BİZ
CUMHURİYETİ SAVAŞARAK KURDUK
Barış Pınarı harekâtı başlar başlamaz, sözüm ona barış
yanlıları medya ve sosyal medyadan saldırıya geçtiler. Kullandıkları iki söz
vardı; birincisi Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ve ikincisi,
Brecht’in “Her savaştan geriye üç ordu kalır. Ölüler ordusu. Yas tutanlar
ordusu. Hırsızlar ordusu.”
Barış elbette arzu edilir ama ya zulüm, sömürü, insanın
insana kulluğu; bütün bunlar ne olacak? Barış önemli ama özgürlük, bağımsızlık,
namus, haysiyet, şeref de önemli. Bütün bunlar için hür bir vatan ve bu vatanda
halkın egemenliği gerekir ve bu da savaşlarla elde edilir.
Barış için de savaşmak gerek. Brecht de öyle diyor. Şu
sözler savaş çağrısı değil mi?
“Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
" Hayır yaşayacağız!" demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!”
SAVAŞTIK VE BARIŞI SAĞLADIK
Savaşmasaydık 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayabilir
miydik? Savaştık ve kazandık. Vatan kazandık, özgürlük kazandık, bağımsızlık
kazandık. Bunlarla birlikte, haysiyet ve şerefimizi kazandık. Hem de ölümü göze
alarak:
“Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek,
insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir
şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek
başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklâl ya ölüm!”
SAVAŞMAYIP DA NE YAPACAKTIK?
İngiliz, Fransız destekli Yunan ordusu Sakarya önlerine
kadar gelmiş; savaşmayıp da ne yapacaktık.
Hem de çok zor şartlarda savaştık.
Yunanlıların Sakarya’ya kadar ilerlemesi bazı mebuslarda
karamsarlık yaratır. Meclisin Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Erzurum
mebusu Durak Bey söz alır ve şöyle der:
“…Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklâl bekçisidir. Nerede
canı isterse orada harbini yapar, ikinci meseleye gelince Büyük Millet Meclisi
buradan gitmemelidir. Tam o gün gelmiştir. Büyük Millet Meclisi azaları birer
tüfek alsınlar, burada top patlayıncaya kadar burada kalsın. Meclis’in buradan
gitmesi milletin kuvve-i maneviyesini kırar, iki yüz kadar adam çok bir şeydir…
Kanımızı, canımızı feda etmek için geldik… Biz bu kürsüyü bekliyouz… Ankara’yı
bekliyoruz. …Millete biz heyecan vermeyelim, metin olalım, ölürsek ölürüz. Yedi
senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan
büyük değiliz. Biz de feda olalım. “
Şu söze dikkatinizi çekek isterim: “Yedi senenin içinde
milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarla insanlardan büyük değiliz. Biz
de feda olalım”. Yıl 1921, Durak Bey 7
yıllık savaş diyerek bağımsızlık savaşının 1914’de başladığını söylüyor ki
doğrusu da budur.
YOKLUKLAR VE TEKALİF-İ MİLLİYE
Düşman Ankara kapılarına dayanmış ama Meclis yokluk içinde,
hükumet yokluk içinde, ordu yokluk içinde ve en önemlisi millet yokluk içinde.
Durumun nasıl olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerinde açık
ve net anlaşılıyor: “…Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine
nazaran yiyeceği, içeceği yok. Ordu ricat ettiği zaman kâfi derecede erzakını
alamamış. …Birkaç nefere tesadüf ettim. Onlarla görüştüm. …Biz düşmanı yenmeye
geldik, Zararı yok biraz da aç dövüşürüz dediler. …Yalınayak bir nefer yanıma
geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık”.
Meclis çareyi Mustafa Kemal Paşa’yı başkumandan yapmakta ve
yetkilerini paşaya devretmekte bulur.
Paşa, Tekalif-i Milliye kanunu yayınlar. Bu kanına göre; tüm
ilçelerde bir komisyon Tekalif-i Milliye emirlerini düzenleyecek ve kontrol
edecektir. Cephane ve silah bulunduran halk bunları orduya verecektir.
Askerlerin giyim ihtiyacı halk tarafından desteklenecektir. Devlet halkın
mevcut yiyecek ve içeceklerinin %40’ına, iş adamlarının mevcut giyeceklerinin
%40’ına, tüm taşıtların %40’ına el koymaktadır. Sahibi olmayan her şey
devletindir. Orduya faydası olacak tüm meslekler ordu emrine girmiştir. Ordunun
lojistik desteğinde halk ücretsiz yardım edecektir.
Peki Mustafa Kemal Paşa milletinden sadece bunları mı
istemektedir? Okuyalım o meşhur emirnamesini: “Hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın
kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz.” Paşa milletinden kanını da istemektedir çünkü
yola “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çıkılmıştır.
Sakarya savaşı 22 gün sürer. Zafer her türlü fedakarlığı
yapan Türk milletinin olur. Yunan orduları Sakarya’nın doğusuna çekilmeye mecbur
kalır.
CUMHURİYETE GİDEN YOLUN AÇILDIĞI GÜN 26 AĞUSTOS 1922
26 Ağustos 1922 tarihi İstiklal ve Cumhuriyet’e giden yolun
açıldığı gündür.
Sabah gün ağarmadan, önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi
koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için
gürledi. 05:30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdi: Ateş,
ateş, ateş! Bu top sesleri aslında, 23 Nisan 1920’de gerçekleşen milli
egemenliği yani Cumhuriyet’i vatan topraklarına perçinleyen balyozun sesleriydi.
Top ateşlerini takiben, Mehmetçik yılmadan, korkmadan,
zafere inanarak düşmana saldırmış; 30 Ağustos’ta Yunan ordusuna büyük zayiat
verilmiş ve daha sonra da İzmir’de deniz dökmüştür.
Sekiz yıl süren bu haysiyet ve namus savaşından sonra 29
Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan ettik. Bize bu savaştan geriye özgür bir
vatan ve tam bağımsız bir ülke kaldı.
29 EKİM’İ SAVAŞARAK BAYRAM YAPTIK
Başkumandanından neferine kadar hepsi Mehmetçik olan
ordumuza minnettarız. Onların bize emanet ettiği Türk istiklâlini ve Türk
Cumhuriyeti’ni her türlü tehdide karşı korumak bizim birinci görevimizdir. Dün
nasıl savaştıysak, bugün de vatanımız için, namusumuz için, şerefimiz için
savaşmaktan geri durmayız. Böyle durumlarda savaş karşıtlığı yapmak düşmana
hizmet etmekten başka bir şeye yaramaz.
O gün savaşmasaydık, bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı
milletçe kutlayamazdık. Türk milletinin bu büyük bayramını, başta Atatürk olmak
üzere, şehitlerimizi ve gazilerimizi minnetle anarak kutluyorum.