26 Nisan 2020 Pazar


YUSUF AKÇURA’DAN AHMET YARAMIŞ’A

Gazetelerden öğreniyoruz; Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na Prof. Dr. Ahmet Yaramış getirilmiş. Yaramış’ın, aynı zamanda Ensar Vakfı Afyon Yönetim Kurulu üyeliği de varmış.

Gene gazetelerden öğreniyoruz: Yaramış, karşı devrimci İskilipli Atıf Hoca üzerine çok çalışmış, sık sık anma, sempozyum gibi programlara katılmış. İskilipli Atıf Hoca’nın ölümünün 91’inci yılı dolayısıyla 2017'de Çorum’un İskilip ilçesinde “Medreseden Darağacına İskilipli Atıf Hoca” paneli gerçekleştirilmiş. Yaramış burada Atatürk düşmanı tarihçi Mustafa Armağan ile birlikte İskilipli Atıf Hoca'nın idamı ve toplum üzerindeki etkisi üzerine bir sunum yapmış. 2019'da da hazırlanan benzer bir programın, 2020'de yapılan İlmi ve İçtimai Yönleriyle İskilipli Mehmet Atıf Efendi Sempozyumu'nun da konuşmacılarından da biriymiş.

Bunları okuyunca, kendi kendime, ‘nerden nereye, Yusuf Akçura’dan Ahmet Yaramış’a’…

“Yusuf Akçura’dan Ahmet Yarımış’a” dedim çünkü TTK’nın ilk başkanı Yusuf Akçura’dır. Yusuf Akçura, milliyetçi, halkçı ve devrimci bir kişidir. Bu özelliklerin hiçbirisine sahip olmayan, karşı devrimci ve bağımsızlık savaşımızın karşısında mevzilenen, İskilipli Atıf hayranı birisinin bu kurumun başına getirilmesi, Türkiye’nin de nereden nereye geldiğini gösteriyor.

İSKİLİPLİ ATIF HOCA KİMDİR?

Atıf Hoca Kuvvayı Milliye karşıtıdır. Onun başkan yardımcısı olduğu Müderrisler Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni destekliyordu. Müderrisler Cemiyetinin; Sivas Kongresi'nin ardından gazetelerde de yayınlanmış Eylül 1919 tarihli bildirisinde “Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvâ-yı Milliyye maskaraları” ifadeleri kullanılıyor, 'savaşı kaybettik uslu uslu oturalım' öğüdü veriliyordu.

Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu ve yöneticisidir. Kurtuluş Savaşı sırasında yayınladıkları bildiride Kuvayı Milliye mensuplarına 'İngilizleri kızdırdınız' diyerek çıkışan İskilipli Atıf, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına ise ‘eşkıya’ diyerek 'öldürülmelerinin vacip' olduğunu söylemiştir.

Teali İslam Cemiyeti, Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kurulmuştur. İslamcılık ile İngiliz yandaşlığını beraber sürdürür. Bağımsızlık savaşına karşıdır çünkü bu cemiyete göre Yunanlılar ve İngilizler iyidir. Bu savaşı da bunlar kazanacaktır çünkü onların arkasında Kuvvayı Milliye gibi "cahilce bir cesaret" değil, uygarlık zekâsı vardır.

Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım:

"Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere 'siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim' diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor.” “ ...Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.”

“Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?”

“Elinize aldığınız bu fetva Allah'ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücutlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur."

YUSUF AKÇURA KİMDİR?

Yusuf Akçura Türkçülük akımının önde gelen liderlerinden birisidir. Fikirleri ile, önerileri ile, söylemleri ve eylemleri ile bağımsızlık savaşının kazanılmasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında büyük emeği geçmiştir. Atatürk’ün en yakınındaki kişilerden birisidir.

Millî mücadeleye bakış açısı İskilipli Atıf’ın tam tersi: “Anadolu’da oluşan Türk millî kuvveti, Türk milliyetini imhaya uğraşan İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni istilacılarını Türk ilinden kovmayı başardı. Onlarla işbirliği yapmış olan Osman hanedanını da arkalarından gönderdi. Bu suretle Türkiye’de ne İstilacı yabancı ne de ferdi saltanat ve hilafet kaldı: Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti doğdu.

Atıf Hoca, Türk Ordusu’nı ve onun Baş Komutanını "Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları” diye nitelendirirken Akçura bakın bir konferansında neler söylemiş: “Vazifesini tarihte emsali az bulunur bir maharet ve fedakârlıkla başaran muazzez ordumuza ve onun en yüce harp erlerinden olduğuna şüphe kalmayan dâhi başbuğuna şükran ve hürmet arz etmek, bugün her işin başlangıcında milli bir vazifemizdir. Onun için muhterem dinleyicileri, ilim müesseselerinin üslup ve geleneğine uygun olarak, ordu ve başbuğumuzu üç defa alkışlamaya davet ediyorum:
Yaşasın muzaffer ordumuz ve dâhi başbuğu!”

SÖZÜ CUMHURİYET KADINLARINA BIRAKALIM

Sözü Cumhuriyet Kadınları Derneği Başkanı Prof. Dr. Tülin Oygür’e bırakalım:

“TTK’nun başına, ‘din ve ahlak eğitimini amaç edindiğini’ ifade eden Ensar Vakfı’nın yöneticisi ve Milli Mücadelemize ihanet eden İskilipli Atıf Hoca’nın ‘savunucusu’ bir akademisyenin atanması ise milli değerlerimiz ve milli birliğimizle bağdaşmamaktadır…”
“En son 23 Nisan akşamı, İstiklal Marşımızın, milletçe tek ağızdan okunduğu dakikalarda, bir kere daha görüldüğü gibi; birliğimizin temelinde, Atatürk ve onun milli egemenlik ve bağımsızlık ülküsü yatmaktadır.

Atatürk’ün yolunda, birlik ve beraberliğimiz için mücadele eden CKD olarak, Sayın Cumhurbaşkanı’na sesleniyor ve milli birliğimizin temel direği olan, Atatürk’ün kurduğu bu kurumun başkanlığına yaptığı atamayı geri çekerek; liyakate dayalı yeni bir atama yapması çağrısında bulunuyoruz.

Son söz olarak bildirmek isteriz ki birlik ve beraberliğimize, milletimizin iradesiyle ulaşacağımıza inanıyor; yakın geleceğin güçlü ve mutlu Türkiye’sini, bu iradenin hayata geçireceğine, sonuna kadar güveniyoruz.”

22 Nisan 2020 Çarşamba

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLU OLSUN

Vatan Partisi Kayseri İl Örgütü olarak, Türk milletinin ‘23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyoruz.

Türk milleti, 100 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kazandığı egemenliğini sonsuza kadar korumaya azimli ve kararlıdır.

Atatürk’ün şu ifadesi bizim yeminimizdir: “Hiç şüphe yok, devletimizin ebedi müddet yaşaması için, memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için hayatımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz.”

SAAT 21:00’DA BALKONLARDAYIZ

TBMM Başkanı Sayın Mustafa Şentop, vatandaşın çok büyük oranda evde olduğu bugünlerde önemli bir çağrı yaptı. TBMM’nin açılışının 100. yıldönümünde saat 21.00’de balkonlarımıza çıkarak hep birlikte İstiklâl Marşımızı okumaya ve Bütün TV ve radyoları da aynı saatte yayınlarını keserek İstiklâl Marşı yayınlamaya davet etti.

Vatan Partisi olarak, milletimizin ‘Bağımsızlık ve Milli Egemenlik Ruhu’nu hissetmesi ve toplumun moralinin yükselmesi, birlik ve dayanışma ruhunun gelişmesi, salgına ve ülkemize yönelen diğer tehditlere karşı mücadele azminin kuvvetlenmesi için halkımızı bu Sayın Şentop’un bu davetine uymaya ve Mehmet Âkif’in muhteşem dizelerini hep birlikte büyük bir coşku içinde haykırmaya davet ediyoruz.


Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı

19 Nisan 2020 Pazar


BATI HAYRANLIĞINDAN BATI’YA TESLİM OLMAYA GİDEN YOL

Bizde Batı hayranlığı 18. Yüzyıl sonlarında başlar. Osmanlı ordularının savaş meydanlarında yenik çıkması, zamanın yöneticilerinde ‘Batı hayranlığı’ başlatır. Düşman da Batı’dır, imdat beklenen yer de Batı’dır, talimat alınan makam da Batı’dadır.

Tanzimat döneminde önemli görevler üstlenmiş Sadrazam Fuat Paşa’nın yazdığı vasiyetnamedeki ifadelere bakar mısınız?

“…mahvolma felâketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına, Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisi, İngiltere’dir., (…) bendenizce, Bâbıâli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir.”

O dönemim önemli isimlerinden Ali Paşa da farklı görüşte değil:

“…Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddi çıkarlarıyla bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasi bir hayal olmaktan çıkacak, bir gerçek olacaktı. Madem ki, Avrupa topluluğu içindeydik, Avrupa ülkelerinin isteklerine cevap vermeliydik.”

1881’de Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne’de İktisat dersleri anlatan Ohannes Paşa da şunları anlatırmış: “Yerli sanayiinin, himaye usulleriyle korunmasına, gelişmesine tarafta değilim; zira, her ne kadar, yüksek gümrük resimlerinin devlet hazinesine bir menfaat getirmesi gerçek ise de ‘himaye sistemi’ serbest ticareti önlemektedir; zamanın ithalat ve ihracat rejimi ‘makul bir rejimdir’.

Ohannes Paşa’nın ‘makul rejim’ dediği 1838 yılında İngiltere ile imzalan Balta Limanı Antlaşmasından sonra oluşan gümrüklerin indirildiği, yabancı malların kolaylıkla ülke içinde dolaşabildiği rejim oluyor. Yani ‘serbest ticaret’, yani ‘liberal ekonomi’.  Bununla da kalınmamış, Batı sermayesinin ülke içine girmesine izin verilmiş ve sürekli yüksek faizle borç para alınarak ekonomi idare edilemeye çalışılmış.

Abdülhamid döneminde Almalar da işin içine girmiş. Alman emperyalizmi de bu dönemde nasibini almış.

SONUÇTA NE OLMUŞ

Uygulanan bu borçlanmaya dayanan liberal ekonomi sonunda Osmanlı mülkünü Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline getirmiş. Türkiye’nin tarım, ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altına girmiş.

Boğaz kıyısındaki villaların, köşklerin sayısı artırmış ama İstanbul’daki 3000 binden fazla olan dokuma tezgâhı azalmış, 25 tane kalmış.

Ülke tıpkı şimdiki gibi borç batağına düşmüş. Anadolu halkı yoksulluktan da öte aç yaşıyor. Yediği kuru ekmek, giydiği birkaç paçavradan ibaret. Köylülere mütegallibe, toprak ağaları egemen durumda. Yer yer isyanlar eşkiyalık sürüp gidiyor. Miri topraklar yağmalanıyor.

ATATÜRK DÖNEMİ

Atatürk Tanzimat ve sonrası dönemi çok sert bir şekilde eleştirmiştir:

"Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. İktisat alanında bizden kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Rakiplerimiz, bu suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin önüne geçtiler."

Atatürk hem komünizmi hem de liberalizmi reddetmiştir ve uygulanacak ekonomik yöntemin devletçilik olduğunu söylemiştir.
“Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vadedilen şeyler aynen temin edilemedi. Ruslar bazı prensiplerden geri döndüler. Bir devrime teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir.”

O dönemde, devletçi, halkçı, planlamaya dayanan milli bir ekonomik program uygulanmıştır. Liberalizmin kötü etkileri yok edilmiştir.

1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuş. Ağır sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi %80 artmış. Demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmış. 
Madencilikte üretim artışları ise şöyledir: Kömür: % 100, krom: % 600, diğer madenlerde % 200.

Enflasyon olmadan %10 büyüme hızı elde edilmiş. Bütçe denk olmuş. İthalat ihracat dengesi sağlanmış. GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmış. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.

Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı, Yünlü dokuma ihtiyacının %83'ü, pamuklu dokuma ihtiyacının %43'ü, kâğıt ihtiyacının %32'si, cam ve cam eşyanın %63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmış.

İNÖNÜ DÖNEMİ

Atatürk’ün vefatıyla birlikte Batı hayranlığı tekrar piyasaya çıktı. Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı Batıcılığa dönüştü.

İnönü’nün en yakınlarından olan Nurallah Ataç’ın şu sözleri dönemin batıya olan hayranlığını çok güzel anlatıyor: “Bizim devrim dediğimiz hareketin amacı, bu ilkeyi Batı ülkelerine benzetmektir. Biz görüyoruz eksiğimizi, Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçemedik, onun için ne denli uğraşsak Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz.”

12 Temmuz 1947 yılında, Amerika ile Türkiye’ye arasında yardım anlaşması imzalandı. Bu anlaşma bizi eli kolu bir ülke haline getirmekle kalmıyor, ayrıca anlaşmanın 3. Maddesi şu hükmü de içeriyordu: Türkiye hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı genişliği miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır.

Yani hem elimizi kolumuzu bağlıyorlar hem de sürekli bu anlaşmadan duyduğumuz memnuniyeti anlatın diyorlar.

İnönü de bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle demiş: “…Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ve Yunanistan’a yardım kararını vermesi, Amerika’nın, cihan barışının devamı ve teyidi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamiyle benimsediğini gösteren parlak ve ümitlerle dolu bir işarettir. Bu anlaşmanın ne kadar ‘parlak’ ve ümitlerle dolu’ olduğunu İnönü Johnson’dan o meşhur mektubu aldığında anlamıştır.

Türkiye, İnönü ve takip eden Menderes döneminde bu ve benzeri anlaşmalarla Batı sistemine yeniden bağlanmış oldu.

ÖZAL İLE LİBERALİZM HORTLADI

1980’li yıllarda ‘liberalizm’ tüm dünyada yeniden popüler hale geldi. Amerika’da Reagan, İngiltere de Thatcher ve Türkiye’de Özal, ‘Neo-liberalizm’ denilen ekonomik programın en ateşli uygulayıcıları oldular. Liberalizm hortlamıştı ve Türkiye’nin başına musallat olmuştu.

Özal ile başlayan neo-liberal ekonomik programlar, Çiller, Derviş ve Erdoğan ile devam etti ve bugünlere geldik.

Bu Neo-liberalizmin yaptıklarını sıralayalım:

Özal’dan bu yana, yabancı sermaye, borç olarak girdi, yüksek faizler topladı. Yetmedi, özelleştirme adı altında girdi, işletmelerimize, fabrikalarımıza, bankalarımıza el koydu; elde ettikleri kârları transfer etti.

Tarımımızı, sanayileşmemizi baltaladı, bizden ucuza aldığı hammaddelerden ürettiği ürünlerini bize pahalı olarak sattı.

Gümrüklerimizi kaldırttı, sanayimizi rekabet edemez hale getirdi, Türkiye’yi açık Pazar haline dönüştürdü.

Para girişini devlet kontrolünden çıkardı, borsa ve diğer finans oyunları ile paramızı hortumladı.

Bizleri kendi ülkemizde ucuz işçi olarak çalıştırıp emeğimizi sömürdü.

Yabancıya gayrimenkul satışları kolaylaştırıldı, topraklarımıza el koydu.

Kendi kömürümüzü, kendi madenimizi çıkaramaz duruma getirdi ve yurt dışından ithalat yapmak mecburiyetinde bıraktı.

Sonuçta üreten değil, borç para ile mal ithal eden bir ülke haline geldik. Borcumuz arttıkça arttı.

BU BÖYLE GİTMEZ

Türkiye yaklaşık iki yüzyıldır bu Batı hayranlığından ve Batı taklitçiliğinde kaynaklanan liberalizmden kurtulamıyor.  Liberalizm bitiyor, neo-liberalizm şeklinde yeniden ortaya çıkıyor.

Şurası açık ve net, bu böyle gitmez. Türkiye, başına musallat olan bu liberalizm belasından en kısa zamanda kurtulmalıdır.

Liberalizmin ağa babası Özal’ın mezarını ziyaret edip, “Onun yolunda gidiyoruz” diyen Neo-Tazminat kafalı, sahte Atatürkçülerle elbette kurtuluş olamaz.

Kurtuluş, Atatürk’ün benimsediği ve uyguladığı planlı, kamucu, halkçı ve milli ekonomik programı uygulayacak üreticilerin milli hükümetle ile mümkündür. Bu böyle gitmeyeceğine göre bu milli hükümetin kurulması da kaçınılmazdır.

16 Nisan 2020 Perşembe



NAYMAN ANA EFSANESİ VE MANKURTLAR

Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından olan Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel isimli romanında, Sarı Özek bölgesinde yaşayan Kazakların Nayman Ana diye bilinen bir efsanenesini anlatır. Kısaca özetlemeye çalışalım:

Juan-Juanlar Sarı Özek’i işgal ederler. Kazakların topraklarına, su kuyularına, hayvanlarına el koyarlar. Kazaklarla Juan-Juanlar arasında savaşlar olur. Juan-juanlar esir aldıkları kazaklara çok büyük işkenceler yaparlarmış ve satarlarmış.  En acımasız işkenceyi, satmadıkları genç ve güçlü olan tutsaklara yaparlarmış. İnsanların hafızasını, aklını yitirmesine yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken bir kasap oracıkta bir deveyi keser, derisini yüzermiş. Deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Buna “Deri Geçirme işkencesi” derlermiş. Bu işkenceye maruz kalan esir ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını, aklını, bilincini yitirerek ‘mankurt’ olurmuş.

Başına deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek yakan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz yakan güneşine altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Onları öldüren açlık, susuzluk değil, deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Ölen ölür kalanlar mankurt olurmuş.

Bu işkenceden sonra mankurtlar, hafızalarını, geçmişlerini, ailelerini, kabilelerini, unuturmuş. Akılları başlarından gider, düşünemez olurlarmış. Kendi insiyatiflerini yitiren bu mankurtlar, Juan-Juanların birer kölesi olurmuş; Juan-Jaunlar ne derse, onu sorgusuz sualsiz yaparlarmış.

Juan-Juan’larla yapılan bir savaşta Nayman Ana’nın oğlu yaralanır ve atı onu düşmanların içine doğru alır götürür. Bir daha da ondan haber alınamaz. Savaş meydanında cesedi bulanamayınca öldü kabul edilir. Nayman Ana, oğlunun öldüğüne inanmaz ve onu aramaya çıkar. Sarı-Özek bozkırlarında oğlunu görür ve devesini ona doğru sürer. Mankurtlaşan oğlu onu tanımaz ve ilgi göstermez. Bu sırada birkaç Juan-Juan kendilerine doğru geldiğini gören Nayman Ana kaçar ve gizlenir. Juan-Juanlar Nayman Ana’yı görmüştür. Mankur oğlana kadını öldür emrini verirler. Juan-Juanlar uzaklaşınca Nayman Ana oğlunun tekrar oğlunun yanına gelir. Yaklaşınca oğlunun yayını gerdiğini ve okunu kendisine doğrulttuğunu görür ama kaçamaz. Ok böğrüne saplanır ve devesinden düşen ana, oracıkta hemen ölür.

Aklı, başından gitmiş, hafızasını yitirmiş, muhakeme edemez hale gelmiş, denileni sorgusuz sualsiz kabullenmiş olan oğlan, dağları, bozkırları, gece gündüz demeden, soğuk sıcak demeden kendisini arayan anasını öldürdüğünü nereden bilsin?

ZAMANIMIZIN MANKURTLARI

Günümüzün Juan-Juan’ı da Amerika. Toprağımıza göz koyan o; bizi sömürmeye kalkan o, zenginliklerimize el koymaya çalışan o, bizi bölmeye kalkan o. Amerika Juan-Juan olur da bazılarımızı mankurta çevirmek istemez mi? İster elbette! İstediğini de yapmıştır; vatanımız mankurt dolu.

Amerika’nın deve derisi kullanacak hali yok. Televizyonları kullanıyor, gazeteleri kullanıyor, yazdırıyor, söyletiyor; insanlarımızın beynini esir alıyor. Beyni esir alınanlar da mankurtlaşıyor. Mankurtlaşanlar akıl yürütemez oluyor, Amerika ne isterse onu düşünüyor, onu söylüyor.

İnsanlar mankurtlaştıkça, kendi kendine yabancılaşmış, milletine yabancılaşmış, halkına yabancılaşmış acayip bir mahluka dönüşüyor.

Amerikancı televizyonlarda akşam ne duyduysa, sabah onu tekrar ediyor; gündüz Amerikancı yazarlardan ne okuduysa, akşam onu söylüyor. Amerika’nın papağanı olmuş, ötüyor.

Bu mankurtlar kendi öz değerlerine düşman hale geliyor. Oklarını vatanın bütünlüğüne atıyor, milletin birliğine atıyor, milli değerlere atıyor, milletin mukaddesatlarına atıyor.

Kendisine sosyal medyadan ulaşan ne kadar fitne, fesat, bozgun içeren yalanlar, uydurma haberler, Amerikancı yorumlar varsa onu paylaşıp duruyor.

Bunlar ne olduklarının da farkında değiller. Kimisi kendisini Atatürkçü sanıyor, kimisi milliyetçi sanıyor, kimisi solcu sanıyor, kimisi de dindar…

GÜÇLERİ YETMEZ

Efsanede, Nayman Ana’nın oğlunun oku anasını öldürüyor ama içimizdeki mankurtların attığı oklar vatanımızı bölemeyecek, milli birliğimizi bozamayacak, maddi, manevi değerlerimiz zarar veremeyecek.

Milletimizin gerçek milliyetçileri, gerçek Atatürkçüleri, gerçek dindarları bu okları savuşturacak güce sahiptir.

Milletimize güveniyoruz, milletimizin asil evlatlarına güveniyoruz, geleceğimiz konusunda karamsar değiliz, umutluyuz. Zaman bizi haklı çıkaracaktır.


10 Nisan 2020 Cuma


YETER BU SORUMSUZLUĞUNUZ!

Yetkililer, bilim adamları, doktorlar, tüm sağlık personeli, aklı eren herkes “evde kal, evde kal” diye günlerdir sizden rica etti, hatta yalvardı.

Bir türlü işin önemini anlamadınız. Mecbur değilken sokakları arşınlayıp durdunuz. Salgının yayılma ihtimalini artırdınız.

Kendi hayatınızı, tanıdıklarınızın, tanımadıklarınızın hayatını riske attınız. Belki de katil oldunuz.

Ne oldu? Sokağa çıkma yasağı geldi.

Yasağı duyar duymaz gene sokaklara döküldünüz. Marketlere saldırdınız.

İki ekmek için hayatınızla ve başkalarının hayatları ile oynadınız.

“Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyor Ziya Paşa.

Bu iki günlük yasak sizin için ‘tekdirdir’; devamı kötektir.

O kötek size ölüm olarak gelebilir. Canınızı, canlarınızı kaybedebilirsiniz. 

Eşinizin, dostunuzun arkasından ağlayabilirsiniz.

O kötek size, tanımadığınız binlerce insanın hastalığa yakalanmasına sebep olmanın vicdan azabı şeklinde gelebilir.

2 gün değil, çok daha uzun süre eve hapsedebilirsiniz.

Salgın çok yayılırsa, işsiz kalabilirsiniz, yoksullaşabilirsiniz. 
Almak için fırınlara hücum ettiğiniz o ekmeğe yarın muhtaç olabilirsiniz.

Bari bu iki günden sonra aklı başında, sorumluluk sahibi, halkına, insanlığa kötülük yapmaktan uzak iyi bir vatandaş olun ve yetkililerin ve bilim adamlarının nasihatini dinleyin, köteğe müstahak olmayın!

8 Nisan 2020 Çarşamba


YENİ DÜNYA VE YENİ TÜRKİYE

Küreselleşme adını verdiler; sınırlarınızı açın, malların, paranın girişini çıkışını denetlemeyin, gümrükleri kaldırın, sizin üretmenize gerek yok, biz size ne isterseniz göndeririz, paranız yoksa borç veririz dediler ve tam bir sömürü düzeni kurdular. Sanayileşmede önde olan ülkeler, kendilerine gerekli hammaddeyi gelişmekte olan ülkelerden ucuza temin edip, ürettikleri malları pahalıya sattılar. Finans politikaları ile, borsa oyunları ile milletleri, halkları sömürdüler. Dünyayı kendi ürettikleri mallar için açık pazar haline getirmeye çalıştılar. Bütün bunlar gerçekleştirmek için kan dökmeyi bir yöntem haline getirdiler.

Gelişmiş kapitalist ülkelerin, Amerika öncülüğünde oluşturduğu bu sömürüye dayanan dünyayı koronavirüs yıkıyor. Hemen herkes, salgın sonrası oluşacak dünyanın çok farklı olacağını söylüyor. 

Sayın Cumhurbaşkanı’mızın 6 Nisan tarihinde ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında da bu konuyu gündeme getirdi ve çok önemli tespitlerde bulundu ve “diğer ülkelerin ve insanların sırtından kendilerine sahte bir refah düzeni kuranların devri artık kapanıyor” dedi.  Okuyalım bakalım:

“Yaşadığımız koronavirüs salgının ardından dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıkça görülüyor, diğer ülkelerin ve insanların sırtından kendilerine sahte bir refah düzeni kuranların devri artık kapanıyor. Ekonominin sadece paradan, borsadan, faizden, spekülatif araçlardan ibaret bulunmadığı, asıl olanın yeterli üretim ve adil dağılım olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.”

Sayın Cumhurbaşkanı, üretim ve istihdam öncelikli, yeni bir ekonomik programın gerekliliğini de anlattı:

“...Asıl büyük mücadelemiz salgın sonrasında başlayacaktır, üretimi mutlaka sürdürme vurgusu yapmamızın sebebi budur. Çalışabilen her fabrikamız ürütmeye devam edecektir. Çiftçilerimiz ekilmemiş tek karşı toprak bırakmayacaktır. Hizmet sektörümüz hem içerideki hem dışarıdaki bağlantılarını canlı tutacaktır. Kurulan yeni dünyada en güçlü şekilde yerimizi almak için hep birlikte daha çok çalışacağız. Sadece salgın döneminin kayıplarını telafi etmekle kalmayacak, inşallah çok daha büyük bir hamleyi hep beraber gerçekleştireceğiz.”

AYNI GEMİDEYİZ! YOLUMUZ AÇIKTIR

Vatan Partisi olarak, daha 2005 yılında Türkiye’nin Millî Direnme Ekonomisi dönemine gireceğini belirlemiş ve programını da hazırlamıştık. Bu programı, 2006 yılı sonundaki 7. Genel Kurultayımızda kabul ettik. Millî Direnme Ekonomisi, bir tür Savaş Ekonomisidir. Koronavirüs salgını bu programı yakıcı olarak gündeme getirmiş bulunuyor. Millî Direnme Ekonomisi, dört Temel Güvenliği öngörüyor:

1. Gıda güvenliği: Üretim Devriminin hedeflerine ulaşana kadar bütün vatandaşlarımızın karnını doyurmak ve insanca yaşamlarını güven altına almak, en temel meseledir.

2. Güvenliğin güvenliği: Ekonomi ile güvenliğin iç içe geçtiği koşullarda, Ordumuzun ve Polis Örgütümüzün güvenliğini sağlamak yaşamsal önemdedir. Özellikle Doğu Akdeniz’de savaş tehditlerinin geçerli olduğu ve Üretim Devrimini baltalayan dış ve iç tehditlerin gündeme geleceği bir süreçte, Güçlü Devlet, Güçlü Ordu, Güçlü Güvenlik, Disiplinli Toplum şarttır.

3. Sağlığın güvenliği: Millî Direnme Ekonomisi sürecinde devlet, vatandaşlarımızın her tür sağlık hizmetini görmeyi üstlenir. Sağlıklı yaşamak, bütün vatandaşlarımızın temel hakkıdır. Sağlıklı vatandaş, Üretim Devriminin insan kaynağıdır. Kriz ortamında başta hekimlerimiz olmak üzere sağlık ordumuzun her türlü ihtiyacı karşılayacak ve onları gözümüz gibi koruyacağız.

4. Eğitimin güvenliği: Üretim Devrimi, yeni kamucu ekonominin kuruluşuna hizmet eden bir eğitim sistemini gerekli kılar. Devlet, hem genel eğitim hizmetini yürütmek hem de Üretim Devriminin insan kaynaklarını eğitmekle yükümlüdür.

Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi programına göre, Türkiye’nin %12’lere düşmüş olan tasarruf oranı %25’lere çıkarılacak, gerekirse para basılacak ve yaratılan kaynaklar, planlı bir şekilde ve kamuculuk esas alınarak verimli yatırımlara dönüştürülecektir.

Bu program, sayın Erdoğan’ın ‘üretim ve istihdam’ ağırlıklı programı ile paralellik göstermektedir. Bu bakımdan genel başkanımız sayın Perinçek diyor ki:

“Sayın Cumhurbaşkanımızın üretim ve istihdam odaklı bir çözümün eşiğinde olduğumuzu ilan etti. Vatan Partisi Üretim Devrimi programıyla aynı mevzidedir.  Aynı gemideyiz! Yolumuz açıktır.”