25 Şubat 2015 Çarşamba



AMAÇ BELLİ: TAKSİM

Bugünü anlamak için biraz gerilere gitmek gerekiyor. ‘Yunanistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ başkanı General Tagaris bir kitap yazmış. Bu kitap İngilizceye çevrilmiş, ABD’de bedava dağıtılmış. Şöyle diyor Tagaris: “….Yunanlıların, Ermenilerin ve Kürtlerin, ‘Şark Meselesi’ni, uluslar arası alanda, yeniden yoğun bir şekilde ileri sürmeleri, kaçınılmaz bir görevdir. Amaç, -uzun süre içinde de olsa dahi- Türkiye’yi taksim etmek olmalıdır. Bu, Yunanlıların, Ermenilerin ve Kürtlerin haklarıdır….”

“….Türklerin yabancılardan zorla aldıkları topraklar üzerinde, söz konusu hakka dayanılarak, bir Ermenistan, bir Kürdistan ve Doğu Trakya’yı içine alan bir Küçük Asya kurulmalıdır….”

General Tagaris kitabın kapağında bir harita yayınlamış ve taksimin nasıl yapılacağını göstermiş. Bu haritaya göre Türkiye beş bölgeye ayrılıyor: Bunlar İonia, Pontus, Ermenistan, Kürdistan ve Anadolu’nun ortasında küçük bir Türkiye.

Bu tablo eminim size de ünlü Sevr Anlaşmasını hatırlatmıştır. Cumhuriyet kuruldu, Lozan imzalandı ama Sevr hayali bir türlü bitmedi.

Sevr’in önündeki en büyük engel,  hukukun üstünlüğünü, kanun önünde eşitliği, insanlarını kardeşliğini kabul eden; laik, demokratik ve milli devlet özelliği olan Türkiye Cumhuriyetidir. Sevr’i isteyenler onun için Cumhuriyet’e onun temel özelliklerine ve kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktadırlar. Cumhuriyet’i yıkmak kolay değil. Bunu bildikleri için öncelikle milli birliğimizi, kardeşliğimizi bozmaya çalışıyorlar. Bunlar iç çatışmalardan medet umuyorlar.

Bakın CIA’nın Türkiye açısından önemli isimlerinden Graham Fuller ne demiş: “Türkiye ‘Kürt meselesi’ni ve siyasette ‘İslam sorunu’nu ‘demokratik’yollardan çözmeli; şu anda her iki konu da olumsuz yönde gidiyor, bunların çözülmemesi, Türkiye’nin iç ve özellikle de dış politikasını bozacaktır.” Bunu anlamı şu; bu sorunlar çözülmezse içerde çatışmalar çıkar, ABD ve AB ile olan ilişkiler bozulur. Yani adam alenen tehdit ediyor.

Bunların tek amacı var: Taksim. Türkiye’yi bölecekler, Cumhuriyet’i yıkacaklar. Bunun için gerekirse iç çatışmalar çıkaracaklar, bizi birbirimize kırdıracaklar. Peki, bunu nasıl yapacaklar? Bu sorunun cevabını vermek için demokrasi getiriyoruz diye parçaladıkları ve kan gölüne çevirdikleri Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya bakmak yeter.

Amaçlarını gizlemek için, ileri demokrasi derler, insan haklarına saygı derler; bunlar kamuflajdır, amaç toplumun birliğini, beraberliğini bozmaktır. Kullandıkları yöntem, etnik ırkçılık, mezhepçilik ve dini inanç farklılıklarını düşmanlığa dönüştürmektir. Bizim Güneydoğu’muzda yaptıkları da budur. Dini görüş ve inançlar üzerinde politika yapmanın amacı da budur. Amaç etnik temelde ve dini inanç temelinde toplumun bölünmesi hatta içi çatışmanın çıkarılmasıdır. İşin ilgin yanı son günlerde Türkiye’nin geleceğini düzenlemek için müzakereler de bu iki gurup arasında yapılmaktadır. Ve işin daha da ilginç yanı bu iki gurupta Cumhuriyet’in temelleri ile kavgalıdır.

Hiç kimse oyuna gelmemelidir. Dini inanç, mezhep farklılıkları, etnik kimlik üzerinden yapılan politikalar bizi Suriye yapar, Irak yapar, Libya yapar. Bu politikalar eninde sonunda çatışmaya, kana ve gözyaşına dönüşür. Herkes aklını başına almalıdır. Sevr’e hizmet etmemelidir. Kardeş kanının dökülmesi bize değil emperyalizme yarar.

Cumhuriyet’i ve onun kazanımlarını korumaya kararlı büyük bir kitle vardır. Bu kitle vatanı böldürmemeye, laik, demokratik ve Türk kimlikli milli devleti yaşatmaya kararlıdır. Kan dökülmeden bu ülke Sevr’i kabul etmez. Kanı durdurmanın yolu etnik ve dini inanç temelli politikalardan vazgeçmektir; başka da çaresi yoktur.

22 Şubat 2015 Pazar

HUKUK NAMUS VE ÖRGÜT

Vatan Partisi Büyük Kurultayı yapılalı bir hafta oldu. Bu kurultayda en fazla önem verdiğim husus Sayın Doğu Perinçek’in konuşmasıydı. Partinin çalışma ilkelerini anlatırken şu üç husus üzerinde önemle durdu: HUKUK, NAMUS VE ÖRGÜT.

Sayın Perinçek’i dinlerken, önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş mücadelesini nasıl verdiğini düşündüm. Çok zorlu günlerden geçiyoruz; bu zorlu günlerde Atatürk’ü rehber almak gerekirdi. Bu nedenle Perinçek’in çalışma ilkeleri ile Atatürk’ün ilkelerini karşılaştırdım.

Atatürk de öncelikle hukukun üstünlüğüne inanmış ve 19 Mayıs 1919’dan itibaren aldığı tüm kararları ve yaptığı tüm icraatları hukuki zemine oturtmuştur. Öyle ki, askeri planlamalar, uygulamalar bile mevzuat dâhilinde gerçekleştirilmiştir. Bunun en güzel örneği Sakarya Muharebeleri öncesi TBMM’nden geçici bir süre için yasama yetkisinin alması ve ondan sonra savaşı kazanmak için bazı uygulamaları başlatmasıdır.

Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybedince ordu Sakarya’nın doğusunda çekilir. Durum vahimdir. Meclis’in Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Ordunun durumu da iyi değildir. Askerin üstünde üniforması, ayağında potini, elinde silahı, çantasında erzakı yoktur. 2 Temmuz 1921 tarihinde yapılan gizli oturumda Mahmut Esat ordunun halini şöyle anlatır:
 “…Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine nazaran yiyeceği, içeceği yok. Ordu ricat ettiği zaman kâfi derecede erzakını alamamış. …Bir kaç nefere tesadüf ettim. Onlarla görüştüm. …Biz düşmanı yenmeye geldik, Zararı yok biraz da aç döğüşürüz dediler. …Yalınayak bir nefer yanıma geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık. Burada haykırarak istemediğime utandım. “

Bu durumda Mustafa Kemal çareyi hukuk içinde arar ve TBMM’den başkumandanlık yetkisinin kendisine verilmesini ister. Meclis bu yetkiyi 3 aylık bir süre için verir. Mustafa Kemal bu yetki ile birlikte yasama yetkisini de alır. Bu yetkiye dayanarak Tekâlif-i Milliye Kararnamesini çıkarır. Bu kararname 10 madde içerir. Bu kararnamenin uygulanması sonucu ordunun giyecek, yiyecek ve silah ihtiyacı kısmen karşılanır. Böylelikle savaş topyekun savunmaya dönüşür. Sonucu biliyoruz. Ordu toparlanır ve 22 gün, 22 gece süren çok kanlı muharebelerden sonra Yunan ordusu geri püskürtülür.

Aslında İstiklal harbi bir müdafaa-i hukuk hareketidir. Vatan işgal edilmiştir; öncesinde ise, emperyalist güçler tarafından sürekli sömürülmüş ve Türkiye halkının hukuku çiğnenmiştir. Çare arayan insanların bir kısmı bölgesel ve yerel çarelere başvurur. Birçok şehirde direnişler başlatılır. Mustafa Kemal’e göre bu direnmeler çare olamazdı. Gerçek “müdafaa-i hukuk” ancak örgütlü bir mücadele ile başaralı olabilirdi. Amasya, Erzurum, Sivas toplantıları bu örgütün oluşturulması için düzenlenir. Nihayetinde, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM toplanır ve düzenli ordunun büyük mücadelesi sonucu zafer kazanılır. Türk Milleti’nin haklarının korunması anacak halkın egemenliğine dayanan, tam bağımsız bir devlet kurmakla mümkün olduğuna inanan Mustafa Kemal bunun için en büyük örgütü yani Türkiye Cumhuriyetini kurar.


Görüldüğü gibi istiklal mücadelemiz tamamen hukuk içinde kalarak yapılmıştır ve bunun için Türk Milleti örgütlenmiş ve bağımsız Türk Devleti kurulmuştur. Sayın Perinçek, sadece Kılıçdaroğlu’nun yeniden yorumlamayı yani bir bakıma değiştirmeyi düşündüğü altı ilkeye sahip çıkmakla kalmamış, aynı zamanda Atatürk’ün uyguladığı örgütlü, hukukun içinde kalan ve namuslu, vatansever insanlarca yürütülecek olan bir çalışma yöntemini benimsemiştir. Dileriz Vatan Partisi de tıpkı Mustafa Kemal gibi ilkelerinden taviz vermeden başarıya ulaşır.

21 Şubat 2015 Cumartesi

BİLİM VE İKTİDAR
 
Arabamla eve doğru giderken radyoyu dinliyorum. Radyoda çok güzel bir Kars türküsü var. Sözleri insana çok şey anlatıyor:

Asker olup vatana hizmet eylerem men
Çağrılmadan esker olup giderem men
Giderem gurbet ele yar sana gurban

Gurban olim vatana vatanın bayrağına
Onu candan severem gurban olim ayına
Ayın yıldızına onu candan severem

Goy dolanım başına pervane dek
Salma meni çöllere divane tek

Türk insanının kaderini anlatıyor bu türkü. Vatan sürekli tehlikede ve vatanı korumak için Mehmetçiğimiz sürekli ya şehit olmada ya da gazi…

16. Yüzyıldan bu güne kadar sürekli saldırı altında kaldık. Avrupa üzerimize çullandı. Milyonlarca insan evinden, yurdundan göç edip Anadolu’ya sığındı. Milyonlarca insan öldü, öldürüldü. Yüz binlerce vatan evladı Vatana, Bayrağa kurban olmak için asker oldu, savaşa gitti ve dönmedi.

Rahmetli anneannem Nida Tüfekçi ne zaman şu türküyü söylese, gözleri dolar, kendi kendine söylenirdi.

Asker yolu beklerim
Günü güne eklerim
Sen git yârim askere de
Ben burayı beklerim
 
Mendilimde gül oya
Gülmedim doya doya
Asker yolu beklerim de
Gününü saya saya
 
Pilav pişirdim yavan
Üstüne kestim soğan
Yatağına uzandım da
Uyan askerim uyan

Nice eşler, evlatlar, nişanlılar babalar vatan hizmet etmek için gitti ama dönmedi. Niceleri yatağına uzandı ama uyanamadı. Türk insanı bunu kader bildi, vatan için, bayrak için can verdi ama sonunda gelip Anadolu’ya sıkıştı kaldı.

Böylesine kahraman evlatları olan Osmanlı devleti neden acaba 17. Yüzyıldan bu yana hep yenildi. Neden vatan topraklarını, evlatlarını Avrupalılara bıraktı ve Anadolu’ya gelip sığınma mecburiyetinde kaldı? Hepimizin üzerinde düşünmemizi gerektiren soru budur. Neden yenildik? Neden geriledik? Neden kahramanlık yetmedi? Avrupa’yı güçlü ve muktedir kılan neydi?
Bu sorunun cevabını vermek için, 16. yüzyıl Avrupa’sındaki bilim ve fikir alanındaki gelişmeler ile aynı yüzyıldaki Osmanlı Devletindeki olayları karşılaştırmak lazım.
 
10. ve 11 yüzyılda Orta Asya ve Ön Asya medreselerinde tıp, felsefe, matematik, astronomi, geometri, tabiiyat  dersleri okutuluyordu. Farabi, Ebu Zeyid, Ebû Berze, İbni Kesir, İbni Sina gibi bilim adamları bu yüzyıllarda yetişmişti ve çeşitli medreselerde ders veriyordu.

16. Yüzyıla geldiğimizde, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra Osmanlı medreseleri içine kapandılar. Matematik, tarih,  mantık, coğrafya, doğa bilimleri, geometri ve astronomi gibi derler okutulmaz oldu. Medreselerde din dışı dersler yasaklandı. Bilim düşmanlığının en güzel örneği ise, 1571 yılında yaptırılan rasathanenin şeyhülislâmın bu rasathane uğursuzluk getiriyor demesi üzerine yıkılmasıdır.

Osmanlı topraklarında din görünümlü bağnazlık bilimin gelişmesini durdururken aşağı yukarı aynı yıllarda bilim ile kilisenin çatıştığını görüyoruz. Bu konuda özellikle Galile’nin mücadelesi önemlidir. Galile, bilimin doğada keşfettiği hakikatler kutsal yaradılışın hakikatleridir. O nedenle, bu hakikatler Kitab-ı Mukaddes ile çelişki içindeymiş gibi izlenim verse bile geçerliliklerini yitirmezler dediği için devasa bir gücü elinde tutan din adamlarını kızdırmıştı. Galile’ye göre bilim, Kitab-ı Mukaddes yorumlarına değil, Kitab-ı Mukaddes yorumları bilimin ortaya koyduğu (araştırmaların, deneylerin) sonucuna uyum sağlamalıydı. Aslında bu görüş modern bilimin doğuşunun da öncüsü oldu.

Kilisenin, derebeylerinin baskısından kurtulan bilim ve düşünce hayatı Avrupa’nın gelişmesi sağladı. Bilimin gelişmesini teknolojik yenilikler takip etti. Özgürleşen bilim adamlarının buluşları Avrupa’da sanayi devrimini başlattı.
Din görünümlü bağnazlıkla bilimsel düşünce arasındaki bu savaşta bilim adamları hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü. Galile görüşlerinden dolayı evine hapsedildi ve gözleri kör olarak evinde öldü. Görecelik ve sonsuzluk gibi kavramalarını borçlu olduğumuz Bruno 1600 yılında yakılarak öldürüldü.  Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün.

Birçok bilim adamı hayatlarını riske atarak dogmatizme karşı direndi. Birçok bilim adamı eziyet gördü ama Newton, Bacon, Torricelli, Descartes, Pascal, Huygens, Leibniz  gibi bilim ve fikir adamlarının gayret ve çalışmaları, bilimsel gelişmenin kapısını açtı. Bilim, iktidarı getirdi. Anlaşıldı ki, muktedir olmak için, bilgili olmak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin bu konuda geri kalmasının bedeli ağır oldu. Milyonlarca insan evinden, köyünden kovuldu. Milyonlarca insan ya öldü ya da öldürüldü.  Vatan müdafaası için yapılan savaşlar onca şehide rağmen zafer getirmedi.
Bizim kahramanlarımız vardı ama bilim adamlarımız yoktu. Keşke vatan toprağı için şehitliği göze alan insanlarımız bilimin gelişmesi için de hayatlarını riske atıp Osmanlı toplumunun geri kalmasını önleseydi. Eğer öyle olsaydı,  belki de bugün içli asker türküleri dinleyip ağlamazdık.  Yoksulluk,  sefalet, açlık yaşamazdık.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milleti’nin aydınlanması ve bilimi rehber edinmesi için gösterdiği çabaları, yaptığı devrimleri bu gözden değerlendirmek gerekir. Bugün biz diğer Müslüman ülkelerden daha iyi durumdaysak, bunu Atatürk’ün bu devrimlerine borçluyuz.  

Sevgili gençler, size sesleniyorum: Bilimi olmayanın iktidarı olmaz. Muktedir bir Türkiye, Güçlü bir Türkiye istiyorsanız ülkenizin bilimde, eğitimde gelişmesine katkıda bulununuz. Kahramanlık yapmak için harp meydanlarına ihtiyacınız yok; kütüphaneler, laboratuarlar, atölyeler sizleri bekliyor. Şunu da asla unutmayın; bilim özgür ortamda yapılır, özgürlüğün garantisi ise “milli devlet”tir. Onun için, demokratik, laik, hukuk devletine yani Cumhuriyet’e sahip çıkınız ve koruyunuz. 

Yapmazsanız kadınlarımız, kızlarımız;

Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al beyaz bayrağı gelin mi sandın
Yemen gideni gelir mi sandın
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem

Diye türküler, ağıtlar söyler.
 
Eyup S. Karakaş


15 Şubat 2015 Pazar

DOĞUM GERÇEKLEŞTİ

İşçi Partisi Kurultayı’na  katılmak için 15 Şubat gününü heyecanla bekliyordum. Gün geldi ama ben yakalandığım ani bir hastalık nedeni ile o büyük şölene katılamadım. Bilmem hastalıktan mı, yoksa heyecandan mı veya katılamamanın verdiği üzüntüden mi, kurultayı gözlerim yaşlı halde Ulusal Kanal’dan izledim. Edindiğim izlenimler şöyle:

Kadını, erkeği, yaşlısı, genci 15 binden fazla coşkulu bir kitle salonu doldurmuştu. Gelenler bir parti kongresine değil de sanki hasret kaldıkları “VATAN”larına kavuşmuş gibiydiler. Çünkü onlar biliyorlardı ki,
VATAN olmadan, devlet olmaz;
VATAN olmadan, bağımsızlık olmaz;
VATAN olmadan, özgürlük olmaz;
VATAN  olmadan, şerefli ve namuslu bir hayat olmaz;
VATAN olmadan, refah olmaz;
VATAN  olmadan, gelecek olmaz.

İşte bunun için, tam bağımsızlık, özgürlük, milletin birliği, halk egemenliği, laik hukuk düzeni, kanun önünde eşitlik, kardeşlik ve bilimin aydınlığını isteyenler Türkiye’nin dört bir yanından gönüllü olarak gelmiş ve salonu doldurmuşlardı.

Bu heyecanlı kitle bir doğuma şahit oldu: Özlenen doğum gerçekleşti ve İşçi Partisi’nden VATAN partisi doğdu. Ne mutlu bu doğumda katkısı olanlara.

Bu kongreyi diğerlerinden ayıran bazı farklılıklar gözüme çarptı. Salonda Atatürk’ün posterinin yanında diğer partilerin kongrelerinde gördüğümüz gibi genel başkanın  posteri yoktu. Kongre Divan Başkanı da, Parti genel başkanı da Mustafa Kemal Atatürk gibiydi. Sayın Nazlıoğlu ve Sayın Perinçek ise  Atatürk’ün birer vekili gibiydiler.

Katılanlar bir ailenin birbirlerini çok seven fertlerine benziyordu. Sevgi vardı, saygı vardı ama havada uçuşan sandalyeler, hakaretler yoktu. İnanç vardı, heyecan vardı ama sabır yoktu. Bir an önce Türk Milleti’nin kaderine el koyma sabırsızlığı vardı. Katılanlar arasında birlik vardı, kardeşlik vardı; yok olan ise, dini inanç ve etnik köken ayırımı idi.  

Daha dün,CHP genel başkanı Kılıçdaroğu’nun “Gerekirse 6 okulu amblemimizi değiştiririz” demişti, bugün ise Perinçek, Atatürk’ün ortaya koyduğu ve CHP ambleminde altı okla temsil edilen esasların Vatan Partisi’nin programının da özü olduğunu söyledi. Ergenekon’dan çıkışı temsil eden örs üzerinde demir dövmek de çok anlamlıydı. 

Ne mutlu Türk Milletini ki artık, devrimciliğin, cumhuriyetçiliğin, milliyetçiliğin, halkçılığın, laikliğin, devletçiliğin sahibi bir parti ve o partiye inanmış milyonlar var. Bu milyonlar önümüzdeki seçimde VATAN  Partisi’ni iktidara taşıyacak kararlılıkta ve güçtedir. Cumhuriyeti koruyacak, kollayacak güçlerin iktidar yürüyüşü başlamıştır. Tüm yurtseverleri bu yürüyüşe davet ediyorum.


Ne mutlu Türküm diyene!

13 Şubat 2015 Cuma

PAROLA “VATAN” İŞARETİ “NAMUS”

“…Batı ittifakı ve NATO üyeliğinden bu tarafa, ‘sistem’, ekonomiden kültüre, savunmadan eğitim ve öğretime, bütün ‘ulusal’ kalelerimizi düşürmek peşindedir; ‘dilini’ ve ‘dinini’ açık açık göstere göstere, dayatmaya başlamıştır..” diyen usta yazar ve fikir adamı ATTİLÂ İLHAN’ın yönetiminde Bir Millet Uyanıyor dizisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak kararlılığında olan herkes için yayınlanmaya başlamıştı.  Devrimcileri, halkcıları, ülkücüleri bir araya getirip emperyalizme karşı bir cephe oluşturmuştu.  O vefat edince, maalesef proje yarım kaldı.

Attilâ İlhan tehlikeyi görmüştü. Ülkemiz ABD ve AB’nin baskısı ve onların işbirlikçileri eli ile çok hızlı bir dönüşümden geçiyor. Cumhuriyet’in esasları ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Tam bağımsızlık ilkesi yok ediliyor. Cumhuriyet ile birlikte halka geçen egemenlik yeniden tek bir insana devrediliyor. Demokrasi yerini diktaya bırakıyor.

Emperyalizmin sömürüsü artarak devam ediyor. Cumhuriyet’in eserleri, sanayi kuruluşları, tarım alanları, ormanlar, dereler, doğal zenginlikler yabancıların veya onların işbirlikçilerinin eline geçiyor. Sendikalar etkisizleştirilip işçiler sahipsiz bırakılıyor. Yoksulluk artıyor, gelir dağılımı bozuluyor. İşçi, memur, esnaf ve çalışanlar ekmek ve hak için direnemez hale geliyor.

Türkiye bölünmeye ve  bir etnik cehenneme doğru sürükleniyor. Ülkenin bir bölümünde yaşayan yurttaşlarımız eli kanlı terör örgütünün insafına terk ediliyor. Milli birlik bozuluyor, sınırlar tartışılı hale geliyor.

İktidar medyayı ele geçirmiş;  televizyonlara, gazetelere yerleşmiş etki ajanları tarafından halk kandırılıyor uyutuluyor. İslâm inancı aldatmanın vasıtası haline getiriliyor. Eğitim bilimsellikten uzaklaştırılıp, sorgulayan, araştıran, bilimi yol gösterici olarak kabul edilen nesiller yerine biat etmeyi alışkanlık haline getiren nesiller yetiştiriliyor.

Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’i kuran ve bize bağımsız, özgür bir vatan hediye eden büyüklerimiz aşağılanıyor. Mütareke döneminde ve bağımsızlık savaşımızı verdiğimiz zamanlarda emperyalistlerle işbirliği yapan hainler kahraman olarak tanıtılmaya çalışılıyor.

Özetle, Cumhuriyet’imiz, bağımsızlığımız, özgürlüğümüz, maddi ve manevi zenginliklerimiz tehdit altındadır. Yapılacak şey, Attilâ İlhan’ın yapmak istediği gibi, devrimcisiyle, halkçısıyla, ülkücüsüyle Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak arzusunda olan herkesin bir araya gelmesidir.  

15 Şubat 2015 tarihinde yapılacak olan İşçi Partisi Kurultay’ın bu birlikteliği sağlaması gerekir. Zaman daralmıştır, Cumhuriyet düşmanları çok yol almıştır. Gün birliktelik günüdür. Cumhuriyet için, bağımsızlık için, özgür ve insanca yaşamak için, sömürü düzenine dur demek için, kardeşlik için, birlik için tüm yurtseverler o tarihte Arena’da olması gerekir.  “Atılacak adım, Türkiye’nin bütün namus birkiminin ”Vatan”da birleşmesidir. Onun için parolamız VATAN, işareti NAMUS’tur.”


Eyup S. Karakaş

10 Şubat 2015 Salı

ÇİPRAS OLABİLMEK

İrili ufaklı muhalefet partilerin genel başkanları Çipras benim, Çipras benim diye haykırıyor. Çipras yüksek oy alıp iktidara geldi ya, onlar da Haziran’da iktidar olacaklar. Çipras olmak öyle kolay bir şey değil. Önce ülkenin sorunlarını iyi tespit edeceksiniz, sonra da halka çareler sunacaksınız.

Türkiye’nin üç büyük sorunu var: Milli birliğin bozulması ve bölünme; demokrasiden uzaklaşma ve diktacı tutum; ekonomik sıkıntılar ve eşitsizlik.

Çipras olmak isteyen liderler bu heveslerini bir yana koysunlar da söylesinler bakalım, bu sorunları nasıl çözecekler.

Emperyalizmi oyununa geldik. Milli birliğimiz bozuldu. Güneydoğu’da başka bir milletin var olduğu algısı silah zoru ile ve yoğun beyin yıkama yöntemleri ile topluma kabul ettirildi. Çözüm süreci ile yöre halkı PKK’nın tutsağı haline getirildi. Bu bölgede yaşayanlarda can, mal güvenliği ve huzuru kalmadı. Şimdi soruyorum: Milli birliği nasıl sağlayacaksınız? Bölge halkını özgürlüğe, huzura, refaha nasıl kavuşturacaksınız? Bu konudaki projeleriniz nelerdir.

Ülkeye ileri demokrasi getiriyoruz diyerek dikta yönetimine doğru götürüyorlar. Eğitim sistemimiz tek adama biat edecek insanlar yetiştirmek üzere düzenlendi. Kuvvetler ayrılığı kalmadı. Yargı bağımsızlığını yitirdi. Yasama gücünü elinde tutan parlamentonun üyelerini parti liderleri belirler oldu. Seçim barajı temsilde adalete izin vermiyor. Basın özgürlüğü gibi birçok demokratik haklar kısıtlandı. 

Muhalefet liderleri açık bir şekilde anlatsınlar bakalım, kendi partileri iktidar olursa demokrasinin yeniden tesisi için hangi adımları atacaklar? Yargıyı nasıl bağımsızlaştıracaklar. Medya üzerindeki baskıları nasıl kaldıracak ve özgür basını nasıl sağlayacaklar? Siyasi parti kanununda ve seçim kanununda ne gibi değişiklikler yapacaklar? Para merkezli demokrasiden insan merkezli demokrasiye nasıl geçecekler?

Türkiye yarı sömürge ülke durumuna düştü. Özelleştirmeler sonucunda limanlar, köprüler, yollar, SEKA, şeker fabrikaları, Sümer Holding, Tedaş, Tekel, TELEKOM, TÜPRAŞ, BORÇELİK,  PETKİM, Seydişehir Alüminyum, Barajlar, bankalar ve daha birçok kamu kuruluşu yerli yabancı kapitalistlerin eline geçti. Fakir daha fakir, zengin daha zengin oldu. İşsiz ve yoksul sayısı arttı. Fırsat, servet, gelir eşitsizliği büyük sorun olmaya başladı. Menkul Kıymetler Borsası ve diğer finans oyunları ile ülke sömürülüyor. Sürekli dış ticaret açığı veriyoruz; ülke kan kaybediyor. 

Söyleyin bakalım Çipras meraklıları:  Özelleştirilen kurumları yeniden kamulaştırabilecek misiniz? Milli geliri nasıl artıracaksınız? Refahı nasıl halka yayacaksınız? Batılı güçlerin ülkemizi;  zenginlerin de orta ve düşük gelirli halkımızı sömürmesine nasıl engel olacaksınız?


Bu sorulara inandırıcı ve gerçekçi cevaplar verebilenler iktidara gelebilir. Kısır çekişmeler içinde kalan, halka güven vermeyen; halkın geleceği için umut olamayan muhalefet partileri boşuna kendilerini Syriza’ya benzetmesinler. İktidara geleceğiz diye boşuna heveslenmesinler. Milletin güvenebileceği ve kendisinden çok şey umduğu insanlara ve partilere ihtiyacı var. Sadece iktidarı kötüleyerek muhalefet olmaz.

9 Şubat 2015 Pazartesi

SAFLAR

Gazetelere bakarken gözüme bir başlık ilişti. Bir iktidar yetkilisi “CHP, MHP ve HDP” aynı safta demiş. Bir bakıma doğru söylemiş, CHP, MHP ve HDP muhalefette, AKP iktidarda. Bu bir saflaşma sayılır mı bilmiyorum ama Türkiye’de gerçek anlamı ile bir saflaşma var:

Bir yanda milli güçler, diğer yanda küresel güçler.  

Bir yanda milli devleti yani Cumhuriyet’i yaşatmaya çalışanlar, diğer yanda Cumhuriyet ile hesabı olup da küresel güçlerle iş birliği yapanlar.

Bir yanda vatanın ve milletinin birliğini korumaya çalışanlar, diğer yanda Güneydoğumuzda farklı bir millet yaşıyor deyip vatanı milleti bölmeye çalışanlar.

Bir yanda Atatürk’e ve onun devrim ve ilkelerine sahip çıkanlar, diğer yanda Atatürk’e Ayyaş deyip, Cumhuriyet’in kazanımlarını inkâr edenler.

Bir yanda vatan topraklarına, dağlarına, ormanlarına, derelerine sahip çıkanlar bir yanda bunları yandaşlara, yabancılara adeta hediye edenler.

Bir yanda Karabükleri, Ereğlileri, Seydişehirleri, Etibankları, Sümerbankları, Tüpraşları, Telekomları, SEKA’ları, Etibankları kuranlar ve yaşatanlar, diğer yandan bunları ona, buna satanlar.

Bir yanda halkın egemenliğini, demokrasiyi, özgürlüğü isteyenler, diğer yanda adım adım diktaya gidenler.

Bir yanda yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayırımı diyenler, diğer yanda devletin tüm güçlerini elinde toplayanlar.

Bir yanda özgür basın, özgür medya diyenler, diğer yanda baskı ile, havuz parası ile medyayı yandaş hale getirenler.

Bir yanda din ve vicdan hürriyetine ve laikliğe inanmış kimseler, diğer yanda Allah ile halkı aldatanlar.

Bir yanda göğsünü gere gere “Ne mutlu Türküm diyene” diye haykıranlar, diğer yanda Türk milliyetini ayaklar altına alanlar.

Ben safları yazdım. Hangi parti hangi safta aziz halkımız bilmektedir ve yakın zamanda da gereğini yapacaktır.
  

7 Şubat 2015 Cumartesi

ABD, CHP VE CEMAAT

Hükümet ve Cemaat arsında süren gerginlik  ve çatışmada yeni iki taraftar ortaya çıktı. Amerikan Kongresi'nin 88 üyesi ABD Dışişleri Bakanı Kerry'ye bir mektup yazarak Kerry'den Türkiye'de Gülen bağlantılı gazetecilere yönelik son göz altılar nedeniyle Erdoğan Yönetimi ile görüşmesi istendi. Kongre üyelerinin mektubundaki ifadeler şöyle:

“Türkiye’de Türk medya mensuplarına yönelik son gözaltılardan derin endişe duyuyoruz. Güçlü bir demokrasi, gelişmek için hem hoşgörü hem şeffaflık gerektirir ama Türk Hükümeti’nin hükümete muhalif sesleri korkutma, gözaltına alma, baskı altında tutma kararı, Türkiye’nin sahip olduğunu iddia ettiği tüm demokratik ilkelere bir tehdittir.
Birçok gazete haberine göre, Türkiye’nin çok satan günlük gazetesi Zaman’ın genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Samanyolu Medya Grubu’nun CEO’su Hidayet Karaca, 14 Aralık 2014’te soru işareti uyandıran suçlamalarla gözaltına alınınca, gözaltına alınan basın ve medya mensuplarının sayısı 29’a yükseldi. Bu medya mensuplarının Erdoğan Yönetimi’nin muhalifi olarak bilinen İslam âlimi Fethullah Gülen’le bağları var. Maalesef Hidayet Karaca halen tutuklu olarak yargılanmayı bekliyor.”
Türkiye’de daha önce de gazeteciler tutuklandı, ABD’den  ses çıkmadı. Türk Ordusu kumpaslarla, sahte delillerle tasfiye edilmeye çalışıldı, ABD sesini çıkarmadı.  Bilim adamları, aydınlar yalancı tanıkların ifadesi dikkate alınarak hapsedildi, ABD gene ses çıkarmadı. Ne zaman ki Cemaate dokunuldu, ABD  hemen tepki vermeye başladı. Cemaatin arkasında kim var, ortaya çıktı.
İşin garibi Kılıçdaroğlu da birden celallendi, yeniden kurtuluş savaşı vermekten söz etti. İnsanları direnmeye, sokağa çağırdı. O Kılıçdaroğu ki, Haziran direnişinin ikinci haftasında CHP’lileri sokaktan, meydanlardan geri çekmişti.
Aydınlar, komutanlar, gazeteceler, bilim adamları tutuklanıp, Silivri’ye, Hasdal’a, Mamak’a yollanırken bu kadar sert tepki vermeyen CHP lideri, Bank Asya’ya TMSF’nin el koymasını takip eden günde bu şekilde konuşması oldukça manidar. Kılıçdaroğlu,  bu beyanatı ile Cemaat, iktidar savaşındaki tarafını belli etmiş oldu.
 Sokağa çıkacakmış, kurtuluş savaşını yeniden başlatacakmış. Kurtuluş savaşını Mustafa Kemal Atatürk’ün etrafında toplanan vatanseverler verdi. Peki, kendisi ne yapıyor? Atatürkçü, ulusalcı kimliği ile tanınan milletvekillerini ya partiden ihraç ediyor, ya da baskı ile partiden uzaklaştırıyor. Etrafına Atatürk’e küfredenleri, CIA bağlantılıları, sermayenin adamlarını, Ekmeleddinleri, Sarıgülleri topluyor. Bunlarla kurtuluş savaşı verecekmiş. Kendisi daha birkaç ay önce orduları Kobani’ye yolluyordu. Şimdi savaşı yurt içinde verecek. Ulusalcılıktan uzaklaşarak kurtuluş savaşı verilmez.

Bu iki olay gösteriyor ki, hükümet cemaat savaşında ABD ve CHP Cemaat’in yanındadır. Durum bu olduğuna göre,  Bu iktidarı istemeyenlerin, biz Atatürkçüyüz, biz devrimciyiz, biz milliyetçiyiz diyenlerin CHP ile işi olamaz. Yeni bir oluşum şarttır ve o oluşum da gerçekleşmek üzeredir. 15 Şubat beklenmelidir.

5 Şubat 2015 Perşembe

VERSİN DE GÖRELİM

Kayseri Düşünce Okulu Genel Koordinatörü Sayın Ferhat Akmermer Yaptığı bir konuşmada şöyle demiş: “Türkiye, bütün dikkatlerini çözüm sürecine çevirmiştir. Türkiye’nin gelişmesi, kalkınması ve refah seviyesinin yükseltilmesi için bu sürecin kesinlikle başarıya ulaşması gerekir”.Anladığımız kadarı ile çözüm süreci başarılı olmazsa Türkiye refaha ulaşamayacak. Peki şimdi sormak lazım: Çözüm süreci başarıya ulaştığında Güneydoğu’da ne olacak? Ne olacak da Türkiye bu sayede refahı yakalayacak?
 
Çözüm süreci sonunda hedeflenen husus “Kürt Sorunu”nu ortadan kaldırmak olarak görülüyor. Kürt sorunu denilen şey aslında Osmanlı devleti zamanındaki “Şark Sorunu”nun çağımıza uyarlanmış şeklidir. Türkleri Avrupa’da istemeyen batılı güçler, bizleri Anadolu’nun ortasında küçük bir devlet içinde hapsetmeye çalıştılar. Birinci Cihan Harbi sonunda bu emellerine kavuşmalarına ramak kaldı. Sevr’i O zamanki Osmanlı Hükümeti’ne kabul ettirdiler. Mustafa Kemal önderliğinde çok büyük bir istiklal mücadelesi veren milletimiz Sevr’i yırttı ve Lozan’ı imzalayarak Türkiye Cumhuriyeti’ni tescil ettirdi.
 
Lozan’ı içlerine sindiremeyen güçler Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) devreye soktular.  Bu  proje ile Türkiye dahil 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini ilan ettiler. Bu projeye göre bizim Güneydoğu sınırımız değişecek ve bizden koparılan topraklar kurulacak kukla devlete katılacaktı. Bu amaçla “Kürt Sorunu”nu azdırdılar. PKK örgütünü maşa ve piyon olarak kullandılar.
 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu örgüt ile birlikte konuyu müzakere ederek soruna bir çare bulacakmış. “Çözüm süreci” denilen şey işte bu. Yani masanın bir tarafında PKK var, diğer tarafında bizim hükümetimiz. Masanın bir ucundaki bu PKK’yı iyi tanımak lazım: Bu örgütün başı adada, gövdesi dağda, kol ve elleri kırsalda ve şehirlerde, temsilcileri Ankara’da, borazanları da televizyonlarda ve arkalarında da ABD ve AB. Bu eli silahlı ve kanlı örgüt açık bir şekilde sırasıyla demokratik özerklik, federatif devlet ve son aşamada da bağımsız devlet istiyor. Bu istekleri olmazsa kan dökmeye devam edeceklerini alenen söylüyor. Hükümetimizin çözüm süreci kapsamında görüştüğü ve beraberce anayasa yapmak istediği örgüt işte böyle bir örgüt.
 
PKK açısında çözüm süreci ancak bağımsız bir devlet kurulunca sona erecek. Bu açık ama hükümetimiz açısından çözüm süreci hangi şartlarda bitecek belli değil. Sayın Akmermer’in de bildiğini sanmıyorum. Akmermer’in bahsettiği anayasa da PKK’nın istekleri doğrultusunda hazırlanıyor.

Sayın Akmermer çözüm süreci kapsamında hükümetin çok cesur adımlar attığını söylemiş. Hükümetin attığı bu cesur adımlar sonucunda Doğu illerimizin ne hale geldiğini Antalya Milletvekili Sayın Osman Kaptan’ın tespitlerinde görmek mümkün:

“Muş’un özellikle kırsal kesiminde egemenlik büyük ölçüde PKK’nın elindeymiş... Tam bir korku imparatorluğu yaratan terör örgütü halka mahkemelere gitmeyi yasaklamış, anlaşmazlıkları kendi kurduğu mahkemelerde çözüyor, yargılamayı oralarda yapıyor, muhtarlardan da her yıl için bin lira haraç alıyormuş. 7 Haziran’da yapılacak seçimlerde oyların açıktan kullanılması kararını almış. Sandık başında oyunu göstere göstere HDP’ye kullanmayanların cezalandırılacağını açıklamış. Konuştuğum bir Muşlu yurttaşımız, oyların açık kullanıldığını 7 Haziran akşamı sandıklar açıldığında herkes görecek, çünkü oylar silme HDP’ye çıkacak, ama iş işten geçmiş olacak, dedi.
PKK, 
Varto ilçesine bağlı Kolan köyünde, bir yönetim binası inşa etmiş. İki katlı ve üzerinde gece - gündüz PKK bayrağı asılı  bu bina bir anlamda örgütün yönetim merkeziymiş. Binanın yanında PKK şehitliği varmış. Tehditle çevre köylerden insanlar getirtilip bu şehitlikte gece - gündüz nöbet tutturuluyormuş...”
 
Çözüm süreci diye, cesur adımlar atılıyor diye geldiğimiz nokta bu. Ben de diyorum ki madem ki hükümetimiz çok cesur ve cesur adımlar atıyor, Türk Milleti’nin tepkisinden de korkmadan, PKK’nın istekleri olan, önce özerkliği, sonra federasyonu, sonra da bağımsızlığı versin de görelim.
 

3 Şubat 2015 Salı

HALK  EGEMENLİĞİ VE DEMOKRASİ

500 yılı aşkın padişaha, sultana köle olan Türk Milleti, Cumhuriyet ile kul olmaktan çıktı ve kendi geleceğini, ülkesinin akıbetini belirleyecek konuma erişti.  Egemenlik bir kişiden, bir aileden ve zümreden halka geçti.  Atatürk, “Hâkimiyet Milletindir” dedi ve bunu gerçekleştirecek adımları attı. 

Demokrasi, egemenliğin halkın olmasını sağlayan sistemdir. Demokratik bir ülkede yasaları halk adına meclis belirler; hükümet meclisten aldığı yetki ile ülkeyi yönetir ve yasaları uygulayan hâkimler de millet adına karar verir. Bütün bunlar için ilk şart, halkın iradesine başvurmaktır, yani seçimlerdir. Genellikle yanıldığımız husus da şu: Seçimler yapılıyorsa, halk iradesi belirlenmiştir, ülkede demokrasi vardır.

Demokrasiyi seçime indirgemek yapılabilecek en büyük hatalardan birisidir. Demokrasiyi demokrasi yapan şartlar vardır. Bu şartların yokluğu demokrasiyi yok eder veya en azından zedeler. Ülkemiz açısından baktığımızda maalesef demokrasimizin çeşitli nedenlerden dolayı sağlıklı olmadığını görüyoruz. Özellikle de son yıllarda, işin acısı, ileri demokrasi denerek halk egemenliğine halel getirildi.

 Son zamanlarda yoksulluk artmış, gelir dağılımı bozulmuştur. Halkın büyük çoğunluğu ertesi gün ne yiyeceğini, borcunu nasıl ödeyeceğini, çocuklarını nasıl doyuracağını, nasıl okutacağını düşünerek dertlenmekten ülke gerçeklerini düşünmez hale gelmiştir. Herkes kendi kişisel sorununu çözmeye çalışıyor.  Cehalet, insanların çıkarlarının toplumun menfaatleri ile paralel yürüdüğü gerçeğini akla getirtmiyor. Cehalet ve yoksulluk insanları günlük çıkarları doğrultusunda seçime zorluyor. Eline üç beş lira veya bir çuval kömür veren oyu alıyor.

Doğru seçim, doğru bilgiye ulaşmakla olur. Dünyaya televizyonların ekranından bakan büyük çoğunluk büyük oranda bilgi kirliliğinin içine düşüyor. Ekranlar etki ajanlarından, para için yalan söyleyenlerden, yalakalardan, sahtekârlardan geçilmiyor. Medya tekelleşmiş durumda. İktidar,  bir yandan devlet eli ile müteahhit zengin ediliyor; diğer yandan bu müteahhitlere televizyon, gazete satın aldırılıyor. İktidarın beğenmediği gazeteciler işinden ediliyor, susturulmaya çalışılıyor. Özetle haber alma özgürlüğü kısıtlı, basın özgürlüğü yok.

Demokrasinin şartlarından birisi de kuvvetler ayrılığı prensibidir. Yargının yürütmenin baskısı altında olmaması lâzım. Oysa bizde yasama ve yürütme tamamen; yargı ise kısmen bir kişinin egemenliği altında.  Bu da yetmezmiş gibi, Cumhurbaşkanı, şerefi üzerine yemin etmesine rağmen tarafsızlığını bozmuş, AKP’ye oy istiyor.

Siyasi partiler kanunu parti liderine geniş yetkiler veriyor. Parti içi demokrasi yok olmuş. Parti yetkililerin işine geldiği için parti içi demokrasiyi gerçekleştirmeden ülkede demokrasi olsun istiyorlar. Seçim kanunundaki %10’luk baraj ise sadece partilerin değil aynı zamanda halk egemenliğinin önünü kapatıyor.


İşte bu şartlarda, hiç de adil ve demokratik olmayan bir seçime doğru gidiyoruz. Bu seçim sonuçlarını yasalar gereği kabulleneceğiz ama bu sonuçların halkın gerçek iradesini temsil etmediğini de bileceğiz.

2 Şubat 2015 Pazartesi

KÜRESELLEŞME VE DEMOKRASİ

7 Haziran’da milletvekili seçimleri yapılacak. Mademki seçimler yapılıyor, öyle ise Türkiye’de demokrasi var derseniz büyük yanlışlık içine düşersiniz. Elbette kanunlara saygılı bir vatandaş olarak seçim sonuçlarını kabulleneceğiz. TBMM’nin oluşumunu meşru göreceğiz ama bu Türkiye’de gerçek anlamı ile demokrasi olduğunu göstermez. Demokrasiyi seçimlerin yapılabilir olmasına indirgemek büyük hata olur.

Bir kere şunu bilmek lazım: “Bir ülkede hem demokrasi, hem ulusal özerklik hem de küreselleşme birlikte olmaz”. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ veya WTO) Finansal Hizmetle Anlaşması, hükümetlerin yabancı bankaları ülkelerine almalarını şart koşarak ve finans sisteminin ekonomiye ve topluma hizmet edecek şekilde istikrarlı olmasını sağlayacak düzenlemeleri sınırlandırmıştır. Böylece finans çevrelerinin serbestleşmesini sağlamıştır.  Serbestlik kazanan piyasaları seçim sonucu oluşan siyasi iktidarın yönlendirmesi mümkün olmamaktadır.

Büyük devletler ithalatlarına kota koyarak diğer ülkelerin ihracatlarını etkilemektedir. Küreselleşmenin ülke özerkliklerini yok eden kurumları vardır. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması bunlardan bazılarıdır. Bu kurumlar zengin ülkelerin kontrolündedir. Zengin ülkelerin zenginleri, yani sermaye sahipleri küreselleşmeyi kabul eden ülkeleri bu kurumlarla yönlendirir ve bu ülkelerin ekonomilerini kontrol altında tutarlar. Siyasi iktidarların insiyatifini azaltırlar.

Küresel güçlerin demokrasiyi sınırlandırma yöntemlerinde birisi de rekabet oluşturmalarıdır. Gümrükleri istedikleri gibi düzenletirler. Kendi üretimlerinin diğer ülkelere kolayca girmelerini sağlarlar.

Demokrasiyi sınırlandırmada sık kullanılan yöntemlerden birisi de vergilendirmelerdir. Küresel şirketler vergi oranları yükseltildiği takdirde ülkeyi terk etme tehdidinde bulunurlar. İktidar vergi sistemini bu küresel güçlerin istediği doğrultuda düzenlemeye mecbur kalır.

Borçlandırma da demokrasiyi sınırlandırmanın bir diğer yoludur. Sürekli cari işlem açığı veren ve bu açığı borçla kapatan ülkeler küresel güçlerin ekonomik ve siyasi taleplerini yerine getirmedikleri takdirde alacaklı ülkeler tarafından tehdit edilirler. Yeni borç vermezler, vadesi gelen borçlarını hemen isterler.

Türkiye maalesef özellikle son yıllarda, kürselleşmenin büyük oranda etkisi altına girdi. Yapılan özelleştirmeler;  bankaların, hizmet sektörünün, fabrikaların, limanların kürsel güçlerin eline geçmesi Türkiye’yi tam bağımsızlıktan ve özerklikten uzaklaştırdı. 

Tam bağımsız ve özerk olmayan ülkelerde seçim olur ama demokrasi olmaz veya en azından sınırlı olur. Türk insanı, seçimlerde ülkeyi tam bağımsız yapacak bir iktidarın oluşmasını sağlayacak şekilde oy kullanmalıdır. Küresel güçlerden destek alan, küreselleşmeyi bir tehdit olarak görmeyen partilere oy vermemelidir. Yani gerçek demokrasiyi tesis etmeyi hedef edinmelidir. Unutulmamalıdır ki, tam bağımsız olmayan ülkeler başka ülkelerin esiri gibidir.
Türk Ocakları Genel Merkezi bir bildiri yayınlamış. Önemine dayanarak sizlere sunuyorum:

Aziz Türk Milleti,
Son yıllarda ülkemizde ve çevremizde yaşananlar Türkiye’yi tarihî bir kavşağa getirmiş bulunmaktadır. Bir başka önemli tarih kavşağında, bu vatanda ecdadımızın kurduğu ve âleme adalet ve nizam verme ülküsünü altı asır boyunca taşımış olan Osmanlı Cihan Devletinin parçalanmaya yüz tuttuğu günlerde, 190 Tıbbiyeli gencin Türk milliyetçisi büyüklerine başvurusu üzerine kurulmuş olan Türk Ocaklarının bugünkü yöneticileri olarak aşağıdaki hususları Türk Milletinin ve kamuoyunun dikkatine sunmayı tarihî bir görev sayıyoruz:
1-Verdiği Millî Mücadele ile Devlet-i ebed-müddetin, millî, üniter yapıda bir Cumhuriyet olarak devamını sağlayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Millî Mücadele kahramanlarının aziz hatıralarına, Türk milletinin birliğini, Türk tarihini, vatanımızı kanlarıyla yoğuran şehitlerimizi sembolleştiren bayrağımıza yapılan saldırı ve hakaretlere dur denilmelidir.
2-Çözüm süreci bahanesiyle, ülke topraklarının bir bölümünde terör örgütünün kurduğu fiilî hâkimiyete acilen son verilmelidir.
3-Cumhurbaşkanı’nın PKK’nın Suriye kolu PYD’yi terör örgütü ilan eden beyanlarına rağmen Ayne’l-Arap(Kobani)’ta ABD’nin hava saldırıları sonunda IŞİD’in yenilgiye uğratılmasının parsasını toplayan bölücülere selam göndermek anlamına gelen beyanlardan kaçınılmalıdır.
4-Sözde soykırım iddiaları ile tarihimize ve ecdadımıza leke sürülmesine izin verilmemeli, bu vatanı bize emanet eden şühedanın ruhları incitilmemelidir.
5-Genel seçimlerin sağlıklı bir ortamda yapılması sağlanmalı, millî iradenin tecelli edeceği Meclisin vesayet altına alınmasına yol açacak sistem değişikliği arayışlarından sakınılmalıdır.
6-Ortadoğu’daki kargaşada tek dayanağı Türkiye olan Irak ve Suriye Türkmenlerinin vatanlarında bütün haklarına sahip olabilmeleri için gereken siyasî ve askerî destek sağlanmalı, Türkiye’de yaşayan Türkmenlerin meselelerine acil çözüm bulunmalıdır.
7-Tarihî tecrübenin bir neticesi olarak kurulan millî devlet yapısı, gerçeklerle örtüşmeyen, yanlış ve saptırılmış bir Osmanlı tarihi algısına dayalı fantezilerin kurbanı edilmemeli; Türkiye’nin tarihinden aldığı ilhamla Türk dünyasına, İslâm âlemine ve bütün insanlığa sunabileceği medeniyet birikimi, maceracı politikaların söylem aracı haline getirilmemelidir.
8-Millî birliğimizi zedeleyen, hukuk devleti yolundaki ilerleyişi akamete uğratan, eşit yurttaşlık temelinde demokratikleşme yerine grup ve cemaat yapılarını öne çıkaran siyasetler terkedilmelidir. Geleceğimize, tarihimiz, kültürümüz ve evrensel demokratik değerler ışığında yön vermeliyiz.
9-Türk Ocakları olarak diyoruz ki, bin yıllık Türk vatanını, Türkiye’yi böldürmeyeceğiz. Türk bayrağını indirmeye kalkan eller kırılacak, bayrak inmeyecek, ezan susmayacaktır. Aksini tasarlayan gafillere ve hainlere yakın ve uzak tarihimize bakmalarını salık veririz.
Aziz Türk Milletine sözümüzdür.


1 Şubat 2015 Pazar

NEDEN İŞÇİ PARTİSİ?
İşçi Partisi’ne neden üye olduğumu anlatmak için önce Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan söz etmeliyim:

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğine kurduğumuz Cumhuriyet’in temelleri sarsıldı. Hainler kahraman, kahramanlar hain olarak gösterildi. Atatürk ve İnönü “ayyaş” diye nitelendirildi.

Yaklaşık 13 yıllık bir iktidar var. Bu iktidar döneminde Türk Milleti’nin karşı karşıya kaldığı tehditler arttı ve büyüdü; sorunlar dev boyutlara ulaştı.

Çözüm süreci adı altında, emperyalizmin uşağı PKK’ya ve bölücü çevrelere verilen tavizler sonucu milli birliğimiz bozuldu. Vatan toprakları bölünmenin tehdidi altına girdi.

Demokratik devlet yapımız bozuldu. İrticai bir diktanın kurulmasının adımları atıldı ve bu adımları atanlar çok yol aldı.

Devlet eli ile insanlar zengin edildi. Yoksulluk arttı. İnsanlar bir kilo makarnaya, bir kilo bulgura, bir çuval kömüre muhtaç hale geldi. Borç arttı, tarım ve sanayi büyüyemedi. Eti, samanı dışarıdan almaya mahkûm olduk. Pazarlar ithal mallardan geçilmez oldu.

Dereler, ormanlar, yer altı zenginliklerimiz ona buna peşkeş çekildi. Devletin elindeki iktisadi kuruluşlar yok pahasına yandaşlara veya yabancılara satıldı. Bankaların büyük kısmı yabancıların eline geçti. Haberleşme sistemleri, limanlar bizim olmaktan çıktı.

Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet iddiaları çok ciddi kanıtları ile birlikte başbakan, bakanlara kadar uzandı.

Medya susturuldu, fikir ve basın özgürlüğü yok edildi. Üniversiteler bilimsellikten uzaklaşmaya başladı.

Cumhuriyeti,  Atatürk ilkelerini, ulusal çıkarları, özgürlüğü, bağımsızlığı savunan aydınlar, bilim adamları, yazarlar ve yüzlerce subay tutsak edilip susturulmaya çalışıldı.

Bütün bu olumsuzluklar olurken TBMM içindeki iki büyük parti ne yaptı? Bu gelişmelere karşı ne kadar mücadele etti? Milyonlarca vatansever meydanlarda tepki verirken bunlar nerede idi? Bu soruların cevabını iyice düşünüp sonra cevap vermek gerekir.

Cumhuriyeti kuran ve kurucusu Atatürk olan CHP, özellikle son yıllarda bir değişim gösterdi.  Başkanları tarafından açıkça 1930’ların partisi olmadıkları, CHP’nin gittiği ve yeni CHP’nin geldiği ifade edildi.   Y-CHP, çözüm adı verilen bölünme sürecini daha iyi gerçekleştireceklerini ilan etti. Partinin üst kademelerine Atatürk çizgisinde olmayan insanlar getirildi. Cumhurbaşkanı adayı olarak CHP ile yakından uzaktan ilgisi olmayan birisi seçildi. Mahalli seçimlerde gösterilen adaylar CHP’nin ilkelerinden uzak kimseler oldu. Gidişattan memnun olmayan insanlara umut olamadı. ABD ve F tipi cemaat ile olan ilişkiler sıkılaştırıldı.

MHP’ye gelince, maalesef iyi bir muhalefet partisi olmayı beceremedi. Sayın Devlet Bahçeli Salı günleri gurup toplantısında AKP’nin ve onun başındaki kişinin o hafta içinde yaptığı kötülükleri sert cümlelerle, adeta naklen maç anlatırmış gibi anlattı. Yapılan tüm muhalefet bu kadardı. Kötü gidişe engel olacak, Millet, Cumhuriyet, vatan düşmanlarının icraatlarını önleyecek bir eylem ortaya koyamadı.

Benim gibi çok sayıda insan bu iki partiden ümidini kesti. Yukarda anlattığım çok büyük sorunlarla baş edebilmek ve Türkiye Cumhuriyet’inin karşı karşıya kaldığı tehditleri bertaraf etmek için bir arayış içine girdi. Gördük ki, Cumhuriyeti, Atatürk’ün altı okunu, ulusal bütünlüğü, vatan topraklarının bölünmezliğini, tam bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü kuvayi milliye ruhu ile bir araya gelecek olan insanlar koruyabilir ve kollayabilir. Bu düşüncede olan çok büyük bir vatansever kitle 15 Şubat’ta Ankara’da, İşçi Partisi Kurultayı’nda olacak ve tüm dünyaya Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olacağını gösterecek.