29 Ekim 2014 Çarşamba

YÜZ BİNLER İÇİNDE BİRİSİ OLMAK

Kurban Bayramında Annemi ziyaret edip elini öpememiştim. O zaman gidemedim bari bu bayramda gideyim deyip 28 Ekim’de Kayseri’den yola çıkıp Ankara’ya vardım. Eve varır varmaz önce sarıldık sonra birbirimizin bayramını kutladık. Cumhuriyet’e değer veren birisi olduğu için, annem çok mutlu oldu.

Hoşbeşten sonra Türkiye üzerine sohbet etmeye başladı. Annemi bu sefer ümitsiz gördüm. “Bu memleket düzelmeyecek oğlum” dedi. Sen hiç böyle konuşmazdın, ne oldu da böyle düşünüyorsun deyince anlatmaya başladı:

“Eskiden CHP’ye güveniyordum. Bir gün iktidar olacak, Türkiye’yi düze çıkaracak diye ümit ediyordum ama artık ondan da ümidimi kestim. Ne iktidara geleceği var ne de iktidara glirse memleketi iyiyie götürecek durumu var. Başındaki adam “Ben Dersimli Kemal’im” diye bağırıyor. 1930’lu yılların CHP’sini yani Atatürk’ün partisini beğenmiyor.

“Dersimli Kemalim diye bağıracağına Tunceli’ye dikilen eşkiyanın heykeline bir çift laf edeydi.  Bu Seyit Rıza değil mi Dersim halkını öldüren, malına mülküne el koyan. Bunlar ne asker dinledi ne sivil yüzlerce insanı öldürdüler. Karakolları basıp askerleri şehit ettiler; bir zavallı yüzbaşıyı 6 yaşındaki kızının gözü önünde vurdular; nahiye müdürlerini öldürdüler (bunlardan birisi de babaannemin kardeşi idi); insanların mallarına el koyup, mermi para ile alınıyor harcamayalım deyip, başlarını taşla ezip öldürdüler. Çemişgezek’i defalarca basıp direnenleri katlettiler. Biz kadınlar camilere sığınıp dua ederdik ki bize bir zarar vermesinler. Bunlar unutulur mu?  Dersimli Kemal bu eşkiyanın heykeline bir çift laf edemedi. Onları temize mi çıkarmaya çalışıyor, anlamadım.”

Sen canını sıkma, çok iyi bir gençlik yetişiyor, onlara güven dedim. İnşallah dedi, sonra ilave etti “bakalım, yarın Tandoğan’a ve Anıtkabir’e gelenlerden belli olur”.

Sabah olunca annem ikide bir pencereden bakıp hiç kimseler yok, bu insanlar nerde deyip kaygılanıp durdu. Öğlene doğru eli bayraklı birkaç genç görünce sevinip bana haber verdi, bak gençler yola çıkmaya başladı dedi. Anne, burası Bahçelievler, bu sokağa bakıp da karar verme; Tandoğan’a gider sana bilgi veririm dedim. O andan itibaren ne zaman gideceğim diye gözümün içine bakmaya başladı.

Saat 12 gibi Bahçelievler’den Tandoğan’a doğru yürümeye başladım. Sokaklar ve caddeler sakin idi. Yol kenarındaki kafelerde gençler oturmuş, kahve, çay içip sohbet ediyorlardı. İçimden bunlarda annemdeki heyecanın ve bilincin onda birisi olsa burada oturamazlardı deyip yola devam ettim. Tandoğan yaklaşınca meydan bana boş gibi gözüktü, doğrusu moralim bozuldu, Cumhuriyet’in bekçileri yok galiba deyip üzüldüm.

Yanılmışım, meydana gelince Tandoğan ile Anıtkabir arasındaki caddenin tıklım tıklım dolu olduğunu gördüm, sevindim ve heyecanlandım. Anıtkabir’e yaklaştıkça sevincim ve heyecanım daha da arttı. Genç, yaşlı binlerce insan ellerinde Atatürk posterleri ve Türk Bayrakları; ağızlarında “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”  haykırışı  ile Ata’larına doğru gidiyorlardı. Ata’larını ziyaret eden gene binlerce kişi de Anıtkabir’den meydana doğru akıyordu. Anıtkabir’e varınca aslanlı yolun ve anıt içindeki meydanın merdivenler dâhil dolu olduğunu gördüm. Doğrusu her yaştan insanın heyecanı ve Cumhuriyet’i koruma kararlılığı görülmeye değerdi.  

Atatürk’ün izindeki yüz binlerce Cumhuriyet bekçisinin varlığı bana güven verdi. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak diye kendi kendime söylendim ve müjdeyi vermek için eve doğru yürümeye başladım. Tandoğan meydanına doğru giderken kalabalıkların bir sel gibi Anıtkabir’e doğru aktığını gördüm. Meydanda miting başlamıştı ve konuşmalar yapılıyordu. Konuşmalar zaman zaman sloganlarla kesiliyordu. Heyecan dorukta idi.

Müjde vermem gerek bir annem vardı, onun için mitingin bitmesini beklemedim ve eve geldim. Annem haberleri duyunca çok sevindi. “Anlaşıldı oğul, bu Cumhuriyeti hiç kimse yıkamaz” dedi.


Cumhuriyeti yıkmak isteyip de kanlı mı olacak, kansız mı olacak diye merak edenler anlamışlardır ki bu yıkım asla kansız olmaz. Cumhuriyet’i yaşatmak için milyonlarca insan kanını dökmeye hazırdır. Öyle arkadan yanaşıp kahpece öldürmeler de bu milyonları yıldıramaz. Gün gelir hainlerden ve işbirlikçilerden hesap sorulur. Bugün gördüklerim bunun teminatıdır.

EYUP S.KARAKAŞ

26 Ekim 2014 Pazar

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE

Cumhuriyetin kuruluşunun 91. Yıl dönümünü kutlayacağımız güne çok az kala geldiğimiz nokta içler acısı durumda.  İstiklal mücadelesi sonunda kazandığımız zaferi ve imzalatmaya mecbur bıraktığımız Lozan’ı unutmayan Batı emperyalizmi, işbirlikçilerin, gaflet içinde olanların, hainlerin sayesinde intikam almaya ve Sevr’i gerçekleştirmeye çabalıyor.

Bu emperyalist güçlerin kullandığı iki işbirlikçi takım var: Dinci bezirgânlar ve bölücü hainler. Birinciler devletim laik özelliğini ve milli egemenliği ortadan kaldırıp sözüm ona din devleti kurma peşinde; diğeri ise Fırat’ın doğusunda devlet kurma hayali içinde. Şimdilerde bu iki takım  ABD ve AB’nin piyonu olmuş, Cumhuriyete ve onun temellerine saldırıyorlar.

Hakkari Yüksekova’da gerçekleştirilen menfur saldırı bu oyunun kanlı bir sahnesidir. İstedikleri teker teker verilmiş ve verilmeye devam eden ve adına da çözüm süreci denilen bölünme sürecini hızlandırmak ve yöre halkına buraya biz hâkimiz mesajı vermek için, PKK’nin gerçekleştirdiği kahpece bir suikasttır.

Bu bölücü örgüt ne istediyse AKP onu verdi. Gerekçesi de “analar ağlamasın”dı. Oysa AKP iktidara geldiğinde zaten analar ağlamıyordu. O yıldan bu yana uygulanan politikalar PKK’yı azdırmış ve elini güçlendirmiştir. Bu planlı politikalar sonucu azan PKK,  askerlerimizi, sivillerimizi şehit edince,  AKP, "analar ağlamasın, verelim gitsin" politikalarını uygulamaya başladı. PKK’nın istekleri verilince terör azalıyor, isteklerin verilmesinde ağır davranılınca terör azıyor. Bu işin sonunun nereye varacağı da belli.

Şunu da belirtelim ki, o bölgeden Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik güçlerinin çekilmesi ile birlikte kan gövdeyi götürür. Kimin kimi öldürdüğü belli bile olmaz. Aşiretler, farklı mezhep ve dini inanç içinde olanlar, farklı etnik kimliğe sahip olduğuna inanan Türkler, Araplar, Kürtler, Zazalar kırıma başlar. Yöre halkının sığınacağı yer de gene Türkiye Cumhuriyeti olur. Bunu özellikle o bölgenin insanlarının iyi değerlendirmesi lazım.

Bu bölücü takım ne istediyse bu hükümet verdi dedik. Bu istekler yeni de değildir.

Avrupa’da kurulmuş bulunan Kürt Cemiyeti’nin 1961 yılında zamanın devlet başkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği telgrafta şu istekler vardı:

  1. Kürdistan vilayetleri tek ülke halinde birleşmeli ve Cumhuriyet içinde muhtariyet verilmeli;
  2. Kürtçe resmi öğrenim dili haline getirilmeli;
  3. Kürtçe basın ve yayına müsaade edilmeli;
 1961 yılında Silopi’de kurulan Irak Kürdistan Partisi ise programına şunları almıştır:

1. T.C. Anayasa’sı değiştirilmelidir.
2. Anayasa’ya Türk ve Kürt terimleri konulmalıdır.
3. Türk Devleti’nin iki milletten oluştuğu kabul edilmelidir.
4. Kürtçe yayın yapılmasına müsaade edilmelidir. Okullarda Kürtçe okutulmalı, radyoda Kürtçe neşriyat yapılmalıdır.

Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’nin 1969’da yayınladıkları bildiri’de ise şunlar vardı:

  1. Sivas il hududundan itibaren Doğu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmaları yapılmalıdır.
  2. Kürtlerin etnik bir grup olduğu propaganda edilmelidir.
  3. Türk ordusu işgal ordusu olarak gösterilmektedir.
  4. Eylemler Türk Solu ile birlikte yapılmalıdır.
Bunlar 1960’lı yıllardaki istekler. 2002’den bu yana bu isteklerin çoğu karşılandı. Geriye özerklik ve onu takiben de bağımsız bir devletin kurulması yani Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması kaldı.

Karar aşamasındayız, ya bu sona razı olacağız ya da bir şeyler yapacağız. Cumhuriyet’in yıkılmasına razı olmayacağımıza göre bir şeyler yapmamız şart olmuştur. Cumhuriyeti savunan güçlerin bir siyasi oluşum içinde birleşmesi ve Batı’nın piyonlarına karşı mücadele etmesi gerekir.

Mustafa Kemal, Mütareke döneminde kurtuluşu şu veya bu ülkenin mandası olmada değil, milli birlik içinde mücadele etmede görmüştü. Hedef “İstiklâl-i tam” ve Hakimiyet-i Milliye” idi. Şimdi de hedefimiz bu iki umde olmalıdır.

Mücadele, tam bağımsızlığımızı kazanıncaya ve egemenliğimizi tam olarak elimize alıncaya kadar sürmelidir. Parola ise, “Ya istiklâl, ya ölüm”dür.


19 Ekim 2014 Pazar

KÜRT SORUNU MU, ŞARK MESELESİ Mİ?

“Kürt Sorunu” lafı dillerden düşmüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten bir Kürt sorunu var mıdır? Yoksa "Kürt sorunu var, bu sorun çözülmelidir" diye bazı dayatmalarda mı bulunuluyor. Karar verebilmek için dönüp tarihe bakmak lazım.

Şark Meselesi” 19.yüzyılda emperyalist Avrupa’nın ortaya attığı politik bir terimdir. Bu meselenin aslı ise, Hıristiyan Batı’nın Müslüman Türkleri Avrupa ve Anadolu’da istememeleridir. Batının konuyu bu şekilde ele alması Türklerin Anadolu’ya girmesi ile başlamıştır. 1071 yılından itibaren ciddi şekilde Anadolu’ya girmeye başlayan Türkler daha sonraki yıllarda Türklüğü ve İslamiyet’i Avrupa ortalarına kadar ilerletmişlerdir. Hristiyan batının Türkleri önce Anadolu’ya daha sonra İstanbul’a, Rumeli’ye ve Avrupa içlerine sokmamak için verdiği mücadele başarılı olmamıştır. Ancak 1693 yılında, Viyana bozgunundan sonra Avrupa milletlerinin Haçlı zihniyeti içerisinde, Türkleri geldikleri topraklara geri gönderme çabaları başarılı olmaya başlamıştır ve 1. Cihan Harbinden sonra Sevr projesi ile Şark Meselelerini çözdük sanmışlardır.


Sevr’e giden yol çok önceden başlamıştır. Loyd George 30 Ocak 1919 tarihinde Paris Konferansında Kürt meselesini gündeme getirmiş ve konferans metnine “Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan Osmanlı Türk İmparatorluğundan ayrılmalıdır.” maddesini koydurmuştur.

10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, bu istek, daha açık şekilde ortaya konulmuştur. Sevr Antlaşması’na göre Fırat’ın doğusunda İtilaf devletlerinin kontrolünde mahalli muhtariyet oluşturulacak; bir yıl sonra ise, Kürt ahali eğer isterse ve Cemiyeti Akvam da onaylarsa Türkiye bu bölgede hiçbir hak iddia etmeyecekti. Yani Fırat’ın doğusu Türkiye’den koparılıp alınacaktı. Böylece kukla Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulacaktı.

Birinci Cihan Harbi’ni takip eden yıllarda ve milli mücadele yıllarında, İngilizler Kürtler ile ilgili yoğun faaliyette bulunmuşlardır. Başlıca iki amaca yönelik propaganda yapmışlardır. Birincisi yöre ahalisi arasında İngiliz sempatisini geliştirmek; ikicisi, Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini yaymak.

Binbaşı Noel bu yıllarda en fazla çalışan İngiliz ajanıdır. Onun raporlarına göre bölgede bir siyasi ünite olarak Kürdistan mevcut değildir fakat zamanla gerekli zemin oluşturularak millet şuuru gerçekleşebilecektir.

Sonuç olarak İngilizler Kürtleri menfaatleri ölçüsünde desteklemiş ve kullanmışlar menfaat beklemedikleri zaman desteklerini çekmişlerdir. Fakat işledikleri “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu” teması yeşermiş, Türk ve Dünya kamuoyunca benimsenir hale gelmiştir.

 Verilen büyük istiklâl mücadelesi sonucu Sevr projesi ortadan kaldırılmıştır ama Batı, yıllar sonra, eskimeyen bu Kürt devleti kurma arzusunu gerçekleştirmek için, PKK isimli piyon bir örgüt kurmuştur. Bu örgüt özellikle 1980 yıllardan itibaren silahlı propagandaya başlamıştır. Bu silahlı eylem sonucu binlerce insan hayatını kaybetmiş, binlerce insan sakat kalmıştır.

2002 yılında AKP iktidara geldiğinde PKK, lideri hapiste olan, halktan destek görmeyen, kanlı eylem yapacak gücü kalmamış bir örgüt haline gelmişti. Fakat AKP’nin uyguladığı PKK’yı cesaretlendirici,  eylemlerini kolaylaştırıcı ve ümit verici politikaları sonucu terör olayları artmış ve sık sık şehit cenazeleri gelmeye başladı. 

Hal böyle olunca, iktidar analar ağlamasın, biz bu sorunu çözelim demeye başladı. Bu soruna önceleri terör sorunu  denirken daha sona Kürt sorunu olarak isimlendirilmeye  başlandı. Sözüm ona Kürtlerin haklarını Türkiye Cumhuriyeti kısıtlamıştı, haklar geri verilirse terör de duracaktı.

Aslında bu yaklaşım kurulması düşünülen Kürt devletinin önündeki engelleri kaldırmak için kurgulanmıştı. Türk halkı bölünmeye yavaş yavaş alıştırılacak, sonunda Güneydoğu’ya özerklik verilince terörde duracaktı.

Bu düşünce iki bakımdan hatalıdır. Birincisi, insan hakları kişiler içindir ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında hakların kullanılması açısından bir fark yoktur. Bu haklar kullanılırken hiç kimsenin etnik kökenine bakılmaz.

Etnik kökeni ne olursa olsun, anayasamız göre her yurttaş Türk kabul edilmiş ve hak ve özgürlükler herkes için geçerli kılınmıştır. Hiç kimse etnik kökeninden dolayı bu haklardan mahrum edilmemiştir. İsteyen seçime girer milletvekili olur, bakan olur. İsteyen istediği kente gider yerleşir. Herkes kanun önünde eşittir. Öğrenci seçme sınavını kim kazandı ise o istediği okula gider. KPSS sınavını kazanan kimse etnik kökenine bakılmaksızın memur yapılır. Din vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti her fert için aynıdır. Özetle anayasamıza ve kanunlarımıza göre ve bu yasalardan kaynaklan uygulamalara göre “ben Kürdüm” diyenlerle diğer vatandaşlarımız arasında bir fark yoktur.

Hak ve hürriyetleri kullanmada vatandaşlar arsında bir fark olmadığına göre bu terör örgütünün talebi hak ve özgürlüklerin çok ötesindedir. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek istiyorlar. Arzularına da adım adım kavuşmanın planını yapıyorlar. Böylece zamanında gerçekleşmeyen Sevr projesini yeniden canlandırmak ve gerçekleştirmek istiyorlar.

PKK eski adı Sevr, şimdiki adı BOP olan bu projede Batı’nın kullandığı bir piyon örgüttür. Batı Bu piyon örgüt ile Şark Meselesi’ni çözmeye ve Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamaya çalışıyor. Türkiye’nin milli güçleri buna izin vermeyecektir.

İkincisi, şunu da iyi bilelim ki, PKK’nın tüm istekleri kabul olunursa, Güneydoğu’da çok kan akar. O bölgede çeşitli aşiretler var, bir milyondan fazla Arap kökenli vatandaşımız var, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı koruculuk yapmış aileleri ile birlikte milyonları bulan insanlar var. Türkiye Cumhuriyeti otoritesi o bölgeden kalktığı an, kanlı hesaplaşmalar da başlar. Merkezi otoritenin kaybolduğu durumlarda, etnik ve mezhep ayrılıkları yüzünden nasıl yüz binlerce insanın öldüğü, halkların nasıl sefalete, açlığa maruz kaldığı Ortadoğu ülkelerine bakınca net biçimde görülüyor.

Etnik kökeni ne olursa olsun tüm Güneydoğu halkı için refaha, huzura ve güvenliğe giden yol PKK’nın tasfiye edilmesinden ve o bölgede yaşayan herkesin Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaş olmasından geçer.


18 Ekim 2014 Cumartesi


BÖYLE HATALI BENZETME DE OLMAZKİ!..

Davutoğlu’nun PKK’nın son günlerde yaptığı kalkışma provasını değerlendiren sözlerini okuyunca önce hayretler içinde kaldım, sonra söyleyene bakınca şaşkınlığım son buldu. Şaşırdım çünkü siyaset, tarih ve sosyoloji bilimine vakıf ve Türkiye’deki ve dünyadaki gelişmeleri takip eden birisinin bu sözleri söylemesi gerekirdi. Söyleyen Davutoğlu olunca normal karşıladım. Davutoğlu bilmem cehaletinden mi yoksa toplumu yanlış yönlendirme arzusundan mı, kabul edilmez iddialarda bulunmuş.

Davutoğu, Dersim isyanını bastıran CHP yönetimi ile ülkeyi bölmek için kurulmuş, eli kanlı bir örgütün Kobani bahanesi ile ülkeyi  yakıp yıkmalarını, masum insanları öldürmelerini bir tutmuş. O zamanki CHP ile şimdiki HDP aynı zihniyettedir demiş. Çok büyük yanlış laf etmiş.

Dersim olayları, Seyit Rıza ve ona bağlı bazı aşiretlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne baş kaldırması hadisesidir. Seyit Rıza ve onun kontrolündeki eşkıya bu başkaldırı sırasında askerleri şehit etmişler, yöre halkını öldürmüşler, mallarına el koymuşlar, devlet dairelerine saldırmışlar, köprüleri yıkmışlar, kanun, nizam dinlemeden Türkiye Cumhuriyetine harp ilan etmişlerdir. Davutoğlu benzetecekse, Seyit Rıza ve adamlarını PKK’ya benzetsin. Uçakların Dersim’i bombaladığı söylemiş ama bunu söylerken Türk savaş uçaklarının daha 2 gün önce Dağlıca’yı bombaladığını unutmuş.

Davutoğlu’na göre geçmiş politikalar insanların birlikte yaşamasını sağlamayı yetmemiş. 12 Yıllık AKP iktidarı sonunda PKK ve HDP azmış; bu azgın adamlar bayrakları indiriyor, Atatürk heykellerini yakıyor, milli marşımıza hakaret ediyor, karakol basıyor, adam kaçırıyor, yol kesiyor,  haraç topluyor, özerklik istiyor ve bütün  bunları Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek parçalamak için yapıyor. Hainler  tam bir isyan halinde, ülkenin bölünme tehlikesi üst düzeye çıkmış, Davutoğlu hala uyguladıkları politikaların birleştirici olduğunu savunuyor.  TSK’nın ve yöre halkının önemli bir kısmının direnci olmasa adamlar yeni devleti ilan edecekler. Davutoğlu bunu bilmez mi? Bilir elbette de Türk Milleti’ni yanıltmaya ve bölünme sürecinin sekteye uğramamasına çalışıyor. Bu bir gaflet midir, yoksa ihanet midir, siz karar verin.


Davutoğlu’nun CHP’yi itham etmesine ise CHP’den bir tepki gelmedi. Normaldir çünkü Kılıçdaroğlu CHP’yi yeniledi.  1930 yılların CHP’sine sahip çıkmıyor. İyi ki de çıkmıyor; Atatürk’ün hiçbir mirasını Kılıçdaroğlu gibilerin almaması gerekir.  Yakışmıyor çünkü…

9 Ekim 2014 Perşembe

YENİ BİR İTTİFAK!

Bugün Kılıçdaroğlu çok dikkat çekici açıklamalarda bulundu. TBMM'in hükümete yurt dışına asker göndermesi için yetki veren tezkereye hayır oyu kullanan Kılıçdaroğlu, Hükümet'in Kobani'ye askeri müdahalede bulunmasını ve IŞİD' i bölgeden uzaklaştırdıktan sonra TSK'nın sınır içine çekilmesini teklif etti.

Kobani denilen kent, Suriye'nin Ayn-el Arap şehridir. Suriye ile anlaşmadan yapılacak bir müdahale uluslararası hukuka aykırıdır. Bunu Kılıçdaroğlu da iyi bilir ama anlaşılan Suriye'nin kuzeyinde kurulması istenen Kürt koridorunun oluşmasını istiyor.

Kürt koridoru,  kurulması istenen büyük Kürt devketinin bir parçasıdır. Bu koridor sayesinde Kuzey Irak petrolleri Kürtlerin kontrolünde Akdeniz'e ulaştırmak istenmektedir. Bunun için terörist guruplar desteklenmiş ve Suriye devletinin bu bölgedeki egemenliği yok edilmiştir.

Bu boşluktan yararlanan PKK üç ayrı bölgede bağımsız kantonlar oluşturdu. Kobani bunların ortada olanıdır. Kobani PYD'nin kontolünden çıkarsa Kürt koridorunun oluşması da imkansız olacaktır. HDP ve CHP bu yüzden telaşa kapıldı. Kılıçdaroğlu'nun bugünkü beyanatını da bu açıdan değerlendirmek lazım.

Bu telaş ve çözüm sürecinin bitmiş olması PKK'nın şiddet eylemlerini artırmasına neden oldu. CHP ise aynı telaş içerisinde Türk Ordusu'nun Suriye'ye girmesini önerdi. Anlaşılan bozulan AKP-PKK ittifakının yerini CHP-HDP ortaklığı almaktadır.

Bu durum, CHP'nin artık  Atatürk partisi olmaktan kesin olarak uzaklaştığını gösteriyor. Türkiye'nin birliğinden ve istikrarından yana olan tüm Atatürkçülerin yeni bir çatı altına toplanması şart olmuştur. Bu oluşumu tüm vatanseverlerin desteklemesi gerekir.

2015 seçimleri çok önemlidir ve çok önemli bir fırsattır. Bu seçim Türkiye'nin kaderini değiştirecektir. Herkesi görev alamay devam ediyorum.

8 Ekim 2014 Çarşamba

KORKUNUN ECELE FAYDASI YOKTUR

PKK yanlıları Türkiye'yi yangın yerine çevirdiler. Yaralı sayısı  belli değil ama ölü sayısı 18. Bahane ise Kobani'nin IŞİD'ın eline geçiyor olması. Hükümetten bekledikleri yardımı alamayınca deliye döndüler. Yakıp yıkarak hükümeti köşeye sıkıştırıp istediklerini elde etmeye çalışıyorlar.

1 Ekim tarihli yazımda AKP-PKK koalisyonunun bittiğini yazmıştım. Açılım süreci öyle bir noktaya geldi ki, artık Erdoğan'ın vereceği birşey kalmadı. Bundan sonrası özerklik aşaması ama Erdoğan'ın gücü bu aşamayı gerçekleştirmeye yetmez. Açılım sürecinin bittiğini anlayan PKK şiddet yöntemleri ile AKP'yi açılım sürecini devam ettirmeye mecbur etmeye çalışıyor ama nafile, bu iş bitti artık.

Kürt devleti kurulur mu kurulmaz mı bilmem ama Türkiye'nin bölünmeyeceği artık kesinlik kazanmıştır. Bunu PKK da anlamıştır ama bu terör eylemleri ile Türkiye Cumhuriyeti'ni korkutmaya çalışmaktadır. TSK'nin Irak'ın ve Suriye'nin kuzeyine müdahale etme ihtimali onları endişelendirmiştir. Bu endişe onları ümitsizliğe düşürdü. Şimdi köşeye sıkışmış kedi gibi kendilerini arslan sanıp saldırıyorlar. Korkunun ecele faydası yoktur ve ecel onlar için yakındır.

Bütün bu olayların sorumlusu etnik ve mezhep milliyetçiliği yapanlardır, yani AKP ve HDP'dir. Bu etnik, dini inanç ve mezhep üzerinden siyaset yapanları destekleyen liboşlar, "aydınlar!" ve sahte demokratlar da ülkenin yangın yerine dönmesinden ve dökülen kanlardan sorumludur. Gün gelecek tüm sorumlulardan hesap sorulacaktır. O gün de yakındır.

1 Ekim 2014 Çarşamba

AKP-PKK KOALİSYONU BİTTİ

Son zamanlarda gelişen bazı olayları ve kamuoyuna yönelik söylenen bazı sözleri alt alta koyunca şu açığa çıkıyor: AKP-PKK koalisyonu bozuldu, açılım sona erdi.

Bu kanaate bizi vardıran olaylar ve söylemler:

Genel Kurmay Başkanı Sayın Özel’in “Açılım konusunda bizim bir bilgimiz yok” demesi ve bölünme hatırlatıldığında TSK’nin kırmızı çizgilerinin olduğunu hatırlatması.

Erdoğan’ın Dünya Ekonomik Fuarı’ndaki konuşmasında PKK’yı alenen terör örgütü olarak suçlaması ve diğer ülkeleri PKK’yı terör örgütü olarak tanımadıkları için suçlaması.

Gülten Kışanak’a karşı tam bir Türk subayı gibi hareket eden ve bu kadına gerekli cevabı veren teğmenin Genel Kurmay Başkanı Özel tarafından ödüllendirilmesi.

Kandillideki terör örgütü liderlerinin açılım bitmiştir şeklindeki beyanatları.

Hükümetin TBMM’nden sadece IŞİD için değil, PYD ve PKK ile mücadele için de yetki istenmesi.

Hükümete verilecek bu yetkiye HDP’nin karşı çıkması. Oysa IŞİD ile mücadele edilmesini kendileri istiyordu.

Bütün bunlardan anlaşıldığı kadarı ile açılım bitmiştir ve gerek Hükümet gerekse de TSK PKK ve onun uzantıları ile hem yurt içinde hem de yurt dışında mücadele edecektir.  TBMM’ne gönderilen son tezkereyi bu açıdan değerlendirmekte fayda var.


AKP-PKK koalisyonu bozuldu ama CHP-HDP koalisyonu oluşmaya başladı. ABD’nin stratejik kuklası olan PKK ve onun siyasal partisi HDP ile yakınlaşma CHP’nin intiharı anlamını taşımaktadır. Bu konunun çok dikkatli bir şekilde takip edilmesi ve bu yakınlaşma artarsa, milli güçlerin CHP’ye olan desteğini çekmesi gerekir.