29 Eylül 2018 Cumartesi


DÜYUN-U UMUMİYE’DEN McKİNSEY’E

Gazetelerden öğreniyoruz; Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, New York'ta, Türkiye-ABD İş Konseyi'nce düzenlenen 9. Türkiye Yatırım Konferansı'nda Yeni Ekonomi Programı (YEP) ile ilgili şöyle demiş:

“Yeni program bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek.”

Peki, neyin nesidir bu McKinsey diyorsanız, bilgi verelim: McKinsey, 2003 yılında ‘‘Türkiye'de Verimlilik ve Büyüme Atılımının Gerçekleştirilmesi’’ adlı bir rapor hazırlamış ,Türkiye'nin ağır borç yükü altında olduğunu ve istikrarı yakalayamayan bir ülke olduğunu belirtmiş.

O dönem Mckinsey Türkiye Genel Müdürü olan David E. Meen, çözüm olarak özelleştirmeleri savunarak şöyle demiş:

“Verimlilik ancak rekabetçi ortamda yükselir. Liberalizasyon Türkiye'de diğer ülkeler kadar yapıldı. Özelleştirme ise, tekelleşmenin önüne geçerek hem rekabete katkıda bulunur, hem de verimliliği arttırır. Ancak özelleştirmenin kısa dönemde bazı olumsuz etkileri olur. Gelecek 15 yılda Türkiye liberalizasyon ve özelleştirme yolunda gidecektir. Ancak Türkiye'de politikacılar Liberalizasyon ile özelleştirme ilişkisini doğru bir şekilde kurup halka iletemediler.”

Türkiye’ye liberal ekonomiyi ve özelleştirmeleri tavsiye eden bu McKinsey ABD büyük sermayesinin dünya ekonomisini denetlemek ve ona yön vermek için çalışan bir şirket. CIA ile olan ilişkilerini de gazetelerden öğreniyoruz.

Bu açıklama gösterdi ki Türk ekonomisi Amerikan büyük sermayesinin denetimine giriyor. Yeni bir Kemal Derviş dönemi başlamış oluyor. Aslına bakılırsa Özal’dan bu yana durum pek de değişmemişti. Şimdi artık bu ilişki tam anlamıyla gün yüzüne çıktı.

OSMANLI BÖYLE ÇÖKMÜŞTÜ

Bu durum akla Osmanlı devletinin son yıllarını hatırlatıyor. Osmanlı Devleti’ni uçuruma götüren batılı sermaye, emperyalistlerin en büyük silahı olmuştu. Özellikle 1838 tarihli Baltalimanı Antlaşması Osmanlı’da mevcut cılız sanayii yok etmekle kalmamış, küçük esnafı da yaralamıştı. İktisaden bağımsız olamayan Osmanlı siyaseten de bağımsızlığını yitirmiş ve nihayet kenarına kadar geldiği uçurumdan aşağı düşmüştür.

Türk Devrimi’nin büyük düşünürlerinden Yusuf Akçura Osmanlı’nın son dönemini şöyle değerlendiriyor:

“2. Mahmut zamanında, yabancılardan, ecnebi milletlerde borç almak, borçlanmak düşünüldü. Abdülmecit zamanında borçlanma kapısı geniş açıldı ve en çok bu kapıdandır ki Avrupa’nın büyü sermayesi, Osmanlı ülkesine girip istila etti. Sanayi ürünleri ile memleketten aldığı kazanca para kirası olarak aldığı faizler eklendi. Ecnebilerden alınan borç paraların mühim bir kısmı, egemen zümre ve padişahlar tarafından verimsiz masraflara tutuldu…

Devlet bütçesinin masraflar kısmına borç faizleri de yüklenince, denge daha çok bozuldu. Fakat bu borçlanma belası bunla da kalmadı. Devlet, borcunun faizlerini ödeyemeyince, müflis borçlulara yapılan muamele, konkordato Osmanlı Devleti’ne reva görüldü: Düyun-u Umumiye kurumu kuruldu.

Kim ne derse desin, Osmanlı saltanatında, Düyun-u Umumiye Kurumu, devlet içinde devlet mahiyetindeydi, iktisadi bağımsızlığımızı ve bunun üzerine siyasi bağımsızlığımızı büsbütün yaraladı.”

SAVAŞMIYORUZ YANAŞIYORUZ

Osmanlı devletini Düyun-u Umumiye’ye teslim eden padişahlara babamız, dedemiz deyip onları yücelten ama ekonomiyi millileştiren ve milletimizi borçtan kurtaran, tarım ve sanayii geliştiren, fabrikalar kuran Atatürk'e ayyaş diyen bir anlayışın ekonomimizi getireceği nokta da bundan başka bir yer de zaten olamazdı.

Artık anlaşılmıştır ki, Türkiye Amerika ile savaşmıyor, Türkiye Amerika’ya yanaşıyor. Bağımsız bir ülke yanaşma bir ülke haline geliyor. Buna asla izin verilemez.

Erdoğan yönetiminin bu kararı onun sonunun geldiğini gösteriyor. Türkiye derhal milli direnme ve üretim ekonomisine geçmeli ve Amerikan derin devletinin ve büyük sermayesinin ekonomimizi kontrol etmesine engel olmalıdır.

Osmanlı devletini nasıl yıkıldığı asla unutulmamalıdır.

16 Eylül 2018 Pazar


OKULLARIMIZDA ANDIMIZ NEDEN OKUNMUYOR?

Cumhuriyet Kadınları Derneği adına Genel Başkan Dr. Canan Arıtman, yazılı basın açıklaması yayınlayarak okullarda tekrar Andımız’ın okunmasını talep ettiklerini belirtmişti. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’a da çağrı yapan Arıtman, 10 Eylül Pazartesi günü tüm yurtta eş zamanlı basın açıklaması yapacaklarını ve imza masası açacaklarını söylemişti. Sayın Arıtman’ın bu açıklamasından sonra 10 Eylül’den itibaren Türkiye’nin birçok kentinde ve ilçesinde masalar kuruldu ve Andımız’ın okullarda tekrar okunması için imzalar toplanmaya başladı.

Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin bu çalışmasını takdir etmemek mümkün değil. Derneğin Genel Başkanı’nı ve illerde bu kampanyayı yürüten tüm yöneticileri ve üyeleri kutluyorum. Cumhuriyet kadını olduklarını ispat ediyorlar. Bu kampanyaya Türkiye Liseler Birliği (TLB) üyesi çok sayıda gencimiz de destek veriyor; onları da kutluyorum.

REŞİT GALİP VE ANDIMIZ

“Andımız”, ilk defa Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu 10 Mayıs 1933 tarih ve 101 sayı kararı ile okullarda okutulmaya başlandı. Zamanın Milli Eğitim bakanı Dr. Reşit Galip’ti ve metni de o yazmıştı.

1933 yılında İlk andımız şöyleydi:

“Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.”

1972 yılında metin değiştirildi ve “budunumu” yerine “milletimi olarak okunmaya devam edildi. Son değişiklik 2013 yılında yapıldı. Bu değişiklikten sonra ilköğretim okulunda öğrenciler, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca aşağıdaki “Öğrenci Andı”nı söylüyorlardı:

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!

DEMOKRASİYİ KURTARMAK!..

8 Ekim 2013 Tarihinden bu yana okullarda andımız okutulmuyor çünkü aynı gün dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan demokratikleşme paketi kapsamında andımızın okunmasına son verildi.

Yani, “Andımız” okullarda okutulmamasının sebebi demokrasimizin zedelenmesiymiş!..

Kuvvetler ayırımını yok edip, tüm devlet güçlerini tek elde toplamak;

TBMM’ni yetkilerini azaltmak ve bu yetkileri tek bir kişiye taşımak;

Hükümeti ve cumhurbaşkanlığını TBMM’nin, dolayısıyla milletin denetiminden çıkarmak;

Yargı bağımsızlığı ile oynamak;

Bir insanın kararına kanun kuvveti vermek;

Demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak basın-yayın kuruluşlarını iktidarın emrine vermek;

Bütün bunlar demokrasiye zarar vermiyor ama çocuklarımız okullarda “Ne mutlu Türküm diyene!” diye haykırınca demokrasi zedeleniyor.

ANDIMIZIN HANGİ İFADESİ RAHATSIZ ETTİ?

Bakalım, Andımız'da çocuklarımıza ne aşılanıyor ve öğretiliyor ve sonra da sorumuzu soralım:

Etnik kimlik, mezhep ve inanç farklılıklarını yok eden Türklük bilincine vurgu yapılıyor.

Dürüst ve çalışkan olmanın erdemi anlatılıyor;

Ülkeyi daha üst düzeylere çıkarmak için çalışmayı bir ilke olarak benimsetiyor;

Atatürk ilkeleri Türk milleti için en iyi kılavuzdur deniyor;

Atatürk’ün belirtiği hedefler gitmenin gerektiği anlatılıyor;

Yurdu ve milleti çok sevmeyi ve onun için fedakârlık yapmayı çocukların kalbine ve dimağına yerleştiriyor.

Şimdi soruyoruz: Size göre, bunlardan hangisi Sayın Erdoğan’ı rahatsız etmiştir ki, andımızın okullarda okunmasına izin verilmemektedir?

15 Eylül 2018 Cumartesi


KAPİTALİZMİN GELECEĞİ

Kapitalizmin devem edip etmeyeceği, Marx’tan bu yana hiç bu kadar sık ve yoğun tartışılmamıştı. Ayrıca ABD ve İngiltere gibi kapitalizmin önderi diyebileceğimiz ülkelerde sosyalizm rüzgarları esmeye başladı.

ABD’de kendisini “demokratik sosyalist” diye tanımlayan Barnie Sanders geçen dönem başkan adaylığı için yarışmıştı. Önümüzdeki başkanlık seçiminde de Donald Trump’ın karşısına çıkabilecek en kuvvetli aday olarak görülüyor. Zenginlere karşı yoksulları korumasıyla bilinen Sanders, ABD’nin Körfez Savaşı ve Irak Savaşı’na müdahil olmasına karşı çıkmıştı. En büyük desteği gençlerden ve bağımsızlardan alan Sanders gelir eşitsizliğini azaltmayı, asgari ücreti artırmayı, göçmenlerin ABD’ye daha rahat girmesini ve ülkelere askeri müdahalede bulunmayacağı vaadinde bulunuyor.

New York’un şimdiki valisinin karşına aday olarak çıkan Cynthia Nixon da bir sosyalistti ve Barnie Sanders ile bağlantısı vardı. Demokrat Partiyi Temsilciler Meclisin’de Alexandria Ocasio isimli bir sosyalist temsil ediyor.

Üç yıl önce ise, İngiltere İşçi Partisi başkanlığına demokratik sosyalizmi savunan Jeremy Corbyn seçildi. Özellikle liberal ekonomiye karşı olan Corbyn birçok işletmeyi kamulaştıracağını açıkladı. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz olması gerektiğini vurguladı.

EŞİTSİZLİK VE KAPİTALİZM

Siyasi alanda bu gelişmeler olmadan önce, iki önemli ekonomist, birisi Amerika’da diğeri Fransa’da vahşi kapitalizmin toplumda yarattığı ciddi sorunları bilimsel olarak anlatan kitaplar yayımladılar. 

Nobel Ödülü sahibi Amerikalı ekonomist Joseph E. Stiglitz 2012 yılında The Price of Inequality (Eşitsizliğin Bedeli) isimli kitabını yayımladı.

Stiglitz bu kitabında, özellikle ABD’yi örnek alarak kapitalist sistem içerisinde gelişen eşitsizliğe ve bunun sonuçlarına şu ifadesi ile dikkat çekti: “Piyasa ekonomisinin gün ışığına çıkan en karanlık taraflarından bir tanesi, ABD sosyal dokusunu ve ülkenin iktisadi sürdürülebilirliğini büyük ve artan eşitsizlikti: Zenginler giderek daha zenginleşirken geri geri kalanlar Amerikan rüyasıyla hiç de uyumlu görünmeyen zorluklarla baş etmek zorunda kalmışlardı.”

Ona göre ekonomik tablonun özeti şöyledir: “ABD’nin hikayesi basitçe şudur: Zenginler zenginleşmekte, zenginlerin en zenginleri daha da zenginleşmekte, yoksullar sayıca artmakta ve giderek daha da yoksullaşmakta ve orta sınıfın içi boşalmaktadır. Orta sınıfın gelirleri ya azalmakta ya da aynı seviyede kalmakta ve zenginlerle aradaki uçurum giderek artmaktadır.”

Stiglitz bu kitabında, ABD piyasa ekonomisinin işleyişini belirleme şeklinin, üsttekilerin lehine ve alttakilerin ise aleyhine olduğunu yazdı. Bu tabloyu da sosyal normların ve kurumların tıpkı piyasalar gibi kısmen de olsa en üst tabakadaki yüzde 1’lik kesimin belirlediğini anlattı.

Kapitalist sistem ile ilgili çok ciddi bir eleştiri de Piketty’den geldi. Fransız ekonomist Thomas Piketty 2013 yılında La Capital Au XXI Siecle isimli kitabını yayınladığı zaman büyük ilgi ile karşılaştı. Piketty bu kitabında, ekonomik adaletsizliğin sürekli arttığını ve tüm kapitalist ülkelerde eşitsizlik uçurumlarının giderek büyüdüğünü rakamlarla gösterdi.

Bu durumun üretimi de aksattığı görüşünü savunan Piketty’e göre “iyi üretimin ön koşulu iyi bölüşümdür”.  Hatta “iyi bölüşüm olmadan bundan böyle iyi üretim olmaz” iddiasını da öne sürüyor. Kapitalizmin geleceği konusunda Marx kadar kötümser değil. Kapitalizmin yıkıma doğru gittiğini söylemiyor. Geçmişte ne olduğunu da bilerek, böyle giderse kötü olacağını söylüyor. 2010 dünyasında servet yine belli ellerde toplanmaya başladı diyen Piketty, çözümü de kapitalist sistem içinde arıyor. Gündeme devletin müdahalesini, vergilerin yeniden düzenlenmesini getiriyor, servet vergisinin gerekliliği üzerinde duruyor.

Her iki ekonomist de sermayenin bir avuç zengin ve güç sahibinin elinde yoğunlaştığını söylüyorlar ama Marx’tan farklı olarak, kapitalist sistem içerisinde gelişen bu ciddi sorunların gene kapitalist sistem içinde çözülebileceğini iddia ediyorlar. Oysa Marx ve ondan yaklaşık yüz yıl sonra yaşayan ekonomist J. A. Schumpeter kapitalizmin devem edemeyeceğini ve yıkılarak yerine sosyalizmin geleceğini iddia etmişlerdi.

KAPİTALİZMİN SONU PROLETERYA DİKTATÖRLÜĞÜ MÜ?

On dokuzuncu asrın ilk yarısında, emek faktörünün geliri durgunken, sermayenin geliri sürekli artıyordu. Sanayileşme artıyor ama geniş halk kitleleri yoksul bir hayat yaşamaya devam ediyordu. İlk sosyalist hareketler işte bu ortamda ortaya çıktı. Bu sefil devam edebilir miydi? Bu sorunun cevabını Marx verdi: Hayır edemezdi.

Marx’a göre iki düşman sınıf vardı: Üretim araçlarını ve her türlü sermayeyi elinde tutan burjuva ve emekçilerden oluşan proleterya.

Marx, mülksüzleştirme yolu ile sermayenin giderek belirli ellerde toplanacağına inanıyordu:

“Dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, en duygusuz bir Vandalizm ile ve en bayağı, en rezil ve en iğrenç tutkuların tutkusu altında gerçekleştirilmiştir. Kişisel emek ürünü olan, deyim yerindeyse, kendi başına, bağımsız olarak çalışan birey ile kendi emek koşullarının birlikte büyümelerine dayanan özel mülkiyetin yerini, başkasına ait, ama biçimsel açıdan özgür emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist özel mülkiyet alır… Şimdi mülksüzleşen, bağımsız iktisadi varlığı son bulan kimse, artık kendi başına ve kendisi için çalışan işçi değil, birçok işçiyi sömürmekte olan kapitalisttir.

“Bu mülksüzleşme, kapitalist üretimin özünde yatan yasaların işlemesiyle gerçekleşir. Her bir kapitalist, birçok kapitalistin başını yer. Bu merkezileşme ya da az sayıda kapitalistin çok sayıda kapitalisti mülksüzleştirmesi ile birlikte, emek sürecinin el birliğine dayanan biçimi, bilimin bilinçli teknik kullanımı, toprağın planlı sömürüsü, emek araçlarının yalnızca birlikte kullanılabilen emek araçlarına dönüşümü, bütün üretim araçlarında, birleşik, toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmaları yoluyla tasarruf sağlanması ve böylece kapitalist rejimin uluslar arası bir nitelik kazanması, giderek büyüyen ölçeklerde gelişir. Bu dönüşüm sürecinin avantajlarından yararlanan ve bunları tekelleri altında tutan büyük sermaye babalarının sayıları azalırken, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü alabildiğine artar; ama aynı zamanda, sayıca gittikçe artan bir sınıfın, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleşen ve örgütlenen işçi sınıfının öfkesi de artar. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin yoksullaşması sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşmadıkları bir noktaya ulaşır. Kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleşir.”

Marx’a göre, iki düşman sınıf vardı: Bir yanda üretim araçlarını elinde tutan sermaye sahipleri, diğer yanda giderek yoksullaşan emekçiler. Burjuva sınıfının gayesi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti devam ettirmek, proleteryanın çıkarı ise bu sistemi tersine çevirmekti.

Marx’ın ileriye dönük tahmini de şöyle özetlemek mümkün: Bu sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proleteryanın diktatörlüğüne yol açar; bu diktatörlük de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun doğuşuna geçişi sağlar. Kapitalizm son bulur ve sosyalizm başlar.

KAPİTALİZM SOSYALİZME NASIL DÖNÜŞECEK? FARKILI BİR GÖRÜŞ

Marx gibi kapitalizmin yerini sosyalizme bırakacağını iddia eden bir diğer ekonomist de Joseph Alois Schumpeter’dir. Döneminin en büyük birkaç ekonomistinden birisi olan Schumpeter bu iddiasını 1942 yılında ilk defa yayımladığı ve 1947 ve 1950 yılında tadil ettiği “Capitalizm, Socializm ve Demokrasi” isimli kitabında dile getirmiştir. Bu kitapta Schumpeter “Kapitalizmin bekası mümkün mü” sorusunu sorar ve hemen hayır diye cevap verir.

Schumpeter’e göre kapitalizm gelişme seyri içinde, üzerinde oturduğu temel kurumları çürütmekte ve böylece yaşamasına imkân kalmayan bir ortam oluşmaktadır. Sistemin gittikçe çürümeye doğru gitmesi, “ekonomi makinesi”nin bir zaafından ileri gelmediği için bunu kapitalizmin bir başarısızlığı olarak kabul etmek doğru değildir. Onun tahminine göre, kapitalizm geliştikçe, fert başına düşen gelir artacak ve yoksulluk kalmayacaktır. Bu bakımdan Marx’tan çok farklı düşünmektedir.

Schumpeter’e göre, kapitalizmin sonunda çökmeye mahkûm oluşu kapitalist makineye ait bir kusurdan ileri gelmiyordu; çünkü makine eskisi gibi etkili bir şekilde işliyordu ve bundan sonra da son derece yüksek bir verimle işlemekte devam edeceğine dair her türlü işareti gösteriyordu. Kapitalizm çökecekti ama garip bir çelişki olarak bu çöküş kendi başarısının bir sonucu olarak meydana gelecekti. Çöküntüye yol açacak hata ekonominin eseri medeniyetin getirdiği düşüncelerde, güdülerde, siyasetlerde ve kuruluşlarda idi. Bu kapitalist karşıtı kuvvetler, kapitalizmin zaaflarından değil, faziletlerinden doğan yan ürünlerdi. Sosyalizmin gelişini sosyalistlerin bir zaferi olmaktan çok, kapitalistlerin feragati sonucuna bağlıyordu.

KAPİTALİST ÖTESİ TOPLUM

Peter F. Drucker Viyana’ doğmuş ama Amerika’ya yerleşmiş, günümüzün saylı ekonomist ve yönetim bilimci. Onun kapitalizm ile ilgili tespitleri ise çok değişik. Ona göre, Marksizm ideolojik olarak ve Komünizm de sistem olarak çökmüştür. Kapitalizm doruk notasına gelmiştir ve toplum kapitalist ötesi bir yapıya ulaşmıştır. Marksizmi ve komünizmi çökerten güçler, Kapitalizmin modasının da geçmesine yol açmaktadır.

Drucker, “Marksizm’i yenen neydi?” Sorusunu soruyor ve cevabı şöyle veriyor:

“O halde, “Kapitalizmin kaçınılmaz çelişkileri”ni, proleterleri “yabancılaştırma”yı, “sefilleştirme”yi alteden, dolayısyla da proleterliği yok eden şey neydi?
Bunun cevabı, Prodüktivite Devrimi’dir.

Drucker, kapitalist ötesi toplumlarda, emekli sandıklarının kapitalistlerin yerini aldığını söylüyor.  Emekli sandıklarından faydalananların, yani bu sandıkların sahiplerinin, o ülkenin çalışanları olduğuna göre, üretim araçları çalışanların elinde geçmiştir diyor.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 
Drucker’ın önemli bir iddiası daha var. Şöyle anlatıyor: “Temel ekonomik kaynak, yani ekonomistlerin deyimiyle “üretim araçları” artık “sermaye” de değildir, doğal kaynaklar (toprak) da değildir, emek de değildir. Bilgi’dir ve bilgi olacaktır.”

NE OLACAK BU KAPİTALİZM?

Kapitalizm konusunda beş ekonomist ve düşünürün görüşlerini sizinle paylaştım. İçlerinde kapitalizmin, eşitsizlik gibi, sermayenin belirli ellerde toplanması sonucu demokratik denilen toplumların bile büyük zenginler tarafından yönetip yönlendirildiği gibi ciddi sorunlar yarattığını, bu sorunların da kapitalizmin içerisinde çözülebileceğini iddia edenler var. Kapitalizmin proleter devrimi sonucu yıkılacağını ve sosyalizmin kurulacağını tahmin edenler var. Kapitalizmin gelişerek kendi kendisini yok edeceğini ve yerine sosyalizmin geleceğini söyleyenler var. Bir de kapitalizmin zaten sona erdiğini, yerini kapitalist ötesi toplum aldığını yazanlar var.

Bunlardan hangisi ne kadar doğru ya da hangi konularda kim haklı karar sizin. Görünen o ki, kapitalizm sancılı bir durumda; bu sancı doğum sancısı mıdır, değil midir zaman gösterecek.

Görünen o ki, Marx’n yıllar önce sermayenin giderek belirli ellerde toplanacaktır tahmini doğru çıkmıştır. Bu tablo büyük oranda gelir, servet ve fırsat eşitsizliği yaratmaktadır. Buna rağmen sosyalizmin gelmeyişinin analizinin iyi yapılması gerekir.

Bugünkü sorular şu olmalıdır: Kapitalist toplumda gelişen bu ekonomik ve sosyal sorunlar kapitalizm içinde kalarak çözülebilir mi? Sosyal demokrasi ve karma ekonomi kapitalizmin doğurduğu bu sorunların çözümü müdür?

12 Eylül 2018 Çarşamba


DÜŞMANDAN YARDIM İSTENİR Mİ?

Sayın Erdoğan, iki gün önce oturup anlaştığı, beraberce aynı kağıtlara imzalar attığı ve beraber fıstık yediği Putin’i, Ruhani’yi ve ayrıca Esat’ı ABD’ye ve AB’ye şikâyet etmiş. Bunlar Suriye’yi kana bulayacaklar, aman şu işe bir el atın, bunları engelleyin demiş.

Sayın Erdoğan’ın Amerikan WSJ’da çıkan şu yazısındaki şu ifadelere bakın lütfen:

“Bugün bir kez daha kritik bir eşikte bulunuyoruz. Esed rejimi, müttefiklerinin de yardımıyla, üç milyon kişiye ev sahipliği yapan ve yerlerinden edilmiş Suriyeliler için son güvenli limanlardan biri olan İdlib’e büyük bir taarruz gerçekleştirmeye hazırlanıyor.”

Terör yatağı olan İdlib nasıl oluyor da güvenli liman oluyor ve kimin için güvenli liman oluyor. “Esed rejiminden” kastın Suriye devleti olduğu belli de müttefikler kim? Eğer bu müttefik sözcüğü ile Rusya ve İran kastediliyorsa, bu ifade ile Türkiye yalnızlığa itilmiş oluyor.

TERÖRİSTİN ADI SİLAHLI MUHALİF OLDU

Ya şuna ne demeli?

“Suriye halkını, Beşşar Esed’in insafına terk edemeyiz. Rejimin İdlib’e yönelik taarruzunun amacı, gerçekten terörle mücadele etmek değil, gelişigüzel saldırılarla muhalifleri ortadan kaldırmak olacaktır.”

Suriye halkının devlet başkanı sanki Esat değil de başka birisi. Esat, emperyalizme karşı ülkesinin vatan bütünlüğünü sağlamaya çalışıyor. Eli silahlı muhalefet olur mu? Bir ülkede sadece devletin silahlı gücü olur. Eğer bazı kimseler silahlanıp ülkeyi işgal etmeye kalkarsa, o devlet de elbette silah kullanacaktır. Bu silahlı kimseler teröristtir ve İdlib’e yapılacak bir müdahale de teröristleri etkisiz kılmak için yapılacaktır. Suriye devletinin buna hakkı vardır. Sivil halkın zarar görmemesinin sorumluluğu da Suriye ve ona destek veren ülkeleri olacaktır.

ABD, AB GEL BİZİ KURTAR!

WSJ’da çıkan bu yazının en çarpıcı kısmı ise şöyle:

“İdlib, köprüden önceki son çıkıştır. Eğer Avrupa ve ABD dahil uluslararası toplum bugün gerekli adımları atmazsa, bunun bedelini yalnızca Suriyeli masumlar değil tüm dünya ödeyecektir.”

Suriye dahil, Batı Asya’da kan dökülmesinin müsebbibi Amerika, İsrail ve bazı AB ülkeleridir. Sayın Erdoğan’ın onlardan medet ummasının kabul edilebilir yanı yoktur.

Türkiye, siyasi, ekonomik ve askeri olarak büyük bir tehdit altındadır. Tehlike büyüktür ve vatan bütünlüğümüze yöneliktir. Tehditin kaynağı Amerika ve İsrail’dir. Amerika, Türkiye’yi sadece Kuzey Irak ve Suriye’den değil, Doğu Akdeniz’den ve Balkanlardan da kuşatmaya çalışıyor. Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail ile birlikte doğu Akdeniz’de bize yönelik tatbikatlar yapıyor. Ekonomik olarak da saldırıyor ve geçmişte olduğu gibi bizi “70 sente muhtaç” hale getirmek istiyor.

Güvenliğimiz için de ekonomimizi düze çıkarmak için de Rusya, İran, Irak ve Suriye ile işbirliği yapmamız şart. Böyle bir ortamda Sayın Erdoğan’ın Türkiye’yi yalnızlaştırmaya sebep olacak bu tavrı asla kabul edilemez.

Bir ülke, savaştığı bir ülkeyi gel bana yardım et diye çağırır mı?

Sayın Erdoğan ve AKP yönetimi bu yanlıştan dönecek gibi görünmüyor. Bu durumda Türk milleti böyle bir iktidarı başında tutmaz. Tutmayacağını da göreceğiz.

8 Eylül 2018 Cumartesi


SURİYE'NİN GELECEĞİ 

Önce şu tespitleri yapalım:

1.       Türkiye’yi bölmeye çalışan, PKK ve FETÖ’yü örgütleyen, silahlandıran güç ile Suriye’yi bölmeye ve orada da bir kukla devlet kurmaya çalışan güç aynıdır. Filistin halkını katleden de bu güçtür. Bu gücün adı, başta Amerika ve İsrail olmak üzere batılı devletlerdir.
2.       Her ülke gibi Suriye Arap Cumhuriyeti’nin de kendi toprak bütünlüğünü için mücadele etmeye ve ülkenin her karış toprağında kanun hakimiyetini sağlamaya hakkı ve yetkisi vardır.
3.       Rejim güçleri denilen kişiler Suriye Devleti’nin ordusudur.
4.       Esad, bir katil değil, emperyalizme karşı kahramanca mücadele eden bir liderdir.
5.       Suriye’nin toprak bütünlüğü, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garantisidir.
6.       Rusya ve İran Suriye devletinin ve Esad’ın yanındadır; onun mücadelesine askeri ve siyasi olarak yardım etmektedir.
7.       Türkiye olayların başında Suriye’ye terör ve terörist ihraç etmiştir ve bu ülkede kan dökülmesine sebep olmuştur. Bugünkü tablodan sorumludur.
8.       Amerika, İsrail ve Yunanistan Doğu Akdeniz ve Ege’den Türkiye’yi kuşatmaya çalışmaktadır.
9.       Türkiye bu ağır ve hayati sorunlarını çözebilmesi ve emperyalizme karşı direnebilmesi için Rusya, İran ve Irak Devleti ile işbirliği içinde olması ve ittifaklar oluşturması gerekir.
10.   Türkiye Suriye ve Esad düşmanlığı yapmaya devem ederse Rusya, Çin ve İran tarafından dışlanır ve Amerika karşısında yalnız kalır.

İKTİDARIN TUTUMU

Cumhurbaşkanıyla, bakanıyla, sözcüsüyle iktidarın, Suriye konusunda çok yanlış değerlendirmeler içinde olduğu görülüyor.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Daily Sabah gazetesinde yayımlanan "İdlib Çıkmazı: Uluslararası Sistemin Yeni Sınavı" başlıklı yazısında, Suriye ordusunun, Rusya ve İran desteğiyle kendi toprağı olan İdlib'deki teröristlere yönelik olası operasyonunu "Esed rejiminin ahlaksız bir zaferi" olarak nitelemiş.  Yetmemiş, İdlib operasyonu için 'Esed rejiminin ahlaksız bir zaferi olacaktır' demiş. Rusya ve İran'ı da hedef almış ve 'Rejim ve destekçileri İran ve Rusya, Levant'ta yeni bir harita çizme gayelerini haklı çıkarmak için DEAŞ canavarını kullanıyor' diye ilave etmiş. “Rejim kimyasal silah kullanmanın yanı sıra konvansiyonel silahlarla çok daha fazla insan öldürmüştür” diyerek Esed’i ve Suriye devletini katliam yapmakla suçlamış. Tam bir Amerikan ağzı.

Bu sözlerde Türkiye’nin çıkarı yok. Sayın Kalın’nın bu yazdıklarının bilgisini elbette Erdoğan’a vermiştir. Yazan Kalın ama söyleyen Erdoğan.

Bu “Esed katil” söylemini Sayın Erdoğan sık sık dile getiriyor. Sayın Erdoğan’ın şunu hatırlaması gerek: Amerika önce Saddam Katil, Esed Katil, Kaddafi katil dedi ve ondan sonra Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya müdahale eti. Sonuç ortada. Irak’ta yüzbinlerce insan öldü, daha fazlası evinden yurdundan oldu. Suriye’nin toprak bütünlüğü bozuldu, 300 000’nin üstünde insan öldü. 3.5 milyon insan Türkiye’ye göç etti. PKK/YPG kantonları kuruldu. Libya da akmaya başlayan kan hâlâ devam ediyor.

TÜRKİYE’NİN SURİYE SİYASETİ

Türkiye bu durumda nasıl bir politika izlemelidir diye sorarsanız, cevabı Sayın Perinçek versin:

“Önce Türkiye’nin Suriye siyasetinin saptanması gerekir. Vatan Partisi, doğru siyaseti yıllar öncesinden saptamıştır:

Bir: Suriye’nin toprak bütünlüğü.

İki: Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden Bölücü ve Yobaz terör örgütlerinin Suriye ve Irak’ın kuzeyinden temizlenmesi.

Üç: Suriye topraklarındaki ABD ve İsrail üslerinin Suriye denetimine geçmesi.

Dört: ABD’nin Suriye’deki askerî varlığının son bulmasından ve Doğu Akdeniz’deki ABD ve İsrail tehdidinin geçersiz kılınmasından sonra, bütün yabancı ülke üs ve askerlerinin Suriye’yi terk etmesi.

Beş: Suriye Arap Cumhuriyeti’nin geleceğini Suriye milletinin belirlemesi. Suriye Anayasasının Suriye Devleti ve milleti tarafından yapılması.”

ESAS ARAÇ: SİLAHLI GÜÇ

“Suriye’de ve Irak’ta stratejik hedefe ulaşmak için esas aracı doğru saptamak gerekiyor. Türkiye zaten gerçeği görmüş: ABD silahlı güçleri orada. PKK/PYD/YPG ve DEAŞ, hepsi silahlı. Türk askeri silahıyla oralarda. Suriye ve Irak devletleri, ülkelerini bütünleştirmek için yıllardır silahla savaşıyorlar. Demek ki, Suriye, Irak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ancak silahla sağlanabileceği koşullarda yaşıyoruz.

Lafı uzatmaya gerek yok, Suriye’nin toprak bütünlüğü ancak silahlı güçle sağlanabilir. O silahlı güç, en başta Suriye Devletinin silahlı gücüdür, Suriye Silahlı Kuvvetleridir.”