28 Temmuz 2018 Cumartesi


AMERİKA SAVAŞ NARALARI ATIYOR

24 Temmuz 2015’de başlayan Türk-Amerikan savaşı giderek şiddetleniyor ve boyutunu büyütüyor. Son birkaç günlük şu haberlere bakalım:

“Senato Dış İlişkiler Komisyonu Türkiye’nin uluslararası kuruluşlardan kredi almasını kısıtlayan bir tasarıyı kabul etti.”

“ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Türkiye'de Ekim 2016'da tutuklanan ve dün ev hapsine alınması kararı verilen rahip Andrew Brunson'un serbest bırakılmaması durumunda Türkiye'ye yaptırım uygulanacağını söyledi.”

“ABD Kongresi'nin iki kanadı Senato ve Temsilciler Meclisi, 716 milyar dolarlık 2019 savunma harcamaları yasa tasarısının nihai hali üzerinde uzlaşma sağladı. Üzerinde uzlaşma sağlanan tasarıda, Türkiye'ye F-35 yeni nesil savaş uçağı teslimatının geçici olarak durdurulması da yer alıyor.”

Bu haberleri şunlarla birlikte değerlendirmekte fayda var: 

Amerika Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki askeri varlığını artırıyor; PKK/YPG örgütüne binlerce tır silah verdi, vermeye de devam ediyor;

İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs ile birlikte, Doğu Akdeniz’de savaş gemilerinin namluları Türkiye’ye dönük biçimde askeri tatbikat yaptı;

Norveç’te düşman liderlerini gösteren panoya Atatürk’ün ve Cumhurbaşkanının fotoğrafını yerleştirdi.

Bunlara 15 Temmuz darbe girişimini de katabilirsiniz. O gece Ankara ve İstanbul’da adeta Amerika’ya karşı bir sokak savaşı yürüttük. FETÖ’nün Amerika’nın bir örgütü olduğunu ve bu örgüte desteğinin devem ettiğini de biliyoruz.

Başta Trump olmak üzere Amerikalı yetkililerin sözleri ve beyanları savaş naralarını andırıyor. Bu sözler ve davranışları stratejik müttefiklikle ve dostlukla açıklayamayız. Bunlar Türkiye’ye karşı beslenen düşmanlıkların ifadeleridir.

PERİNÇEK UYARIYOR

Sayın Erdoğan ve diğer yetkililerin beyanlarını takdir ediyoruz ama bunların lafta kalmaması gerek. Bu tehditlere Türkiye’nin vereceği en iyi cevap başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere askeri üslerin Amerikalılar kapatılmasıdır. Bu da yetmez, Türkiye derhal Suriye ile el sıkışmalıdır, işbirliğine gitmelidir.

Bu konuda Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek Ulusal Kanal’da çok önemli açıklamalarda bulundu ve tüm partilere bir çağrı yaptı. Bu açıklamalardan bir bölümü şöyle:

“Bugünkü hükümetin tavırları son derece yetersiz. Meseleyi böyle basit bir rahip Brunson'ın tutukluluğu kapsamında görmek son derece yanlış, bu Türkiye'yi onların yönetmeyeceğini gösteren bir olgudur. Tayyip Erdoğan yönetimi ile Türkiye bu tehditlerin altından kalkamaz. Türkiye bu tehditleri doğru kavramalı ve tehditlere ölçüsünde cevap vermelidir.

Bu Amerikan tehdidine verilecek en etkili yanıt Türkiye'nin derhal Suriye ile el ele vermesi ve İncirlik Üssü’nü Amerikan uçaklarına kapatmasıdır. Diğer üsler içinde aynı tedbirler alınmalıdır. Meseleye stratejik olarak baktığımız zaman Türkiye özellikle Doğu Akdeniz'de ittifak birikimini değerlendirmeli ve gerçek müttefiklerine güven vermek için de Suriye ile işbirliği yapmak zorundadır.

Bu süreci Türkiye güçlü bir milli beraberlik ile yürütebilir. Türkiye'de Amerikancı bir cephe oluştu: CHP, İyi Parti, FETÖ ve PKK. Biz buradan çağrı yapıyoruz CHP ve İyi Parti'nin Amerika'nın kurduğu cephede yer alması hem Türkiye açısından hem de partileri açısından ilerde çözülmesi mümkün olmayan sonuçlar doğurur. Ben Vatan Partisi Genel Başkanı olarak Türkiye'nin bütün siyasal partilerini bu Amerika tehditlerine karşı beraberliğe davet ediyorum. Aynı zamanda hükümeti de artık ciddi, kararlı tavırlar alarak Suriye ile işbirliğine yönelmesini kendilerine bir uyarı olarak belirtiyorum.”


23 Temmuz 2018 Pazartesi


110 YIL GERİYE GİTTİK

23 Temmuz Türk devrim tarihindeki önemli günlerden birisidir. 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid bir İradei Seniye yayımlayarak Meclisi Mebusan’ı toplantıya çağırdı. Böylece Kanuni Esasi yeniden devreye girmiş oldu. Bu bir Hürriyet devrimiydi.

Türk milleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Devrimci atalarının mirasına ne yazık ki sahip çıkamadı.

16 Nisan halk oylamasında kabul edilen anayasa maddelerinin yürürlüğe girmesi ile birlikte en az 110 yıl geriye gittik. 150 yıl önce başlayıp 1920’de zirveye ulaşan Türk Devrimi büyük bir yara aldı. Eminim şimdi Namık Kemallerin, Ziya Paşaların, Mithat Paşaların, Talat paşaların, Yusuf Akçuraların ve başta Mustafa Kemal olmak üzere nice devrimci, halkçı, milliyetçi liderin kemikleri sızlıyordur.

Türk Devrimi’nin en büyük özelliği egemenliği padişahtan alıp milletin kendisine vermesidir. Türk Milleti bu egemenliğini TBMM eliyle kullanıyordu. Anayasanın yeni maddeleri ile meclisin yetkisi kısıtlandı. Dolayısıyla millet egemenliği çok büyük yara aldı.

1908 devrimiyle ve Kanuni Esasi’de bir yıl sonra yapılan önemli değişikliklerle meclisin sahip olduğu yetkiler şimdikinden çok daha fazla idi. Meclis tek yasama organıydı. Oysa şimdi Cumhurbaşkanı da KHK çıkartma ve dolayısıyla yasama yetkisine kavuştu.

O zaman meclisin hem padişahı hem de Bakanlar Kurulunu denetleme hakkı vardı. Meclisin bu yetkisi şimdi ortadan kalktı. Cumhurbaşkanı ve onunun atadığı bakanları TBMM denetleyemiyor. Bakanlar kurulu için bir güven oylaması yapılamıyor. Bu kurulun programı da yok, olsa bile mecliste okunup oylanmıyor.

1908’de böyle değildi. Türkiye’de ilk güven oylaması da 1908’de yapılmıştı. Kâmil Paşa hükümeti önce güven oyu almış ama daha sonra bir gensoru sonucu meclis güvensizlik kararı aldığı için Kâmil Paşa hükümeti düşmüştü. Meclisin bu hakkı artık yok. Güven oyu yok, gensoru yok. Bakanların meclise karşı sorumluluğu yok. Dolayısıyla millete karşı da sorumluluğu yok. Aslında hükümet de yok. Cumhurbaşkanının kimseye danışmadan veya olurunu almadan atadığı, adı bakan olan bürokratlar var.

1909 yılındaki değişiklikle, padişahın meclisi ve bakanlar Kurulunu denetleme ve yönlendirme araçları elinden alınmıştı. Ya şimdi? Cumhurbaşkanı demek zaten hem bakanlar kurulu hem de meclis demek gibi oldu.

Padişah kendisine verilen yetkileri sadrazam ve ilgili bakanlar tarafından kullanabiliyordu. Kendisinin yürütme yetkisi çok sınırlıydı. Oysa şimdi tek yürütme makamı cumhurbaşkanlığı oldu.

Padişahın meclisi feshetme yetkisi bugünkü kadar kolay değildi. Belirli şartlar gerektiriyordu. Cumhurbaşkanı bu bakımdan padişahtan daha fazla yetkiye sahip.

Ordu, meclisin yani Türk milletinin ordusuydu. Terfi ve atamalar kendi bünyesi içinde yapılırdı. Şimdi, bu konuda da yetkili cumhurbaşkanı. İstediğini terfi ettirebilecek, istediğini istediği makama atayabilecek.

Bu kadar geniş yetkilere sahip cumhurbaşkanının siyasi sorumluluğu da yok. Ancak suç işlediği kanaati doğarsa ve 400 millet vekili uygun görürse yargılanabilecek. Siyasi uygulamalarından dolayı hiç bir makama hesap vermeyecek.

Meclisin denetiminde uzak demek, milletin denetiminde uzak demek oluyor. Cumhurbaşkanı millete de hesap vermek mecburiyetinde değil.

Cumhurbaşkanın o zamanki padişahından daha fazla sahip olduğu bir yetki de bütçeyi yapmak ve uygulamak. Bu anayasa ile meclisin bütçe yapma ve denetleme hakkı da ortadan kalkıyor. Oysa padişahın bütçe yapma yetkisi yoktu. Yetki bakanlar kurulunda ve mecliste idi.  

Ne yazık ki, Türk Milleti atalarından kendisine miras kalan devrimlere sahip çıkamadı. Bu anayasa ve ona dayanılarak yapılacak her işlem bir karşı devrim niteliğindedir. Türk Milleti’nin cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı ve devrimci insanlarına büyük görev düşüyor. Bu görev, yaralanan Kemalist devrimi tamamlamaktır. Bunun için örgütlü mücadele şarttır.

Tüm Atatürkçüleri bu kutsal grevde rol almaya çağırıyorum.

Yeniden devrim, yeniden Kemalizm…


22 Temmuz 2018 Pazar


BAŞKAN DEĞİL, PARTİ DEĞİŞTİRİN

XVII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı’nın toprak kayıpları artar. Devlet gerilemeye ve hatta çökmeye başlar. Tanzimat dönemi bu şartlar içerinde başlar. Bazı tarihçiler, 1838 yılında İngiltere ile yapılan imtiyaz sözleşmesini başlangıç kabul eder, bazıları ise Tanzimat Fermanı’nı okunduğu 1838 yılını başlangıç olarak alır.

Bu dönemim özelliği devletin Batılılaşma adı altında batılı güçlere teslimidir. Batı’yı taklit ederek ve İngiltere ve Fransa’ya hoş görünerek, onlara imtiyazlar verip borç alarak saltanatın güçleneceği sanılır. 1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Sözleşmesi’nin devreye girmesi ile çöküş daha da hızlanır.

Batı’ya bağımlılık o kadar fazlaydı ki, devlet Fransız, İngiliz, Rus büyük elçilerinin ağzına bakılarak yönetilirdi. Bu devrin üç meşhur paşası vardır: Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa. Bunlar sırayla başvekillik ve hariciye nazırlığı yapmışlar ama aynı zihniyeti taşıdıklarında sonuçta bir farklılık olmamıştır. Farkları irtibatta oldukları sefirin memleketiydi. Birisi İngiliz, birisi de Fransız sefiri ile içli dışlıydı.

Bunlardan Mustafa Reşit Paşa için Ziya Paşa şöyle yazıyordu: “Mustafa Reşit Paşa ne zaman iktidardan düşürülse bir sefaretin kuvvetiyle tekrar yerine getirilirdi.” Fuat Paşa ise, Fransız elçisine “Bize suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rolleri bize bırakınız” diyordu. Üçü de Batı bağımlısı zihniyetin temsilcisi ve uygulayıcıydı.

Zihniyet değişmeden başvekil değiştirerek sorun elbette çözülemezdi. Birisi gitti diğeri geldi; sonuçta, ülke içinde üretim azaldı, ithalat arttı, imtiyazlı yabancı iş adamları ve onlarla işbirliği yapan azınlık mensubu tüccarlar zenginleşti, padişahın sarayları, paşaların konakları büyüdü ama halk giderek fakirleşti.

Demek ki, temel devlet anlayışı ve yönetime hakim zihniyet değişmedikçe, başkanların değişmesi bir anlam ifade etmiyor ve sonucu da etkilemiyor. Bu günlerde CHP’deki başkan arayışlarını da bu açıdan değerlendirmek lazım. Kılıçdaroğlu gider, İnce gelir ama sonuç değişmez.

BU CHP O CHP DEĞİL

CHP’nin temel sorunu genel başkanın kim olduğu değil; temel sorun, CHP’nin kendi kendisine yabancılaşmasıdır. CHP artık, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin nüvesini oluşturduğu ve önce Halk Fırkası daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisi ismini alan partiyle benzerliği kalmamıştır.

Gerçek CHP her şeyden önce emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı savaşan antiemperyalist bir örgüttü. Kurucu lideri Atatürk’ün takip ettiği cumhuriyetçi, devletçi, milliyetçi, halkçı, laik ve devrimci program artık YCHP’de yok. Uzun lafın kısası bu CHP Atatürk’ün CHP’si değil.

Emperyalizm, bölmek ve sömürmek için Türkiye’ye saldırıyor; kullandığı araçlar da ortada: PKK ve FETÖ. Peki bu CHP ne yapıyor? Bunlarla birlikte yürüyüp hapse düşmüş örgüt üyelerinin hapisten çıkması için mücadele ediyor. Yetmiyor, emperyalistlerin uşaklarını TBMM’ne sokmak için her evden bir oy da HDP’ye istiyor.

HALK FIRKASI’NIN DEVAMI VATAN PARTİSİDİR

Bu CHP’nin ismi kalmış, kendisi başka bir partiye taşınmıştır. O parti Vatan Partisidir.

Vatan Partisi, Namık Kemallerin, Rezneli Niyazilerin, Enver Paşaların, Talat Paşaların, Yusuf Akçuraların, Mustafa Kemallerin cumhuriyetçi, devletçi, milliyetçi, halkçı, laik ve devrimci ruhunu ve ilkelerini taşıyan ve programını ve eylemlerini bu esas üzerine oturtan partidir.

Bu CHP’ye oy ve şu veya bu şekilde destek veren 6 ok ilkelerine sadık insanlarımıza sesleniyorum:

Bırakın bu genel başkan değiştirme çabalarını. Sizin için en doğru karar genel başkan değiştirmek değil, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin ve Halk Fırkası’nın gerçek devamı olan Vatan Partisi’ne katılın. Sizin de yüzünüz gülsün, Türk milletini de…

18 Temmuz 2018 Çarşamba


ABDÜLHAMİD’E ÖZENMEK!

II. Abdülhamid orduyu siyasallaştırdı ve kendisine bağlı bir ordu oluşturmaya çalıştı. Siyasallaşmış bu ordu ile ne ülkeyi koruyabildi ne de kendi saltanatını.

Hak edenleri ve liyakatlı olanlara değil de kendisine sadık olanları terfi ettirdi ve onlara görevler verdi. Böylelikle modern askeri okullarda eğitim gören, vatanseverlik duyguları ile yetişen “mektepli” askerlerle esas olarak Sultan’a bağlılıkları nedeniyle yüksek görevlere getirilen “alaylı” subaylar arasında ikilik yarattı.

Sonuç kendisi hakkında iyi olmadı. Küçük rütbeli subaylar İttihat ve Terakki Komitesi’ne üye oldular ve Abdülhamid karşıtı harekete katıldılar. Hedefleri Abdülhamid’in otokratik yönetimine son vermek ve 1878 yılında rafa kaldırılan anayasayı yürürlüğe sokmaktı. 1908 yılında bu amaç gerçekleşti ve daha sonra da Abdülhamit tahtından oldu.

Ordunun siyasallaşmasının ağır sonuçları Balkan Harbinde yaşandı. Ordu ağır mağlubiyetler aldı. 300 bine yakın insanımızı kaybettik. Yüz binlerce insan Balkanlar’dan İstanbul’a ve Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kaldı. Sonuç tam bir felaketti.

TSK'NİN YAPISI NEDEN BOZULUYOR?

Bunları neden yazıyorum diyeceksiniz. FETÖ darbe girişimi bahane edilerek TSK siyasallaştırılmaya çalışılıyor da onun için yazıyorum.

OHAL kapsamında çıkarılan bir Kanun Hükminde Kararname ile ordu bünyesinde hayati değişiklikler yapıldı. En önemli harp prensibi olan emir komuta birliği sulandırıldı. Artık kimin terfi edeceğine ve kime hangi görevler verileceğine YAŞ değil, Sayın Erdoğan karar verecek. Bu ordunun tam anlamı ile siyasallaşması sonucunu doğurur. Bu düzenleme ile Ordu içine siyasal tartışmalar, ayrılıklar ve bölünmeler beklenmelidir.

Bu değişikliğin ana nedeni Sayın Erdoğan’ın kendisine bağlı bir ordu kurmak istemesi olabilir. Bu tam bir Abdülhamid özentisidir. Bu düzenlemelerden milletimize de Erdoğan’a hayır gelmez.

TBMM’ne ve dolayısıyla millete karşı hiçbir sorumluluğu olmayan tek hesap vereceği makam Cumhurbaşkanı olan MSB’nın yönettiği bir ordu milletin ordusu olmaktan çıkar. Cumhurbaşkanının ordusu olur.

Tarihi bağlarından ve yerleşmiş geleneklerinde koparılan her kurum sonunda yozlaşabilir. Vatan savaşı verdiğimiz ve tehdit ve tehlikelerin giderek daha ciddi boyutlara ulaştığı bir dönemde bu değişikliklerin yapılması umarız benzer bir “Balkan Faciasına” yol açmaz.

16 Temmuz 2018 Pazartesi


15 TEMMUZ’U DOĞRU OKUMAK

Söylenen sözlerden, verilen beyanatlardan anladığımıza göre gerek iktidar ve gerekse ana muhalefet 15 Temmuz’u tam olarak anlayamamışlar ya da anlamışlar ama halka doğruyu söylemede zorlanıyorlar.

Şunu net ve kısaca ifade edelim; 15 Temmuz Amerika’nın Türkiye’yi işgal teşebbüsüdür. Kullandığı araç FETÖ denilen silahlı terör örgütüdür. Bu işgali önleyen ise ordu-millet beraberliğidir.

FETÖ cemaat filan değildir, tam anlamıyla terör örgütüdür. Bu örgütü Fethullah yönetmez, Amerika, CIA yönetir.

YANLIŞ VE EKSİK DEĞERLENDİRMELER

Şimdi şu gazete haberini okuyalım:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Buluşması'na katıldı. "Pensilvanya’daki melunun büyüttüğü ahtapotun kollarını kestik bu böyle biline" diyen Erdoğan, 'Son FETÖ'cü hain hesap verene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz' ifadelerini kullandı. Erdoğan, "Darbe dönemini bir daha açılmamak üzere kapattık. Bu topraklarda 15 Temmuz ruhu ayakta oldukça Türkiye’yi yolundan alıkoyacak hiçbir güç yoktur." dedi.

Bu ifadelerde Amerika yok. Amerika olmayınca 15 Temmuz’un gerçek özelliği de yok oluyor.

İktidara göre bu kalkışma milli iradeye bir saldırıdır.  Bize göre ise doğrusu şudur: Türk ordusu kıyafetleri içerisindeki Amerikan askerleri vatanımıza saldırmış ve milli irade şahlanarak bu saldırıyı bertaraf etmiştir. Subaylarımız, astsubaylarımız, askerlerimiz, polislerimiz ve kadını ve erkeği ile halkımız Amerika’ya iyi bir ders vermiştir.

Ana muhalefet liderine ve sözcülerine göre is bu kontrollü bir darbe girişimi imiş. Hatta bu kalkışmanın Erdoğan’ın yazıp, yönettiği bir senaryo olduğunu söyleyenler bile var. Bu değerlendirmelerde FETÖ ve arkasındaki Amerika gizleniyor.

İktidar ve muhalefet Amerika’yı adeta koruma altına almışlar. Milletimizden Amerikan’ın nasıl bir düşman olduğunu saklamaya çalışıyorlar.

GERÇEĞİ SÖYLEYEN LİDER: PERİNÇEK

Gerçeği söyleyen politikacılar da var. Vatan Partisi Genel Başkanı sayın Perinçek daha o gece, saat 23:10’da Ulusal kanaldan şu açıklamayı yapmış ve milletimizi, ordumuzu uyarmıştı.

“Bu Amerikancı bir kalkışmadır. Komuta kademesi ve TSK, Türk Milletiyle birlikte bu kalkışmayı ezecektir, bozguna uğratacaktır."

Teşhis de doğru, tahmin de doğru. Milletimiz ordusu ve polisi ile birlikte Amerika’yı bozguna uğrattı.

Sayın Perinçek’in bu olaydan 2 yıl sonra Ulusal Kanal’da yaptığı şu değerlendirme de çok önemli:

“Ordumuzu ve partimizi hapislere atan, senelerdir "Bir cemaat değil, bir terör örgütüdür" dediğimiz FETÖ'nün gerçek yüzünü 15Temmuz Amerikancı darbe girişiminde gördük. Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi "Türkiye, şeyhler, dervişler, mensuplar ülkesi olamaz.

Polisimiz ve şanlı ordumuz FETÖ'yle mücadele ediyor. Ancak, bir daha FETÖ'ler oluşmasın diye aynı zamanda ideolojik zeminde de mücadele edip, Atatürkçü, irfanı hür, vicdanı hür vatandaşlar yetiştirmeliyiz. Gençlerimizi Ortaçağ kalıntısı tarikatların eline bırakmayacağız.

Ülkemiz, tarihsel birikimiyle, bir daha dönmemek üzere Atlantik'ten kopup, yönünü Avrasya'ya çeviriyor. Türk Milleti'nin desteğiyle Türk Ordusu'nun Amerikancı darbeyi yenmesi burada kırılma noktasıdır. Bu bilinçle Ömer Halisdemir ve tüm 15Temmuz şehitlerimizi saygıyla anıyorum.”

Gerçek devlet adamı topluma gerçekleri söyleyen kişidir. Perinçek, bu değerlendirmelerle gerçek bir devlet adamı olduğunu bir kere daha göstermiştir.

11 Temmuz 2018 Çarşamba


“DEMOKRASİDEN DİKTATÖRLÜĞE”

Anayasanın yeni maddelerine dayanılarak yapılan uygulamaları görünce aklıma Sayın Önur Öymen’in “Demokrasiden Diktatörlüğe” isimli kitabı geldi. Son günlerdeki gelişmeleri anlamak için bu kitabın okunmasında ve değerlendirilmesinde fayda var.

Yayımlayan kitabevi kitabı şöyle tanımlıyor: “Öymen bu kitabında tarihten günümüze demokrasinin gelişimini incelerken iktidar uğruna demokrasiyi engelleyenleri, otoriter rejimler kurarak ülkelerini ve dünyayı felakete sürükleyenleri anlatıyor. Türkiye’nin çok partili demokrasiyi nasıl geliştirdiğini inceliyor ve ülkemizde siyasal katılım, özgürlükler ve insan hakları alanında yaşanan sorunları dile getiriyor. Öymen bu alanlarda dünyanın saygın kuruluşlarının değerlendirmelerinde Türkiye’ye verdiği yeri de belgeliyor.”

Kitaptan öğreniyoruz; diktatörlerin bir kısmı demokratik yollardan iktidara gelmiş ve iktidarı eline geçirdikten sonra diktatör olmuş. Diktatörlerin hayatları ve iktidarı ele geçiriş biçimleri çok benzerlikler gösteriyor. Bunlardan birisi de Hitler!

Hitler’in demokratik yollarla iktidara geldikten sonra otoriter bir rejim kurmasının hikayesinin bilinmesi son yıllardaki gelişmeleri anlamakta bize ışık tutuyor.

HİTLER ÖRNEĞİ

Hitler, Nasyonel  Sosyalist işçi Partisi (Nazi) başkanlığına geldikten sonra yaptığı bir konuşmadan  dolayı halkı şiddet kullanmasını tahrik ettiği için hapse mahkum olmuş. Hapishanede imtiyazlı bir muamele görmüş. Ona nehre bakan bir oda verilmiş. Misafirlerini odasında kabul edebiliyormuş.

Hitler, demokrasinin sağladığı imkânları kullanarak iktidara gelmiş. 1932 yılında yapılan seçimlerde Nazi Partisi % 37.4 oranında oy almış. Tesadüf bu ya, bu yüksek oyu almasında Almanya’da yaşanan ekonomik krizin büyük rolü olmuş. Bu seçim sonucunda Hitler 30 Ocak 1933 yılında başbakan olmuş.

İktidara gelir gelmez, ilk hedefi kadrolaşarak devletin bütün kurumlarını etkisi altına almak olmuş.

Yargıyı kontrol altına alarak muhalifleri tutuklatmaya başlamış. Özel Halk Mahkemeleri kurmuş ve bu mahkemelerden istediği kararları çıkartmış.

5 Mart tarihinde yapılanolan seçimlerde, devletin bütün imkanlarını Nazi Partisi lehine kullanmış ve oyunu çok artırmış.

İktidarını diktatörlüğe dönüştürmek için iş adamlarına çok baskı uygulamış. Krupp vasıtasıyla iş adamlarına “Ya siz bu parayı vereceksiniz veya bu parayı biz sizden zorla alacağız” diye mesaj yollamış ve iş adamlarında büyük miktarlarda maddi destek almış.

Hitler hem başbakan hem de devlet başkanı yetkilerinin kendisinde olmasını çok istemiş. Hindenburg ölünce, yapılan bir halk oylaması ile Hitler hem devlet başkanı hem de başbakan konumuna gelmiş.

Hitler, kamuoyunu etkilemek için basının çok büyük güce sahip olduğunu biliyormuş. Bu nedenle kendisine yardım etmeye hazır iş adamlarının desteğini alarak gazetelerin çoğuna hâkim olmuş. Kendisini destekleyen gazetelerin tirajı hızla artmış ve günlük 30 milyona ulaşmış.

Hitler sanat dünyasını da baskı altına almış. Büyük bestecilere sansür uygulamış; orkestra şeflerinin işine son vermiş.

Dini inançları kendi lehine kullanmış. Katolik kiliselerine baskı uygulamış.  Protestanların kendi rejimini desteklemesini sağlamış. Hitler, din ve vicdan özgürlüğüne ve laikliğe karşıymış.

Hitler kadın erkek eşitliliğine karşıymış.  Ona göre kadının görevi evde oturup çocuk yetiştirmekmiş.

Gene kitaptan öğreniyoruz; diktatörlerin sonu hiç iyi olmamış. Çoğu halkın ayaklanması sonucu asılarak veya linç edilerek öldürülmüş.

KARŞI DEVRİM!

Türkiye’deki gelişmeler, millet egemenliğine, demokrasiye ve insan haklarına inanmış insanlarımızda haklı olarak büyük endişlere yol açıyor. Olaylar,1976 yılında başlayan ve 1920 yılında sonuca ulaşanTürk Devrimi’ni hedef alan bir karşı devrim niteliğinde gibi görünüyor. Türk Devrimi’nin özünde millet egemenliği vardır. Otoriter rejimlerde ise, millet değil, tek bir adam egemendir.

Bu durumda Mustafa Kemal’in askerierine büyük görev düşüyor. Bu görevin tanımını Atatürk yapmış, bize uygulamak düşüyor.


“Hiç şüphe yok, devletimizin ebedi müddet yaşaması için, memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için hayatımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz.”

8 Temmuz 2018 Pazar


PADİŞAHIMIZI SEÇTİK

24 Haziran’da cumhurbaşkanınını seçtik ama anayasanın verdiği haklara bakarsak aslında kendimize bir padişah seçmiş olduk.

Padişah diyorum çünkü cumhurbaşkanının yetkilerinin bir kısmı 1876 yılında yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’de padişaha bile verilmemişti.

Seçilen cumhurbaşkanı bunları tek başına yapabilecek:

Milletin seçtiği meclisi feshedebilecek.

Kanun çıkarabilecek.

Savaş ilan edebilecek.

Orduyu yönetecek.

Bakanları ve kendi yardımcılarını belirleyecek.

Seçtiği bakanları meclis denetleyemeyecek.

Devletin bütçesini hazırlayacak.

Yeni kurumlar kurabilecek, eskileri kaldırabilecek

Hakimler ve Savcılar Kurumunu belirleyecek.

Bu kadar büyük yetkileri olmasına rağmen denetlenemeyecek, millete karşı sorumlu olmayacak.

Özetlersek, milletin mukadderatı TBMM’de değil, cumhurbaşkanında olacak ama cumhurbaşkanı 5 yıl boyunca millete hesap vermeyecek. Sadece eğer suç işlerse yargılanması için 400 milletvekilinin izni gerekecek.

Bütün bu yetkileri ne zaman kullanacak? Vatan savaşı verdiğimiz bu kritik günlerde. Biz bir büyük vatan savaşı vererek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Türk Milleti bu savaşı TBMM ve onun reisi Mustafa Kemal Atatürk eliyle yürütmüştü. Ordu Meclis'in ordusudu, başkumandan da Meclisin emrindeydi.

MİLLETİN MUKADDERATI TEK ADAMA BAĞLANAMAZ

Vatan bildiğimiz bu topraklarda bu savaş ile egemen ve bağımsız olduk. Bu savaşı kazandık çünkü orduların arkasında “Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhde ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran” bir meclis vardı ve meclisin “civanmert ve kahraman ordularının başında” Meclis'e “bir asker sadakat ve itaatiyle” bağlı olarak görev yapan Mustafa Kemal Paşa vardı.

Bakanları sorumsuz, meclisi yetkisiz bırakan ve milletin mukadderatını tek bir adama bırakan bu anayasa,  bu gazi meclise ihanettir.

Milletin mukadderatı tek bir kimsenin planlarına, insafına, arzularına ve zaaflarına bırakılamaz. Gün gelir bu millet, bu ihanetin hesabı sorar ve ülke tekrar Atatürk’ün devrimci rotasına girer. Bundan şüphemiz yoktur, karamsar değiliz ve mücadelemiz de bunun içindir.

7 Temmuz 2018 Cumartesi


CUMHURİYETİ KORUMAK!

24 Haziran seçimlerini takiben sosyal medyada yaygın olarak “Cumhuriyet yıkılıyor” mesajları dolaşmaya başladı. Genellikle Sayın İnce taraftarları ve CHP’yi destekleyenler bu endişelerini sıkça dile getiriyorlar. Cumhuriyeti savunma konusundaki bu duyarlılık elebette bizi sevindirir ama aynı çevrelerin cumhuriyete yönelik gerçek tehlike ve tehditlerin farkında olmadıklarını, hatta bu saldırılara bilmeden de olsa ortak olduklarını görüyoruz.

Atatürk cumhuriyeti kısaca şöyle tarif eder: Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu devlet şekli.

Vatan topraklarında Türk Milleti egemense, cumhuriyet vardır ve o Türk Cumhuriyeti’dir.

Türkiye Cumhuriyeti 3 temel üzerine kurulmuştur: Vatan, Türk Milleti ve millet egemenliği.

Bu üç temele saldırı varsa cumhuriyet tehlike altındadır. Bu saldırılar nerden kaynaklanıyorsa tehdit odağı da orasıdır. Cumhuriyeti korumak isteyenler bu tehdit ve tehlikelere karşı durmak zorundadır.

VATAN BÜTÜNLÜĞÜ

Vatan olmadan cumhuriyet olmaz; “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır”.  Cumhuriyeti korumak vatanı savunmakla başlar.

Vatan bütünlüğü saldırı altındadır. “BOP”, bu saldırının adıdır.

Güneydoğumuz bizden koparıp kurulmak istenen kukla devlete verilmek isteniyor. Amerika bu nedenle Türkiye’ye saldırıyor: PKK olup saldırıyor, FETÖ olup saldırıyor.

Amerika, vekalet savaşları ile yetinmeyeceğinin sinyallerii veriyor. Çevremizde askeri yığınağını artırıyor. Karadan ve denizden etrafımızı sarıyor. Suriye ve Irak’da Amerikan askeri üsleri kuruluyor, Doğu Akdeniz’de Amerika, İsrail ve Yunanistan muhriplerini Türkiye’ye çevirmiş vaziyette tatbikatlar yapıyor.

Batı Asya’da saflaşma var; bir yanda Amerika ve onunla birlikte hareket eden devletler, diğer yanda başta Türkiye olmak üzere vatanlarını emperyalizme karşı savunmaya çalışan ve onlarla içbirliği yapan ülkeler.

Türkiye bir vatan savaşı veriyor. Cumhuriyeti korumak, öncelikle bu savaşta doğru mevziye girmekle başlar. Cumhuriyet koruyucularının emperyalizmin cephesinde yeri olamaz.

AKP iktidarına ve Sayın Erdoğan’a muhalefet etmek, bu vatan savaşında Amerikan cephesinde mevzilenmeyi gerektirmez. Yerel özerklikten söz edenler, etnik kimliklere eşitlik isteyenler, ana dilde eğitimi savunanlar, açılım sürecine yeniden dönmek isteyenler, PKK’yı meclise sokmaya çalışanlar Türkiye saflarında değildir. Yanlış mevzide yer alanlar cumhuriyeti koruyamaz.

TÜRK MİLLETİ

Tarif açık ve net; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” demiş Atatürk. 10. Yıl Nutku’nda ise, Cumhuriyet’in temelinin “Yüksek Türk kültürü ve Türk kahramanlığı” olduğunu belirtmiş.

Bunlarla yetinmemiş şunları söylemiş:

"Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti mürteci, beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır.”

Hem cumhuriyeti koruduğunuzu idda edeceksiniz, hem Atatürkçü geçineceksiniz hem de Türk milletini etnik ve mezhepsel temelde bölmeye kalkacaksınız; işte o zaman Atatürk işte size böyle ceyap verir:

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar, birbirini tanısın. Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelik çabalar boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındakini anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir."

Türk milletinin rengi bellidir,  o da kırmızı-beyazdır. Türkiye’de farklı renkler olduğunu iddia etmek ve onları TBMM’ne sokmakla övünmek hangi “gizli ve kirli emelleri” taşıyor? Cumhuriyete saldırı esas bu düşücedir.

MİLLİ EGEMENLİK

Cumhuriyet, şehit kanları ile vatan kıldığımız bu topraklarda Türk milletini egemen kılmanın bir adıdır.

Cumhuriyet ile yönetilen bir devlette egemen güç, o devleti kuran milletin kendisidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde bu gücün adı “Türk Milleti”dir.

“Milli Egemenlik” ve “Tam Bağımsızlık”  Türkiye Cumhuriyeti’nin birbirinden ayrılamayan iki temel ilkesidir. Tam bağımsız olamayan bir millet vatan kıldığı topraklarda egemen olamaz. Cumhuriyeti korumak tam bağımsızlığı savunmakla başlar.

Atatürkçü geçinip, sonra da Atatürk’ün vatan kıldığı ve Türk milletini egemen yaptığı bu toprakları bölmek için Amerika’nın hazırladığı projelere hizmet arzusu içinde yerel özerklikten söz edenler, etnik kimliklere eşitlik isteyenler, ana dilde eğitimi savunanlar, açılım sürecine yeniden dönmek isteyenler, PKK’yı meclise sokmaya çalışanlar, Kemal Derviş ekonomisini savunanlar tam bağımsızlığımızı sağlayamaz.

Milliyetçi söylemlere sığınıp, sonra da Türk milletinin savunmasını NATO’ya emanet edeceklerini programlarına yazanlar, Türk milletinin baş düşmanı Amerika ve diğer emperyalist güçlerle ilgili tek bir söz etmeyenler, Batı ittifakından yanayız diyenler, yeterli oy alırsa HDP’nin meclise girmesinde sakınca yok diyenler, Demirtaş’a özgürlük isteyenler tam bağımsızlığımızı sağlayamaz.

Hiç şüphe yok, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebed müddet yaşaması için; güçlü bir Türkiye için; milletimizin refah ve mutluluğu için; hayatımız, namusumuz, şerefimiz ve geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle vatanımızı, milli birliğimizi ve millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz.

Cumhuriyet işte böyle korunur.