31 Ekim 2016 Pazartesi

BAŞKANLIK SİSTEMİ VE BÜYÜK İTİRAF

Başbakan Binali Yıldırım bir itirafta bulunmuş; başkanlık sistemi gelmezse Türkiye bölünür demiş. Bu çok acı bir itiraftır. 14 yılın sonunda Erdoğan’ın ve AKP iktidarının 14 yılın sonunda Türkiye’yi bölünme aşamasına getirdiğinin itirafıdır.

Türkiye bu aşamaya geldiyse bunun suçu parlamenter siteme değil, tek adam egemenliğine aittir. Yıllardır Türkiye’yi tek adam yönetmektedir. Şimdi istenen de bu tek adamın yetkilerinin daha da artırılmasıdır. Garip olan da şudur: Tek adam egemenliğini isteyenler daha dün milleti “milli irade” mitinglerine davet ediyordu. Demek ki bunların millet egemenliğinden kastettiği şey millet egemenliği değil, millete egemen olmakmış.

Başbakan bu tehditlerden vaz geçsin. Türkiye’yi bölmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Boşuna halkı korkutmaya kalkmasın.

KANDIRILAN BİR BAŞKAN

Unutmayalım ki, Erdoğan defalarca kandırıldığını itiraf etti. Başkan olursa kim bilir daha kimlere kanacak ve Türkiye’yi daha kim bilir ne badirelere sokacak.

Dünya tarihinde demokrasi yolu ile başa gelip diktatör olan çok lider gördü. Bunlar için en iyi örnek Hitler’dir. Hitler’in hayatı diğer diktatörlerin hayatına çok benzer. Hitler’in nasıl diktatör olduğu bilinirse, başkanlık sisteminin neden istendiği de daha iyi anlaşılır.

Diktatör olmak isteyenlerin hayatı ile Hitler’in hayatındaki benzerliklere dikkatinizi çekmek isterim.

HİTLER’İN HİKAYESİ

Hitler, Nasyonel Sosyalist işçi Partisi (Nazi) başkanlığına geldikten sonra yaptığı bir konuşmadan dolayı halkı şiddet kullanmasını tahrik ettiği için hapse mahkûm olmuş. Hapishanede imtiyazlı bir muamele görmüş. Ona nehre bakan bir oda verilmiş. Misafirlerini odasında kabul edebiliyormuş.

Hitler iktidara gelir gelmez, ilk hedefi kadrolaşarak devletin bütün kurumlarını etkisi altına almak olmuş. Yargıyı kontrol altına alarak muhalifleri tutuklatmaya başlamış. Özel Halk Mahkemeleri kurmuş ve bu mahkemelerden istediği kararları çıkartmış.

5 Mart tarihinde yapılmış olan seçimlerde devletin bütün imkanlarını Nazi Partisi lehine kullanmış ve oyunu çok artırmış.

İktidarını diktatörlüğe dönüştürmek için iş adamlarına çok baskı uygulamış. Krupp vasıtasıyla iş adamlarına “Ya siz bu parayı vereceksiniz veya bu parayı biz sizden zorla alacağız” diye mesaj yollamış ve iş adamlarında büyük miktarlarda maddi destek almış.


Hitler hem başbakan hem de devlet başkanı yetkilerinin kendisinde olmasını çok istemiş. Devlet başkanı Hindenburg ölünce, yapılan bir halk oylaması ile Hitler hem devlet başkanı hem de başbakan konumuna gelmiş.

Hitler de kamuoyunu etkilemek için basının çok büyük güce sahip olduğunu biliyormuş. Bu nedenle kendisine yardım etmeye hazır iş adamlarının desteğini alarak gazetelerin çoğuna hâkim olmuş. Kendisini destekleyen gazetelerin tirajı hızla artmış ve günlük 30 milyona ulaşmış.

Sanat dünyasını da baskı altına almış. Büyük bestecilere sansür uygulamış; orkestra şeflerinin işine son vermiş.

Hitler dini inançları kendi lehine kullanmış. Katolik kiliselerine baskı uygulamış.  Protestanların kendi rejimini desteklemesini sağlamış. Hitler din ve vicdan özgürlüğüne ve laikliğe karşıymış. Mezhep ayrılıklarından faydalanmış.

Kadın erkek eşitliliğine karşıymış.  Ona göre kadının görevi evde oturup çocuk yetiştirmekmiş.

DİKTATÖRLERİN SONU

Hitler diktatör olmuş ama sonu hiç iyi olmamış.  Milyonlarca cana kasteden Hitler sonunda kendi canına da kıyarak intihar etmiş.

Hitler’in bu hikayesini halkımız ve siyasetçilerimiz iyi değerlendirmelidir. Başkanlık sitemi kaygan ve eğik bir düzlemdir. Türkiye bu düzleme gelirse, devlet yönetimi en sonunda diktatörlüğe kadar gider.


Diktatör heveslileri de şunu hiç unutmasınlar ki, diktatörlerin sonu hiç iyi olmamış. Çoğu halkın ayaklanması sonucu asılarak veya linç edilerek öldürülmüş.  

28 Ekim 2016 Cuma

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI
 
Vatan Partisi Kayseri İl Örgütü olarak Türk Milleti’nin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyoruz.
 
Bize bu bayram mutluluğunu yaşatan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm emeği geçenlere, gazilerimize ve şehitlerimize minnetlerimizi, şükranlarımızı sunuyoruz.
 
29 Ekim 1923 Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisidir. Bu tarih Türk Milleti’nin çok önemli seçimler yaptığı gündür.
 
29 Ekim 1923 tarihinde;
 
Türk Halkı ümmet olmak yerine, millet olmayı seçti;
Padişahın kulu olmak yerine, Türk Milletinin onurlu bir ferdi olmayı seçti;
Esaret yerine, özgürlüğü seçti;
Kulluk yerine, eşit vatandaşlığı seçti;
Boyunduruk altında yaşamak yerine, bağımsızlığı seçti;
Bölünme yerine, birleşmeyi ve milli birliği seçti;
Karanlıklar yerine, bilimin aydınlığını seçti;
Medreseler yerine, üniversiteleri seçti;
Dogmatik düşünce yerine, bilimsel düşünceyi seçti;
Arapça, Farsça yerine, Türkçeyi seçti
Biat etme yerine, araştırarak, sorgulayarak gerçeği bulma yöntemini seçti;
Emperyalist devletler yerine, mazlum milletlerle birlikte olmayı seçti;
Borçlanarak yaşamak yerine, üreterek zengin olmayı seçti;
Yoksulluk yerine, refahı seçti;
Yabancı kültürler yerine Türk kültürünü seçti.
 
Bunlar Cumhuriyetin kazanımlarıdır.  Türk Milletinin birliğini, vatanın bölünmez bütünlüğünü ve devletimizin bağımsızlığını devam ettirmek ancak Cumhuriyeti yaşatmakla mümkündür.
 
Vatan Partisi olarak Türkiye Cumhuriyetini ve onun kazanımlarını sonuna kadar savunmaya ve korumaya kararlıyız. Bu karar yüce Atatürk’ün bize yüklediği birinci görevin gereğidir.
 
Vatan Partisi Kayseri İl Örgütü olarak, 29 Ekimlerin sonsuza kadar kutlanması dileği ile aziz milletimize Cumhuriyeti koruma kararlığımızı saygılarımızla arz ediyoruz.
 
Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl başkanı

25 Ekim 2016 Salı

LOZAN BİR PAÇAVRAYMIŞ

Bilmem ne derneğinin başkanı olduğu söylenen bir adam çıkmış televizyonda ahkam kesiyor:

“Musul’u ve Musul’u verdiğiniz için sizi yargılatırdık”. “…Vatana ihanetten yargılanacaksınız. Bu paçavrayı kim imzaladıysa onlar yargılanacak. Onu kim destekliyorsa o yargılanacak.”

Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunun 93. Yıl dönümünü kutlayacağımız bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşmasına paçavra diyor ve bu antlaşmayı imzalayanları, dolayısıyla Cumhuriyeti kuranları aşağılıyor, yargılanmaları gerektiğini söylüyor. Gerekçe de şu Kıbrıs ve Musul’u bu insanlar vermiş.

İfade korkunç. Bu kadar büyük cahillik ancak hainlik ile birlikte olur. Bu adam daha Musul’u, Kıbrıs’ı kim vermiş onu bile bilmiyor. İçindeki kini kusuyor.

MONDROS VE İŞGAL EDİLMİŞ BİR VATAN

1914’de başlayan büyük savaş “Hasta Adam” denilen Osmanlı’nın yok edilmesi ve mirasının parçalanması savaşıdır. Bu savaş sonunda Osmanlı orduları yenilmiş ve Mondros Mütarekesi imzalanmış. Bu antlaşmaya dayanılarak ülke işgal edilmiş.

Bu mütarekeyi kim imzalamış? Sürekli yeniden Osmanlı devletini kurma hayalleri içindekilere hatırlatalım; Osmanlı devlet imzalamıştır.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması 25 maddeden oluşmuştur. Bu antlaşmanın bazı maddelerini hatırlatalım:

1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.
2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.
4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul’da teslim olunacaktır.
5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.
6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.
7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.
11- İran içlerinde ve Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.
16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletlerinin kumandanlarına teslim olunacaktır.
20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.
24-Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

İtilaf devletleri antlaşmanın kendilerine verdiği yetkileri kullanarak Türk topraklarını işgale etmişler. İstanbul, İzmir, Adana, Antep, Urfa, Maraş, Trakya bölgesi, Kocaeli, Sakarya İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Yunanlıların işgali altına girmiş. Bu çerçevede Musul da İngilizler tarafından işgal edilmiş durumda.

LOZAN VE İŞGALE SON

Bu Osmanlı hayranının yargılanmasını gerekli gördüğü Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a vardığında tablo işte böyle.

Daha sonra Osmanlı’nın kabul ettiği Sevr Antlaşmasına göre bu fiili işgal durumu kabullenilmiş. Türklere Orta Anadolu’nun bir kısmı bırakılmış, o kadar.

Cumhuriyeti kuranları, Lozan’ı imzalayanları yargılamayı düşünen zat bunu bilmez mi? Elbette bilir ama kuyruk acısından yalana sığınır.

Cumhuriyeti kim kurduysa, Lozan’ı kim imzaladıysa kurtuluşa ve bağımsızlığa giden milli mücadeleyi de onlar yapmıştır. Bu mücadelenin sonun da Osmanlı’nın düşmana terk ettiği vatan topraklarının büyük kısmı yeniden kazanılmıştır.

Vatan topraklarını İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara, Yunanlılara bırakan; Mondros’u, Sevr’i imzalayanlara Osmanlıya karşı hayranlık; Lozan’ı imzalayanlara, bu toprakları tekrar vatan yapanlara karşı kin ve nefret. Buna en azından nankörlük, vicdansızlık, insafsızlık denir.


Aslında çok daha fazla şeyler de söylenebilir!.. 

20 Ekim 2016 Perşembe

TÜRKÜLER TAPU SENEDİDİR

Abdurrahman Kızılay’ı Mehmet Özbek ile birlikte doldurduğu bir albümden dinliyorum. İçli sesi ile haykırıyor:

Yıktılar kalamızı/ Sürdüler balamızı/Daha can boğazdayken/Çektiler salamızı
Ah Kerkük yüz ah Kerkük/ Her zaman yüz ak Kerkük/ Ölseydim düşmeseydim/ Men sennen uzak Kerkük
Elinde yad elinde/ Öt bülbül yad elinde/ Bir diyâr mezar olsun/ Galmasın yad elinde
Can Kerkük cânân Kerkük/ Her söze kanan Kerkük/ Kalıptı yârdan uzak/ Mum kimin yanan Kerkük

Bu türkü arasında ise (eminim göz yaşları içinde) bir uzun hava söylüyor:

"Kerküklüyem men özüm/ kulak ver dinle sözüm/ canlar Kerküge gurban/ Evval baştan men özüm"

Şimdilerde Kuzey Irak denilen toprakların geleceğini, binlerce kilometre ötelerden gelen, gözleri ne kana ne de petrole doyan Amerika ve onun Ortadoğu’daki dostu İsrail belirlemeye çalışıyor.

YANKEE GO HOME!

Sormak lazım Amerika’ya; senin Kerkük üzerine, Musul üzerine, Erbil üzerine, Tuzhurmatı üzerine tek bir türkün var mı?  Atanın, ebenin tek bir mezarı var mı? Bu topraklara damlamış tek bir ter damlan var mı? Bu topraklarda oynamış, bu topraklarda büyümüş tek bir balan var mı?

Cevap belli; yok tabii. O halde ne işin var buralarda. Askerlerinin, uçaklarının, bombalarının ne işi var buralarda.

Kimin toprağını kime veriyorsun? Bu topraklar da senin değil, o toprakların altındaki, senin bir damlası için bin canı yok edebileceğini bildiğimiz petrol da senin değil.  

Saddam üzerine binlerce yalan söyleyip, halkını ve dünya kamuoyunu kandırdın. Geldin Irak’ı işgal ettin. Demokrasi getiriyorum dedin; yıkım getirdin, kan getirdin, ölüm getirdin, düşmanlık getirdin, göz yaşı getirdin, sürgün getirdin.

Sen Türk’sün, sen Kürt’sün, sen Arap’sın, sen Şii’sin, sen Sünni’sin dedin; önce halkı sona ülkeyi böldün.

Askerlerini alıp, çekip gittin; yerine kendi kurduğun, silahlandırdığın, eğittiğin terör örgütlerini bıraktın. Şimdi de tekrar gelmiş, Musul’u IŞİD’den kurtaracağım diyorsun. Kurtaracaksan neden bu eli kanlı örgütü halkın başına bela ettin?

HADDİNİ BİL!

Binlerce kilometre öteden gelmişsin, ahkam kesip Türkiye Musul’a karışamaz diyorsun. Haddini bil, Musul’a karışacak olan en son ülke sensin.

Türkiye, milli çıkarlarını korumaya kararlıdır ve bu kararlılığın gereğini yapacak güce de sahiptir. Dün Suriye’nin kuzeyine girip senin koridor planlarını nasıl bozduysa, Musul’la ilgili projelerini de öyle bozacaktır.

Kurmak istediğin ikinci İsrail devletinin Musul’dan başlayacağını ve Diyarbakır’ı da içine alarak Suriye’nin kuzeyine uzanacağını ve denize ulaşacağını Türkiye bilmektedir. Bu projeni gerçekleştiremeyeceksin. Türkiye bölge ülkeleri ile birlikte bu planını bozacaktır.

BÖLEMEYECEKSİN

Sen ne Türkiye’yi ne Suriye’yi ne de Irak’ı bölemeyeceksin. Bu bölgede yaşayan insanlar Türkü ile, Arap’ı ile, Kürdü ile, Sünni’si ile, Şii’si ile ve Hristiyan’ı ile bir ve beraber kardeşçe yaşayacaktır. Bu bölgenin tüm toprak üstü ve toprak altı değerleri üzerindeki tasarruf hakkı bu bölgenin insanlarına ait olacaktır.

Bütün bunların gerçekleşmesi için, Türkiye’ye düşen görev, Batı Asya birliği içinde kalmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesine sadık kalarak emperyalizme karşı bölge ülkeleri ile birlikte mücadele etmektir.

Bölge güvenliğe kavuşunca, düşmanlıklar bitince ve emperyalistler buralardan ellerini çekince Musul da, Kerkük de, Halep de, Bağdat da, bizim olacaktır; İstanbul da, Ankara da, Diyarbakır da Iraklıların, Suriyelilerin olacaktır.  


Bu topraklarda artık ağıtlar, uzun havalar söylenmesin; türküler sevgiyi, dostluğu ve neşeyi haykırsın…

17 Ekim 2016 Pazartesi

BOP VE MUSUL

Günlerdir beklenen Musul Harekatı başladı. Bu harekatı başlatanların amacı kendi ifadelerine göre IŞİD’i Musul’dan uzaklaştırmak. Söylenen amaç bu ama bu harekata katılanların gerçek niyeti ne acaba?

Bu harekatı planlayan ve gerçekleştirmeye çalışan esas güç ABD ve onunla birlikte hareket eden bazı Avrupa ülkeleri, yani “Atlantik Sistemi”.  Bunların temel amacını sadece bu olaya bakarak anlamak mümkün değil. Ortadoğu’nun tümüyle değerlendirilmesi gerek.

Irak’ı Suriye’den ve Türkiye’den, Musul’u Halep’ten ve Diyarbakır’dan ayrı değerlendirmek olmaz. Bütün bunlar belirli bir projenin temel taşlarıdır. O proje de belli: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

ABD’nin eski Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 2003’te, ”BOP ile Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları değişecek“ şeklinde ABD’nin Ortadoğu ile ilgili planlarını açıkladıktan sonra Erdoğan hemen BOP eş başkanlığına soyunmuş ve bu başkanlığın gereği olarak uyguladığı Irak ve Suriye politikaları ile ABD’nin amaçlarına kavuşmasını kolaylaştırmıştı.

BOP’UN AMACI KUKLA DEVLET

Bu projenin en büyük hedefi Türkiye’yi, Irak’ı ve Suriye’yi parçalamak ve adına Kürdistan denilen ikinci İsrail devletini kurmaktı. Türkiye’deki FETO ve PKK eylemlerini, Suriye’de Esad yönetimine karşı yürütülen terör eylemlerini, Irak’ın kuzeyindeki yerel oluşumu ve Musul’un IŞİD tarafından işgalini bu açıdan görmek lazım.

PKK, PYD, YPG, IŞİD, FETO ve Suriye’deki diğer terör örgütlerinin esas kurucusu ve destekçisi ABD ve İsrail’dir. Bu örgütlerin temel amacı, merkezi hükumetlerin belirli alanlardaki egemenliği yok etmek ve 3 millî devleti (Türkiye, Suriye ve Irak) bu yolla parçalamaktı.

Terör olayları ile korkutulan halk göçe zorlandı, yüz binlerce insan evinden, yurdundan oldu. Boşalan topraklara ise Kürtler yerleştirilmeye çalışıldı. Bölgedeki Arap ve Türk nüfus azaldı ve bu yörelerin demografik yapısı değiştirildi.

Plana göre, merkezi hükumetlerin egemenliğini yitirdiği yerlere de önceleri başka terör örgütleri hakim olsa da daha sonra PKK, PYD veya Barzani güçleri ve kurulması düşünülen ikinci İsrail devletinin halkı yerleştirilmeye başlandı.

ABD BAŞARAMAYACAK

24 Temmuz 2016 ve 25 Temmuz 2016 ve 26 Ağustos tarihleri sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun da tarihinde çok önemli dönüm noktalarıdır.

24 Temmuz’dan bu yana ABD politikalarına karşı Türkiye’de önemli bir karşı harekat başladı. O tarihten bu yana PKK ile çok ciddi ve kararlı bir mücadele yürütülüyor. 26 Ağustos’ta Türk Silahlı Kuvvetleri sözüm ona IŞİD’in gerçekte ise ABD’nin egemenliğinde olan Suriye’nin kuzeyine girdi.

BOP ile kurulması planlan kukla devlet için üç önemli nokta var:

1.       Petrol ve enerji kaynaklarının kontrolü açısından Musul;
2.       Kurulması düşünülen devleti deniz ulaşması bakımından Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan koridor
3.       Kukla devletin başkenti olması düşünülen Diyarbakır.

Planlanan senaryoya göre Musul’dan IŞİD temizlenecek ve bu bölge PKK/PYG ve Barzani’ye verilecek. Böylece Kürt koridorunun doğudaki başlangıç noktası oluşmuş olacak. Anlaşılan o ki, ABD, Türkiye’nin Suriye topraklarına girerek koridoru önleme çabalarına rağmen niyetinde vaz geçmemiş.

ABD ve İsrail’in bu gayretleri boşunadır. Ortadoğu’da artık ABD’nin borusu çok da rahat ötemez.

Türkiye nihayet tehlikeyi fark etmiş ve yıllardır yürüttüğü yanlış politikalardan vaz geçmiş ve ABD’nin piyonları olan terör örgütlerine karşı çok ciddi bir mücadele başlatmıştır. Başta Rusya olmak üzere Avrasya ve bölge ülkeleri ile ciddi işbirliği arayışlarına girmiştir.

Diyarbakır BOP’nin değil, Türkiye’nin bir incisi olmaya devem edecektir.

İŞBRLİĞİ ŞART

Erdoğan ile İbadi’nin birbirlerine karşı sert ifadeler kullanmalarına karşı Dış İşleri Müsteşarı başkanlığında bir heyet görüşmeler yapmak üzer Bağdat’a gidecek. Bu çok iyi bir haber. Umarız her iki ülkenin de temel amacı Irak’ın toprak bütünlüğünü sağlamak olur.

Üç ülkede şunu bilmelidir: Türkiye’nin toprak bütünlüğü Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü demektir. Bu üç ülkeden birisi bölünürse diğerlerinin de bölünme süreci kolaylaşmış olur. ABD-İsrail projelerine karşı bu 3 ülke yanlarına İran dahil diğer bölge ülkelerini ve Rusya’yı da alarak emperyalizme karşı işbirliği içine girmelidir.


14 Ekim 2016 Cuma

PAYLAŞILAN SORUMLULUK

Saldırı büyük, ABD üç koldan, üç terör örgütünü kullanarak saldırıyor: FETO, PKK/PYD, IŞİD.

Amaç belli, Türkiye'yi zayıf düşürmek, bölmek, ikinci İsrail devletini kurmak. FETO da bunun için, PKK da, İŞİD de. ABD ve İsrail, Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek için bu örgütleri kurdu, başımıza bela etti. Sadece bizimde değil, tüm bölge ülkelerinin belası oldular.

Başımızdaki bu belaların büyümesinde elbette esas sorumlular “Gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet” içinde olan siyasilerdir. Doğru da peki, medyanın, sözüm ona aydınların, yazar çizer takımının hiç mi suçu yok.

Bu insanlar yıllardır mezhep dediler, etnik kimlik dediler, alevi dediler, Sünni dediler, Kürt dediler, Çerkez dediler, Laz dediler ama insan demediler, millet demediler.

Bu insanları sadece Kürt olarak gördüler, insan olarak değerlendirmediler. Onların da sevinci, hüznü, beklentileri, açlıkları, toklukları olur diye hiç düşünmediler, yazmadılar, söylemediler.

Böldüler, ayrıştırdılar birleştirmediler. Dostluğu değil, düşmanlığı pompaladılar. Bir olalım, birlik olalım, dertlerimizi de sevinçlerimizi de paylaşalım demediler.

Güneydoğu'da yaşayanların tümüne Kürt dediler, o insanları Türk milletinden koparmaya çalıştılar. Birçoğunu kendi ülkelerine, kendi halklarına, kendi devletlerine düşman hale getirdiler.

PKK’yı Güneydoğu halkının temsilcisi gibi gösterdiler. PKK eşittir Kürtler propagandası yaptılar. Batıyı, doğuya; doğuyu batıya düşmen etmeye çalıştılar. Bereket halkımız bu oyuna gelmedi. Lazı ile, Kürdü ile, Çerkezi ile  Türk Milleti olarak kardeşçe yaşamayı bildiler.

Kürt dedikleri insanların gerçek problemlerine eğilmediler.

Bu insanların işi, aşı var mı, yazmadılar.

Bu insanlar ne yer, ne içer araştırmadılar.

Bu insanların çocukları, gençleri iyi eğitim alabiliyor mu diye bir tasaları olmadı.

Bu insanların sağlıkları ile uğraşmadılar. İyi beslenemediği için veya olumsuz çevre şartları yüzünden kaç çocuk ölüyor diye hesap tutmadılar.

Hayvancılık neden öldü demediler, Tarım neden gelişmiyor demediler. Bu bölgede neden sanayi yok diye yazmadılar.

Kürt sorunu dediler ama bu bölgede yaşayanların insan olduğunu, her insan gibi bunların da ihtiyaçları olabileceğini; üzüntülerinin, mutluluklarının, olabileceğini hesaba katmadılar.

Sen Kürt’sün hakkını ara dediler. Dağa çıkmalarını, silah kullanmalarını mazur gösterdiler. Kandil'i barış güvercinlerinin yuvasıymış gibi anlattılar.

Bu bölgenin halkının temsilcisi olarak PKK'yı gösterdiler, onu muhatap aldılar. Meclis'e PKK (HDP) girsin diye yapmadıkları şarlatanlık kalmadı.

Medya böyle olunca, siyasiler de “çözüm süreci” dedi, “açılım” dedi ve tam da ABD'nin istediği noktaya geldik.

24 Temmuz 2015'den bu yana PKK'ya karşı yürütülen mücadelede çok şehit vermemizin de kentlerimizin yıkılıp yakılmasının da sorumluları bu siyasiler ile birlikte bu yazar, çizer, konuşur takımdır.

Artık herkes aklını başına toplasın. Emperyalizmin oyunlarına gelmesin. Mezhep, etnik kimlik, dini inanç söylemleri ile insanlarımızı bölmesin.


Zor günlerden geçiyoruz, çare birlik olmaktır, beraber olmaktır. Biz bu devleti emperyalizme karşı Türk Milleti olarak birleşerek kurduk, Türk Milleti olarak da, bölünmeden, bir olarak, beraber olarak yaşatmalıyız ve yaşatacağız.

10 Ekim 2016 Pazartesi

KİME KARŞI SAVAŞIYORUZ?

Gene bombalı saldırı, gene evlatsız kalan anneler, babalar, gene eşsiz kalan nişanlılar, kalan kadılar. Askeriyle, siviliyle 18 şahidimiz var.

Gazetelere bakıyoruz, şehit haberleri, obüsler, tanklar, roketler, yıkılan evler ve yuvalar… Bir savaşın ortasındayız. Vatan savaşı veriyoruz. Ya topraklar sahip çıkacağız ya da vatan topraklarını emperyalizmin egemenliğine terk edeceğiz.

Savaşıyoruz, vatanımız savunuyoruz, haysiyetimiz savunuyoruz, onurumuzu savunuyoruz ama kime karşı savaştığımızı ne biçimde söylemiyoruz. FETO’ya karşı, PKK/PYD’ye karşı, IŞİD’e karşı savaşıyoruz deniyor. Yanlış, biz Amerika’ya karşı, İsrail’e karşı ve tüm Atlantik sistemine karşı vatan savunması yapıyoruz.

Çanakkale’de biz ANZAK’larla göğüs göğüse mücadele ettik ama diyebilir miyiz ki biz ANZAK’larla savaştık, hayır biz İngilizlerle, Fransızlarla, İtilaf devletleri ile savaştık.

FETO, PKK/PYD ve IŞİD batı sisteminin piyonlarıdır. Emperyalist emellerine ulaşmak isteyen bu güçler artık kendi askerlerini değil, terör örgütlerini, paralı askerlerini kullanıyor. Onun için bu savaşlara “vekâlet savaşları” deniyor.

Vekilde belli, müvekkil de belli ama müvekkilin adı yeteri kadar telaffuz edilmiyor.

O halde bugünkü vatan savaşının da adını net olarak ortaya koyalım ve mücadelemizi bu gerçeğe göre düzenleyelim.  Müttefiklerimizi bu gerçeğe göre belirleyelim.  

İKTİDAR VE MUHALEFETİN YANLIŞLIKLARI

Kahramanlarımız kentlerde, dağlarda, kırlarda can siperane bir mücadele yürütürken maalesef siyasilerimiz ve medyamız yapılması gerekenleri yapmada eksiklik ve yanlışlıklar içindeler.

Bugünkü durumdan elbette en büyük sorumlu AKP iktidarı ve Erdoğan’dır. İktidar, yıllarca açılım adı altında, çözüm süreci adı altında bir politika izledi. Bu sürecin sonunda bitme noktasına gelen PKK güçlendi, yığınak yaptı, silahlandı ve bugünkü durumuna geldi. Bu yanlışlıkların gün gelir hesabı sorulu. Şimdi PKK ile mücadele etmesi geçmişini temizlemez.

Biz bir yandan ABD savaşıyoruz, diğer yandan ABD ile birlikte Musul’a müdahale etme planlarını tartışıyoruz. İncirlik üssünden kalkan uçaklar PYD’ye ve diğer terör örgütlerine mühimmat taşıyor. Buradan kalkıp giden Amerikan özel birlikleri PYD militanlarını eğitiyor. Bunlar bilinen gerçekler ama İncirlik hala açık ve Amerika’nın hizmetinde. Diyarbakır’da ve birçok yerde hala ABD’li askerler var.

Bu savaşı kazanmak için bölgesel işbirliği şart ama bu konuda iktidar yeterli adımları atamıyor. Rusya ile yakınlaşmamız iyi bir adım oldu ama hala Atlantik sitemi içinde kalarak vatan savaşını kazanacağımızı sanıyoruz.

Kılıçdaroğlu da terörü lanetliyor ama teröre karşı sunduğu çare en azından komik. Teröristlere sesleniyor, terör ile bir yere varamazsınız gelin isteklerinizi TBMM’de demokratik yollardan anlatın diyor. 

Demek ki Kılıçdaroğlu teröristlerin ve arkasındaki egemen güçlerin ne istediğini bilmiyor, biz söyleyelim:

Sayın Kılıçdaroğlu, teröristler ve arkalarındaki güçler bizden toprak istiyor, toprak. Yani vatanımızın bir parçasında ayrı bir devlet kurmak istiyorlar. İkinci İsrail devletini kurmak istiyorlar. Şimdi bunları demokratik yollardan söylerlerse razı mı olacağız?

Türkiye ne PKK ile ne FETO ile ne de ABD ve diğer devletlerle toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının pazarlığını yapmaz, yapamaz.

Bu mücadele bir vatan savaşıdır, tüm siyasilerimiz bu gerçeği bilmeli ve tutumlarını ona göre belirlemelidir. Cepheler ortaya çıkmıştır: Türkiye cephesi ve Emperyalistlerin cephesi. Herkes bu gerçeğe göre mevziini belirlemelidir.


Bu mücadele yanlışlık kaldırmaz ve Türk Milleti gün gelir yanlışlık yapanlardan hesabını sorar.

3 Ekim 2016 Pazartesi

YOKSULLUK VE AÇLIK

Doğan Kuban’ı okur musunuz bilmem. Ben yıllardır yazılarını beğenerek ve takdir ederek okuyorum. Son olarak, 23 Eylül tarihinde Herkese Bilim Teknoloji dergisinde “İnsanlığın en utanç verici görüntüsü açlıktır” başlıklı bir yazısı çıktı.

Kuban yazısının başında söylüyor: “Her gün daha zengin olmak için yollar arayan sözde insanlığın, bir milyar insanın aç bırakılmasını günümüzde kabul etmemeliyiz”.

Yüzyıllardır insanlık açlık sorunun çözmüş değil. Bir milyar insan aç geziyor. Bu rakama yoksulluk sınırı altında yaşayan milyarlarca insan dâhil değil.

Barınamayan, doyamayan, giyinemeyen milyarlardan söz ediyoruz. Her gün binlerce insan açlıktan ölüyor.

Türkiye’de de durum farklı değil. Türk-İş’in bu konuda verdiği rakamlar şöyle:

Dört kişilik ailenin açlık sınırı aylık 1.362 lira; yoksulluk sınırı 4.4435 lira. Bir kişinin geçim maliyeti ise, ayda 1.690 lira. 

Unutmayalım, asgari ücret ise 1300 lira.

GÜÇ SERMAYEDE OLUNCA!

Bu utanç verici tablonun sebebini Doğan Kuban bir cümle ile özetlemiş: “Güç ve parayı birbirlerinden ayıracak insanlık bir gün ortaya çıkmakta zorlanıyor”.

Kapitalist sistemin egemen olduğu bir dünyada gücü paradan ayıramazsınız. Sermayenin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Demokratik dediğimiz ülkelerde de durum farklı değil. Yasalar, yönetmelikler ve her türlü düzenlemeler zenginlerin istediği gibi çıkıyor. Ekonomiyi de siyaseti de zenginler, özellikle de en üst gelir seviyesinde bulunan % 1’lik kesim belirliyor. Medya desen zaten onların elinde veya kontrolünde.

Gücü paradan ayıramadıkça yoksulluk da bitmez, toplumda eşitlik de sağlanamaz.

Yurdumuzda da, diğer ülkelerde de giderek artan bir eşitsizlik var. Siyasetin piyasa güçlerinin eşitsizliği artırdığını görüp sermayeye sınırlar getirmesi beklenirken ikisi bir olup, sömürüyü ve dolayısıyla eşitsizliği artırıyor.   
Özel sermayenin birikim dinamiklerinin dünyayı nereye götüreceği konusunda iki farklı görüş var:
Marx, daha 19.yüzyılda,  bu birikim dinamiklerinin sermeyenin kaçınılmaz olarak bir avuç zengin ve güç sahibinin elinde yoğunlaşmasına sebep olacağını söylemiş. Kuztent ise, gelişmelerin ileri evrelerinde eşitsizliğin azalmasına ve ahenkli bir istikrara yol açacağını iddia etmiş.

Marx’ın beklediği kıyamet kopmamış ama sermeye de belirli ellerde toplanmış ve toplanmaya da devam ediyor. Zenginler daha da zenginleşirken, yoksulluk ve açlık artıyor. Kuztent yanılmış gibi görünüyor.

Sermaye belirli ellerde toplandıkça, bu ellerin egemenliği de artıyor. Sermayenin azınlıkta toplanınca para güç oldu, egemenlik aracı oldu, yoksulluk ve açlık sebebi oldu.

ÇARE ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDE

Doğan Kuban’ın bir önerisi var: “Anayasamızın ilk maddesi olmalı: Kimse aç bırakılamaz!”. Öneri güzel de bunu kim gerçekleştirecek? Türkiye’de yoksullar bilinçsiz. Yoksullularının, hatta açlıklarının farkında değiller.

Seçim yaparken bu dünyayı değil, öbür dünyayı düşünüyorlar. Karşılarına çıkan partilerden hangisi daha dindar ve muhafazakâr görünümlü ise oylarını ona veriyorlar. Ellerine geçen bir kilo makarnayı, bir torba kömürü nimet sanıyorlar. "Yoksulluk, eşitlik, sömürü" diyenleri de "Gominist bunlar" deyip kovuyorlar.  

Bu yanlışlıklar içinde seçtikleri partiler de hep sermayeye çalışıyor. Anayasa’yı değiştirmek istediklerini akıllarına hiç böyle bir madde gelmez, gelemez.

Şunu bilmek gerek: Açlık ve yoksulluk toplum içinde eşitlik sağlanmadan yok olmaz. Bunun yolu da emekçilerin, yoksulların örgütlü mücadelesinden geçer. Ramazan’dan Ramazan’a zekât, fitre dağıtmakla; Kurban bayramında et dağıtmakla; dernek, vakıf kurup yoksullara 3-5 kuruş vermekle açlık ortadan kalkmaz.

Bu mücadelede emekçilerin iki mevzide toplanmaları gerek: Sendikalar, meslek odaları ve Siyasi partiler. Mevcut sendikalardan da, meslek odalarından da, parlamentoda bulunan partilerde de yoksullar lehine bir eylem beklemek beyhudedir.

Sermayenin gizli veya açık desteklediği partileri insanlarımız meclise taşıdığı müddetçe yoksulluk ve açlık yok olmayacak gibi görünüyor.

1 Ekim 2016 Cumartesi

YETER! KANMA ARTIK!

Sürekli kandırılan, aldatılan ve inandığı yalanlar yüzünden hatalar yapan bir devlet adamı var başımızda. Türk Milletinin en büyük şansızlıklarından birisi de bu insanın 15 yıldır milletin kaderine egemen olması.

Kimlere inanıp kanmadı ki?

Abdullah Öcalan’a inandı, onunla birlikte Türk Milletine anayasa yapmaya kalktı. PKK’ya müsamaha gösterdi;  kentleri, dağları, yaylaları PKK’ya teslim etti. KCK devlet içinde devlet oldu.

FETO’ya kanıp, inandı; devlet kadrolarının, ordunun, eğitim kurumlarının, medyanın içine FETO’cuların dolmasına yardım etti, yerleştirdi. Ne istedilerse verdi. FETO devlet içinde devlet olunca da paralel devlet var demeye başladı.

Amerika’ya kandı, BOP eş başkanlığını üstlendi; ABD ve İsrail’in Ortadoğu’yu kan çanağına döndürmesine yardım etti. Bunca ölüme, bunca zulme, bunca yıkıma, bunca sürgüne, bunca gözyaşına, bunca sefalete sebep oldu.

AB’ye kandı; Türkiye’yi AB üyesi yapacaklarını sanarak onların istediği ve Türkiye’yi bölünmeye götürecek yasal düzenlemelere evet dedi. Ne istedilerse onu yasalaştırdı.

İNSAN İŞİNE GELEN YALAN KOLAY İNANIR

Meşhur bir Nasrettin Hoca fıkrası var. Fıkra bu ya, Hoca’nın komşusu tenceresinin doğurduğuna inanır ama öldüğüne inanmaz. Verilen mesaj açık; “insan işine gelen yalana hemen inanır”.

Doğrusu şimdi merak ettim, Erdoğan bu yalanlara neden ve nasıl inandı. Bunların bir aldatmaca olduğunu bilmiyor muydu? Yoksa işine geldiği için mi inandı? Eğer bu yalanlara inanmak onun işine geliyorsa, bundan ne çıkarı vardı?

Aldatıldım, insandım, bunlara yardım ettim Allah ve Milletim beni affetsin deyince biz de ümitlenmiştik. Kendi kendimize dedik ki, demek artık Erdoğan kimseye kanmaz. Ama Lozan konusundaki çıkışını okuyunca anladık ki, gene yanlış şeylere inandırılmış.

2 ay önce Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıl dönümü nedeniyle yayınladığı mesajında şunları söylemiş:

 “Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıl dönümüdür. Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir. Lozan Antlaşması’nın içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.”

Sanki bunları kendisi söylememiş gibi şimdi de şöyle diyor:

“Birileri de bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. Şöyle bağırsan duyulacak adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi."

Anlaşılan Erdoğan’ı gene kandırmışlar. Çok muhtemeldir ki, bu sefer başı fesli, aklı şizofrenik, görünümü palyaço gibi olan Kadir Mısırlıoğlu’nun yalanlarına kanmış. Bu kadar açık bir yalana inandığına göre de demek ki, inanmak işine geliyor.

GERÇEKLER, GERÇEK BİLİM ADAMLARINDAN ÖĞRENİLİR

Umarım pek yakında yanıldığını kabul eder ve Türk Milletinden ve Sevr’i yırtıp, Lozan’ı emperyalist güçlere kabul ettiren Atatürk ve arkadaşlarından özür diler. Eğer dilemezse, tarih onu en azından nankör bir devlet adamı olarak yazacaktır.

Nankör diyoruz çünkü başbakanlığını, cumhurbaşkanlığını yaptığı devletin varlığı Lozan Antlaşması ile tescil edilmiştir. O şimdi Atatürk ve arkadaşlarının mirası üzerine oturuyor.

Çok sevdiği ve her fırsatta övmeye çabaladığı Osmanlıların bize bıraktığı miras ise, işgal edilmiş bir vatan, silahları elinden alınmış ve dağıtılmış bir ordu, İngilizlerin emrine girmiş bir padişah ve sadrazam, savaşlardan ve hastalıklardan kırılmış bir halk, cehalet, sefalet ve üretemeyen bir ekonomi. 

Erdoğan, çocukluğundan ve gençliğinden bu yana kendisine öğretilen yanlış bilgilerin esaretinden kurtulmalıdır. Yeni baştan tarih ve siyaset bilimi okumalıdır.


Erdoğan, Cumhuriyeti tarihi Mısırlıoğlu’ndan öğrenemez. Açsın Büyük Nutuk’u okusun, Turgut Özakman’ı oksun, Sinan Meydan’ı oksun, Ahmet Taner Kışlalı’yı okusun. Okusun ki gerçek neymiş öğrenebilsin. 

Bu da yetmez, bir de Atatürk’ün şu sözünü de ezberlesin:


"Bu antlaşma, Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış Büyük Suikast’ın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir"