29 Ağustos 2018 Çarşamba


30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN



Türk milletinin bu büyük zafer gününü kutluyorum.

Cumhuriyet’e giden yolun kapısını bugün açtık.

Başını İngilizlerin çektiği Batı’nın emperyalist güçlerini bugün mağlup ve perişan ettik.

Mazlum milletlere emperyalist güçlerin de yenileceğini bugün gösterdik.

Bu zaferle 23 Nisan 1920’de Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz cumhuriyeti tüm dünyaya Kabul ettirdik.

Bu zaferle Türk milleti şehit kanları ile vatan kıldığı bu topraklara egemen oldu ve özgür ve bağımsız yaşamaya başladı.



“ZAFER, ZAFER BENİM DİYENLERİNDİR”



Bu zaferi bize armağan eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa şöyle değerlendiriyor:



“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta hey'etinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.



Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir âbidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”



Bu zaferi kazanarak bize hür ve müstakil bir vatan bırakan, başta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa, Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa ve Milli Savunma bakanı Kazım Paşa olmak üzere, neferinden, en üst düzeydeki komutanına kadar ordumuzun tüm mensuplarına,  şehitlerimize, gazilerimize ve ordumuzun galip gelmesi için her türlü fedakârlığı gösteren kadın, erkek tüm milletimize şükranlarımızı ve minnetlerimizi sunuyoruz.”



YENİDEN VATAN SAVAŞI



Bu savaş bir vatan savaşı idi. Türk milleti bu savaşı sadece Yunanlılar karşı değil, yedi düvele yani emperyalist ülkelerin tümüne karşı verdi ve kazandı.

Türk milletini ve vatanını bölmek ve vatan topraklarımızın bir kısmında Kürdistan ve Ermenistan isimli kukla devletler kurmak isteyen, başta İngiltere olmak üzere, emperyalist ülkeler, Sevr Antlaşmasını bize zorla kabul ettirmek istediler ve bunun için Yunanlıları üzerimize saldırttılar.



Biz Dumlupınar'da sadece Yunanlıları değil tüm emperyalist devletleri yendik.



Vatanımızı bölmek için dün Yunanlıları kullanan emperyalist güçler, son yıllarda da PKK, PYD, FETO, DEAŞ denilen terör örgütlerini kullanıyorlar. Sevr'i kabul etmemiz için Yunanlıları bize saldırtan güçler şimdi de BOP'u kabul ettirmek için bu kukla örgütler üzerinden aynı oyunu tezgahlamaya çalışıyorlar.



Dünkü savaşımız da vatan savaşı idi; bugün FETO’ya PKK'ya ve emperyalistlerin yerli işbirlikçilerine  karşı yürüttüğümüz mücadele de bir vatan savaşıdır.



Dün, milletimizin büyük desteği ile vatan savaşını kazanan kahraman ordumuz, Yunanlıları nasıl denize döktü ise, bugün de PKK'yı da, FETO’yu da belki denize değil ama tarihin çöplüğüne dökecektir.



Dün emperyalistlere karşı verdiğimiz Vatan savaşını nasıl kazandıysak, bugünkü vatan savaşını da öyle kazanacağız.



Milletimize ve ordumuza güveniyoruz. Çünkü biliyoruz ki, hiçbir güç, Türk milletinin bağımsız ve özgür yaşama arzusu ve vatan sevgisi kadar kuvvetli değildir.


26 Ağustos 2018 Pazar


26 AĞUSTOS 1922

26 Ağustos 1922 sabahı, Mehmetçik vatan ve namus mevziinde yerini almış. Eller tetikte, gözler düşmanda, kulak başkumandanda. Her biri ayrı ayrı vatanı düşman çizmesinden kurtarmaya ve evlerine muzaffer bir ordunun kahraman bir ferdi olarak dönmeye kararlı. Ölürlerse şehit, kalırlarsa gazi olacaklarının inancı içinde.

Cephe gerisinde ise yüzbinlerce insan Yahya Kemâl’in ağzından dua ediyordu:


“Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yâ Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur Yâ Rabbi
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!”

Aslında bu ordu sadece İslâm’ın değil, tüm ezilmiş halkların ve mazlum milletler emperyalizme karşı savaşan son ve tek ordusuydu. Onun muzafferiyeti tüm mazlum milletler için kurtuluş kapılarını açacaktı.

KORKU YOK, İMAN VAR

Mehmetçiğin yüreğinde korku yoktu. Mehmet Akif arkalarından bağırıyordu:

“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Bu iman sadece İslâm inancı değildi. Aynı zamanda kendi vatanında, başı dik, bağımsız ve özgür yaşamaya olan inançtı ve kararlılıktı. Mehmetçik esir yaşamaktansa, ölmeyi tercih etmişti. Parola “Ya İstiklâl! Ya Ölüm!” idi. Bu inanç ve ölümü göze alacak kadar kararlı olan bir insan neden korksun ki? “Tek dişi kalmış medeniyet” ise devrin emperyalist devletleriydi ve onların piyonu Yunanistan’dı.

BAŞKUMANDAN MUSTAFA KEMAL PAŞA

Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın nasıl birisi olduğunu ise Nazım Hikmet’ten öğrenelim:

“Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”

Ve Mustafa Kemal Paşa 26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe’den Afyon ovasına atladı hem de Mehmetlerle beraber.

Nasıl atladığını Sayın Turgut Özakman’ın kaleminden okuyalım:

“Tümenler önceden belirlenmiş hazırlık hatlarına ulaşmışlardı. Ağır ve hafif toplar önceden seçilmiş yerlere yerleştirildiler. Cephane kolları topların yanına mermi taşıyor, muhabereciler telefon ağını kuruyorlardı. Sıhhıyeciler sargı yerlerini açmışlardır. İstihkâm birliği, hücum edecek birliklere tel örgülerde gedik açacak tahrip müfrezleri yollamıştı.”

“… Askerler subayların tavsiyelerine uyarak, bir iki saat uyumak için başlarını tüfeklerine ya da birbirlerinin omuzlarına yasladılar.”

“…Saat 05:00’e doğru gün ışımaya, sis dağılmaya, Afyon’un kalesi ve dev tepeler yavaş yavaş belirlemeye başladılar.

Herkesin Ankara’da sandığı Başkomutan Kocatepe’de ordusunun başındaydı. Başıyla İsmet Paşa’ya işaret etti, İsmet Paşa Nurettin Paşayı uyardı. 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa kolordulara gerekli emri verdi.

Önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için gürlediler.

05:30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdiler:
“Ateş!”
“Ateş!”
“Ateş!”

TOP SESLERİ CUMHURİYET’İ MÜJDELİYOR

Bu toplar milli egemenliğin, bağımsızlığın yani Cumhuriyet’in müjdesini veriyorlardı. Cumhuriyet’e kadar gidecek yolun asla kapanmayacak olan kapısını açıyorlardı. Vatan da namus da kurtuluyordu.

Top ateşlerini takiben, Mehmetçik yılmadan, korkmadan, zafere inanarak düşmana saldırmış; İzmir’de deniz dökmüş ve bize Cumhuriyeti hediye etmiştir.

Vatanımızı da devletimizi de bağımsızlığımızı da özgürlüğümüzü de kanları ile bu toprakları sulayan gazilerimize ve şehitlerimize borçluyuz. Onlar bizim Mehmetlerimizdir, Mehmetçiklerimizdir.

Başkumandanından neferine kadar hepsi Mehmetçik olan ordumuza minnettarız. Şehitlerimizin ve gazilerimizin bize emanet ettiği Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyeti’ni her türlü tehdide karşı korumak bizim birinci görevimizdir.

BU ÜLKEDE MEHMETÇİKLER TÜKENMEZ

Bugün de Mehmetçiklerimiz yurt içinde ve dışında vatan savunması yapıyor. Dün muzaffer olan askerlerimiz bugün de muzaffer olacaktır. Buna inancımız tamdır.

Biraz da Büyük Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kulak verelim ve vatan için, bağımsızlık için, özgürlük için ve namus için şehit ve gazi olan “Yurdun Kutsal gücü” Mehmetçiklerimizi rahmetle analım.

“Topraktan mı çıktı yarı toprak bir yaratık,
Gökten mi indi yarı gök bir kartal.
Bir Memet daha var oldu o sıra,
Tepenin doruğunda kalpağı al.

Bir Memet olduğu besbelli,
Saçları başakta, gözleri çiçekte.
Elleri ayakları öylesin kocaman,
Yüzü altı Memet'in yüzüne öylesin benzemekte.

Vardı üç adımda masalcana,
Ağzı duman tüten makineliye, dev.
Kabzayı kavrar kavramaz bastı tetiğe
Fışkırdı namludan sonsuz bir alev.

Allah Allah, şaştı bütün dağlar, bütün gök,
Şaştı dost düşman.
Bu kimdir, bu kaçıncı Memet'tir,
Ölülerde dirilerde dondu kan.

Görsen efsane, görmesen efsane,
Duysan efsane.
Uzak mıdır bayraktan düşen,
Yakın mıdır ne?

Bir parıltı bir parıltı tarihten,
Tanrıca dik.
Yurdun ulusun kutsal gücü,
Bu yedinci Memet, Memetçik.”

Bu ülkede Mehmetçikler tükenmez.

23 Ağustos 2018 Perşembe


HER MİLLİ DEVLET BİR GEMİDİR

Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Perinçek bir teşbih yaptı ve Türkiye’yi bir gemiye benzetti. Bu benzetme doğrudur ve aslında her milli devlet bir gemidir. Amerika da bir gemidir ve Türkiye maalesef yıllardır Amerikan gemisinin duman suyunda hareket ediyordu.

Amerika, diğer gemileri egemenliği altında tutmak için milli devletlere saldırıyor. Onları parçalayıp birer filikaya dönüştürmek istiyor. Türkiye gemisini de parçalamak istedi ama bunu başaramayacak.

KILAVUZ KAPTAN BİRİNCİ KAPTAN OLMALIDIR

Amerika yıllardır Türkiye gemisinin kaptanını kendisi belirliyordu. Sayın Erdoğan’ı da Amerika kaptan yapmıştı. Sayın Erdoğan yıllarca Amerika’nın talimatları ile gemiyi yönetti. 24 Temmuz 2015’den bu yana ise artık Sayın Erdoğan Türk milletinin talimatları ile hareket ediyor. Bu bir gerçek. Ama bu talimatlara tam olarak uyamadığı da bir gerçek. İdeolojik saplantıları ve bazı takıntıları ve maddi hevesleri onun tam olarak Türk Milleti’nin emrine girmesine engel oluyor.

Türk milletinin öncüsü ise başta Genel Başkanı Sayın Perinçek ve diğer yöneticileri olmak üzere Vatan Partisidir, Aydınlık gazetesi ve Ulusal Kanal ve onların değerli yazarlarıdır. Olaya bu şekilde bakınca Sayın Perinçek Türkiye gemisinin kılavuz kaptanı gibidir. Birinci Kaptan Erdoğan maalesef kılavuz kaptanın her dediğini yapmıyor, yapamıyor. O halde bu geminin en iyi şekilde yönetilmesi için kılavuz kaptan birinci kaptan olarak görev yapmalıdır ve yapacaktır da. Türkiye’nin şartları bu ihtimali gerçek kılacaktır.

NEFRETİN DE GÖZÜ KÖR

Aşkın gözü kördür derler; buna bir ek yapmak lazım: Nefretin de gözü kör. Kötü niyetli olanları bir tarafa bırakıyorum ama bazı iyi niyetli insanlar, Erdoğan ve AKP’ye olan nefretlerinden dolayı Türkiye’nin gerçeklerini göremiyorlar. Onun için de yanlış mevzilerde dolaşıyorlar.

Düne kadar Türkiye gemisi Amerikan gemisine bordalamış durumda idi.  Türkiye gemisi, Amerikan gemisinin bordasında değil artık. Kendisini Amerikan gemisine bağlayan halatları bir bir kesti. Kendi rotasını kendisi belirlemeye başladı. Ama Erdoğan’a karşı duydukları nefret nedeniyle bazı insanlar bu gerçeği göremiyor.

Bu insanlar Amerika’nın ne büyük düşman olduğunu da fark edemiyorlar. Her gün bir Mehmetçiğin veya polisin şehit haberi geliyor. Ay yıldızlı bayrağa sarılı bu kahraman yiğitler neden şehit düştü, bu kahramanlar bizi kime karşı savunuyordu ki onları şehit ettiler diye düşünmüyorlar. Erdoğan’a karşı duydukları nefret onları sağlıklı düşünmekten alıkoyuyor.

GAFLET Mİ? İHANET Nİ?

24 Temmuz 2015’de Türk uçakları kandili bombalamaya başladı, bunlar, uçaklar dağı taşı Erdoğan seçim kazansın diye bombalıyor dediler. Diyarbakır’da, Hakkari’de, Şırnak’ta PKK’ya karşı hendek savaşları başladı, bunlar bu savaşa “saray savaşı” dediler. Yani Mehmetçiğe, polisimize siz vatan için değil, Erdoğan sarayda kalsın diye savaşıyorsunuz dediler. TSK Fırat Kalkanı harekâtı ile Suriye’ye girdi, ordu batağa battı, oradan çıkamaz dediler.

Bu sözleri Türkiye gemisinde olan birisi söylerse ya Erdoğan’ karşı duyduğu nefret onu yanıltıyordur ya da Amerikan projelerine uşaklık ediyordur.

Şimdi bugünlerde bu insanlar tutturmuşlar biz Erdoğan ile aynı gemide değiliz. İyi de Erdoğan şu anda Güneydoğu’da, Suriye’de, Irak’ta vatan savaşı yürüten Mehmetçiklerimizle, polislerimizle aynı gemide. Ben Erdoğan ile aynı gemide değilim demek ben TSK ile, Emniyet Örgütümüz ile aynı gemide değilim demek oluyor. O zaman, sormak lazım: Siz Amerikan gemisinde misiniz?  Çünkü savaşan iki gemi var: Türkiye ve Amerika.

TÜRKİYE GEMİSİNİN KAPTANINI TÜRKİYE GEMİSİNDE OLANLAR BELİRLER

Bu Recep Tayyip Erdoğan nefreti yüzünden gözleri körelmiş insanlarımızın kendileri değil ama akılları Amerikan gemisinde kalmış durumda.  Veya bir bacakları Türkiye gemisinde diğer bacakları Amerikan gemisinde kalmış vaziyette. Onları Türkiye gemisinin onurlu bir yolcusu ve personeli olmaya davet ediyoruz.

Gün Türkiye gemisinde kalıp onu Amerikan mayınlarına çarpıp bölünmesine mani olarak salim sulara götürme günüdür. Bunu Erdoğan yapamaz diyorsanız gene de Türkiye gemisinde kalıp kaptanı sizin belirlemeniz gerekir. Türkiye gemisini terk edenlerin iktidara gelmeleri de kaptanı belirlemeleri de mümkün değildir.

18 Ağustos 2018 Cumartesi


MUTLU SON

Son ekonomik gelişmeler de gösterdi ki, Türkiye artık Amerika’nın denetiminden kurtuluyor ve bağımsızlığa doğru ilerliyor.  Böylece 73 yıllık beraberlik de sona eriyor. Olaylar mutlu sonu müjdeliyor.

Ne gariptir ki, Amerika’ya olan bağımlılığımız tam bağımsızlık için savaşan ordumuzun muzaffer komutanlarından İnönü zamanında başladı; Amerika’nın bulup, yetiştirip 3 Kasım 2002’e başımıza oturttuğu ve uzun süre Amerikan projelerine eş başkanlık yapan Erdoğan zamanında ise bitiyor.

BAĞLAR NASIL ÖRÜLDÜ?

73 yıl dedik çünkü Amerika’ya bizi bağlayan ilk antlaşma 23 Şubat 1945 tarihinde, TBMM’de 4780 sayılı yasa ile kabul edilip yürürlüğe girmişti. “Karşılıklı Yardım Antlaşması” olarak takdim ediliyordu ama esas olarak ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabulünü içermekteydi. Antlaşmanın temel özelliği ABD’nin haklarını korumaktı. Antlaşmanın 2. maddesinde: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir” denilmekteydi.

27 Şubat 1947 tarihinde Amerika ile ikinci bir anlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile dünyanın farklı yerlerinde Amerika’nın elinde kalan ve ülkesine götürmesi pahalıya mal olacak olan savaş artığı malzemelerin Türkiye’ye satışı ile ilgiliydi. Anlaşmaya göre, bu silahları satın alması şartıyla Türkiye’ye kredi verilecekti.

Hatırlarsınız, 1963 yılında Türkiye haklı nedenlerle Kıbrıs’a müdahale etmeye kalkınca ABD başkanı Johnson devrin başbakanı İnönü’ye ağır ifadeler içeren bir mektup yazmıştı. Bu mektuba verdiği cevapta İnönü “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır.” demişti. Johnson, Amerika’nın verdiği silahları kendilerinden izinsiz kullanılamayacağını belirtmişti. 12 Temmuz 1947 tarihli Askeri Yardım Antlaşması Johnson’u haklı kılıyordu ve bu anlaşma İnönü hükümetince imzalanmıştı. Bu antlaşmanın 4 maddesi şöyleydi: “Türk Hükümeti, yapılan yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler uğrunda kullanacaktır… Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümetinin onayı olmadan, bu neviden hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilyetliğini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin Subay, memur veya ajan sıfatını haiz bulunmayan bir kimseye açıklanmasına ve maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir”. Türkiye’ye, o malzemeler kendi çıkarını korusun diye değil, ABD çıkarlarını Sovyetlere karşı korusun diye verilmişti.

Türkiye, ABD ile 1945’den bugüne dek bağımlılık doğuran pek çok ikili antlaşma yaptı. Antlaşmalar tek yanlıydı ve Türkiye'nin zararına işleyen maddelerle doluydu. Uzun dönemler boyunca uygulanan antlaşmalar setinin temel özelliği, Türkiye pazarını adım adım yabancılara açması ve büyüme ihtiyacı içinde olan milli tarım ve sanayinin gelişimine engel olmasıydı.

Yapılan antlaşmalardan bazılarını sıralayalım:

Türkiye’nin Marshall Planından yararlanması için “Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Arasında Ekonomik İşbirliği Antlaşması” 4 Temmuz 1948’de; “Eğitim Komisyonu Antlaşması” 27 Aralık 1949’da; “Tarım Ürünleri Antlaşmas”ı 12 Kasım 1956’da; ABD’ye Askeri Müdahale Yetkisi Veren Antlaşma 5 Mart 1959; Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında Vergi Muafiyetleri Antlaşması 23 Haziran 1954’de; Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Kredi Anlaşması 31 Mayıs 1968’de; ABD ile imzalandı.

UZMANLARA KANDIK

Amerika ile yapılan bu antlaşmaları sıraladıktan sonra bir de Amerikalı uzmanların hazırladığı raporlardan söz edelim. Türkiye’nin kalkınmasına, sanayileşmesine sekte vuran iki önemli rapor var: Dorr ve Thornburg.

1946 yılında Türkiye'ye yapılacak ekonomik yardım öncesi, ABD kongresine bir rapor sunmak üzere 20. Yüzyıl vakfı tarafından görevlendirilen THORNBURG adlı iktisatçı Türkiye'nin Bugünkü Ekonomik Durumunun Tenkidi adlı bir rapor hazırlar. Raporun özü şuydu: Türkiye'nin ağır sanayi kurması gerekli değildir. 1937 yılında kurulan Karabük Demir Çelik kapatılmalıdır. Uçak, makine, motor projeleri iptal edilmeli ve bu yatırımlara yönelinmemelidir. Demiryolu yerine Karayolu yapılmalıdır. Sanayi bırakılmalı tarımla kalkınılmalıdır.

Dorr Atatürk zamanında gelmiş ve 1800 sayfalık bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor Atatürk tarafından dikkate alınmadı ama 1945 yılında tekrar gelmiş ve Thornburg’un önerilerine benzer şeyler tavsiye etmiştir.

Bu raporları dikkate alan o zamanki yönetim ve daha sonra iktidara gelen Bayar-Menderes yönetimi Türkiye’yi bir sömürge ülkesi durumuna taşıdı. 

SONUÇDA NE OLDU?

1945’ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi. Türkiye, yabancı sermayeye açıldı. Gübre ve tarım ürünleri dahil her alanda ithalat artırıldı. Dışardan çok miktarda borç alındı. Petrol Kanunu çıkarılarak petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarıldı. CHP, 1947 yılında parti programını değiştirdi ve Demir Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası, Elektrolitik Bakır Kombinası gibi ağır sanayi projelerinden vazgeçtiğini açıkladı. Uçak ve motor üretimi durduruldu.

Bunlara ek olarak; tam bağımsızlık ilkesi dikkate alınmadı. Bağımsız ve bağlantısız, komşularla özellikle de Sovyetlerle dost geçinmeyi esas alan dış politika terk edildi, Amerika’nın dümen suyuna girildi. Türk ordusunun büyük bölümü NATO emrine verildi. Kore’ye asker gönderildi. Mazlum milletler değil de emperyalist güçler askeri ve politik olarak desteklenmeye başlandı.

Bugün çektiklerimiz Amerikan denetiminden ve egemenliğinden kurtulmanın sancılarıdır. Bu sancılar geçicidir. Türkiye yönünü Avrasya’ya çevirmiştir ve bu yönde ilerlemeye devam edecektir. Amerika da bunun bilincinde olduğu için saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Bu saldırıları def edecek güce sahibiz. Karamsar değiliz, yakında güzel günlerin geleceğine inanıyoruz.



SAVAŞAN İKİ GEMİ: TÜRKİYE VE AMERİKA

İnternet ortamında, sosyal medyada sürekli olarak bir gemi tartışması yaşanıyor. Kimisi hepimiz aynı gemideyiz derken bir kısım insan da hayır biz aynı gemide değiliz diye tutturmuş…

Bizim gördüğümüz şu anda birbiriyle savaşan iki gemi var: Amerika ve Türkiye. Amerika gemisindekiler yedeklerine alıp götüremeyince Türkiye gemisini batırmak istiyor.  

Amerika ile savaş 24 Temmuz 2015’de Türk uçaklarının kandili bombalaması ile başladı ve halen devam ediyor.

Türkiye PKK ve FETÖ ile savaşıyor. Bunlar Amerika’nın besleyip büyüttüğü ve üzerimiz saldırttığı hain güçler. Bunların silahlı saldırıları ve yürütülen psikolojik savaş yetmedi ki şimdi de ekonomik olarak Türkiye’ye savaş açtı.

AMERİKA’YI KIZDIRDIK

Amerika bizimle savaşıyor çünkü isteklerini ret ettik. Türkiye’yi bölmek ve topraklarımızdan bir kısmını kurmayı düşündükleri, adı Kürdistan olacak olan ikinci İsrail devletine katmak istedi. Bunun için İran’dan başlayan ve Akdeniz’e kadar uzanan bir koridor açmaya çalıştı. Türkiye Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları ile buna engel oldu.

15 Temmuz’da içimiz yerleşmiş olan ve adına FETÖ denilen Amerikan gladyosunu temizledik ve temizlemeye de devam ediyoruz.

TÜRKİYE’Yİ BİZE TESLİM EDİN DİYORLAR

Bunlardan son derece rahatsız olan Amerika bize bazı isteklerde bulundu ve bazı şartlar ileri sürdü. Bunları kabul etmezsek ekonomik ambargo uygulayacağını söyledi.

Bu şartların ve isteklerin bazılarını sıralayalım:

Papaz Brunson dahil 15 Temmuz darbe girişiminde rol alan 20 ajanın ivedi serbest bırakılması. ABD, Özellikle Brunson'ın tahliyesi için 15 Ağustos Çarşamba gününe kadar Ankara'ya süre verdi. Türkiye'nin İran'a kapsamlı ambargo uygulaması. Rusya'dan S400 satın alınmaması. Ankara'nın Kudüs politikasını gözden geçirmesi. Kıbrıs Adası etrafında doğalgaz ve petrol aramaktan vazgeçmesi. Halkbank'a kesilecek cezaya razı olunması.  Ankara'nın Fethullah Gülen'in iadesini talep eden dosyayı kapatması. Türkiye'nin sahip olduğu kritik madenlerde ruhsatların Amerikan şirketlerine verilmesi.

Bizim bu şartları kabul etmeyeceğimizi beyan etmemiz üzerine bazı yaptırımlar uygulamaya başladı. Bununla da yetinmedi finansal yöntemler kullanarak ekonomik savaş başlattı.

TÜRKİYE’Yİ TÜRKİYE GEMİSİNDE KALANLAR YÖNETEBİLİR

Bu durumda Türkiye’nin önünde iki seçenek var: Ya geçmişte olduğu gibi Türkiye gemisini Amerikan gemisinin istediği rotaya sokacağız. O ne derse onu yapacağız, o nereye giderse biz de onun peşinden gideceğiz. Yani Türkiye’nin bölünmesine ve Amerika tarafından sömürülmesine razı olacağız. Ya da Türkiye gemisini Amerika’ya bağlayan halatları kesip bağımsızlık denizine doğru rotamızı çevireceğiz.

Gördüğümüz kadarı ile Erdoğan yönetimi ikinci alternatifi seçmiş durumda. Geçmişte, Türkiye gemisini Amerika’ya bağlayan halatları güçlendiren Erdoğan’ın bu yeni davranışına hayır sen kötü yapıyorsun. Senin bu şekilde yönettiğin bir gemide ben olmak istemiyorum diyenler için tek gidecekleri yer Amerikan gemisidir. Çünkü bu savaşta sadece iki gemi var: Türkiye ve Amerika.

Amerika gemisine binmeyi elbette mecazi anlamda kullanıyoruz. Amerikan projelerine evet diyenler ve Türkiye’nin bağımsızlık rotasında ilerlemesini şu veya bu nedenle istemeyenler Amerikan gemisine binmiş olur.

Erdoğan yönetimini değiştirmek isteyenler Türkiye gemisinde kalmalıdır. Amerikan gemisine binenlerin bu ülkede iktidar olma ve iktidarı değiştirme ihtimalleri yoktur.

16 Ağustos 2018 Perşembe


AMERİKA’NIN İNSANLIK SUÇLARI

6 ve 9 Ağustos 1945 insanlık tarihinin en acı ve en karanlık günü oldu.  Amerika, önce Hiroşima’ya daha sonra da Nagazaki’ye atom bombası attı ve on binlerce masum insanı acımasızca öldürdü. Kentler harabeye döndü. Sadece insanlar değil o bölgelerde yaşayan her canlı artık yaşamaz oldu. Radyasyonun etkisi yıllarca devam etti.

Bu bir insanlık suçuydu. Bu bombalar Japonlara değil insanlığa atıldı ve 6 Ağustos’ta dünya insanlığını kaybetti.

Amerika kurulduğundan bu yana insanlık suçu işleye işleye büyüdü. Büyüme oranı, işlediği insanlık suçları ile orantılı gitti. Emperyalizm kan içerek büyür; ne kadar çok katliam, sömürü ve doğa tahribatı o kadar hızlı büyüme.

KURULUŞUNDA KATLİAMLAR VAR

Amerika bağımsızlığını İngiltere ile savaşarak elde etti. Bağımsızlığını ilan ettiği topraklara ise Kızılderilileri öldüre öldüre sahip oldu. Bağımsızlık bildirisinde bile onlardan “Acımasız vahşiler” diye söz edilir. Bağımsızlık bildirisini kaleme alan Thomas Jefferson Kızılderililerin topraklarını ele geçirmenin beyazların hakkı olduğunu söyler. İlk cumhurbaşkanlarından John Adams’ göre Kızılderililer “Kanlı av köpekleridir”.

20 milyonun üzerinde Kızılderili ya öldürülmüş ye da ölümcül şartlar içine itilmiştir. Çeşitli işkencelere, tecavüzlere, hastalığa, açlığa ve sürgüne maruz bırakılmış, çocuk kadın demeden acımasızca katledilmiştir.  İlk biyolojik silah onlar için kullanılmış, çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler verilerek binlerce Kızılderilinin ölmesi sağlanmıştır. Amerikan hükümeti her Kızılderili kafatası için 5 dolar gibi bir kampanya başlatıp, soyun tükenmesini hızlandırmıştır. Bununla yetinilmemiş, Kızılderililerin en önemli besin kaynağı olan bizonlar da öldürülüp Kızılderililer açlığa mahkûm edilmiştir. İlk zamanlar kuzey Amerika’da 50 milyon bizon varken 1889’da ülkede sadece 540 hayvan kalmıştı.

Amerika ülke dışındaki katliamlara erken başladı. 1899’dan 1902’ye kadar Filipinleri zapturapt altına almak için yapılan askeri harekâtta 200.000 Filipinli can vermiş, on binlercesi yaralanmış ve işkence görmüştü.

Guatemala ise 1954 yılında Amerika tarafından işgal edildi. İşgal sonucu askeri yönetim kuruldu. Bu yönetim sırasında daha önce topraksız köylülere dağıtılan araziler geri alındı. 36 yıl süren iç savaş sonucunda 200.000’nin üzerinde Guatemalalı hayatını kaybetti. 

Panama Başkanı Noriega’nın uyuşturucu işiyle uğraştığını bahane eden Amerika 1989 yılında bu ülkeyi işgal etti. Panama City’de Noriega’nın büyük halk desteği gördüğü işçi semtleri bombalandı ve zorla boşaltıldı. Binlerce insan tutuklandı. Zengin Kompradorların desteği ile yeni bir hükümet kuruldu.

Amerika müdahale edecekse, büyük, küçük ülke demeden gereğini yapar. Dominik beş kere Amerikan askeri müdahalesine maruz kaldı. 100 binin biraz üzerinde nüfusu olan Granada da Amerikan gaddarlığından nasibini aldı. 1983’de Reagan yönetimi bu ülkeye işgal ederek yönetimi değiştirdi. Sonuçta işsizlik ve yoksulluk diz boyu arttı.

Vietnam savaşı ise tam bir trajedidir. Bu savaş 1965 yılında başlamış ve yaklaşık olarak 1975 yılına kadar sürmüştür. Vietnam 1,5 milyon vatandaşını ve zehirlenme sonrası topraklarının 3' te birini kaybetmesine karşın savaştan galip çıktı. Bu 1.5 milyonun üstündeki Vietnamlının çoğu sivildi, çocuktu, kadındı.

Irak’a iki kere müdahale etti. 2003’teki ikinci müdahaleden bu yana Irak’ta ölen sivil sayısı 1.000.000’nun üzerindedir. Binlerce insan işkenceye maruz kaldı. Kadınların ırzına geçildi. Çocuklar ailesiz kaldı. 2 milyondan fazla insan evinden, yurdundan göç etmek zorunda kaldı.

Amerika katliamlarını bizzat kendi askeri güçlerini kullanarak gerçekleştirdiği gibi farklı ülkelerde kendisine bağlı örgütleri silahlandırarak, eğiterek ve destekleyerek de yapar. El Salvador’da, Guatemala’da Kolombiya’da Endonezya’da bu yöntemleri kullanmıştı; tıpkı şimdilerde Batı Asya’da yaptığı gibi.

Şili’de sosyalist lider Allende’i devirmek için Pinochet’i destekledi. Pinochet, 1973 yılında önce Allende yanlısı subayları öldürdü. Daha sonra Allende’in bulunduğu Başkanlık Sarayı’nı ve ailesinin oturduğu evi bombaladı. Allende öldürüldü. İktidarı devir alan Pinochet iktidarı süresince katliamlar yaptı. 3 binin üzerinde insan öldürüldü. Bir milyondan fazla insan Şili’den göç etti.

Endonezya’da ABD destekli ordu 500.00’den fazla insanı öldürdü. Komünist Partisi’ni ve onun sempatizanlarını yok etti. On yıl sonra Amerika destekli Endonezya ordusu Doğu Timur’u istila edip 600.00’lik nüfusun 100.000’den fazlasını öldürdü. Saldırı, Başkan Ford ve Dış İşleri Bakanı Kissinger’in Endonezya’yı terk etmesinden bir gün sonra başladı. Belli ki yeşil ışık yakılmıştı.

Amerika’nın insanlık suçlarının en taze örneği Suriye’de yaşanıyor. Amerikan askerlerinin desteklediği terör örgütlerinin eylemleri sonucu 300.000’den fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası evinden yurdundan göç etmek mecburiyetinde kaldı. Anneler, babalar, bebekler denizlerde boğuldu.

BU KATİLAMLAR KİMİN VE NE İÇİN?


“Ticaret ulusal sınır tanımadığı ve üretici de dünyayı bir Pazar olarak görmekte ısrar ettiği için ülkesinin bayrağı da onu izlemeli, ona kapalı olan ülke kapıları kırılıp devrilmelidir. Sermayedarların elde ettiği imtiyazlar devletin bakanlarınca güvence altına alınmalıdır, gönülsüz ülkelerin egemenlik hakları süreç içerisinde çiğnense bile. Koloniler oluşturulmalı ve ele geçirilmelidir, öyle ki dünyanın sağılmaya elverişli hiçbir köşesi es geçilmiş ya da bakir bırakılmış olmasın.”

ABD’nin politik hedeflerinden biri, küresel sermaye birikimi için dünyayı güvenli hale getirmektir. Herhangi bir şekilde ekonomik bağımsızlık ya da halkçı bir yeniden dağıtım politikası izleyenler, ekonominin artık değerini halkın yararına kullanarak kâr amacı gütmeyen hizmetlere ayırmak isteyen yönetimler Amerika’nın müdahale ya da işgal şeklinde gazabına uğramaktadır.

Bu müdahalelerden, bu katliamlardan amaç, uluslararası finans sisteminin güvenliğini korumaktır. Hiçbir ülkenin, bağımsız bir ekonomi politikası izlemesine ve kendisini geliştirmesine izin verilmez. Böyle ülkeler ambargolarla, müdahalelerle ve hatta işgallerle cezalandırılır ve tuttuğu yoldan gitmesi önlenir.

BÜYÜK SERMAYENİN KATİL BEKÇİLERİ

Dünyada büyük sermayenin egemen olmasını sağlamak için Amerikan Ordusu her an nöbettedir. Bu ordunun ölüm makinesi özelliğini yitirmemesi için her yıl milyarlarca dolar para harcanır. Amerika’nın 35’den fazla ülkede 400’den fazla üssü vardır. Bu üslerde 500.000 üstünde asker vardır. Bu ülke adeta bir nükleer bomba deposu gibidir. Dünyanın her yanına yetişebilecek binlerce stratejik ve taktik uçakları, binlerce füzesi vardır.

Bu kadar güçlü bir orduya sahip Amerika, özellikle son yıllarda, terör örgütlerini de kullanmaktadır. Amerika’ya yakın devletlerin askerleri, polisleri ve teröristler CIA ve buna benzer diğer birimlerce eğitilir. Onlara gözetim, soruşturma, işkence, göz dağı ve suikast konularında bilgiler verilir. Latin Amerika’da “Katiller Okulu” olarak bilinen Fort Benning’teki ABD Askeri Okulu’nda yandaş devletlerden gelen askerlere en son zulüm ve işkence metotları öğretilir. El Salvador’da köy katliamları yapanlar ve diğer vahşetlere karışanların çoğu bu okulda eğitilmişti.

Amerika bunlarla yetinmez, bir yandan da kendisini haklı göstermek ve yaptıklarını gizlemek için psikolojik savaş yürütür. Büyük sermayenin elinde olan ABD medyası her yıl milyonlarca haber, fotoğraf, yorum, başyazı, köşe yazısı ve makaleleriyle diğer ülkeleri ülkeleri ve kendi halkını etkiler. CIA ülke içinde 200’den fazla gazete, dergi, haber ajansı ve yayınevinin bizzat sahibidir. Ayrıca diğer gazeteler ve dergiler aracılığı ile yanlış ve taraflı haberler yayar.

Ulusal Demokrasi Vakfı ve Uluslararası Gelişme Örgütü gibi ABD hükümetinin parasal destek verdiği kuruluşlar ile Ford, Soros Vakfı ve diğer organizasyonlar diğer ülkelerdeki üniversitelere yardımda bulunur. Bu yardım serbest piyasa ekonomisi ideolojisini destekleyen akademik programlara, sosyal bilim enstitülerine, araştırmalara, burslara ve ders kitaplarına gider.

Birçok ülkedeki Protestan misyoner teşkilatları CIA’nın kontrolündedir. Buradaki rahipler birer ajan gibi çalışır. Ayrıca bazı tarikatlar, cemaatler de CIA tarafından kullanılır.

AMERİKA’NIN SONU GELDİ

Karamsa değiliz, yeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni dünyada Amerika’nın dünyaya egemen olma arzuları son bulacaktır. Sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişki bitecek ve Atatürk’ün müjdelediği günler yakında gelecektir:

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”
”…insanlığa müteveccih fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve nabût edecektir.
O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir halet-i İçtimaiy




10 Ağustos 2018 Cuma


ÜRETİM DEVRİMİ ŞART OLDU

Bir sevinç, bir sevinci sorma gitsin. Dolar 6.5 TL’yi buldu diye mutluluktan uçuyorlar. Bir tek zil takıp oynamadıkları kalmış. Erdoğan’a oy vermemişler ya haklı olmanın sevincini yaşıyorlar. Sosyal medya alaylı, esprili ve Türkiye’yi aşağılayıcı paylaşımlarla dolu.

Oysa sevinecek bir durum yok. Türkiye büyük bir saldırı altında. Siyasi isteklerini PKK’yı, FETÖ’yü ve diğer terör örgütlerini kullanarak Türkiye’ye kabul ettiremeyen Amerika, İsrail işbirliği saldırının şeklini değiştirdi ve Türkiye’yi ekonomik yıkıma zorlayarak isteklerini kabul ettirme yoluna girdi.

YIKIMA GÖTÜREN SİSTEM

Özal ile başlayan ve Çillerlerin, Dervişlerin ve Erdoğanların uyguladığı neo-liberal politikalar Amerika’nın işini kolaylaştırıyor.

1980’lerden beri bu politika uygulanan bu politikanın özü şu:

Serbest Değişim: Finans hareketleri ve dış ticaret serbest bırakıldı. Yabancı sermaye kontrolsüz biçimde Türkiye’ye girdi. Yüksek faizler ve Özal döneminde kurulan İstanbul Borsa’sı kullanılarak Türkiye’den para hortumlandı. Dış ticaretin serbestleşmesi ve yanlış kur politikaları ile ithalat arttı, ihracat o oranda artmadı ve Türkiye sürekli dış ticaret ve cari işlem açığı verdi.

Aşırı borçlanma: Sürekli cari işlem açığı veren Türkiye bu açığını yüksek faizle borçlanarak kapatmaya çalıştı. Her yıl milyarlarca dolar bu yolla dışarıya aktı, gitti. Borçlar yeniden borç alınarak ödenmeye başlandı. Her yıl dışarıya faiz olarak ödediğimiz dolar miktarı arttı, azalmadı.

Özelleştirme: Özelleştirme liberalizmin gereğidir. Devlet küçülmelidir parolası ile kamuya ait ne varsa yok pahasına satıldı. Cumhuriyet’in birikimi olan fabrikalar, bankalar, sigorta şirketleri iletişim firmaları yabancıların elin geçti. Stratejik kurumlar bile özellikle AKP iktidarı sırasında satıldı. Türkiye, kâr transferleri yolu ile milyarlarca dolar kaybetti.

Üretim yerine Tüketim teşvik edildi. Türkiye ithal mal cennetine dönüştü. AVM’ler yabancı malları satan pazarlar haline geldi. Artan ithalat devleti de halkı da borca batırdı.

Bunlara AKP iktidarının borçlanarak temin edilen paraları üretim tesislerine değil de inşaata yatırmasını da eklenirse, Amerikan saldırılarına karşı ekonomimizin neden kolayca krize girdiği kolayca anlaşılır.

BU SİSTEM ÇÖKTÜ

Bu ekonomik sistem çökmüştür. Hadise bundan ibarettir. Bu sistemi savunan partiler de çökmüştür. Bu partilerin yetkililerini dinliyoruz, millete bir çözüm sunamıyorlar çünkü hala aynı sistem içinde kıvranıyorlar.

Erdoğan’ın ve Albayrak’ın konuşmalarını dinledik. Erdoğan işi Allah’a havale ediyor, hamasi laflar söylüyor ama çözüm yok. Albayrak ise devlet adamına yakışmayan bir tavır içinde uzun uzun konuştu ama boş konuştu. İnce ise dış güçleri palavra diye nitelendirip Amerika’nın tavrını inkâr etti. Akşener’in Trump’a cevabı ise, Hürriyet Heykeli’nin parasını biz verdik sözünden öteye gitmedi.

Türk milleti çözüm bekliyor. O çözüm yeniden Atatürk rotasına girmektir. Atatürk’ün milli, devletçi, halkçı ve devrimci ekonomik modeli esas alınmalıdır.

ÇIKIŞ YOLU

Türkiye bu zor durumdan üretim ekonomisini esas alan bir ekonomik devrimle çıkabilir. Eski sistem terk edilmelidir.

Öncelikle devlet tasarruf etmelidir. Tasarrufla sağlanan kaynaklar üretime yönlendirilmeli ve dış ticaret açığı kapatılmalıdır. Devletçilik ve planlı kalkınma esas olmalıdır.

Tasarruf diyoruz ama Erdoğan’ da böyle bir eğilim görmüyoruz. Cumhurbaşkanının emrindeki uçaklar THY filosuna katılmalı, milletvekilli maaşları derhal düşürülmelidir. Cumhurbaşkanı Çankaya'ya taşınmalıdır. Milletvekili maaşları bütçe tasarrufu açısından belki çok önemli olmayacaktır ama önümüzdeki sorunları göğüslemek açısından, milletimize mesaj vermek açısından çok önemlidir.

Amerikan saldırısı sadece bize değil, İran, Rusya, Çin ve Suriye de saldırılara maruz kalmış durumda. Bu ülkelerle hem siyesi hem de ekonomik ilişkilerin bir an önce yüksek düzeye çıkarılması lazım.

Halkın beslenmesi, ordu ve polisin donanımı, eğitim ve sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi dışında tasarrufa yönelmeli ve “Milli Direnme Ekonomisi” uygulanmalıdır. Bu ekonomi ancak bu ekonomik modeli esas alan bir partinin öncülüğünde ve milletin tüm sınıflarının katılımıyla uygulanabilir. O parti Vatan Partisidir. Vatan Partisinin merkezinde olan bir milli hükümetin kurulması gerekir. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar eninde sonunda milletimizi bu çözüme götürecektir.

Karamsar değiliz, umutluyuz. Biliyoruz ki, “Sönmez ebedi, her gecenin bir gündüzü vardır”. Ve bu gündüz “Üretim Devrimi’nin”  güneşi ile aydınlanacaktır.

1 Ağustos 2018 Çarşamba


EKONOMİK TABLO VE MARX

Şu bir gerçek: Kapitalist ülkelere baktığımızda, zengin de görüyoruz, fakir de ama yoksulların sayısı  azalmıyor hatta artıyor.  Ülkelerin milli geliri artıyor ama artan zenginlik eşit olarak paylaşılmıyor. Günümüz ekonomistlerinin bugünlerde en hararetle tartıştığı konu, zenginliğin paylaşılması ve artan gelir ve servet eşitsizliği oldu.

Sermayenin büyüme oranı milli gelirin büyüme oranından daha büyük; bu da paranın belli ellerde toplanmasına neden oluyor. Sermaye sahipleri zenginleşiyor ama emekçilere zenginlikten bir pay düşmüyor. Bu tabloya bakınca insanın aklına Marx ve sosyalizm geliyor. Kapitalist ülkelerdeki ekonomik gelişmeleri anlamak için Marx’ı tanımakta fayda var.

ÜRETİM BİÇİMİ DEĞİŞTİKÇE TOPLUM DA DEĞİŞİYOR

Marx’ın ilk eseri Felsefenin Sefaleti adını taşır. Bu kitabında toplumsal ilişkilerin üretim güçlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söyler. Kendi ifadesi ile anlatalım:

“Toplumsal ilişkiler, üretim güçleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yeni üretim güçlerinin keşfedilmesiyle, insanlar üretim vasıtalarını değiştiriyorlar; üretim araçlarını, yani maişet sebeplerini kazanmak yönetimleri değişti mi, insanların toplumsal ilişkileri de değişiyor.”

Bu görüşe göre her toplum, üretim tarzına göre, dönüşüm halindedir. İnsanların bilgileri üretim tarzlarını belirlemez, üretim şekilleri ilmi biçimlendirir, düşünsel yapıyı değiştirir.

Marx’ın en büyük eseri ise Kapital’dir. Kapital’de sermaye ve emek ilişkilerini açıklamak için iki görüş ileri sürer. Birincisine, “Artık Emek” ikincisine ise “sermayenin tekelleşmesi” diyebiliriz.

ARTIK EMEK (DEĞER)

Birinci görüşte, Marx, sermaye sahiplerinin nasıl emekçilerin zararına kazanç elde ettiğini anlatır. Marx’a göre her metanın bir mübadele değeri vardır. Emek kuvveti de bir metadır. Emekçi onu sermaye sahibi ile değiştirir. Emek kuvveti karşılığında ücret alır. Bu ücret emekçinin ürettiği metadan daha azsa, bu artık değer sermaye sahibinin kazancı olur. Bu şekilde para sermaye sahiplerine doğru akar.

SERMAYENİN TEKELLEŞMESİ

İkinci görüşe göre, zamanla kişisel mülkiyet yerini toplumsal mülkiyete bırakacak ve burjuva toplumu yok olup onun yerini emekçiler toplumu alacak.

Sermayedarların ve emekçilerin ortaya çıkışı sınıf savaşları sonucudur. Kapitalist sitem, “Gözeneklerinden kan ve çamur akarak doğdu” der Marx. Tekelleşme devam ettikçe sermaye birkaç elde toplanacak ve emekçilerin de sayısı giderek artacak. Bunun sonunda da artık sermayedarlık sistemi yaşayamayacak. Kişisel mülkiyetin son saati çalacak: “Tüketilenler (emekçiler), tüketenleri (sermaye sahipleri) tüketeceklerdir. Bu önemli durum kaçınılmazdır.

KAPİTALİZMİN SONU

Bu olgu kendiliğinden gelişmezse ve şiddetli bir ekonomik kriz ortaya çıkarsa, emekçiler yönetimi ele alır ve kapitalist sistem yıkılır, gider.  Emekçilerin egemenliği (proleteryanın diktatörlüğü) başlar. Bu sistemde kişisel mülkiyet olmayacak ve üretim aletleri toplumun ortak malı olacak. Emeğin ürünü ise, herkese emeği oranında dağıtılacak.

Kapitalizmin yıkılışı bir sondur. Sınıf çekişmesi de bu şekilde son bulacaktır.

SON AŞAMAYI MI GELİYORUZ?

Marx’ın bu tahminin gerçekleştiğini söylemek şimdilik mümkün değil. Kapitalist sistem acımazsız şekilde devam ediyor. Fakat Marx’ın tahmin ettiği gibi, fabrikalar küçükken büyüğe çevriliyor, bankalar ve şirketler birleşip büyüyor, Karteller ve tröstler ekonomiye egemen oluyor.

Bütün bunlar kapitalist sistemin son aşaması gibi görünüyor. Sermaye sahiplerinin sayısı azalıyor ama gelir ve servetleri artıyor. Emekçilerin milli gelirden aldığı pay azalıyor. İnsanlar arasında eşitsizlik giderek artıyor. Bunu sonu nereye varır, göreceğiz.