrılmıştır. Örnek olarak, catarrhe, bronşit bronşektazi, pnömoni, akciğer ödemi, anfizem, tüberküloz, hemorajik  infarktüs, gangren, plörezi, hidrotoraks ve pnomotoraks üzerinde durulmuştur.

57-68 sayfalar dolaşım organları hakkında genel bilgiler içermektedir.

68-90 sayfalar kalp seslerini detaylı olarak inceleyen kısımdır.  Kalp kaviteleri, büyük arterler ve perikard ayrı ayrı incelenmiştir.

Son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek, imtihan edilmiş ve başarılı olanlar askeri hastaneler veya ordunun tabur ve alaylarına ‘muavin tabip’ unvan ile tayin edilmiş.

Bu muavin tabipler bir hekimin gözetiminde birkaç sene hizmet ederek tecrübe sahibi olduktan sonra, başka hekime bağlı olmadan hasta bakmaya ve ilaç yazıp vermeğe yetkili olarak ‘müstakil tabip’ oluyorlardı.

Bu öğrencilerin başarılı olanlar› Mirliva (albay), ikinci derecede başarılılar kaymakam rütbesiyle gereken yerlere tayin ediliyordu.

1857 yılında Tıbbiye’de özel bir sınıf açılmış.

"Mümtaz sınıf" okulun kabiliyetli çalışkan öğrencilerinden seçilmişti. Burada amaç Türkçe tıp eğitimine geçilmesi için tıp kitaplarını Türkçeye tercüme edecek bir ekip oluşturmaktı.

SİVİL TIBBIYE

Osmanlı Devleti’nin hekime olan ihtiyacı göz önüne alınarak 2 Ocak 1867 tarihinde Türkçe tıp eğitimi yapan "Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye" (Sivil Tıp Mektebi) açıldı.

1870 yılında da Askeri Tıp okulunda dersler Türkçeleşti. 1878 yılında şimdiki Sirkeci tren istasyonu yakınındaki Demirkapı’daki askeri kışlaya taşınıldı.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ

1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye binası inşa edilmeye başlandı. 6 Kasım 1903’de bu binaya taşınıldı.

1909 yılında askeri ve sivil tıbbiye okulları birleştirilerek ismi "Darülfünun Tıp Fakültesi" oldu.

Darülfünun Tıp Fakültesi mezunları şöyle yemin ediyorlardı:

“Mûmâ ileyh, veliyy-i nimet-i a’zam ve akdesimiz padişah-ı hılâfetpenâh es-Sultan el-

Gâzi Abdülhâmit Hân-ı sâni efendimiz hazretlerine sadâkatla ifây-ı hizmet edeceğine ve

gerek zengin olsun ve kangı milletten olursa olsun davet edildiği hastalara iffet ve hüsni

edep vechile ve tedaviye müsâreat ve teşhis ve tedavi marazlarında kemâliyye itina ve

dikkat eyleyeceğine ve kasden iskât-ı cenin(çocuk düşürmek) içün hiçbir bahane ilâç

vermeyeceğine ve akeri aileleri hastaları tarafından celp ve davet olundukta icâbetle

meccânen ve tekâyüddât-ı kâmile ile tedavi edeceğine ve muhtâcîn ve fukaranın inkisârı

kulûbuna cür’et eylemeyeceğine ve ağır hastalarda konsülteye sahîhan ihtiyaç görürse,

meşverete mutemedi olan etıbbâyı hâzikayı davet edeceğine (ve itâsında kemâl-i ihtiyaç

ve tefekkürle davranavağına ve eşyay-ı mîriyeyi hüsn-i muhafaza eyleyeceğine (devlet

malını güzelce koruyacağına) ve muayenelerde ve rapor tahrîriinde istikametve

dikkatten inhiraf etmeyeceğine (raporun hazırlanmasında doğrudan sapmayacağına) ve

nizamât ve kavânine itaat eyleyeceğine yemin etmiştir.”

TIP EĞİTİMİNDE 1912-1922 DÖNEMİ

Tıp eğitimimizde önemli bir dönem de 1912-1922 yıllar arasındaki on yıldır. Bu dönemi üçe ayırmak gerekir: Balkan Harbi,  I. Cihan Harbi Mütareke dönemi.

1912 yılında Balkan Savaşı Başladı.

1912 yılının Ekim ayında seferberlik ilan edildi. Bu tarihte Darülfünun Tıp Fakültesi’ndeki derslere de ara verildi.

Hocalar ve son sınıftaki hekim adayları askeri birliklere atandılar.

Tıbbiye binasının her yeri hastaneye çevrilmişti.  Klinik yataklar yaralılara kafi gelmeyince dershaneler, koğuşlar hatta koridorlar bile hastane görevi görmeye başladı.

I CİHAN SAVAŞI

Tıp Fakültesinin 1 yıllığına kapatıldığı ilan edildi.

Hocalar gereken cephelere gönderilmiş, Tıbbiye son sınıf öğrencileriyle 3. 4. 5. sınıf öğrencileri askeri birliklerde görevlendirilmişlerdi.

Son sınıfın en çalışkan ve bilgili öğrencileri Kafkasya cephesine gönderilmiş. Orada çoğu tifüs hastalığından ölmüştür.

Fakülte gene “Mecruhin” yaralılar hastanesi ve Hilal-i Ahmer Hastanesi oldu.

Birinci Dünya Savaşı boyunca toplam 765 tıp öğrencisinden 346’sı şehit düştü ve geri dönemedi. 1915 yılında Tıbbiye' ye kaydolan 1. sınıf öğrencilerinin tamamı Çanakkale’de şehit düştü ve bu nedenle de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 1921 yılında hiç mezun veremedi.

MÜTAREKE DÖNEMİ

Tıbbiye 1916’da  eğitime tekrar başladı.

İtilaf Devletleri askerleri 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal etti. 21 Kasım 1918’de Meclis-i Mebusan feshedildi. Aralık 1918’de Tıbbiye binası da işgal edildi.  Haydarpaşa’daki tıp eğitimi İngiliz askerlerinin 5 sene sürecek işgal dönemine girdi.

İngilizlerin, Haydarpaşa'daki binaya da el koymalarına Fakülte Reisi Âkil Muhtar Bey  muhalefet etmiş.  Tıp Fakültesi öğrencileri de karşı durmuşlar. Fakültede Hocaların bir bölümü Malta'ya sürülmüş.

Öğrenciler,  Haydarpaşa'daki binanın iki kulesi arasına Boğaz’daki işgal gemileri arasına çok büyük bir bayrak asmışlar.

14 MART TIP BAYRAMI

Tıp Bayramı ilk defa 14 Mart 1919 da böyle bir ortamda kutlanmış.

Beyazıt’ta Darülfünun Konferans salonunda Kutlanan Tıp Bayramına; o günkü Tıp Fakültesinin önde gelen hocalarından Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer, Dr. Akil Muhtar, İstanbul’daki hastanelerin hekimleri, Tıp öğrencileri katılmış.

Kızılhaç temsilcileri ve basının da davet edildiği toplantıda Söz alan Dr. Memduh Necdet Bey “İstanbul bizimdir, çünkü şehitler ve tarih, buradadır, Halife ve Hakan yatağı burasıdır” diyerek sözlerini bitirirken salon alkışlarla inler. Tıbbiye mesajını vermiştir. Kutlama işgale karşı sert bir tepkiye dönüşür.

TIBBIYELİ ÖĞRENCİLERİN ‘İSTİKLAL’  KARARLILIĞI

Öğrenciler, Sivas Kongresi’ne katılmak, desteklerini bildirmek istiyorlardı. Okulun hamamında toplandılar, Sivas kongresine katılma kararı aldılar.

Herkes gitmek istiyordu, büyük sorun yol parası bulmaktı, ancak üç kişiyi gönderebileceklerdi. Yapılan oylama ile üç kişi seçildi; Hülagu, Yusuf (Naci Ceylan), Hikmet (Mehmet Boran) beyler. Fakat 15 lira toplanabilmişti ve bununla yalnız Hikmet Bey gidebilecekti.

Mustafa Kemal’i ve kongrede alınan kararları desteklediklerini bildiren mektup hazırlandı.

Sivas Kongresinde, Tıbbiyeli Hikmet, manda tartışmalarından rahatsız olduğu için söz alır ve şunları söyler:

”Paşam! Temsilcisi bulunduğum tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı başarmak için açtığınız çalışmalara katılmak üzere beni gönderdi. Amerikan mandasını kabul edemem. Kongre bu yolda bir karar verecek olsa bile, bunlar kim olursa olsun, bütün gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki, Amerikan mandasını siz de onayladınız. Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil, vatan batırıcı sayarız. Tel’in ederiz.”

Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” der ve Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek:

“Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyordum. Biz mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm” der.

Tıphâne-i  Amire’nin kuruluşundan 94 yıl sonra, Tıp Bayramı 14 Mart 1921’de Kadıköy’ünde Hale sinemasında tekrar kutlanır ve 14 Mart kutlamaları gelenek halini alır.

13 Şubat 2023 Pazartesi

 “…ÜMİTSİZ DURUM YOKTUR, ÜMİTSİZ İNSANLAR VARDIR”

MUSTAFA KEMAL PAŞA
Zaman, 1921 Temmuz ayı, Kütahya ve Eskişehir muharebelerinde yenilen ordumuz direnme gücü kazanmak için Sakarya’nın doğusuna çekilir. Gerisini Attilâ İlhan’ın ‘Gâzi Paşa’ isimli romandan okuyalım:
“O yaz birdenbire, bir ‘cephe gerisi’ şehre dönüşmüştü. Herşey, bir ölüm kalım savaşının, vahim öncesini çağrıştırıyor; havada, ağır yaralı taşıyan ’Hilâliahmer’ arabalarından, yanmış barut, tentürdiyot ve terli postal kokusu; mühimmat yüklü hayalet kağnılar, sabaha karşı, ağaran geceyi iniltileri ile ince ince dilimliyorlar; kimbilir hangi cephedeki, hangi kanlı ‘tedip karekâtı’ndan henüz dönmüş; cepheye ‘takviye gidecek’ bir müfrezenin, söylediği marş kırık dökük yankılanıyor:
“…Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Türk Yunan’a esir olmuş,
Şu Allah’ın işine bak…”
“Temmuz sıcakları, Şehir, yay gibi gergin: General Papulas’ın cepheyi Sakarya ırmağının gerisine süpürmesi, hemen her yerde tartışmaya yol açıyor: Taşhan’da, II. Grup Muhalefeti’nin meb’usları, harıl harıl, İsmet Paşa’nın ‘derekap azlini’ istiyorlar; Meclis koridorlarında ise, Fevzi Paşa ‘vazifeye sahip çıkmadığı’ için eleştiriliyor. Kaleiçi’ndeki esnaf kahvelerinde ‘şeamet tellalı’ bir takım köylüler peydahlanmış ki, kalabalık bıyıklarını çekiştire çekiştire, Yunan ağır topçusunun ‘salvolarını’; sabah ezanı, köyden bile işittiklerini yaymaktadırlar.”
Bu ortamda, hükumetin önerisiyle meclis gizli oturuma geçer. Bu oturumda Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlığı alması istenir. Okuyalım ‘Nutuk’u:
“…Filen ordunun başına geçmemi teklif edenlerin fikir ve maksatlarını ikiye ayırmak mümkün…
“…Bir kısım zevat artık ordumuzun tamamen mağlup olduğuna, vaziyetin iadesine imkân kalmadığına; dolayısıyla takip ettiğimiz milli davamızın kaybolduğuna hükmetmişler. İstiyorlar ki, kendi tasavvurlarına göre bozguna uğramış olmuş ve bozguna uğramaya devam edecek olan ordunun başında, benim şahsiyetim de bozguna uğrasın. Diğer bir kısım zevat, diyebilirim ekseriyet, bana olan emniyet ve itimatlarından dolayı samimi olarak ordumuzun başına geçmemi arzu ediyorlar…”
Ordu bozguna uğrasın ki Mustafa Kemal Paşa yönetimden uzaklaşsın fikrinde olanlar kimlerdi derseniz, sıralayalım: Enverciler, düzenli ordu karşıtları, saltanatçılar, tutucular; özetlersek tüm muhalifler…
Dün felaket savaş olarak kapımıza dayanmıştı, bugün deprem olarak kapımızda...
Dün de muhalefet vardı bugün de; dün de bozguncular, fitneciler vardı, bugün de…
Dün de milletin felaketinden çıkar sağlama peşinde olan muhalifler vardı; bu gün de benzer muhalefet var…
Dün Ali Kemaller, Filozof Rızalar, Refi Cevatlar vardı bugün de onları aratmayacak yazarlar, gazeteciler var...
Dün Hürriyet ve İtilaf partisi vardı; bugün de YCHP, İYİP, SP, DEVA, Gelecek gibi partiler var…
Dün İngiliz Muhipleri Cemiyeti vardı; bugün de Amerikan paralarıyla fonlanan dernekler, vakıflar var…
Dün Kürt Teali Cemiyeti vardı; bugün de HDP/PKK var…
Varsa var; hiç önemi yok: Dün emperyalizmin ordusu ile birlikte bozguncu, işbirlikçi takımı nasıl yenip düzlüğe çıktıysak; bugün de bu depren felaketinin tüm yaralarını, devletimizin öncülüğünde, saracağız ve ülkemizi en kısa zamanda düzlüğe çıkaracağız.

26 Ocak 2023 Perşembe

 

KARNE HEDİYESİ OLARAK ALINAN ET

Medyada ve sosyal medyada karne hediyesi olarak alınan et üzerine yoğun biçimde yorumlar yapılıyor, Türkiye’nin geldiği durum eleştiriliyor.  Aslında bu eleştirenlere günaydın demek gerek. Türkiye’deki gelir ve servet eşitsizliğini bu olayla yeni öğreniyorlar.

Bu et alma olayının gazetecilerin haberi çarpıtmasından kaynaklandığı, et alan ailenin devamlı aynı kasaptan et aldığı anlaşıldı ama bu Türkiye’de yoksulluk ve işsizlik oranının yüksek olduğu gerçeğini değiştirmez.

Öncelikle şu tespiti yapalı; Türkiye, Kapitalist Batı’nın etkisine girip de Atatürk’ün ‘halkçılık’ ve ‘devletçilik’ ilkelerini bir yana bıraktığından bu yana zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oluyor. Artan milli gelir belirli ellerde toplanıyor ama halka intikali sınırlı kalıyor.

EKONOMİK ÇELİŞKİLER

Türkiye’nin ekonomik ve sosyal durumunu yeni kavrayanlara yaşadığımız çelişkilerin nasıl derinleştiğini rakamlarla anlatalım; durum özetle şu:

Türkiye’de ve emperyalizmin etkili olduğu tüm ülkelerde zenginler zenginleşmekte, zenginlerin en zenginleri daha da zenginleşmekte, yoksulların sayısı artmakta ve giderek daha da yoksullaşmakta 

15 milyon insanımız yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin boyutları büyümekte. Kadınlarımızın durumu daha da vahim; cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. Sıradayız. 

Yoksulluk sınırında yaşayan çocuk sayısı Türkiye’de yüzde 24.6. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında üçüncü sırada. Türkiye’de her 4 çocuktan biri açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7. Bebek ölümlerinde 1’inci sıradayız. Bizde binde 17 (2008) iken, OECD ortalaması 4.6.

Gelelim işçi sınıfına. Temmuz ayındaki asgari ücret artışı ve ara zamlar sayesinde işgücü ödemeleri 2022 yılı üçüncü çeyreğinde yüzde 96.2 arttı. Net işletme artığı/karma gelir ise yüzde 123 arttığı için yani sermayenin elde ettiği kazanç daha fazla olduğundan işgücü ödemelerinin Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı yüzde 26.3'te kaldı. İşgücü ödemelerinin cari fiyatlarla Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı geçen yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 29.5 düzeyindeydi. Özetle, sermayenin geliri arttı, emeğin geliri azaldı.

HAL BÖYLE OLUNCA:

Kimisi evine götüreceği ekmeğin fiyatını bile hesap ederken kimisi en lüks lokantalarda yiyip de yemek beğenmiyor.

Kimisi çocuğunun okul masraflarını karşılayamamanın acısını çekerken kimisi çocuğunu en pahalı özel okullara gönderiyor, yetmezmiş gibi özel hocalar tutuyor. Yoksullun çocuğu okurken de zorlanıyor, okulu bitirip iş ararken de; zenginin çocuğu iyi okullarda rahat rahat okuyor, okul bitince de zaten işi hazır oluyor.

Kimileri ülkenin fabrikalarını, işletmelerini, topraklarını, derelerini, madenlerini, limanlarını satıyor, kimileri de bunlardan habersiz televizyonda saçma sapan programlar, diziler izliyor.

Daha somut örnek verirsek, Rahmi Koç Atlantik’i geçecek özellikte, dünyanın en pahalı uçaklarından birisini alırken, Renault işçisi geçim derdi içinde kıvranıyor.

SİSTEMİ SORGULAYALIM 

Ekonomik kriz içerisinde olduğumuzu inkâr etmek mümkün değil. Yükselen enflasyon, artan işsizlik, ardı ardına ilan edilen konkordatolar, iflaslar, fabrikalardan çıkarılan işçiler, bozulan gelir dağılımı, artan ekonomik eşitsizlik, sürekli açık veren cari işlemler, kamunun ve halkın artan borçları bu krizin kanıtları... 

İnsanlar çare arıyor ama suçlanan sadece iktidarlar oluyor. İktidar değişince, her şey düzelecek sanılıyor. 1980’den bu yana uygulanan liberal ekonomik model ise hiç sorgulanmıyor.

Açın gazeteler bakın, televizyonları dinleyin tartışılan konulara bakın; partiler tartışılıyor, kişiler tartışılıyor ama sistem sorgulanmıyor. Zaten partiler de bu ekonomik sistem içerisinde çareler sunuyor.

İktidar bir türlü liberal ekonomi uygulamalarından vaz geçemiyor. Muhalefet ise liberal ekonominin savunucularını danışman tutmuş, bununla övünüyor. 

Sistem sorgulanmıyor çünkü kapitalist liberal ekonomik modelin en başarılı sistem olduğuna dair insanlara inandırılmış, önyargılar oluşturulmuş. Bırakın sosyalizmi; devletçilik, planlı kalkınma bile tu kaka olmuş. Küreselleşmiş, liberalleşmiş bir ekonomik modelin çok başarılı olacağına dair kanaatler insanlarımızın beynine çakılmış. 

İktidarı değiştirmek çözüm değildir. İktidarla birlikte sistemi değiştirelim. Özal gider, Çiller gelir; Çiller gider, Derviş gelir; Derviş gider, Erdoğan gelir, Erdoğan gider başka birisi gelir ama sorunlar bitmez.

Türkiye, tasarrufu, yatırımı, üretimi esas alan; planlı, kamu ağırlıklı, emekçilere saygı duyulan; refahın ve gelirin hakkaniyetle dağıtıldığı yeni bir ekonomik sistemi bir an önce uygulamaya başlamalıdır.

DÜNYADAKİ DURUM

Ülkelerin çoğunda ve dünya genelinde iktisadi ve siyasi politikalar zenginler belirliyor. Bunlar için para kazanma o kadar büyük bir amaç haline gelmiş ki, tüm yöntemleri meşru görüyorlar.

Bazı ülkelerin siyasi ve iktisadi hayatına hâkim olan en üst düzeydeki %1’lik kesim, sırf kendi keselerini doldurmak ve daha zengin olmak için, başka halkların, başka milletlerin toprağına, emeğine, ham maddesine, pazarına, doğal ve mali kaynaklarına el koyuyor.

Sonuçta, gelir düzeyi en üst seviyede olan %1’lik kesim giderek zenginleşirken, %99’luk kesim ise fakirleşiyor... Sömürüye dayanan emperyalizm sürüp gidiyor. 

1 milyara yakın insan açlık sınırının altında. 200 milyon çocuk beslenmek için yeterli gıda bulamıyor ve bebek ölümleri azalmıyor. En az 100 milyon çocuk ilkokula, 250 milyon çocuk ortaokula gitme imkânından mahrum. 1 milyara yakın insan okuma yazma bilmiyor. 300 milyon çocuk çalışmak mecburiyetinde.

En zengin 200 kişinin serveti 1 trilyon dolardan fazla. Buna karşılık 43 fakir ülkenin tüm geliri 150 milyon civarında.

SÜREKLİ DEVRİM GEREK

Bu durum gösteriyor ki, Fransız devrimi ve takip eden diğer devrim ve milli bağımsızlık mücadeleleri sömürüyü ve insanın insana hükmetmesini önlemeye yetmemiş. Bu böyle sürüp gidemez. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi eninde sonunda,

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”

Yeter ki insanlar, tıpkı Castro gibi,  kendilerini, yoksul bırakan bu kapitalist sistemi sorgulamaya başlasınlar ve kendilerini sömüren, yoksul bırakan zenginleri ve politikacıları alkışlamaktan vazgeçsinler.

“Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda? Diğerleri 70 yıl yaşasın diye neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda? Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye neden bazıları berbat bir şekilde yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya çocuklarının adına konuşuyorum.”