28 Ekim 2019 Pazartesi


BİZ CUMHURİYETİ SAVAŞARAK KURDUK

Barış Pınarı harekâtı başlar başlamaz, sözüm ona barış yanlıları medya ve sosyal medyadan saldırıya geçtiler. Kullandıkları iki söz vardı; birincisi Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ve ikincisi, Brecht’in “Her savaştan geriye üç ordu kalır. Ölüler ordusu. Yas tutanlar ordusu. Hırsızlar ordusu.”

Barış elbette arzu edilir ama ya zulüm, sömürü, insanın insana kulluğu; bütün bunlar ne olacak? Barış önemli ama özgürlük, bağımsızlık, namus, haysiyet, şeref de önemli. Bütün bunlar için hür bir vatan ve bu vatanda halkın egemenliği gerekir ve bu da savaşlarla elde edilir.

Barış için de savaşmak gerek. Brecht de öyle diyor. Şu sözler savaş çağrısı değil mi?

“Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
" Hayır yaşayacağız!" demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!”

SAVAŞTIK VE BARIŞI SAĞLADIK

Savaşmasaydık 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayabilir miydik? Savaştık ve kazandık. Vatan kazandık, özgürlük kazandık, bağımsızlık kazandık. Bunlarla birlikte, haysiyet ve şerefimizi kazandık. Hem de ölümü göze alarak:  

“Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklâl ya ölüm!”

SAVAŞMAYIP DA NE YAPACAKTIK?

İngiliz, Fransız destekli Yunan ordusu Sakarya önlerine kadar gelmiş; savaşmayıp da ne yapacaktık.  Hem de çok zor şartlarda savaştık.

Yunanlıların Sakarya’ya kadar ilerlemesi bazı mebuslarda karamsarlık yaratır. Meclisin Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Erzurum mebusu Durak Bey söz alır ve şöyle der:

“…Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklâl bekçisidir. Nerede canı isterse orada harbini yapar, ikinci meseleye gelince Büyük Millet Meclisi buradan gitmemelidir. Tam o gün gelmiştir. Büyük Millet Meclisi azaları birer tüfek alsınlar, burada top patlayıncaya kadar burada kalsın. Meclis’in buradan gitmesi milletin kuvve-i maneviyesini kırar, iki yüz kadar adam çok bir şeydir… Kanımızı, canımızı feda etmek için geldik… Biz bu kürsüyü bekliyouz… Ankara’yı bekliyoruz. …Millete biz heyecan vermeyelim, metin olalım, ölürsek ölürüz. Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz de feda olalım. “

Şu söze dikkatinizi çekek isterim: “Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz de feda olalım”.  Yıl 1921, Durak Bey 7 yıllık savaş diyerek bağımsızlık savaşının 1914’de başladığını söylüyor ki doğrusu da budur.

YOKLUKLAR VE TEKALİF-İ MİLLİYE

Düşman Ankara kapılarına dayanmış ama Meclis yokluk içinde, hükumet yokluk içinde, ordu yokluk içinde ve en önemlisi millet yokluk içinde.

Durumun nasıl olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerinde açık ve net anlaşılıyor: “…Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine nazaran yiyeceği, içeceği yok. Ordu ricat ettiği zaman kâfi derecede erzakını alamamış. …Birkaç nefere tesadüf ettim. Onlarla görüştüm. …Biz düşmanı yenmeye geldik, Zararı yok biraz da aç dövüşürüz dediler. …Yalınayak bir nefer yanıma geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık”.

Meclis çareyi Mustafa Kemal Paşa’yı başkumandan yapmakta ve yetkilerini paşaya devretmekte bulur.

Paşa, Tekalif-i Milliye kanunu yayınlar. Bu kanına göre; tüm ilçelerde bir komisyon Tekalif-i Milliye emirlerini düzenleyecek ve kontrol edecektir. Cephane ve silah bulunduran halk bunları orduya verecektir. Askerlerin giyim ihtiyacı halk tarafından desteklenecektir. Devlet halkın mevcut yiyecek ve içeceklerinin %40’ına, iş adamlarının mevcut giyeceklerinin %40’ına, tüm taşıtların %40’ına el koymaktadır. Sahibi olmayan her şey devletindir. Orduya faydası olacak tüm meslekler ordu emrine girmiştir. Ordunun lojistik desteğinde halk ücretsiz yardım edecektir.

Peki Mustafa Kemal Paşa milletinden sadece bunları mı istemektedir? Okuyalım o meşhur emirnamesini: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz.”  Paşa milletinden kanını da istemektedir çünkü yola “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çıkılmıştır.

Sakarya savaşı 22 gün sürer. Zafer her türlü fedakarlığı yapan Türk milletinin olur. Yunan orduları Sakarya’nın doğusuna çekilmeye mecbur kalır.

CUMHURİYETE GİDEN YOLUN AÇILDIĞI GÜN 26 AĞUSTOS 1922

26 Ağustos 1922 tarihi İstiklal ve Cumhuriyet’e giden yolun açıldığı gündür.

Sabah gün ağarmadan, önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için gürledi. 05:30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdi: Ateş, ateş, ateş! Bu top sesleri aslında, 23 Nisan 1920’de gerçekleşen milli egemenliği yani Cumhuriyet’i vatan topraklarına perçinleyen balyozun sesleriydi.

Top ateşlerini takiben, Mehmetçik yılmadan, korkmadan, zafere inanarak düşmana saldırmış; 30 Ağustos’ta Yunan ordusuna büyük zayiat verilmiş ve daha sonra da İzmir’de deniz dökmüştür.

Sekiz yıl süren bu haysiyet ve namus savaşından sonra 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan ettik. Bize bu savaştan geriye özgür bir vatan ve tam bağımsız bir ülke kaldı.

29 EKİM’İ SAVAŞARAK BAYRAM YAPTIK

Başkumandanından neferine kadar hepsi Mehmetçik olan ordumuza minnettarız. Onların bize emanet ettiği Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyeti’ni her türlü tehdide karşı korumak bizim birinci görevimizdir. Dün nasıl savaştıysak, bugün de vatanımız için, namusumuz için, şerefimiz için savaşmaktan geri durmayız. Böyle durumlarda savaş karşıtlığı yapmak düşmana hizmet etmekten başka bir şeye yaramaz.

O gün savaşmasaydık, bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı milletçe kutlayamazdık. Türk milletinin bu büyük bayramını, başta Atatürk olmak üzere, şehitlerimizi ve gazilerimizi minnetle anarak kutluyorum.


25 Ekim 2019 Cuma


ÖLÜMÜNÜN 95.YILINDA ZİYA GÖKALP’İ DOĞRU TANIMAK!

Osmanlı döneminde başlayan Türkçülük akımının ileri gelen 3-5 düşünüründen birisi olan Ziya Gökalp, bundan 95 yıl önce, 25 Ekim 1924’de vefat etmişti. Türk Devrimi’ne önemli fikri katkılarda bulunan bu değerli alimi rahmetle ve şükranla anıyoruz.

Ziya Gökalp’ı çoğu kimse ırkçı ve Turancı olarak bilir ki bu kanı son derece yanlıştır. Bize Ziya Gökalp Milli Demokratik Devrim’e fikirleri ile ışık tutmuş bir düşünür ve yazardır.

IRKÇI DEĞİL TÜRKÇÜ VE HALKÇI

Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım: “…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…”

Turancılık üzerindeki görüşünü kendi ifadesi ile özetlemek mümkün: “Türkçülerin uzak mefkûresi, Tûran nâmı altında birleşen Oğuzları, tatarları, Kırgızları, Özbekleri Yakutları dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir.”

Türkçülük mefkûresini Türkiyecilik, Oğuzculuk ve Turancılık olarak üçe ayırdıktan sonra şöyle der: “Bugün, gerçeklik sahasında yalnız ‘Türkiyecilik’ vardır.”

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM VE ZİYA GÖKLAP

Türk devrimi, Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen bir milli demokratik devrim. Bu devrimin temel özelliği, iktidarın yapısını değiştirmek: Egemenlik tek kişiden tüm millete geçiyor (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir). Bu aynı zamanda ülkenin feodal/ümmet toplumundan, millet toplumuna geçişi de gerektiriyor. Milletleşme sürecinin iki temeli var, milli kültür ve laiklik. Ziya Gökalp, bütün bu hususlarda devrimci bir anlayış içinde yazılar yazmış ve devrimi fikirleri ile deteklemiştir.

EGEMENLİK VE ZİYA GÖKALP

İktidarı tek adamdan alıp bütün millete yayan, istibdada son veren Atatürk’e en büyük Türkçü demesi, onun Türk devrimine bakış açısını net bir şeklide ortaya koyuyor:

“Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kudsî bir kelime sayarak, her an hürmetle anmaktadır. Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk Hâkimiyetidir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa başarı ile neticelendirmek çok güçtür”.

“Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. …Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi.

…Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı”.


ÜMMET KÜLTÜRÜNDEN MİLLİ KÜLTÜRE

Feodal kültürden milli kültüre geçiş, milli demokratik devrimin bir gereğidir. Ziya Gökalp de zaten milli kültürü savunur ve bunun için de milli terbiyeyi esas alır: “…biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin milli olmasına çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz milli olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır”.

Ziya Gökalp, kültür ve medeniyeti iki ayrı husus olarak kabul eder ama milli kültürün de Avrupa medeniyeti ile kaynaştırılmasını önerir:

“Hukuk, ahlâk ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır. İşte, bu usulleri takip etmek şartıyla, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.”

Yazımızı onun şu sözleri ile bitirelim:

“Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.”

Kaynaklar:

Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1972

19 Ekim 2019 Cumartesi


NATO MACERAMIZ

Türkiye Barış Pınarı Harekatı’na başladığından bu yana hemen bütün NATO üyesi devlet yetkilileri ve siyasileri Türkiye’ye karşı net tavırlar almaya başladı. Ülkelerimizi beraberce savunmak için imza attığımız ülkelerin bu tavrı artık NATO maceramızın sonuna geldiğimizi gösteriyor. Biz vatan bütünlüğümüzü savunurken onlar, ‘hayır, savunmazsın’ diye feryat ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, Batı’nın emperyalist güçlerine karşı, Sovyetlerin de yardımı ile savaşarak kurduk. Ne yazık ki, Sovyet tehdidi korkusuyla mı, bahanesiyle mi desem bilemiyorum, 1952 yılında NATO’ya girip savunmamızı Amerika’ya emanet ettik.

1950 seçimlerinde İnönü ağır bir yenilgiye uğrar ve yerini Celal Bayar’a bırakır. Bu sırada Bayar İnönü’ye sorar: “NATO’ya neden girmediniz paşam?” İsmet İnönü’nün cevabı çok ilginçtir: “…a Celal Bey, onlar aldılar da biz mi girmedik?”

Birbirine muhalif iki devlet adamanın buluştuğu nokta bu: NATO’ya girmek gerekir. İkisi de Batı’nın himayesini istiyorlar.

İNÖNÜ BAŞLATTI!

Amerikan himayesine sığınmamızın tarihi ise daha eski; 12 Temmuz 1947 tarihinde ABD ile aramızda   bir askeri yardım anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Truman Doktrini’nin bir sonucudur.  İnönü’yü de çok mutlu etmiş ve halka da şu şekilde takdim etmiştir: “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında, beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır.”

Anlaşmanın başlangıcı ise oldukça ilginç: “Türkiye Hükümeti, Türkiye'nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için İhtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomisinin istikrarını muhafazaya devam maksadıyla Birleşik Devletler Hükümetinin yardımım istediğinden; ve…”

Durum apaçık ortada, tam bağımsızlık ilkesi doğrultunda, emperyalizme karşı savaşarak devlet kurmuş Türk milletinin hükümeti, en büyük emperyalist devletten özgür ve bağımsız kalmak için yardım dilenmiş.

Bu acı gerçek ise NATO üyeliği ile devam etti. NATO’ya gireceğiz diye 1950 yılında Kore’ye toplam 14 bin 936 asker yolladık. Amerikan çıkarları için 724 şehit verdik. Sonuçta bizi NATO’ya aldılar, keşke almasalardı. Hiçbir hayrını görmedik, düşmanlığını ise çok gördük. Şu anda da NATO ile savaşıyoruz.

MİLLİ SAVUNMA MİLLİ SANAYİ İLE OLUR

Savunmamızı Amerika’ya emanet edince, savunma sanayimizin gelişmesini de durdurduk. Donanmanın geliştirilmesi gündeme gelince, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın şu sözleri durumu net açıklıyor: “…ABD’nin VI. Filosu Akdeniz’de dolaşıyor, buna ne gerek var?”

Havacılık sanayi teşebbüsümüz de bu anlayışla sekteye uğradı. Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştu. Bu fabrikada üretilen uçaklar dış ülkelere bile satılıyordu. Nasıl olsa Amerika bize uçak verecek diye bu fabrikayı da kapattık.

İsmet İnönü ve Celal bayar, ikisi de Atatürk’ün mücadele arkadaşı ama ikisi de Atatürk’ün 1937 yılında, Meclis’i açarken yaptığı konuşmasındaki şu ifadelerini dikkate almamışlar: “…endüstrileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan, büyük küçük, her çeşit sanayi kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek, en kısa yoldan, en ileri ve müreffeh Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu zarurettir.”

NATO’ya, Amerika’ya güvenip savunma sanayimizi yıllarca ihmal ettik ama son yıllarda MİLGEM projesindeki gelişmeler, savunma sanayimizdeki atılımlar ve milli muharebe uçağı projesi Atatürk’ün vasiyetine uymaya başladığımızı gösteriyor. 

NATO MACERAMIZ BİTSİN ARTIK!

Savunmamızı Batı ittifakına bağladık da ne oldu? NATO’ya gireli 77 yıl oldu, 77 yıldır NATO’dan sadece düşmanlık gördük. Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık, Atatürk’e düşmanlık, Kemalist devrime düşmanlık, vatan bütünlüğüne düşmanlık, milli birliğe düşmanlık.

NATO’dan ayrılmak özgürlük demektir, bağımsızlık demektir. Atlantik sisteminden kopup Avrasya’ya doğru yol alan Türkiye artık NATO’da kalamaz. Bitsin artık bu macera!

17 Ekim 2019 Perşembe


YOKSULLUKLA MÜCADELE VE DEVRİMLER

Amaçlarından biri yoksullukla mücadele olan Birleşmiş Milletler, 22 Aralık 1992 tarihinde, 17 Ekim’i “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” olarak ilan etmiş. Aradan 27 yıl geçmiş ama yoksulluk sorunu hâlâ dünyamızın en önemli meselelerinden birisi olarak devam edip gidiyor.

Yoksulluğun tarifinde bile tam bir anlaşma yok. Kimisi olaya günlük dolar hesabı üzerinden bakıyor, kimisi ise, yoksulluğu temel insan haklarının bir ihlali olarak görüyor.

Yoksulluğun esas sebebi üretim yetersizliğinden çok paylaşmadaki haksızlıklardan ve sömürü düzeninden kaynaklanıyor.

İnsanlık tarihine baktığımızda, Üretim fazlalığının oluşması ile zengin-yoksul çelişkisinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu çelişki, sonuçta feodal/ümmet düzenini yaratıyor. Fransız devrimi bu feodal düzene bir isyan aslında…

DEVRİMLER VE YOKSULLUK

Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ni okuyanlar bilir. 1780’li yıllarda, devlet vergisi, kilise vergisi, efendi vergisi, mahalli vergi, genel vergi derken tüm kazancını kaybeden bir köylü Paris’e gelir ve kralı görmek ister. Gerisini yazardan dinleyelim.

“Zavallı adam sarayı, havuzları, o büyülü Kral ve Kraliçeyi gördüğünde kendinden geçmişti. Arada bir göz yaşlarına hâkim olamıyor, ağlıyordu. “Çok yaşayın!” diye bağırıyordu.”

İşçinin yanındaki bir Parisli tepkisini şöyle dile getirir:

“Bu aptallar senin gibilerin sayesinde görkemli hayatlarını sürdürebiliyorlar. Kendilerini daha da abartıp küstahlaşıyorlar”

Fransız devrimini, kral sevdalısı köylüler değil, kentliler gerçekleştirmiş.

ASİL YOK ZENGİN VAR

Fransız devrimi kralların ve asilzadelerin sonunu getiriyor. Getiriyor ama sömürü ve yoksulluk devam ediyor. Sanayinin gelişmesiyle birlikte sömürünün şekli değişiyor; sermaye-emekçi çelişkisi ortaya çıkıyor. Asilzadelerin yerini para babaları alıyor. Ülkeleri bunlar yönetiyor, ticareti bunlar yönlendiriyor.

Ülkelerin çoğunda ve dünya genelinde iktisadi ve siyasi politikaları bu zenginler belirliyor. Bunlar için para kazanma o kadar büyük bir amaç haline gelmiştir ki, tüm yöntemleri meşru görüyorlar.

Bazı ülkelerin siyasi ve iktisadi hayatına hâkim olan bu %1’lik kesim, sırf kendi keselerini doldurmak ve daha zengin olmak için, başka halkların, başka milletlerin toprağına, emeğine, ham maddesine, pazarına, doğal ve mali kaynaklarına el koyuyor.

Sonuçta, gelir düzeyi en üst seviyede olan %1’lik kesim giderek zenginleşirken, %99’luk kesim ise fakirleşiyor... Sömürüye dayanan emperyalizm sürüp gidiyor.

1 milyara yakın insan açlık sınırının altında. 200 milyon çocuk beslenmek için yeterli gıda bulamıyor ve bebek ölümleri azalmıyor. En az 100 milyon çocuk ilkokula, 250 milyon çocuk ortaokula gitme imkânından mahrum. 1 milyara yakın insan okuma yazma bilmiyor. 300 milyon çocuk çalışmak mecburiyetinde.

En zengin 200 kişinin serveti 1 trilyon dolardan fazla. Buna karşılık 43 fakir ülkenin tüm geliri 150 milyon civarında.

SÜREKLİ DEVRİM GEREK

Bu durum gösteriyor ki, Fransız devrimi ve takip eden diğer devrim ve milli bağımsızlık mücadeleleri sömürüyü ve insanın insana hükmetmesini önlemeye yetmemiş. Bu böyle sürüp gidemez. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi eninde sonunda,

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”

Yeter ki insanlar Charles Dickens’in romanında işçi gibi kendilerini sömüren, yoksul bırakan kimseleri alkışlamaktan vazgeçsinler ve bu sistemi sorgulamaya başlasınlar. Tıpkı Castro gibi:

“Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda? Diğerleri 70 yıl yaşasın diye neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda? Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye neden bazıları berbat bir şekilde yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya çocuklarının adına konuşuyorum.”