31 Ocak 2019 Perşembe


HDP’Yİ SAVUNMAK CHP’YE DÜŞTÜ

Siz hiçbir HDP’li yetkilinin PKK bir terör örgütüdür, bizim onlarla bir bağımız yoktur dediğini duydunuz mu? Duyamazsınız çünkü bu kendi kendilerini inkâr etmek olur; onu da yapmıyorlar.

Onlar yapmıyor ama CHP’liler HDP ile PKK’yı ayrı göstermek için çok çaba gösteriyorlar, gösterdikçe de gülünç duruma düşüyorlar.

Adamlar açık açık “Biz sırtımızı PKK’ya, YPG’ye dayadık” diyor, CHP’liler yok yok dayamamışlardır diyor.

Adamlar “Başkan APO’nun heykelini dikeceğiz” diyor; CHP’liler “yok canım böyle dememişlerdir” diyor.

Adamlar ölen teröristler için saygı duruşunda duruyor, PKK marşları söylüyor; CHP’liler yok canım HDP’liler böyle bir şey yapmazlar diye avunuyor.

Adamlar “PKK’nın öyle bir gücü var ki, sizi tükürüğü ile boğar diyor; CHP’liler “Onlar yağmur sizi boğar demiştir” deyip savunma yapıyor.

İnkâra ne gerek var; herkes de biliyor ki, HDP, PKK’nın siyasal uzantısıdır.

PKK’nın şehre inmiş halidir. Meclise girmiş halidir.

Mehmetçiğe sıkılan kurşunların tedarikçisidir.

Amerikan emperyalizminin uşağıdır. 

Ülke ve millet bütünlüğüne kast eden ihanet örgütüdür.

İHANETE ORTAK OLMAYINIZ

Sözüm Hem CHP’ye hem de İYİP’e:

Bu gerçekler gün gibi ortada iken bu bölücü takım ile şu veya bu şekilde işbirliğine girmek onların her türlü melanetine ortak olmak demektir.

İstediğiniz kadar işbirliği, ittifak yok deyin, halkımız her şeyi net görüyor.

Adaylar ve HDP’nin seçimlerdeki tavrı ortaya çıktıkça tablo daha da netleşmektedir. Mızrak çuvala sığmıyor artık.

HDP/PKK’nın bölmek istediği bu vatanın sınırları bir kutsal savaş sonucunda çizildi. Dökülen şehit kanları bu toprakları vatan kıldı.

Başkumandanımız Atatürk’tü.

Atatürk önderliğine çizdiğimiz bu sınırları değiştirmek için kurşun sıkmak vatana, millete ve Atatürk’e en büyük ihanettir. Bu ihanet içinde olanların ortaya Atatürkçü diye çıkması ise yüzsüzlüğün daniskasıdır.

Hem vatan, millet bölücüleri ile beraber olacaksınız, hem de Atatürkçü olacaksınız öyle mi? Yuh size!

Hem Mehmetçiğe kurşun atanlarla birlikte olacaksınız hem de milliyetçi olacaksınız öyle mi? Yuh size!

27 Ocak 2019 Pazar


BAZI SOLCULAR!

Türkiye’de kendisini solcu ilan eden insanlar var. Bunların soldan ne kadar uzak olduğunu anlatmak için Mehmet Ali Aybar’dan bir paragraf aktaralım. O Mehmet Ali Aybar ki, yıllarca Türk soluna fikirleri ve eylemleri ile hizmet etmiştir ve uzun yıllar TİP başkanlığı yapmıştır. Okuyalım bakalım:

“…dış münasebetlerimizdeki duruma gelince: Kuva-yı Millliye ruhuna sadık kalınmasını istiyoruz. Bu bütün bir programdır. Çünkü Kuvva-yı Milliye ruhu siyasi ve iktisadi istiklâlimizi, toprak bütünlüğümüzü her şeyin üstünde tutar. Kuvva-yı Milliye ruhu, herşeyden evvel Türk halk kütlelerinin menfaatini göz önünde bulundurmayı emreder. Çünkü Kuvva-yı Milliye ruhu, emperyalizmin düşmanıdır. Kuvvay-ı Milliye ruhu, dünya barış idealinin hizmetindedir. Dünya milletleriyle ve komşularımızla dostluk bağları kurmamızı ister”

“Kuvva-yı Milliye” yerine “solcu” kelimesini koyalım ve yazıyı değerlendirelim: Ne diyor Aybar? Solcu, Kuvay-ı Milliye ruhuna sadık olacak. Siyasi ve iktisadi bağımsızlığımızı ve toprak bütünlüğünü her şeyin üstünde tutacak. Türk halkının çıkarlarını göz önünde bulunduracak. Dünya barışına hizmet edecek.

Şimdi bir de CIA’nın yani Amerika’nın has adamı Graham Fuller’in şu sözlerine dikkat edelim:

“…evet! Türkiye çok etnik bir ülkedir ve bu gerçeği kabul etmelidir. Bu gerçeğin kabulü, daha gürbüz, çekici ve başarılı bir Türk Devleti’nin başlangıcı olabilir.”

“…Türkiye nüfusunun iç yapısı. Geçmişte genel olarak açıkça kabul edilmeyen bir şekilde, çok etnik görünüyor. Türkiye, çok etnik unsurlu, çok dinli bir toplumun sorunlarını nasıl halledeceği sorusuyla uğraşıyor.”

“Bugün Türk devletinin bir sorunu varsa, bu da aslında Kemalizm’in değişmez bir değerler paketi olarak var olmayı sürdürmesidir.”

“Eskide seçkin bir grubun, “Kemalizm” olarak adlandırdığı devletin doktrinleri, artık sorunu çözmek için yeterli olmadığı gibi Türkiye’ye yüksek bir maliyete neden oluyor.”

“Daha önemlisi liberal olmayan bu düzen (Kemalizm), Türkiye’nin demokratik değişimini engellemekte, İslamcılık ve Kürtler gibi iki ana sorunun çözümüne de zorlaştırmaktadır.

“Bunların ışığında, Türkiye Anayasası’nın ilk cümlesi olan “Türk devleti ebedidir” sözü Orwell dilini anımsatan daha eski bir dönemi çağrıştırmaktadır. Aslında Türk devleti de ebedi olmayacaktır”.

Yani Fuller diyor ki, Kemalizm’den vaz geçin. Türkiye’de çok etnik unsur var. Bunu göze alarak, Kemalizm’e dayanan bugünkü devlet yapısını değiştirin. Ancak bu şekilde İslamcılık ve Kürt sorununa çare bulabilirisiniz.

GRAHAM FULLER SOLCULUĞU

Şimdi size soruyorum, içimizdeki bazı solcular Aybar’a mı yakın, yoksa Fuller’e mi? Tabii bunlara solcu denirse.

Kendilerine solcu ve Atatürkçü diyen bu insanlar solcu da değil, Atatürkçü de değil.  Bunlara bir isim verilecekse en uygunu “Batıcı” olmalı.

Bu yalancı solcular sırtlarını Batı’ya dayamışlar, oradan güç alarak, Batı’nın Türkiye üzerindeki emellerine hizmet ediyorlar.

Fuller’in izinden gidip Kemalizm’i ya inkâr ederler ya da özünden saptırırlar. Ya da Atatürkçülük 1930’larda kaldı derler.

Bu yalancı solcular, yani batıcılar Amerika’nın Türkiye’yi bölmek için kullandığı PKK’nın siyasi kolu HDP’yi meclise sokmaya çalışırlar. Siyasileri bir oy bize bir oy HDP’ye verin der, yazarları, gazetecileri “hep CHP’ye oy vermeyin biraz da HDP’ye destekleyin, bunlar da barajı aşsın” diye yazılar karalarlar, televizyon programları yaparlar.

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu çekincelerin kaldırılmasını ve böylece federasyona gidilecek yolun açılmasını isterler.

Bu yalancı solcular Mustafa Kemal’in askeri olmayı ret eder ama PKK’lı Sakine Cansız’ın kankası olur. Ermeni soy kırımı yapılmıştır der, sonra da il başkanı olurlar.

Atatürk Dersim’de katliam yapmıştır diye iddiada bulunur ve Seyit Rıza denen eşkıyanın heykelinde bildiri okurlar.

Bunlar “Adalet Yürüyüşü” yapar, hapisteki ABD uşaklarına özgürlük isterler. Bizde demokrasi, adalet yok, ne olur bize biraz demokrasi ve adalet getirin diye Batı’ya yalvarırlar.

Bunların bazı yazarları, profesörleri yabancı çıkarların savunuculuğunu yapar; bunun için yüksek ulufeler alırlar. Bunu parasız yapanları da vardır.

Bunlar Amerika ve Avrupa hayranıdır. Bu hayranlıklarından dolayı Batı hakkında objektif, gerçekçi değerlendirmeler yapamazlar.

Türk milletini gerici ve cahil bulurlar. Batılılar gibi yaşamayı çağdaşlık sanırlar.

Ekonomik olarak liberalizmi ve küreselleşmeyi savunurlar; bu yolla Batı’nın Türkiye’yi sömürmesine aldırmazlar.

Amerika, “Diktatör var, demokrasi getireceğim” deyip nerde darbe yapmaya kalksa, ABD’nin savunucusu olurlar. Son örnek Venezuela’da olduğu gibi…

Bu solcularda Aybar’daki millilik özelliği olmadığı için bunlara batıcı diyoruz. Bu batıcılardan emperyalizm karşıtlığı da zaten beklenemez.

Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği ret eden bu solcu geçinen batıcılar için Uğur Mumcu’nun sözlerini hatırlatalım:

“Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği yadsıyarak solculuk yapma gafletine düşen bir sol, Türkiye’de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da... Türk milliyetçiliği Türk halkının alın terini yabancı çıkarlara karşı korumak demektir...”

24 Ocak 2019 Perşembe


BAZI TÜRKÇÜLER!

Amerika ile cephe cepheye geldik. Amerika BOP projem var, sizi böleceğim, sizden kopardığım topraklara Kuzey Irak ve Suriye’yi de katıp Kürdistan adlı ikinci bir İsrail devleti kuracağım dedi. Olmaz dedik ve 24 Temmuz 2015’den bu yana savaşıyoruz. Amerikan silahlandırıp üzerimize saldığı PKK’yı Diyarbakır’da, Hakkari’de Şemdinli’de kendi açtığı hendeklere gömdük.

Amerika bu seferde içimize yerleştirdiği ajanlarla darbe yapmaya ve yönetime el koymaya kalktı. 15-16 Temmuz gecesi İstanbul’da, Ankara’da göğüs göğüse vuruştuk. Kahraman askerlerimiz, polislerimiz Türk milleti ile birlikte Amerika’yı o gece yendi.

Bundan 39 gün sonra TSK Fırat kalkanı harekâtı ile Suriye’ye girerek Amerika’nın açmak istediği koridoru yardı. 5 ay sonra ise Zeytin dalı harekâtı ile Afrin’e girdik.

Bu harekatlarda karşımızda hep Amerika’nın silahlandırdığı, eğittiği, maaşa bağladı örgütler vardı. Bütün bu çatışmalarda yenilen Amerika oldu.

Amerika-İsrail emperyalizmi sadece topraklarımıza değil, denizlerimize yani mavi vatanımıza da göz koymuş durumda. Yalnız da değiller; Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ile birlikte tatbikatlar yapıyorlar hem de destroyerlerin, muhriplerin namluları Türkiye’ye doğrultulmuş halde. Bizden Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki haklarımızdan vaz geçmemizi istiyorlar.

Ekonomik saldırı da var, hem de uzun yıllardır. Küreselleşmeyi, liberal ekonomiyi, borçlanmayı, özelleştirmeyi dayattılar. İşbirlikçiler ile birlikte Türkiye’yi borç batağına soktular. Halkı yoksullaştırdılar. İşsizliği artırdılar, çalışanları sendikasızlaştırdılar.

Her şey ortada; Türkiye için tehdit de tehlike de düşmanlık da Amerikan kaynaklı.

SORUYORUM:

Şimdi bazı Türkçülere soruyorum:

Amerika’nın bizden koparmaya çalıştığı topraklar Türk vatanı değil mi?

Doğu Akdeniz’de Ege’de bizim mavi vatanımız yok mu?

Bu toprakları Amerikan planlarına karşı korumak için şehit düşen evlatlarımız, onların arkasından ağlayan anneler, babalar, evlatlar, yetim, öksüz kalan çocuklar Türk değil mi?

PKK’nın Amerikan mermilerini, füzelerini, bombalarını kullanması sonucu hayatını kaybedip şehitliklerde uyuyan Mehmetçikler, polisler Türk değil mi?

Amerika’nın dayattığı ekonomik programlar sonucu kaybettiğimiz fabrikalar, işletmeler, bankalar Türk milletinin değil miydi?

İşsiz gençler, yoksul insanlar, aç yatan çocuklar, ayakkabı bulamayan öğrenciler Türk değil mi?

Sendikaya üye oldu diye kovulan işçiler, yıllarca atanma bekleyen öğretmenler, memurlar Türk değil mi?

Bu ortamda Türkçülük, Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ederek yapılır. Türkün haklarını, Türkün vatanını savunarak yapılır.

BARİ HAYKIRIN!

Türk milleti aleyhine çalışan ülkeleri protesto etmek güzel bir şey. O halde ne bekliyorsunuz? Amerika’nın yaptıklarını ve yapmak istediklerini görmüyor musunuz? Bir gün de çıkın meydanlara “Kahrolsun Amerika-İsrail emperyalizmi”, “NATO’ya hayır”, “İncirlik Amerikalılara kapatılsın”, “Tam Bağımsız Türkiye” diye haykırın. Haykırın da Türkçü olduğunuzu bilelim.

Şunu da bilelim ki, yanlış eylemler, Amerika’nın Türkiye’yi yalnızlaştırma politikasına hizmet eder. 

14 Ocak 2019 Pazartesi


YUSUF AKÇURA VE PARVUS

Yusuf Akçura tamam da bu Parvus nereden çıktı diye sorabilirsiniz. Bu soruya cevap vemeden önce Osmanı’nın son dönemine bir bakmak lazım.

Tanzimat, Abdülhamid ve Meşrutiyet döneminden söz ediyoruz. Ülke tıpkı şimdiki gibi borç batağındaydı. Anadolu halkı yoksulluktan da öte aç yaşıyordu. Yediği kuru ekmek, giydiği bir kaç paçavradan ibaretti. Köylülere mütegallibe, toprak ağaları egemen durumdaydı. Yer yer isyanlar eşkiyalık sürüp gidiyordu. Miri topraklar yağmalanıyordu. Kırsal nüfusun % 5’i olan çiftlik sahibi ve ağalar ekilebilir toprağın üçte ikisini elinde tutuyordu. Köylüler ağaların topraklarında maraba, yarıcı oarak çalışıyor, elde edilen ürünün yarısı yatırıma hiç katılmayan ağaya gidiyordu. Resmen % 12.5 olan âşar, mültezimler yüzünden ekinin %30-40’ını köylünün elinden alıp gçtürüyordu.

Özellikle 1838 tarihli Baltalimanı Antlaşması, Osmanlı’da mevcut cılız sanayii yok etmekle kalmamış, küçük esnafı da yaralamıştı. İktisaden bağımsız olamayan Osmanlı siyaseten de bağımsızlığını yitirmişti ve  kenarına kadar geldiği uçurumdan düşmemek için çırpınıyordu.

KİM BU PARVUS?

Türk Devriminin öncülerinden Yusuf Akçura o dönemde Türkçülerin çıkardığı derginin yönetmenliğini yapıyrodu.  Türk iktisatçılarını halk ve köylünün sorunları ile ilgili yazılar yazmağa davet ettiğinde hiç birinden cevap gelmemişti. O zaman Türkiye’de bulunan yabancı bir iktisatçının yazılarını dergisinde yayınlamak zorunda kalmış. Yazılarında Parvus adını kullanan ve aslı adı Alexander Helphand olan bu kişi, zamanının tanınmış sosyalistlerindendi. 1905 yılında Sibirya’ya sürülünce, kaçıp Türkiye’ye gelmişti.

Parvus öncelikle ülkenin ekonomik ve istatistik tablosunu çizdi. Sonra da çözüm yollarını gösterdi. Ona göre, Türkiye siyasal bağımlılıktan kurtulmak için her şeyden önce ekonomik bağımlılıktan kurtulmalıydı. Türkler bağımsız yaşamak istiyorlarsa kendi işlerini kendileri görecek hale gelmek zorundadır diyordu.

Görüşlerini özetlemeye çalışalım:

Türkiye’nin geriliğinin esas nedeni Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline gelmesidir. Türkiye’nin tarım, ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altındadır.

Bu böyle oldukça, Türkiye kalkınmak için bir destek bulamaz. Türk köylüsü ve esnafı bu koşullarda kalkınamaz.

Dış yardım ve sermaye girişi ile de kalkınma mümkün olmaz çünkü ekonomin geçmişte bu yola başvurulduğu için geri kalmıştı. Dışarıdan kaynak bulma ancak eskiden daha ağır şartlarda olabilir; bu şartlar ise çöküntüyü hızlandırır.

Türk aydınları halktan kopuk olduklarından toplumun büyük çoğunluğu olan köylülerin perişanlığını bilmiyor. Avrupa’dan alınacak yardımla Türk toplumunun Batı uygarlığına katılacağını sanıyorlar. Türk toplumu Batı uygarlığının dışındadır; Batı ile onun arasındaki ilişki sadece sömürenle sömürülen ilişkisidir. Türkiye Avrupa’nın sömürgesi olma yolundadır.

PARVUS AYDINLAR UYARIYOR

Aydınlara hitap eden bir yazısında da şöyle diyor:

“Çağımızın istediği bir iktisadi kuvvet vücuda getirmeyecek olursanız helâk olmanız muhakkaktır. Balkan muharebesinden sonra da Türkiye mali ve sinaî bakımdan eskisinden daha fazla soyulmaya devam edecektir. Zira bu ülkede egemen güçler ne hükümet, ne Türk halkı, ne Müslümanlar ne de Hristiyanlardır; burada gerçekte egemenlik gücü olan Avrupa maliyesidir. Siz alacaklılarınızın hizmetçisi durumuna düştüğünüz gibi, devletiniz de onların çıkarına hizmet etmektedir. En önemli sorun, bütün hezimetlerinizin Avrupa diplomasisi ve yüksek mali çevreleri tarafından hazırlandığını artık anlamanızdır.

Türkiye için kurtuluş yolu, demokrasidir, fakat bu demokrasi sizin tanıdığınız diplomatlar ve bankerler Avrupa’sının demokrasisi değil, kendi sömürücüleri ile savaşan Avrupa’nın demokrasisidir.

Siz aydınlar halktan uzaklaşmışsınız; kendi ulusunuzu tanımıyorsunuz. Siz milletinizi ya kendi hayalinizde kahramanlık heyûlası şekline sokarak göklere  çıkarıyorsunuz, ya da muhafazacılığından ötürü onu yerlere çalıyorsunuz. Fakat siz milletinizin kanının artık son damlasını akıtmakta olduğunu hâlâ görmüyorsunuz, başkentinizin kapıları önünde gürlemekte olan top sesleri (Balkan Harbini kastediyor) kalpleriniz sarsmıyorsa, siz avcıları tarafından kuşatılmış bir av hayvanı gibi bir köşeye sıkıştırıldığınızı hâlâ anlamıyorsanız, size daha ne söyleyebilirim.”

AKÇURA DA AYNI GÖRÜŞTE

Yusuf Akçura’nın da Parvus ile aynı görüşleri paylaştığını şu ifadelerinden anlıyoruz:

“Avrupa’da büyük sanayi ve sermayenin oluşmasıyla, Osmanlı ülkesine girişi, ekonomimizi alt üst etti ve memleketimizin ekonomik krizinde hiç şüphesiz, en önemli etken oldu…

“Abdülmecit zamanında borçlanma kapısı geniş açıldı ve en çok bu kapıdandır ki Avrupa’nın büyü sermayesi, Osmanlı ülkesine girip istila etti. Sanayi ürünleri ile memleketten aldığı kazanca para kirası olarak aldığı faizler eklendi. Ecnebilerden alınan borç paraların mühim bir kısmı, egemen zümre ve padişahlar tarafından verimsiz masraflara tutuldu…”

“Avrupa sermayesinin istilasının sonuçları bu kadar mı? Hayır efendiler, hayır! Bu istiladan dolayı memalik-i Osmaniye’de küçük ve orta sanayi hemen hemen kalmadı.”

“Memleketin seneden seneye fakirleşmesinin en mühim sebebi, kanaatimce ecnebi sermayesinin memleketimize girip faiz ve temettü yolu ile, müstakil sanayi ve ticaretimizi imha suretiyle, milli servetimizi çekmesi ve ezmesi olmuştur.”

ÜRETİM DEVRİMİ KAPIDA

Akçura ve Parvus’un tespitleri ve uyarıları bugün de geçerlidir. Türkiye en kısa zamanda Batı sermayesinin bize dayattığı ekonomik modelden vazgeçmelidir. Hasapsız borçlanmalarla ve dışa bağımlı bir ekonomik modelle kalkınmak vefaha ulaşmak mümkün değildir.

Cumhuriyet devrimi ile geçmişteki zorlukları nasıl aştıysak bugün de ‘üretim devrimi’ ile bu zor günleri geride bırakacağız. Buna inanıyoruz çünkü Türk milletine güveniyoruz.

10 Ocak 2019 Perşembe


ENGELLİ DEMOKRASİ

31 Mart yaklaşıyor, yeni bir seçim dönemine girdik. Seçimler yapıldığına göre ülkede demokrasi var kabul ediyoruz. Doğrudur demokrasi var da, ne kadar var acaba?

Elbette demokrasi toplumlar için bir gerekliliktir. Geniş halk kitlelerinin isteklerini kabul ettirmek için de önemli bir araçtır. Ama halkın isteklerinin önünü kesmek isteyen, emperyalizm ile işbirliği içinde olanlar için de bir araçtır.

Yıllardır ülkemizde demokrasi var veya öyle diyorlar. Mevcut durumumuza bakalım ve karar verelim; acaba bu araçtan kim faydalanmış, halkımız mı, yoksa bir avuç sermaye sahibi mi?

MEVCUT DURUM

Türkiye borç batağında. İşsizlik, yoksulluk hatta açlık sınırı altında yaşayanların sayısı gittikçe artmakta. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliği ciddi boyutlarda. Parası olanlar sağlık ve eğitim hizmetlerinden daha iyi faydalanıyor. Parası olanlar askerlik bile yapmıyor. Halkın büyük çoğunluğu ekmeğin ucuz olması ile teselli edilirken, zenginler, yoksulların bir ayda yiyeceğe verdiği parayı bir gece de lüks restoranda harcıyor.

Demokrasi halk egemenliği ise,  bu tabloyu halkımız mı istedi? Halk eğer egemen olsa böyle bir tablo oluşur muydu? Halk çıkarlarını koruyamıyorsa, demokrasi kimin için var? Bu düzen kimin eseri? Elbette halkın değil.

Demek ki, demokrasi denen aracı halkımız kullanamamış. Kullananlar da köşeyi dönmüş. Onun için de seçimler, para babaları arasında bir yarışa dönmüş durumda. Çoğunluğun yoksulluğu, azınlığın servetine dönüşmüş.

ZİHİNLER BULANIK

Tartışılması gereken husus şu: Her türlü eşitsizliği artıran ve sermayenin giderek belirli ellerde toplandığı bu kapitalist sistem içerisinde gerçek demokrasi olur mu, olmaz mı? Bu soru hiç bir zaman gündeme gelmiyor. Gelmez çünkü medya dediğimiz kurum sermaye sahiplerinin sözcüsü durumuna getirilmiş. Kapitalizm tabuya dönüştürülmüş.

Sosyalizm halkımızın gözünde adeta bir canavara dönüşmüş. Liberal ekonominin aç bıraktığı geniş yığınlar hala kapitalizmin dışında bir çare yok sanıyorlar.

İnsanlarda sınıf bilincinin gelişmesi engeleniyor. Onun yerine cemaat bilinci, etnik kimlik bilinci, mezhep bilinci pompalanıyor. Bu bilinçteki insanlar seçimlerini kendi çıkarları doğrultusunda yapamıyor. 

Doğu ve Güneydoğu halkının yosulluğu buradaki insanların sınıf bilinci ile değil, etnik kimlik bilinci ile hareket etmesinden kaynaklanıyor. Kazanan da demokrasi aracını kendi çıkarı için kullanan dış güçler ve ağalar oluyor.

Kürtlerin ayrı partisi olsun, Çerkezlerin ayrı partisi olsun, alevlerin ayrı partisi olsun, sünnilerin ayrı partisi olsun derseniz halkı yanlış seçimlere zorlarsınız. Kazanan kompradorlar, ağalar, şeyhler olur; nitekim de öyle oluyor.  Halk fakirleşirken zenginler daha da zengin oluyor. Üstelik ülke kaynakları da yabancıların eline geçiyor.

Yıllardır medyamız etnik kimlik, din, mezhep ayrılıklarını pompalıyor. Köylünün, işçinin, küçük esnafın dertleri, problemleri dile getirilmiyor. Sınıf bilincinin oluşmasına izin verilmiyor.

Din kişisellikten çıkarılıp sosyalleştirilmiş. İdeolojiye dönüştürelen dini inançlar yüzünden emekçiler ücretlerinin düşüklüğünü Allah’ın takdirine bağlamışlar ve haklarını arayacak eylemleri yeteri kadar yapamıyorlar. Gerçek hayataki cehennem, öteki dünyadaki cennet ile dengeleniyor. Dincilerin gerçek dini ise “arz-talep” yasası olmuş

YASAL ENGELLER

Olağanüstü yetkilerle donatılmış bir başkanlık sistemi var. Cumhurbaşkanı hükümeti belirliyor, kanun yapabiliyor, yüksek yargı organlarının üyelerini seçiyor. Yasama, yürütme ve yargı bir elde toplanmış durumda. Cumhurbaşkanının belirlediği hükümetin TBMM’den güven oyu almasına gerek yok. Milletvekilleri bakanlar hakkında gensoru veremiyor.

Meclisin yetkileri kısıtlanmış. Denetleme görevi kalmamış, yasama görevinin bir kısmı Cumhurbaşkanına devredilmiş, bütçe yapma hakkı elinden alınmış.

Bu şartlarda sağlıklı bir demokrasiden söz etmek mümkün mü?

Demokrasi önündeki yasal engeller bu kadar da değil. Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sistemi de demokrasiye uygun değil. Parti lideri adayı belirliyor, seçmenlerine de “tıpış tıpış gidip oy verin” diyebiliyor. % 10’luk seçim barajı ise, milyonlarca insanın gerçek tercihlerinin önünde aşılmaz bir duvar olmuş.

ÇARE: DEVRİMLERE DEVAM

Türkiye bu zor ve kabul edilemez duruma Atatürk devrimlerinden geri dönerek geldi. 1940’lı yıllardan sonra karşı devrimciler milletin geleceğine egemen oldu. Türk Devrimi’nin temel amacı olan “Kayıtsız şartsız millet egemenliği” tam olarak sağlanamadı.

Kapitalist sistem, demokrasinin bir şartı gibi sunuldu. Halkın egemen olamadığı ortamda çıkar grupları ve yabancı güçler ülkeyi bu hale getirdi.

Çıkış yolu bellidir; tekrar Kemalist devrime dönmek gerekir. Hedef yeniden “İstiklal-i Tam” ve “Hakimiyet-i Milliye” olmalıdır. İçinden geçtiğimiz zor dönem Türk milletini buna mecbur etmektedir. İnanıyoruz ki,  mecburiyetler milletimizin geleceğini belirleyecek ve Kemalist devrim tamamlanacaktır.

3 Ocak 2019 Perşembe



SİSTEMİ SORGULAYALIM

Ekonomik kriz içerisinde olduğumuzu inkar etmek mümkün değil. Yükselen enflasyon, artan işsizlik, ardı ardına ilan edilen konkordatolar, iflaslar, fabrikalardan çıkarılan işçiler, bozulan gelir dağlılımı, artan ekonomik eşitsizlikler bu krizin kanıtları...

İnsanlar çare arıyor ama suçlanan sadece iktidarlar oluyor. İktidar değişince, her şey düzelecek sanılıyor. 1980’den bu yana uygulanan liberal kekonomik model ise hiç sorgulanmıyor.

Sistem sorgulanmıyor çünkü kapitalist, liberal ekonomik modelin en başarılı sistem olduğuna dair insanlar inandırılmış, önyargılar oluşturulmuş. Bırakın sosyalizmi, devletçilik, planlı kalkınma bile tu kaka olmuş. Küreselleşmiş, liberalleşmiş bir ekonomik modelin çok başarılı olacağına dair kanaatler insanlarımızın beynine çakılmış.


KÜRESELLEŞME EMPERYALİZMİN DAYATMASIDIR

‘Küreselleşme’ emperyalizmin bir diğer adıdır. Büyük sermayenin paraları toplamak için kurduğu ve uygulamaya soktuğu bir sistemdir. ABD, bu sistemi sürdürmek için, yıllardır kendi planladığı ve yürüttüğü canice ve insafsızca savaşlarla dünyayı kana buladı.

Bu sistemin kaymağını yiyenlerin, sermayelerini sürekli artıranların  yönetip yönlendirdiği bir medyamız var. Bu medyanın yazarları, çizerleri, sözcüleri sistemin tartışılmasına izin vermiyor. Atlantik sistemi liberalizmi dayatıyor, bu yazar çizer takım da onların sözcülüğünü yapıyor. Toplumun önüne başka ekonomik modeller konulmuyor.

Meclis içindeki partiler, iktidarı ile muhalefeti ile bu sistemin savunucusu kesilmiş. Aralarındaki yarış ise bu sistemden faydalanmak için iktidara gelme mücadelesine dönüşmüş.

YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR

Oysa dünya değişiyor. Amerikan’ın egemen olduğu ve kapitalist, liberal ekonominin diğer ülkelere şu veya bu şekilde dayatıldığı dönem geride kalıyor.

Çin, Hindistan gibi ülkelerin hızlı kalkınması ve refahın topluma daha hakkaniyetli biçimde dağıtıldığının görülmesi Atlantik sisteminini de onun ekonomik modelini de tarışılır hale getirdi. Kapitalist, liberal ekonomi geride sömürü, zulüm, kan ve göz yaşı bırakarak etkisini yitiriyor. Atalantik çağı bitiyor, Avrasya çağı başlıyor.

ÖN YARGILARIMIZI YIKALIM

Değişen dünyaya gözlerimizi kapatamayız. Gözlerimiz açalım, kulaklarımızı farklı seslere alıştıralım ve ön yargılarımızı yıkalım artık. Kapitalist liberal sistem dışında kalkınan ülkeleri görelim.

Serbest ticaret, sürekli özelleştirme, gümrükleri indirme, ihtiyaçları ithalatla karşılama, işçi haklarına kısıtlama, sermayenin ve malların serbest dolaşımı, yabancılara maddi varlıklarımızın satışı dönemine artık son verelim.

SİSTEMİ DEĞİŞELİM

İktidarı değiştirmek çözüm değildir. İktidarle birlikte sistemi değiştirelim. Özal gider, Çiller gelir; Çiller gider, Derviş gelir; Derviş gider, Erdoğan gelir ama sorunlar bitmez.Türkiye, üretimi esas alan, planlı, kamu ağırlıklı, emekçilere saygı duyulan yeni bir ekonomik sistemi bir an önce uygulamaya başlamalıdır.

Siyasi seçimlerimiz bu gerçeğe göre yapalım. Kim “Üretim Ekonomisini” savunuyorsa, kim Avrasya çağının öncü partisiyse iktidarı ona verelim.