30 Eylül 2014 Salı

ÖNCE ELİNDEKİ KANLARI TEMİZLE

HDP eş başkanı Demirtaş IŞİD ile mücadele eden PYD güçlerinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından desteklenmesini istemiş. Bu isteğinin Rojava’da yaşayan Kürtler için olduğunu söylemiş.

Geldiğimiz noktaya bakın: Bir terör örgütü olan PKK’nın sözcüsü ve siyasal uzantısı durumundaki birisi terörden şikâyet ediyor ve yardım istiyor. Daha önce de icraatlarını savunduğu PKK’ya Türkiye Cumhuriyeti’nin silah vermesini istemişti.

O PKK ki bebek, çocuk, yaşlı, sivil, asker demeden binlerce insanı katletti. IŞİD kafa kesiyor  ama PKK da bebeklerin karnını yarıp öldürüyordu. Bağırsakları dışarıda, beyni patlamış bebekleri unutmadık. Kanlar içinde yatan dedeleri, nineleri unutmadık. Şehit edilen korucuları, Mehmetçikleri, subayları, paşaları, polisleri, emniyet müdürlerini unutmadık. Onların kanı hala Demirtaş’ın ellerini kirletiyor.

Şimdi Demirtaş’a sesleniyorum:

TSK’nın IŞİD’e ve diğer terör örgütlerine karşı yöre halkını korumasını biz de isteriz ama biz yardım edilecek insanların Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Hıristiyan olup olmamasın bakmayız. Bizim için insan olmaları yeter. Sen  ise hala ayırım yapıyorsun. Orada yaşayanların etnik kökeninin ne önemi var Demirtaş?  Kürt kökenli olmasalar IŞİD’in insafına mı terk edilmeli? Yardım isterken bile bölücülük yapıyorsun.

Şu sözlerine ne buyrulur:  "Umarım hükümette burada olanlar doğru okur. 2 yıldır devam eden bir süreç varsa onun devamını getirme günüdür. Barış böyle arazide kurulur. Sokakta meydanda alanda el ele verirsek mümkün olur. Barış masada olmaz el ele vererek olur.” 

Bir yandan Türkiye Cumhuriyet’inden yardım isterken bir yandan da devletle savaş durumunda olduğu ifade ediyorsun, savaşa son vermek için de yol gösteriyorsun. Barıştan söz ederken savaş halinde olduğunu hatırlatıyorsun. T.C. ile savaştığını bari şimdi söyleme…

Şu ifadelerinde samimi olsan, bölücülük yapmazdın:

“Burada Türk, Arap gençleri var. İstanbul'dan, Edirne'den, Trakya'dan, Çukurova'dan gelenler var. İnsanlık onurunu korumak adına burada Kobani'de ve Suruç'ta haysiyetli bir duruş gösterenler var.…“Burada insanlar kendi menfaatleri için değil Kars'tan, İstanbul'dan, İzmir'den, Hakkari'den buraya gelip IŞİD'e karşı tavır ortaya koyan ayrım gözetmeksizin bir halk tek yürek olup tavır koyuyorsa bu mücadele zaten kazanılmış demektir" “…

Yıllardır biz de sana ve milleti etnik ayırıma tabi tutup kan dökenlere bunu anlatıyorduk. Millet gerçeği budur işte. İnsanların etnik kökeninin, dini inanışının, mezhebinin hiçbir önemi yoktur. Karslısı, İstanbullusu, Edirnelisi, Hakkârilisi hep bu milletin evlatlarıdır. Gerektiğinde tek yürek olmasını bilirler. Yeter ki senin gibi bölücüler onların kafasını çelmesin.

Atatürk boşuna şöyle dememiş:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri, propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır.”

Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar birkaç düşman aleti, mürteci,  beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde elemden başka bir tesir hasıl etmemiştir.” 

Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı ortak maziye ve tarihe sahiptirler.”

Atatürk daha 1932 yılında senin “düşman aleti, mürteci,  beyinsiz” olduğunu bilmiş. Sen busun işte.

IŞİD nasıl küresel güçlerin Ortadoğu’yu karıştırmak, kan dökmek ve mevcut devletleri yıkıp, kontrol edebileceği küçük devletler  kurmak için kullandığı bir terör örgütü ise, senin sözcüsü ve siyasal uzantısı olduğun PKK da aynı küresel güçlere hizmet eden bir başka terör örgütüdür.

Sen farkına varmaya başlamışsın ama ben  açıkça söyleyeyim;  küresel güçler şimdi de  Kürtler ile Arapları bir birine kırdırıyor. Sen sanıyor musun ki, yarın Kürt devleti kurulursa bu emperyalist güçler rahat duracak? O zaman da, aşiretleri bir birine düşürecek. Hiçbir zaman güçlü bir devletin oluşmasına izin vermeyecek. Ölen yöre halkı olacak, Petrolu alan ise ABD ve AB…


Yöre halkının kurtuluşu bölünmeden değil, birleşmeden geçer. Düşmanlıktan değil, kardeşlikten geçer. Türkiye’nin, Irak’ın, Suriye’nin ve İran’ın toprak bütünlüğünün korunmasından geçer. Bunu iyi bil ve elindeki kanları temizlemeden de Türkiye Cumhuriyeti’ne akıl verme…

23 Eylül 2014 Salı

LANETLİ PROJE: BOP

Ortadoğu kan gölünde döndü. Her gün yüzlerce insan ölüyor, binlerce insan yaralanıyor, on binlerce insan evinden, köyünden, kentinden göç etmek mecburiyetinde kalıyor. Etnik, din ve mezhep farklılıkları insanları birbirine düşman hale getirmiş. Düşmanlık mermiye, bombaya, bıçağa dönüşüp sivil, asker; büyük küçük demeden can alıyor.

Bütün bunlara yol açan ABD’nin uyguladığı Büyük Ortadoğu Projesi’dir ( BOP)’dir. BOP, ilk defa Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.

Ortadoğu’da zengin petrol kaynaklarının bulunması ABD’yi bu projeyi gerçekleştirmeye itmiştir. Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin ise yüzde 34'ü de Ortadoğu'dadır. Petrol tüketimi 2003'te günde 66 milyon varilken, 2020'de 119 milyon varil olacaktır. Bu da petrol ihtiyacını çok artıracaktır.  Ortadoğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek ve maliyeti de ucuzdur.  Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin yüzde 65.4 üne sahiptir. Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince toplam, rezerv dünya rezervlerinin yüzde 69.6 sına ulaşmaktadır. 2002 Yılında Ortadoğu küresel petrol ihtiyacının yüzde 41.4 ünü karşılamıştır.

ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek muhtemel bir gücün oluşmasını engellemek istemektedir. ABD bu proje ile rakipsiz askeri gücü teknolojik imkânı ile Ortadoğu bölgesini kontrol sevdasındadır. Amerika bu proje ile Ortadoğu bölgesinde bulunan petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde denetimini sağlamak istemektedir. ABD bu proje ile ayrıca İsrail’in emniyetini sağlama amacını gütmektedir. Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bu kaynaklardan uzak tutmak istemektedir. Ortadoğu Bölgesinde bulunan tüm petrol ve doğalgaz yataklarına serbestçe ve korkusuzca ulaşmayı hedeflemektedir.

Bütün bu nedenlerle Irak’a müdahale edilmiş. Irak 3 ayrı devlete bölünmeye çalışılmış. Onun için de Sünniler, Şiiler ve Kürtler birbirine düşman hale getirilmiştir.  Amaç, bunları çarpıştırmak, halkı göç ettirmek ve  Sünni, Şii ve Kürt bölgeleri oluşturarak bunları devlete dönüştürmektir. IŞID’a verilen görev de buydu.

 Projeye göre, Irak’ın kuzeyinde kurulması planlanan yeni devlete bizim topraklarımızın da bir kısmı katılacak yani bizim sınırlarımız da değişecektir.

Bölge halkları için bu projeyi gerçekleştirmenin maliyeti  yüz binlerce ölüm, sakat ve evsiz yuvasız kalmış milyonlarca insandır. Ortadoğu’nun cahil halkı etnik köken ve mezhep üzerinden yapılan siyasetin ve kışkırtmaların kurbanı olmuştur. Bu siyaseti yürütenler ve halkı bir biri aleyhine kışkırtanla aşağılık birer katildir. Tarih bunları lanetle anacaktır.

Maalesef bizim ülkemizde de emperyalistlerin uşağı olmuş bu lanetlilerden çokça var. Halkımızın bu oyuna gelmeyeceğini, etnik ve mezhep farklılıklarını düşmanlığa dönüştürmeyeceğini diliyorum. Güneydoğu’daki etnik ayırımcıların aklını başına toplaması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaşı olarak yaşaması onlar için en uygunudur. Kurtuluş, etnik köken ve dini inanç ayırımı gözetmeden kanun önünde eşitlikten, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden ve kardeşlikten geçer. Herkes dönsün Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya baksın ve ders alsın. Çıkacak kargaşada en büyük zararı Güneydoğu’da yaşayanların göreceği unutulmasın.


19 Eylül 2014 Cuma

GÜCÜ GÜCÜ YETENE

Hukuk devleti kalmadı. Kim güçlü ise haklı da kazançlı da o…

Kimisi gücünü yargıdan alıyor; oturduğu savcı, hâkim makamını insanları tutsak etmek için kullanıyor.  Askerler, siviller, yazarlar, aydınlar suçlarını ne olduğunu bilmeden hapislerde bırakılıyor.

Kimisi devletin gücünü kullanıp millete ait ne varsa satıyor, komisyonu cebine indiriyor.  Halktan çalıp yediğini yiyor, yemediğini yandaşlara veriyor. 

Kimisi gücünü sahip olduğu gazeteden, televizyondan alıyor; halkı aldatıp, yalanlarla kandırıp efendisine hizmet ediyor ve efendisinin tabağını yalıyor.

Kimisi gücünü belediyeden alıyor; kenti rant pazarına çeviriyor, halkın parkına, yeşil alanına, kamu arsalarına el koyup müteahhit zengin edip yolunu buluyor.

Kimisi gücünü elindeki silahtan alıp ülkeyi bölmeye kalkıyor, kendisini devletin yerine koyup, vergi adı altında haraç topluyor, yol kesiyor, okul yakıyor, okul yapıyor.

Bütün bunlar kuvvetler ayrılığı prensibinin ve hukuk düzeninin bozulmasından kaynaklanıyor. Yürütme ve yasama gücü anayasa, kanun, hukuk dinlemiyor, istediği gibi davranıyor. Bu yetmezmiş gibi, hukuk düzenini sağlaması gereken bazı hâkim ve mahkemeler tarafsızlığını yitirmiş durumda; uydurma delillerle insanları hapislerde tutuyor.


Mademki adalet mülkün temelidir ve mademki bu ülkede adalet değil zorbalık hâkimdir ya bu ülke bölünüp, parçalanıp dağılacaktır ya da hakkı, hukuku, adaleti yeniden inşa edecek bir hareket Türk Milleti’nin kaderine el koyacaktır. Bu gidişat uzun süre devam edemez. 

15 Eylül 2014 Pazartesi

ATATÜRK VE EĞİTİM

Bugün okullar açıldı. 16 milyonun üzerinde çocuğumuz, gencimiz okula başladı. Bu önemli günde eğitim politikaları ile ilgili olarak ne siyasi partilerden ne de aydın geçinen yazarlardan esaslı bir görüş duymadık. Oysa eğitim bir ülkenin en önemli konusudur ve ülkeleri ayakta tutan da yıkan da uyguladığı eğitimdir.

9 Eylül 1922 tarihinde ordularımız İzmir’e ulaşır ve kesin zaferi ilan eder. Mustafa Kemal de İzmir’dedir. Çevresindekiler ona, “Çok yoruldunuz Paşam, herhalde çiftliğinize çekilir dinlenirsiniz” der. Onun cevabı ise aynen şöyledir:

“Hayır asıl savaş şimdi başlayacak. Bu savaş, cahilliğe ve gericiliğe karşı yapılacaktır...” Ve devam eder:  “En mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı yüksek bir cemiyet halinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder...”

Ve dediğini yapar ve cehalete, gericiliğe karşı savaşı başlatır. Bu savaş belirli ilkeler doğrultusunda yürütülür. Bu ilkelerin ilki eğitimin milli olmasıdır. Eğitimin milli olmasının gereğini şu cümlelerle anlatır.

“Ben burada yalnız yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeni nesle vereceği eğitimin Millî Eğitim olduğunu kesinlikle ifade ettikten sonra, diğerleri üzerinde durmayacağım. Yalnız işaret etmek istediğim manayı kısa bir misal ile izah edeceğim:
Efendiler! Yeryüzünde üç yüz milyonu aşkın Müslüman vardır. Bunlar ana, baba, hoca eğitimiyle eğitim ve terbiye almaktadırlar. Ancak üzülerek söylüyorum gerçek hâdise şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret zincirleri altındadır.
Aldıkları manevî eğitim ve ahlâk onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi millî değildir”

Başka bir konuşmasında eğitimin milli olmasının önemini şöyle anlatır:

“Türkiye’nin eğitim politikasının her derecesini, tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu politika, tam anlamıyla millî bir mahiyette tayin olunabilir.
İlk mekteplerde eğitimin ilk ve son maksadı; çocukların, millî hayata layıkıyla intibak etmeleridir. Eğitimde Türklük ve Türk vatanı esas mihveri teşkil etmelidir. Çocuklarda millî hislerin beslenmesi ve kuvvetlenmesi için her fırsattan istifade edilmelidir.”

İkinci ilke, eğitimde birliğin sağlanmasıdır. Atatürk’ün benimsediği eğitimin, milli niteliklere sahip ve başarılı olabilmesi için her şeyden evvel öğretimde birliğin olması gerekir.  Bu amaçla, 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak Milli Eğitimde birlik, bütünlük sağlanmıştır. Medrese ve okullar Maarif Bakanlığına bağlanmış; tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatılmıştır. Yabancı ve azınlık okulları devlet kontrolüne girmiştir. Böylece, daha önce mektepli ve medreseli olarak ikiye bölünmüş olan toplumun sosyal bütünleşmesi ve çağdaşlaşması, eğitimin bilimsel temellere dayalı olmasının ilk adımı atılmıştır.

Üçüncü ilke eğitimin pratik olmasıdır. Bu konudaki düşünceleri de şöyledir:

“Çocuklarımıza öyle bir eğitim, öğretim, ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret, tarım, sanat alanlarında yararlı, etkin, faal uygulayıcı olsunlar. İlk ve ortaöğretim bu esasa göre düzenlenmelidir.”
“Eğitim ve öğretimde uygulanacak yol, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir zorbalık vasıtası, yahut medenî bir zevkten ziyade, maddî hayatta başarılı olmayı temin eden pratik ve kullanılması mümkün bir araç hâline getirmektir. Milli Eğitim Bakanlığı bu esasa önem vermelidir.
Uygulamaya dayanan ve yaygın bir eğitim-öğretim için yurdun önemli merkezlerinde modern kütüphâneler, bitki ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuarlar, atölyeler, müzeler, sergi salonları kurmak lâzım geldiği gibi, kaza merkezlerine kadar bütün memleketin, matbaalarla donatılması icap etmektedir.”

Dördüncü ilke eğitimde aklın ve bilimin esas alınmasıdır. Atatürk, Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi, akılı ve fenni koymuştur. Bu da Atatürkçü düşünce sisteminin katı bir doktrin olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Kendisi de bunu çok veciz bir şekilde anlatmıştır:

“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim açmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen eremediğimizi; fakat asla ödün vermediğimizi akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.
Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur.
Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra benimsemek isteyenler; bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Beşinci ilke, eğitimin yaygınlaştırılması ve halkın aydınlatılmasıdır. Bu amaçla, ilk ve orta eğitim kurumlarının sayısı artırılmış; millet mektepleri kurulmuş, eğitmen ve öğretmen yetiştirilmiş; halk evleri kurularak ülke içinde yaygınlaştırılmıştır. Şehir ve kasabalarda bulunan halk evlerinin faaliyetlerinde yürütülen faaliyetleri şöyle sıralamak mümkündür: Dil ve edebiyat, güzel sanatlar, tiyatro, spor, sosyal yardım, tarih ve müze çalışmaları, kütüphane ve yayın, halk Dershaneleri ve kursları, köycülük.

Atatürk’ün önem verdiği bir hususta yüksek öğrenimdi. Atatürk Darülfünun'dan beklediği atılımları göremeyince üniversite reformu yapmaya karar verdi. Darülfünun'a tepki olarak Ankara'da Hukuk Mektebi'ni açtı ve bunu daha sonra Hukuk Fakültesi'ne dönüştürdü. Hukuk fakültesinden başka, Hukuk Fakültesinden başka; Musiki Muallim Mektebi, Ankara Yüksek Ziraat Mektebi, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü, Dil ve tarih, Coğrafya Fakültesi açıldı. Bunları yeterli bulmayan Atatürk, Darülfünun’u kapatarak İstanbul Üniversitesini kurmuştur.


Cumhuriyetin ilk yılları başlatılan bu eğitim hamlelerinin temel amacı,  bilgili, sorgulayan, araştıran, eleştiren, ulusal bilince sahip, ulusal değerleri korumaya azimli bir gençlik yetiştirmekti; bunda da başarılı olunmuştur. Maalesef, son yıllarda Atatürk’ün etkisini her alanda silmeye çalışan ve Osmanlı hayranlığı içinde gelişen politikalar sonucu eğitimimiz de giderek millilikten ve bilimsellikten uzaklaşmaktadır. Bir yandan liberal liboşlar, diğer yanda teokratik devlet özlemi içinde olanlar eğitimimizi Atatürk ilkelerinden uzaklaştırmaktadır. Ulusunu seven, onun müreffeh ve güçlü olmasını isteyen herkesin bu kötü gidişe dur demesi gerekir. 

14 Eylül 2014 Pazar

SAKARYA DÖNÜM NOKTASIDIR

13 Ağustos Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. 13 Ağustos 1921 tarihine Sakarya muharebesi kazanılmış ve Yunan ordusu Sakarya nehrinin batısında tutulmuştur. Bu zafer Viyana bozgunundan bu yana gerileyen Türk egemenliğinin geldiği son noktadır. Bu tarihten sonra Türk Milleti, Büyük önder Atatürk’ün liderliğinde hâkimiyetini Ege denizi ve Meriç nehrine kadar genişletmiştir.

Bu zafer kolay kazanılmamıştır. İkinci İnönü mağlubiyetinden sonra Yunanlılar genel seferberlik ilan etmiş ve ordularını insan, tüfek, makineli tüfek ve top olarak Türk ordusundan daha üstün duruma getirmişlerdi. Mustafa Kemal bu üstünlüğü görerek orduları geri çekti ve iki ordu arasındaki mesafiyi artırdı. Bu durum bazı TBMM’nde manevi sancılara yol açtı. Bazı milletvekilleri, kimisi iyi niyetler, kimisi kötü niyetle Mustafa Kemal’in başkomutan olmasını istediler. Kötü niyetli olanlar savaşı nasıl olsa kaybediyoruz, Mustafa Kemal başkomutan olur da kaybedersek onu da saf dışı ederiz diye düşünüyorlardı.

Mustafa Kemal şartlı olarak başkomutanlığı kabul etti. Başkomutana TBMM yetkileri verildi. Atatürk’ün emirnameleri kanun yerine geçecekti. Atatürk ilk olarak “Tekâlif-i Milliye Emri”ni yayınladı. Buna göre vatanın bütün aileleri askerler için kıyafet vereceklerdi. Halkın elindeki bezler, patiskalar, meşinler, köseleler, yün ve tiftikler, çarık, potin, nal semer, saman, yular, urgan ve bunun gibi orduya gerekli olan malzemeler bedeli sonra ödenmek üzere halktan toplandı.

Buğday, un, arpa, fasulye, sabun, nohut, kasaplık hayvan,  yağ, mum stoklarının % 40’ı da bedeli sonra ödenmek üzere toplatıldı. Bunlardan başka orduya gerekli olabilecek silah, cephane, pil, benzin gibi malzemelerin de % 40’ına  el kondu. Bu emirnamenin uygulanmasını sağlamak üzere İstiklâl Mahkemeleri kuruldu.

Yunan Ordusu 23 Ağustostan sonra cephemize doğru ciddi biçimde ilerlemeye başladı. Bu hücumu önlemek için savaş tarihinde çok önemli bir yere sahip olan yeni bir strateji geliştirdi. Bunu da orduya şu emirname ile duyurdu:

“Savunma hattı yoktur, savunma sathı vatandır, O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça terk edilemez.”

Ordunun her ferdi bu anlayış içinde her adımda çok büyük fedakârlıklar göstererek ve düşmen kuvvetlerini yıpratıp yok ederek onu, taarruzuna devam güç ve kuvvetinden yoksun duruma getirdi.  13 Eylül günü Yunan ordusu Sakarya’nın batısını çekilmek mecburiyetinde kaldı. 22 gün ve gece süren bu kanlı muharebelerin kazanını Türk Ordusu oldu.

Sakarya muharebesi kazanıldığı için Türkiye Cumhuriyeti var oldu, Türk Milleti hür oldu. Yüz yıllarıdır süren toprak kayıpları son buldu ve egemenliğimiz büyük ölçüde Misak-ı Milli sınırlarına ulaştı.

Bu zaferi bize hediye eden ve bize hür ve müstakil bir vatan bırakan, başta Atatürk olmak üzere tüm gazi ve şehirlerimizi şükran ve minnetle anıyoruz. Yattıkları yer cennet olsun.


9 Eylül 2014 Salı

ŞEREF VE NAMUS: İSTİKLAL SAVAŞININ ÖZETİ
Bugün 9 Eylül, Türk Ordularının İzmir'e ulaştığı, İzmir'in düşmanlardan kurtulduğu gündür, kutlu olsun. Sözü İzmir'i kurtaran orduların başkumandanına bırakalım:
“Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta, 9 Eylül 1922’de Nif (Kemalpaşa)’te mülakat edebileceğimizi bildirdim. Dediğim gün ben oradaydım fakat görüşme isteyenler orada yoktu. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe Akdeniz’e ulaşmış bulunuyordu!
(...)
Efendiler, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz...” 

Demek ki ne imiş, önce askeri üstünlük sağlayacaksınız, sonra müzakere ve diplomasi..

O günleri, verilen mücadeleyi, bu mücadelenin özünü ve İstiklal Savaşı'nın özetini de Attilâ lhandan dinleyelim:

’Fahrettin Paşa’nın Süvari Kolordusu 8 Eylül günü Manisa’ya girer. Manisa kurtulur. Askerler uzun zamandır savaşmaktadırlar ve henüz süvarilerin midesine sıcak yemek girmemiştir. Manisa’nın kazanılması üzerine, bir yemek yenilmesi emredilir. Seyyar mutfaklar kurulur. Yemek hazırlanmaya başlanır. Fakat bir müddet sonra, İzmir’den bir telgraf gelir. Yunanlılar çekiliyor, yerli Rumlar şehri yakacak…Kazanlar dökülür ve süvariler atlara atlayıp bu gece İzmir istikametinde ve Menemen istikametinde harekete geçerler. 9 Eylül sabahı, birliklerden biri Hilal ve Alsancak dediğimiz bölgeden taaruz başlatırlar. Dört nala ilerlerken hiç beklemedikleri bir şekilde, bir yıkıntının arkasında pusu kurmuş olan yerli Rumların ateşiyle karşılaşırlar. İçlerinden üçü orada şehit olurlar.-
Yüzbaşı Şerafettin Bey’in atlıları savaşarak, Alsancak istikametinden İzmir’e girerler. 9 Eylül sabahı, saat 10.30’da, Konak’ta Hükümet Konağının balkonunda asılı olan Yunan bayrağını Yüzbaşı Şerafettin Bey bizzat indirir. Türk Bayrağını çeker. Ve İzmir Türk olur.
Bu hikayeyi anlatmış ve sormuştur:. ‘Neden bu kadar sene geçtiği halde, hiç birimiz bu üç şehidin kim olduğunu hiç araştırmadık. Onlar her şeyleriyle, İstiklal Savaşı’nın ‘gerçek temsilcileridir’. Sonuna kadar getiriyorlar ve şehre girerken şehit düşüyorlar. Şu kadere bakın. Ben bunu ilk defa, İzmir’de gazetecilik yaparken Karşıyaka’ya geçtiğim yolda bir abide görünce fark ettim. Sıradan küçük bir taş dikilmişti. Nedir diye merak ettim. Çünkü öyle şatafatlı bir şey değildi. Bir gün arabadan indim ve baktım. Üzerine yaldızla eski harflerle kısacak bir not düşülmüş. Ben Cumhuriyet çocuğu olduğum için eski yazıyı bilmiyorum. Onu aynen kopya ettim. Sonra götürdüm, o zaman sağ olan anneme gösterdim. Annem ona baktı ve iki kelime okudu. ‘Şeref’ ve ‘Namus’. Bu iki kelime, bütün bir İstiklal Savaşının özetidir.’ 

8 Eylül 2014 Pazartesi

HAYKIRACAK ŞAİR LAZIM

Şair sesi duymaya çalışıyorum ama nafile; susmuşlar, ses yok seda yok.
Mehmet Emin Yurdakul diyor ki;

“Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et; 
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet, 
Sevenleri  toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;”

Türk halkı da öksüz çocuk gibi, özgürlüğü elinden alınıyor; yoksul, sahipsiz milletin üzerinde baskı giderek artıyor ama;

Muini zâlimin dünyada erbâb-ı denaettir
Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten 

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten 

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten 

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten 

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Diye haykıracak Namık Kemal’i yok.

İktidarda olanlar Devlet’in fabrikalarını; ülkenin ormanlarını, derelerini, dağını, taşını, madenlerini satıyor; kentleri rant kaynağı yapıyor; hırsızlık rüşvet diz boyunu da geçip başımızın üstünden aşıyor ama;

“Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını 
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini 
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. 
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini... 

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! 

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! 
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! 
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, 
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak... 

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”

Diyecek bir Tevfik Fikret yok. Ya da, oturdukları makamdan güç alıp da hırsızlık yapanları görüp, onları şu şekilde aşağılayacak Ziya Paşa yok:

“Milyonla çalan mesned-i izzete serefraz 
Birkaç kuruşu mürtekibin cay-i kürektir 
Bed-asla necabet mi verir hiç üniforma 
Zerduz palan ursan eşşek yine eşektir” 

Türklük aşağılanıyor, Türk milliyeti ayaklar altına alınıyor ama;

“Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.”

Mısraları ile ulusa  Türklüğünü hatırlatıp, kalak ayağa diyecek Mehmet Emin Yurdakul gibi bir şair de yok.

Ülke bölünürken, hukuk çiğnenirken, maddi varlıkları peşkeş çekilirken toplumun sessiz kalmasına karşı onu uyaracak Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu da yok:

“Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun...
Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene?”

Şairler haykırmadan millet uyanmaz. Aydınların sustuğu veya susturulduğu, etki ajanlarının yalanları ile halkın uyutulduğu, kandırıldığı bir toplum olduk. Şairin dediği gibi, sevenleri toprak olmuş çocuk gibiyiz. Ama bu böyle devam etmez Tevfik Fikret’in dediği gibi, hiçbir gece ebedi değildir, eninde sonunda güneş doğacaktır:

Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;

Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa

Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.



6 Eylül 2014 Cumartesi

CHP CUMHURİYET'İN YIKILMAZ BİR KALESİDİR

Kemal Kılıçdaroğlu konuştu ve gerçek kimliği ve niyetlerini kısmen da olsa açığa koydu. Konuşması nefret doluydu, şiddet doluydu. Anlayan için açık ve net diktaya gideceğim dedi. O mu konuştu, Erdoğan mı konuştu belli olmadı.

Rakı sofrasında Türkiyeyi kurtaranlardan partiyi temizliyecekmiş. PM için önerdiği ve beraber olduğu kimselere bakılınca anlaşılıyor ki, viski sofrasında ikinci cumhuriyeti kuranlara partide yer açacak.

Demokrasiye inanmış bir lider şu ifadeleri kullanır mı?

-Temizleyeceğim!
-Sileceğim!
-Atacağım!

Sormazlar mı adama, sen bunu hangi yetkinle yapacaksın? Genel başkanların partiden adam atma yetkisi var mı? Hem parti üyeleri senin her sözünü kabullenmek zorunda mı? Bu nasıl demokrasi?

“CHP tüzüğünün dışına çıkamazsın; o tüzük seni de bağlar, beni de bağlar” diyen de kendisi, tüzük dışı davranışlarda bulunan da kendisi. CHP tüzüğünün partinin siyasal ilke ve değerlerini tanımlayan ikinci maddesi der ki; CHP,

“Cumhuriyetçi”dir,
“Milliyetçi”dir,
“Halkçı”dır,
“Laiktir”,
“Devrimci”dir.

Ülkeyi bölünme noktasına götürecek projeleri desteklemek cumhuriyetçiliğe, milliyetçiliğe uyar mı? 

“Yerel Yönetim Özerklik Şartı”nın imzalanmasından yana tavır koyarken düşünemiyor musun ki bu şartın sonu özerklik ve bağımsızlıktır. Ülkenin bir kısmını vermek, ulusal bütünlüğü bozmak CHP tüzüğünün hangi maddesinde var. Hem kimin malını kime veriyorsun? Senin AKP’den, HDP’den ne farkın var. Seni bu yola gidebilirsin ama CHPni bu yola süreklemene izin vermeyecek milyonlar olduğunu unutma.

Ülkeyi bölmek, sömürü düzenini devam ettirmek için, AKP iktidar yapıldı; cemaat yetkilendirilip kumpaslarla, komplolarla subaylarımız hapse atıldı; TSK tasfiye edilmeye çalışıldı; aydınlarımız susturuldu; medya satılmışlarla dolduruldu;  yargı ele geçirildi; Cumhuriyeti savunacak kaleler bir bir düşürülmeye çalışıldı. Anlaşılan sıra CHP'ne geldi. Görev de Kılıçdaroğlu’na verildi.


Biz uyaralım; 

Sayın Kılçdaroğlu, CHP Cumhuriyet'in yıkılmaz bir kalesidir. CHP’ni başkalaştırarak ulus devleti, ulusal birliği, özetle Cumhuriyeti ve Atatürk İlkelerini savunmaz duruma getirmene gücün yetmez. CHP delegeleri Muharrem İnce’ye verdikleri oylarla sana bunu anlatmaya çalıştılar. Hala anlamadınsa, sokaklarda, meydanlarda toplanacak olan milyonlar sana bunu anlatırlar.

4 Eylül 2014 Perşembe

DEVRİM KARŞI DEVRİM VE SİVAS KONGRESİ

Türkiye Cumhuriyeti,  “Anadolu İhtilali”nin sonucudur. Bu ihtilalin temelinde Türk milliyetçiliği vardır. Yeni bir devletin kurulmasını sağlayan bu devrim iki ayak üzerinde yükselmiştir: Müdafaa-i Hukuk ve Misaki Milli.
Müdafaa-i hukuk yıllardır hakları elinden alınan, emperyalist ülkeler tarafından sömürülen ve toprakları işgal edilen Türk Ulusu’nun  haklarını savunmak anlamına gelir. Misaki Milli ise, sadece vatan topraklarının sınırını belirlemez, egemenlikten eğitime, eğitimden kültüre, kültürden yaşam biçimine, yaşam biçiminden ekonomiye kadar her şeyin milli olması amacını taşır.  Şimdilerde Atatürk Milliyetçiliği dediğimiz siyaset de budur.
Bu ihtilal içinde üç büyük eylemi taşır: Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı; padişaha karşı egemenlik mücadelesi; ümmet aşamasından millet aşamasına geçiş. Bütün bu eylemlerin gerçekleşmesine en önemli aşamalardan birisi Sivas Kongresidir. Türk Milleti’nin temsilcileri 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde Mustafa Kemal başkanlığında toplanmış ve aşağıdaki kararları almıştır:
1.     Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.
2.     Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekün kendisini savunacak ve direnecektir.
3.     İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
4.     Kuvay-ı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel esastır.
5.     Manda ve himaye kabul edilemez.
6.     Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan'ın derhal toplanması mecburidir.
7.     Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler, "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir.
8.     Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir.
Sivas Kongresi’nde alınan kararlar, daha önce gerçekleştirilen Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek tüm ulusu kapsar bir nitelik kazandırmış ve yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşuna temel olmuştur.  Yapılan devrimin en önemli aşamalarından birisidir.
Son yıllarda gerçekleştirilmeye çalışılan karşı devrim ise emperyalizmin hizmetindedir; egemenliği halktan alınarak tek elde toplanmasına ve Türk Milleti’nin yerine,  eskisi gibi dini inanç esaslı bir ümmet oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bunun için, Anadolu İhtilali’nin gerçekleştirdiği milli birliğe, milli eğitime, milli ekonomiye, milli kültüre ve milli orduya saldırılmaktadır. Milliyetçilik (ulusalcılık) kötülenmektedir.
Atatürk’ün emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumaya ve kollamaya kararlı olan ulusumuzun aydın ve uyanık bekçileri bu karşı devrime asla izin vermeyecektir.  Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin,  fedarasyoncuların, vatan bölücülerinin hevesleri kursaklarında kalacaktır. 

3 Eylül 2014 Çarşamba

ALTINDA TOPLANACAK ÇATI ARANIYOR


Cumhuriyet sevdalılarının ilk büyük direniş hamlesi 2012 yılı 19 Mayıs’ında yaşandı. İki yüz binden fazla insan ellerinde Türk Bayrakları ve Atatürk posterleri, dillerinde “Mustafa Kemalin askerleriyiz” haykırışı ile Taksim’e yürüdüler. Bu rakam 29 Ekim’de beş yüz bini buldu. Ulus meydanına toplanan Mustafa Kemal’in askerleri barikatları yıkıp Anıtkabir’e yürüdü. Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi ile kalpleri dolu olan bir milyondan fazla Türk evladı 10 Kasım’da Anıtkabir’i doldurdu. Gezi direnişinde ise, bu rakam milyonları buldu. Silivri zindanları böyle yıkıldı.

Bu insanları bir araya getiren idealleri idi. İnsanlar Türkiye Cumhuriyeti laik, milli, demokrat bir hukuk devleti olarak kalsın; vatan toprakları bölünmesin; insan hakları herkes için geçerli olsun; kimse kimsenin özel hayatına karışmasın; milli birlik bozulmasın; eğitim medreseleşmesin; kanun önünde herkes eşit olsun; hırsızlıklar son bulsun; ormanlar, madenler, dereler ona buna peşkeş çekilmesin; ekonomi dışa bağlı olmasın; yoksulluk kalmasın; gelir dağılımı düzelsin; ülke bağımsız, insanlar özgür olsun; özetlersek, Atatürk’ün temellerini attığı ve kurduğu Cumhuriyet ebediyete kadar var olsun arzusu içindelerdi.

Bu amaçla insanlar hapislerde yattılar; meydanlarda haykırdılar; TOMA’lara, biber gazlarına karşı elde bayrak dimdik durdular; Atatürk ve İnönü’ye ayyaş diyenlere karşı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye cevap verdiler. İktidarı ve başındaki şahsı istifaya davet ettiler. Öldüler, yaralandılar, sakat kaldılar ama yılmadılar.

Bu insanların arzularını eylemlerini bir rüzgâr gibi arkasına alarak iktidara yürümesi gereken muhalefet partileri ise, sanki görevli imişler gibi bu heyecanı yok etmeye çabaladılar. Mahalli seçimlerde belediye başkanlıkları için gösterilen adaylar sanki kitleleri pasifleştirmek etmek için  seçilmişdi. Cumhurbaşkanı seçiminde ise, yukarıda anlatmaya çalıştığım heyecanı taşıyan ve meydanları dolduran yurtsever insanların beklentilerinin aksine, geçmişi ve söylemleri ile muhalefet partilerinden çok iktidardaki AKP’ye yakın bir kimse çatı aday olarak gösterildi. İnsanların Cumhuriyet hevesi yok edilmeye çalışıldı. Ya kırk katır ya kırk satır denildi.

Atatürk’ün kurduğu ve ilkelerini 6 okla belirlediği CHP’nin bu tutumu ve seçimlerde aldığı yenilgiler bu partiye bel bağlayanları hayal kırıklığına uğrattı. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun tutum ve davranışları CHP’yi Atatürkçülerin gözünde tartışılır hale getirdi. Kılıçdaroğlu’nun  parti politikalarını, seçimde gösterilecek adayları Beykoz konaklarında belirlemesi; Güneydoğu sorun ile ilgili olarak HDP politikalarına yakın söylemlerde ve davranışlarda bulunması; siyasal İslamcı bir cemaat ile yakın temasa geçmesi; CHP’nin ilkelerini belirleyen 6 oku değiştirmeye çalışması; parti içi demokrasiyi yok ederek parti başkanı olarak Tayyipleşmesi meydanları dolduran  Atatürk, Cumhuriyet, özgürlük, bağımsızlık, insan hakları sevdalılarını CHP’den uzaklaştırmaya başladı.

İnsanlar biliyorlar ki, Cumhuriyeti tasfiye etmeye kalkan, ülkeyi bölünme aşamasına getiren, ulusal değerlerimizi yabancılara satan, eğitimimizi medreseleştiren, kültürümüzü ve yaşama biçimimizi Araplaştırmak isteyen iktidara karşı mücadele etmek için bir araya gelmek ve bir siyasi parti çatısı altında birleşmek gerekir.

CHP bu haliyle insanları altıda toplayacak bir çatı olmaktan giderek uzaklaşıyor. MHP ise söylemleri ile iktidara karşı olsa bile eylemleri ile bu söylemleri desteklemiyor. Bu bakımdan bu hafta sonu yapılacak CHP kurultayının çok büyük bir önemi var. CHP ya Atatürkçülerin, Cumhuriyetçilerin, özgürlük ve bağımsızlık isteyenlerin ve emperyalizme karşı direnenlerin toplanıp İslam görünümlü faşizme karşı mücadele edebileceği bir örgüt olacak ya da Kılıçdaroğlu yönetimi ile cumhuriyetçilik,  milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, devrimcilik, ve laiklik ilkelerinden vazgeçerek batılı güçlerin istediği özellikte bir partiye dönüşecek.

Şurası unutulmamalıdır ki, boşluk dolar. CHP İlkelerinden vazgeçerse, 6 ok ile anlatılan Atatürk ilkelerine ve devrimlerine sahip çıkacak, ülkeyi bölünme ve faşizme götürmeye çalışan güçlerle mücadele edecek bir parti kurulur ve yurtsever insanlar da altında toplanacağı çatıyı bulur.