30 Mart 2017 Perşembe

ADİL ÖKSÜZ'Ü KİM KAÇIRDI?

Aydınlık Gazatesi büyük bir gazetecilik örneği vererek çok önemli bir haber yayınladı. Haberin özeti şöyle:

“15 Temmuz darbe girişiminin mimarlarından FETÖ'nün firari “Hava Kuvvetleri İmamı” Adil Öksüz'ün kaçışında AKP Samsun Milletvekili Fuat Köktaş ve AKP Samsun İlk Adım Belediye Başkanı Erdoğan Tok'un rol aldığı iddia edildi. 16 Temmuz günü Kazan ilçesinde gözaltına alınıp daha sonra mahkemece serbest bırakılan Adil Öksüz'ün nasıl kaçtığı aylardır Türkiye'nin önemli gündem maddelerinden biri.

Aydınlık'ın ulaştığı kaynaklar, Adil Öksüz'ün Samsun'un Yeşilyurt Limanı'ndan yurtdışına kaçtığını söyledi. Daha ilginç olanı Adil Öksüz'ün Samsun'a nasıl geldiği. Kaynaklar, Öksüz'ün Samsun'a AKP Samsun Milletvekili Fuat Köktaş'a ait bir araç ile geldiği yine aynı araçla Samsun İlk Adım Belediye Başkanı Erdoğan Tok'un evine gittiğini iddia etti. Aydınlık'a bilgi veren istihbarat ve emniyet kaynaklar, bu evde belli bir süre kalan FETÖ'cü Öksüz'ün Samsun'daki Yeşilyurt Limanı üzerinden kaçtığını bildirdi. Samsun'dan Batum'a geçen Öksüz, oradan da Kırgızistan'a geçti. Halen Kırgızistan'da saklandığı ifade edilen Öksüz'ün Kanada'ya geçmeye çalıştığı da gelen bilgiler arasında.”

FETO ile mücadele eden bir iktidar bu haber karşısında ne yapması gerekirdi? Olayın üzerine gidip sorumlular hakkında yasal işlem başlatması gerekmez miydi? Gerekirdi ama ne oldu? Bu haberi yayınlayan internet sitelerine yayın yasağı geldi. Olayın üstü adeta örtüldü.

Bu tutum FETO'nun siyasi ayağı üzerindeki süpekülasyonları artırdı.

Akla şu soru geliyor: Acaba söz konusu haberde suçlanan AKP milletvekili ve belediye başkanı olduğu için mi böyle bir tutum benimsendi?

KONSOLOSLUK VE ADİL ÖKSÜZ

Tam da bu sırada haber ajanslarına yeni bir iddia ulaştı. 15 Temmuz'dan 6 gün sonra ABD Başkonsolosluğu tarafından telefonla aranıyor.

Bu çok önemli iki habere Vatan Partisi hariç diğer siyasi partiler sessiz kaldı.

Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek bir basın toplantısı düzenledi ve konu ile ilgili değerlendirmeler yaptı ve “Darbeye iştirak suçundan ABD İstanbul Başkonsolosu hakkında da soruşturma açılmalıdır." önerisini yaptı.

Sayın Perinçek'in basın toplantısında söylediklerinin özeti şöyle:

"Aydınlık Gazetesi üç günden beri FETÖ’nün Hava Kuvvetleri İmamı Adil Öksüz’ün Samsun’a kaçırılması ve saklanması konusunda yayın yapıyor. Adil Öksüz’ü kaçıranların ve onu saklayanların AKP Milletvekili ve AKP’nin Samsun ilinin kadın belediye başkanı olmaları olayın boyutlarını bütün çıplaklığıyla ortaya seriyor.

Şimdi FETÖ darbesinin ABD güdümlü olduğu gerçeğini kanıtlayan yeni bilgiler bizzat savcılar tarafından basına açıklanmış bulunmaktadır.

Adil Öksüz bilindiği gibi FETÖ darbesinin merkezindeki adamdır. İtirafçı generallerin verdikleri ifadelere göre, Adil Öksüz darbeyi planlayan merkezin başındadır. Yapılan planı Pensilvanya’da Fethullah Gülen’e götürmüştür ve onun onayını aldıktan sonra plan uygulamaya konmuştur.

-Elebaşı Adil Öksüz darbeden 6 gün sonra ABD Başkonsolosluğu tarafından aranıyor.

-ABD İstanbul Başkonsolosluğu darbenin elebaşısı olduğu için polis tarafından aranan adamı arıyor.

-ABD İstanbul Başkonsolosluğu Adil Öksüz’ün darbedeki yönetici rolünü bilmektedir. Çünkü olay gazete manşetlerinden kamuoyuna duyurulmuştur.

-ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nun baş suçlu Adil Öksüz ile ilişkisi bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.

-ABD Başkonsolosluğu’nun 15 Temmuz Darbesi suçuna iştirak ettiği gözükmektedir.

Bugüne kadar darbenin İncirlik’teki karargahtan yönlendirildiği konusunda ciddi bilgiler vardı. Bu bilgiler bizzat Başbakan Binali Yıldırım tarafından kamuoyuna açıklandı. Şimdi yeni bir kanıt daha savcılar tarafından elde edilmiş bulunmaktadır.

Darbe gecesi çeşitli televizyon kanallarından ve sosyal medyadan defalarca açıkladığımız gibi, FETÖ darbesinin arkasındaki küresel güç Amerika Birleşik Devletleri’dir.

FETÖ darbesi suçuna katılanların Amerikalı olması, suçu ortadan kaldırmaz. Suçlu, Amerikalı olsa da suçludur.

Darbeye iştirak suçundan ABD İstanbul Başkonsolosu hakkında da soruşturma açılmalıdır."

Gelişmeleri takip edeceğiz, bakalım Hükumet gerkeli girişimlerde bulunacak mı? Herhangi bir işlem yapılmazsa, FETO'nun siyasi boyutunun gücü tartışma konusu olacak.

23 Mart 2017 Perşembe

ÖNCE DÜRÜSTLÜK GEREK

Türk Milletinin gerçek sorunları bir yana bırakıldı, "evet hayır" tartışması yapılıyor.

Politikacılara ve halkımıza hatırlatmak lazım:

Millet aç, işsizlik artıyor, halkın da devletin de, özel sektörün de borçları artıyor. Gelir dağılımı giderek bozuluyor. Açlık sınırının altında yaşamaya çalışan binlerce vatandaşımız var. Tüm dünyada enflasyon ortalaması % 1-2 iken bizde % 10'nu geçmiş durumda.

Bunlara çare aranmıyor; varsa da yoksa da "evet mi hayır mı".

Sanayileşme tartışılmıyor, tarım tartışılmıyor, hayvancılık tartışılmıyor; üretim nasıl artar da millet zenginleşir konuşan yok. Refahı artıralım ve tabana yayılım diyen yok.

Televizyonlarda, gazetelerde, salonlarda, meydanlarda "evet hayır" konuşuluyor.

DÜRÜST OLMAK LAZIM

"Evet hayır" kampanyası sürüyor ama dürüstlük de yok.

Halk oylaması sürecinde halkın sağlıklı karar vermesi yalanlarla, zorbalıklarla engellenmeğe çalışılıyor. Devletin tüm imkanları haksız biçimde “Evet” denmesi için kullanılıyor.

AKP'nin afişlerine, söylemlerine bakıyorum, şaşırıyorum ve halkı yanıltmaya yönelik söylemleri görünce ben utanıyorum.

Afişlerde neler var ve doğrusu nedir, bazılarını açıklamak isterim:

Güçlü Meclis” deniyor ama aslı öyle değil. 

Meclis yasama organıdır ve iki görevi ve yetkisi var: Kanun yapmakve hükumeti yani yürütmeyi denetlemek. Değişiklik teklifi ile meclisin yasama yetkisi cumhurbaşkanına aktarılıyor. Denetim yetkisi ise tamamen kaldırılıyor.

Cumhurbaşkanı ve bakanlar meclisin dışında ve meclisin kontrolünden kurtulmuş durumda görev yapacak. Bakanlar meclise bile gelmeyecek, sarayda oturacak. Millet 5 yıl boyunca kendi kaderi üzerinde söz sahibi olamayacak.

Yargı tarafsız ve bağımsız olacak” ifadesi de doğru değil. 

Anayasa ve HSK'nun üyelerinin çoğunluğunu doğrudan veya dolaylı olarak cumhurbaşkanı belirleyecek. Böyle bir sistemde yargı bağımsız ve tarafsız olabilir mi?

Cumhurbaşkanı artık sorumlu olacak” deniyor ama bu da doğru değil. 

Değişiklik gerçekleşirse, cumhurbaşkanı suç işlerse (hırsızlık, gasp, adam yaralama ve öldürme gibi..) 301 milletvekilinin teklifi ve 400 milletvekilinin onayı ile yargılanabilecek. Siyasi sorumluluğu ise hiç yok. Yaptıklarından ve çıkardığı kanunlardan dolayı kimseye hesap vermeyecek. 

Millete hesap verecek deniyor ama bu ancak 5 yıl sonra cumhurbaşkanının tekrar aday olması ile kısmen mümkün. Aday olmazsa ne olacak? Hesap filan sorulamayacak, yaptığı yanına kâr kalacak. Ömür boyu da hesap sorulamayacak.

Sanırım bu kadarı yeter ve umarım ki, milletimiz bu gerçekleri görür ve "HAYIR" oyu vererek demokrasiyi ve cumhuriyeti korur. 


22 Mart 2017 Çarşamba

BİZE SORUYORLAR!

Referandumda bize ne sorulduğunu bilmeden sağlıklı bir karar vermek mümkün değil.

Soruyorlar:

Egemenlik millette değil de 5 yıllığına da olsa tek bir adam da olsun?

Millet kaderini her 5 yılda bir tek bir insana emanet etsin mi?

Devletin yasama, yürütme ve yargı kuvvetinin üçünü de tek bir kimse elinde toplasın mı?

Devletin tüm güçlerini elinde toplayan cumhurbaşkanını TBMM denetlemesin mi?

Cumhurbaşkanı ve bakanlar siyasi açıdan yargı makamları ve TBMM dahil, hiçbir kuruma karşı sorumlu olmasın mı?

Hükumet ve başbakanı millet belirlemesin mi?

Başbakan ve hükumet yok olsun mu?

Bakanlar, milletvekili olmayanlar arasından yani milletin seçmediği kimselerden mi oluşsun?

Bu bakanlar sadece cumhurbaşkanına karşı sorumlu olsun ama TBMM'ye karşı sorumlu olmasın mı?

Hâkim ve savcıları dolaylı da olsa tek bir kişi mi belirlesin?

EVET DERSEK NE OLACAK?

“Evet” dersek, bir cumhurbaşkanı seçeceğiz, o da devletin tüm güçlerini sorgusuz sualsiz kendi belirlediği kimselerle birlikte kullanacak. 5 yıl kimseye hesap vermeyecek. Kanun yapacak, dolaylı da olsa hakimleri belirleme yetkisine sahip olacak.

Böyle bir yönetim tarzını gelişmiş, demokratik özellik kazanmış ülkelerde göremezsiniz. Bu yönetim şekli bize demokratik devrimler yapılmadan önceki Avrupa ve Asya'daki yönetim biçimlerini hatırlatıyor.

Açın Maksim Gorki'yi, Tolstoy'u, Gogol'u, Balzac'ı, Victor Hugo'yu, Charles Dickens'i okuyun, Rusya'daki, Fransa'daki, İngiltere'deki yoksulluğu, sefaleti, sömürüyü görün. İnsanın insana nasıl zulmettiğini öğrenin.

Osmanlı'nın da bu ülkelerden bir farkı yoktu. Anadolu köylüsü yüzyıllarca aç, sefil, yoksul yaşarken, padişahlar, paşalar, ağalar saraylarda, yalılarda, konaklarda devrin her türlü zenginliği ellerinin altında yaşıyorlardı.

Halk, köylü, işçi hep yoksuldu, perişandı çünkü yönetimde söz sahibi değillerdi. Egemenlik kralda, padişahta ve onların etrafındaki belirli kişilerin elindeydi.

DEVRİM VE KARŞI DEVRİM

Sonra milli devletler kuruldu, devrimler oldu ve egemenlik kişi ve ailelerden halka geçti. Mutlakıyet ve meşrutiyet gitti, demokrasi geldi. Milletin tüm fertleri kendi kaderlerini belirlemede söz sahibi oldu. Milli demokratik devrimlerle kısmen de olsa refah tabana yayıldı. Eşitlik, adalet ve özgürlük geldi.

Yapılmak istenen anayasa değişikliği ile adeta bir karşı devrim gerçekleştirilmek ve toplum geriye götürülmek isteniyor. Egemenlik milletten tek bir adama geçsin diye uğraşılıyor.

Tek adam egemenliği zulüm demektir, yoksulluk demektir, sefalet demektir.

Bu değişiklik gerçekleşirse ne demokrasi kalır ne de cumhuriyet. Türk milleti buna asla izin vermemelidir. Bu anayasa değişikliğinin milletin önüne getirilmesi bile kabul edilemez.


Kanla, göz yaşı ile ve büyük mücadeleler sonucu kazanılan haklar ve özgürlükler asla sandıkta terk edilemez, edilmeyecektir de.

18 Mart 2017 Cumartesi

KÜRESELLEŞME VE MİLLİ DEVLETLER

Yıllardır televizyonlarda şu söyleniyor, gazetelerde, kitaplarda şu yazılıyor.

“Milli devlet bitiyor. Onun yerini çok uluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası gibi Uluslararası şirketler alıyor. Ancak, milli devlet yok edilmiyor; tersine, ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar küreselleşmeye göre yeniden yapılandırılıyor.”

Bu değişim normal bir gelişme olarak takdim ediliyor.

Oysa bu süreç küresel güçlerin, Uluslararası şirketlerin bir eseridir.

Küresel güçler yıllardır milli devletlere saldırıyor. Ekonomik, siyasi ve kültürel dayatmalarda bulunuyor. Yetmezse askerlerini kullanıp ölüm kusuyorlar.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerin milli devlet olma özelliği tırpanlanıyor ve küresel güçlere hizmet edecek hale getiriliyor.

Küresel güçler milli devletlerin şu yönlerde değişmesini sağlamaya çalışıyor.

Milli egemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerinden taviz verilecektir.

Devlet piyasanın ve Uluslararası şirketlerin hizmetine girecektir.

Mal ve sermayenin dolaşımı için gümrük duvarları yıkılacaktır.

Sosyal devlet ilkeleri terk edilecek

Ülke topraklarının yabancılara satışındaki engeller kaldırılacak.

Devlet yatırımları özelleştirilecek.

Küreselleşme olgusu gelişmekte olan ülkeler lehine gelişti. Başta ABD olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri zenginleşti.

Ülkeler zenginleşti ama bu ülkelerde de zenginlik belirli ellerde toplandı. Gelir dağılımı oralarda da bozuldu. Ülke halkı oralarda da borçlandı.

Avrupa’daki siyasi gelişmelere bu açıdan bakmak gerek. İnsanlar ulusalcı söylemlere önem vermeye başladı. Şimdilerde gazetelerde okuduğumuz “ırkçı partiler” oylarını artırıyor söyleminin ana nedeni işte bu liberal ekonomiye ve milli devletlerin zayıflatılmasına yönelik gelişmelere karşı oluşan bir cevaptır.

İnsanın insanı sömürmesinin önüne ancak milli, demokratik devletlerin güçlenmesi ile mümkündür.

Para siyasi ve ekonomik güç olunca demokratik yönetim de tam anlamıyla gerçekleşmiyor. İnsanlığın refahı ve mutluluğu ancak paranın gücünün azaltılması ile mümkün olur.


Geniş halk kitleleri siyasi ve ekonomik sisteme hâkim olmadan bu değişimi sağlamak imkansızdır. Halk önderlerine büyük görev düşüyor.

14 Mart 2017 Salı

ASİLLER GİTTİ SERMAYEDARLAR GELDİ

Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi isimli romanının bir yerinde yazar 1780’li yıllarda Fransa’da bir köyü şöyle tarif eder:

“Tepenin yamaçlarında küçük bir köy vardı. Bu köyün ufak bir kilisesi, ormanı yel değirmeni ve zindanı vardı. Bu çevre olduğu gibi Marquis’indi. Ama buna karşın yoksul bir köydü, çünkü köylü tüm kazandığını vergi olarak ödüyordu: devlet vergisi, kilise vergisi, efendi vergisi, mahalli vergi, genel vergi derken, köylü bunlar altında eziliyor, elinde hiçbir şey kalmıyordu. Kadın ve erkelerin iki seçeneği vardı ya açlıktan sürünecek ya da zindanlarda çürüyecekti.”

Bu köyden bir işçi Paris’e gelip Kral’ı görmek ister. Yazar olayı şöyle anlatıyor:

“Zavallı adam sarayı, havuzları, o büyülü Kral ve Kraliçeyi gördüğünde kendinden geçmişti. Arada bir göz yaşlarına hakim olamıyor, ağlıyordu. “Çok yaşayın!” diye bağırıyordu.”

İşçinin yanındaki bir Parisli tepkisini şöyle dile getirir:

“Bu aptallar senin gibilerin sayesinde görkemli hayatlarını sürdürebiliyorlar. Kendilerini daha da abartıp küstahlaşıyorlar”

“Reis”i görünce kendinden geçen, Osmanlı hayalleri kuran ve padişahlarına methiyeler düzen, G.. kılı olmaya her an hazır  tipler ile bu işçinin bir farkı var mı?

OSMANLIDA DURUM

Bu yıllarda Osmanlı döneminde Anadolu köylüsünün de Fransız köylüsünden bir farkı yok. Çok sayıda insan topraksız ve ağaların yanında maraba ve yanaşma olarak çalışıyor.

Toprağı veya hayvanı olan köylüler de “Aşar” vergisi ödemekten yoksul düşmüş durumda. Bu vergileri Anadolu köylüsünden Düyun-u Umumi memurları topluyor. Yani yoksulluktan açlıktan, hastalıktan perişan olmuş Anadolu köylüsünün parası yabancılara gidiyor.


ASİL YOK ZENGİN VAR

Fransız devrimi kralların ve asilzadelerin sonunu getiriyor. Getiriyor ama sömürü ve yoksulluk devam ediyor. Sanayinin gelişmesi ile birlikte sömürünün şekli değişiyor. Sermaye-emekçi çelişkisi ortaya çıkıyor.

Asilzadelerin yerini para babaları alıyor. Ülkeleri bunlar yönetiyor, ticareti bunlar yönlendiriyor. Ülkelerin çoğunda ve dünya genelinde iktisadi ve siyasi politikaları bu zenginler belirlemektedir. Bunlar için para kazanma o kadar büyük bir amaç haline gelmiştir ki, tüm yöntemleri meşru görmektedirler.

Gelir düzeyi en üst seviyede olan bu % 1’lik kesim giderek zenginleşirken, % 99’luk kesim ise fakirleşiyor.. 

Bazı ülkelerin siyasi ve iktisadi hayatına hâkim olan % 1’lik kesim, sırf kendi keselerini doldurmak ve daha zengin olmak için, başka halkların, başka milletlerin toprağına, emeğine, ham maddesine, pazarına, doğal ve mali kaynaklarına el koyuyorlar. Sömürüye dayanan emperyalizm sürüp gidiyor. Emperyalizmin ve sömürü düzeninin oluşturduğu dünyamızın manzarası ise çok korkunç ve üzücü.

DURUM VAHİM

Dünyada bugün 1.3 milyar insan aşırı fakirlik içinde yaşıyor. Bunların günde harcadıkları para 1 doların altında.

1 milyara yakın insan açlık sınırının altında. Son 10 yılda açlık çeken insan sayısı azalmadı, arttı. 200 milyon çocuk beslenmek için yeterli gıda bulamıyor ve bebek ölümleri azalmıyor.

En az 100 milyon çocuk ilkokula, 250 milyon çocuk ortaokula gitme imkânından mahrum. 1 milyara yakın insan okuma yazma bilmiyor. 300 milyon çocuk çalışmak mecburiyetinde.

Yüzbinlerce insan evinden, yurdundan göç etmek mecburiyetinde kalıyor. Binlercesi yollarda ölüyor. Her gün binlerce insan patlayan bombalar ve atılan kurşunlarla hayatını kaybediyor.

En zengin 200 kişinin serveti 1 trilyon dolardan fazla. Buna karşılık 43 fakir ülkenin tüm geliri 150 milyon civarında.

SÜREKLİ DEVRİM GEREK

Bu durum gösteriyor ki, Fransız devrimi ve takip eden diğer devrim ve mücadeleler sömürüyü ve insanın insana hükmetmesini önlemeye yetmemiş. Bu böyle sürüp gidemez. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi eninde sonunda,

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”


Yeter ki insanlar Charles Dickens’in romanında işçi gibi kendilerini sömüren, yoksul bırakan kimseleri alkışlamaktan vazgeçsinler ve bu sistemi sorgulamaya başlasınlar.

11 Mart 2017 Cumartesi

VATAN PARTİSİ BÜYÜK KURULTAYI

11 Mart 2017 Türk siyasi tarihinde çok önemli bir gün oldu. 3 gün sürecek Vatan Partisi Kurultayı Ankara Arena’da başladı.  İlk gün gerçekten de muhteşemdi. Coşkulu ve inançlı bir kalabalık salonu doldurmuştu.

Ankara Arena’da kurultay için ‘Güçlü Meclis Güçlü Hükümet İçin Hayırda Birleş’, ‘Edirne’den Van’a Türkiye’yi Birleştiriyoruz’, ‘Vatan Savaşından Milli Hükümete’ pankartları açılırken, 16 Nisan’da yapılacak olan halk oylamasından sandıktan ‘Hayır’ çıkacağı mesajı binlerin sesiyle Arena’da yankılandı.

Salona gelen vatandaşlar Gençlik Marşı, Harbiye Marşı, İzmir Marşı’yla kurultay coşkusunu yaşarken “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Ne mutlu Türk’üm diyene”, “Fedailer partisi Vatan Partisi”, “Vatan Partisi iktidara yürüyor” ve “Milli Meclis milli hükümet” ve “Vatan sana canım feda” sloganları atıldı.

SONER POLAT

Divan başkanlığına Balyoz tertibi mağdurlarından emekli Tümamiral Soner Polat oybirliği ile seçildi. Sone Polat çok coşkulu ve heyecanlı bir konuşma yaptı ve Vatan Partisini ve Aydınlık hareketini çok güzel ve coşkulu bir şekilde anlattı. Konuşmasından bazı kesitler vermek istiyorum:

 “Vatan Partisi namus, emek ve vatan kavgasının verildiği kutsal ocaktır. Vatan Partisi 57. Alay’dır. Hasan Tahsin’dir. Şehit Kubilay’ın temiz kanıdır. Mehmetçiktir. Bugünü yarına bağlayan altın kemerli köprüdür.

Göğsümü gere gere haykırıyorum; Vatan Partisi’nde sadece bir nefer olmak, üye olmak TBMM’nin vekili olmaktan çok daha değerlidir. Fetullahçı çetenin hedef aldığı tek grup Vatan Partisi’dir. Vatan Partisi’nde hormonlu, GDO’lu tohumlar yeşermez.

Türkiye’yi Atatürk’te birleştiriyoruz. Komşu ülkelere Türkiye’nin sıcak yüzünü gösteriyoruz. Vatan Partisi’nin rotası ebedi ve ezeli başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal’in çizmiş olduğu çağdaş yoldur.

Hayattaki en büyük servetim Türk olarak doğmak ve Vatan Partili olmaktır. Kurultayla birlikte iktidara yürüyoruz. Arkadan çelme taktıklarını bilerek gidiyoruz. Atatürk devrimlerini tamamlamak için yürüyoruz. Vatanımız için yürüyoruz.

Komşularımızla birlik içinde olacağız. Üretim ekonomisine geçeceğiz. Bizi kardeşlerimizden ayıran mayınları temizleyeceğiz. Batı Asya Birliği’ni kuracağız.”


DOĞU PERİNÇEK’İN KONUŞMASI

Soner Polat’ın konuşmasını Doğu Perinçek’in konuşması takip etti. Genel Başkan özetle şunları söyledi.

“AKP’nin Türkiye’yi tek başına yönettiği dönemin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Önümüzdeki seçimlerde halk oylamasından başlayarak Meclis seçimlerinde AKP’nin millet tarafından seçilmeyeceğini göreceğiz.

Türkiye’yi yabancıların talimatlarıyla yönetenlerin, Türkiye’yi borç batağına sokanların devri bitmektedir.

Mehmetçik ABD’nin ikinci İsrail planını bozmak için Fırat Kalkanı’nda savaşırken Ankara’ya Kürdistan bayrağı asanların devri bitmiştir.

Bu halk oylamasından sonra ve arkasından gelen seçimlerle Türkiye yeni bir döneme girmektedir. Yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bu yeni dönemin gereği olarak partimiz Türkiye’nin her köşesinde kadınımızın, erkeğimizin, emekçilerimizin olduğu her yerde çığ gibi büyümektedir.

AKP iktidarının neden sonuna geldik. Çünkü AKP iktidarı Türkiye'yi birleştiremiyor. Mehmetçik vatan için savaşırken Ankara'da başbakanın arkasına Kürdistan bayrağı asıyorlar. O bayrak Amerikan grafikerinin çizdiği bayraktır Kürt halkının bayrağı değil! Kürtlerin bayrağı ay yıldızlı bayraktır

2. İstiklal Savaşı'nın, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün, Türkiye'nin çağdaşlığının arkasında Abdülhamit'ler yok. Abdülhamitler hürriyet düşmanlığını zindanları temsil ediyor! Bırakın bu Abdülhamit sevdalarını bırakın Atatürk düşmanlığını, bırakın Lozan'nın altına fitiller döşemeyi!

Türkiye 17 Nisan sabahı aydınlıklara uyanacak, Türkiye 17 Nisan'da yeniden ayağa kalkacak. Türkiye 17 Nisan'da güçlü meclisi, güçlü hükümeti reddeden başkanlık rejimini getirmeye çalışanlar 17 Nisan sabahı karşılarında HAYIR diyen bir milleti göreceklerdir.

Buradan AKP, CHP ve MHP'ye sesleniyoruz. Gelin Türkiye'yi birlikte yönetelim. Vatan Partisi olarak biz milletimize, devletimize hizmet etmeye hazırız!

Milli Seferberlik hükumeti kurulmalıdır.

1- Önümüzdeki Milli Seferberlik Hükümeti Türkiye'yi kesin zafere ulaştıracaktır. Türkiye'nin tüm sorunlarını çözecektir.
2- Milli Direnme Ekonomisi döneminde vatandaşlarımızın hepsinin ilk ihtiyaçlarını sağlayacağız. Türkiye'nin her yerinde can güvenliğinin sağlayacağız. Kimse polisimize askerimize dokunamayacağız.
3- Türkiye'de yaralı insan bırakmayacağız. Yaraları saracağız. Bütün insanlarımızı ayağa kaldıracağız. Üstünüzdeki toprağı tozu silkeleyip Haydi Vatan'da birleşmeye diyeceğiz.”

Kurultay 12 ve 13 Mart günlerinde devam edecek ve Vatan Partisi yeni yöneticileri belirlenecek. 

10 Mart 2017 Cuma

EVET DE NEDEN EVET?

Türkiye çok zorlu günlerden geçiyor. Bir yanda devam edip giden bölünme tehlikesi diğer yanda artan borçlar, çift haneye çıkmış enflasyon, azalan turizm gelirleri, artan işsizlik ve yoksullukla kendini gösteren ekonomik kriz.

Bu büyük problemle ortada iken milletin önüne bir anayasa değişikliği teklifi getirildi. Teklif getirildi ama bu değişiklikler gerçekleşirse, yeni anayasanın milletin hangi derdine nasıl çare olacağı anlatılmıyor.

Değişikliğe evet denmesini isteyenler ve evet diyeceklerini açıklayanların yazdıklarına, söylediklerine bakıyoruz, evet denmesinin net bir gerekçesini göremiyoruz. Peki ne görüyoruz, şunları:

AKP ve destekçilerinin gerekçeleri:

Hayır diyenler FETO’cudur. 15 Temmuz gecesi milleti bombalayanlar hayırcılardır. Hayır diyecekler, teröristtir, çukurdur. Vesayetten kurtulacağız. Artık kimse anaysa kitapçığı fırlatmayacak.

MHP ve destekçileri: Millete yeminimiz var. Söz verdik dönmeyiz. Lider ne derse doğru odur. Ülkücü işini yarım bırakmaz.

Şimdi soruyorum: Muğlak, asılsız ve değişikliğin özü ile ilgisi olmayan bu ifadeler neden evet denmesi gerektiğini açıklıyor mu?

Ve gene soruyorum:

Milletvekili sayısı 600 olursa, milletvekili olma yaşı 18’e inerse,

TBMM bakanları ve cumhurbaşkanını denetleyemezse;

TBMM’nin kanun yapma yetkisi kısıtlanırsa, cumhurbaşkanına kanun yapma yetkisi verilirse;

Meclis cumhurbaşkanına soru dahi soramazsa;

Bakanları cumhurbaşkanı belirlerse;

Bakanlar milletvekili olmazlarsa;

Cumhurbaşkanı devletin üst kurumlarını belirleme yetkisine sahip olursa,

Cumhurbaşkanı siyaseten dokunulmazlık zırhına bürünürse;

Devletin bütçesini meclis yerine cumhurbaşkanı yaparsa;

Cumhurbaşkanı milletin seçtiği TBMM’ni feshedebilirse;

Cumhurbaşkanı Olağan üstü hal ve savaş ilan edebilirse;

HSK’nın üyelerinin çoğunu cumhurbaşkanı ve onun mensup olduğu parti belirlerse;

Anayasa mahkemesi üyelerinin çoğunu cumhurbaşkanı atarsa;

Evet dememizi isteyenler bağırmayı, hakareti, itelemeyi, korkutmayı bir yana koyup tek tek ve madde madde açıklasınlar; Türk Milleti yukarıdaki değişiklikler gerçekleşirse  hangi derdine nasıl çare bulacaktır.

Bugüne kadar açıklayamadılar, bundan sonra da açıklayamazlar çünkü bu değişiklikler milletin hayrına değildir.

Bize göre, Anayasa Değişikliği Tasarısı, Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya yönelik talihsiz bir girişimdir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine uygun olmayan, partili bir başkanlık rejimi getirerek ülke bütünlüğüne zarar verecektir.

150 yıllık bir mücadele sonucu elde edilen milli egemenliği, parlamentonun üstünlüğünü, hukuk devletini ortadan kaldıracak bir tasarıdır.

Olağanüstü yetkilerle donatılmış, buna karşılık hesap sorulamayan partili bir kişiyi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve yargı erkinin üstüne yerleştirmektedir.

Böyle bir devlet anlayışı ile Türk Millet hiçbir derdine çare bulamaz. Tek adam yalnız adamdır; yalnız adam güçsüz adamdır.


Türk Milletinin güçsüz adama değil, güçlü bir TBMM’ne ihtiyacı vardır. Sorunlara çözüm bir kişinin ağzında değil, meclisin iradesinde aranmalıdır.  

7 Mart 2017 Salı

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

Her yıl 8 Mart tarihinde kutlanan “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” çok acı bir olayın anısıdır.

8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. Bu olay büyük bir infiale sebep oldu. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.

26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşti. Adı da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak belirlendi. Bu konuda büyük çabalar gösteren Clara Zetkin ve Rosa Luxenburg’u takdir ile anmak gerekir.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlandı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti.

TÜRKİYE’DE KADINLAR GÜNÜ

Türkiye'de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı.

12 Eylül Darbesi'nden sonra cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmasına izin verilmedi. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kutlanmaya devam edilmektedir.

SINIF MÜCADELESİ

8 Mart, aslında emeğin sermayeye karşı verdiği bir mücadelenin sonucudur. Bu mücadelede yanarak can veren emekçi kadınlar olmasaydı böyle bir kutlama olmazdı. Fakat Birleşmiş Milletler sayfasına girip bakıldığında 8 Mart’ın adandığı, yanarak ölen Amerikalı fabrika işçilerinden bahsin olmadığı görülür.

Bugünlerde daha iyi çalışma koşulları için can veren kadınlar ve 8 Mart’ı ölümsüzleştiren Zetkin ve Luxenburg ve onların yürüttüğü büyük mücadele unutuldu. Kadınlar günü çiçeklerle, pastalarla, çelenklerle kutlanan bir feminist harekete dönüştü.

VATAN VE HAKLAR

Bağımsızlık savaşının kazanılmasında erkeler ile omuz omuz savaşan kadınlarımızı bugün büyük bir takdir ve minnet duygusu ile anıyoruz. Onlar bir vatan savaşı kazandılar. Bize bağımsız bir ülke bıraktılar. Bağımsız bir vatan olmadan sadece emekçilerin hakları değil, tüm insan hakları ve özgürlükleri söz konusu olamaz.


Türkiye’de kadınlar tüm haklarına, Cumhuriyet ile birlikte Atatürk Devrimleriyle kavuşmuşlardır. Kadınlarımızın bunu asla unutmaması gerekir. Unutmamaları gereken bir husus da şudur: Mücadele edilmeden hak ve özgürlükler alınamaz da korunamaz da…

5 Mart 2017 Pazar

FETÖ SORUŞTURMALARINDA KRİTİK AŞAMA

Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek 5 Mart 2017 tarihinde bir basın toplantısı yaptı ve özellikle FETO örgütününün siyasal ayağı üzerinde durdu. Çok önemli tespit ve önerileri içeren bu basın bildirisinin kamuoyu tarafından bilinmesinde fayda var. Bu bakımdan özetlemek istiyorum:

FETÖ Soruşturmasında kritik bir aşamaya gelinmiştir. Bu aşamada FETÖ’nün siyasal ayağındaki mensuplarının işlediği suçlar, soruşturma konusu yapılmazsa, FETÖ’nün devlet ve toplum içinden temizlenmesi görevinin yerine getirilmesinde ciddî sorunlar gündeme gelecektir. FETÖ’nün öncelikle Hükümet Partisi içindeki örgütlenmesinin üzerine gidilmezse, bu terör örgütüne kendisini toparlama ve Türkiye’nin içine girdiği koşulardan yararlanma fırsatı verilmiş olacaktır.

FETÖ’NÜN ŞOKU ATLATMA ÇABALARI

FETÖ, özellikle 15 Temmuz Darbesi sonrası süreçte kuşkusuz ağır darbeler yedi. Ancak bugün AKP iktidarının Türkiye’yi yönetemediği koşullardan yararlanarak toparlanmaya çalışıyor. Soruşturmayı yürüten kamu makamları, FETÖ’nün şoku atlatma çabası içinde olduğuna işaret ediyorlar. Bu bağlamda,
Örgüte yurt dışından para girişi artmaktadır.
“Yakında çıkacaksınız” umudu yayılarak Cezaevindeki örgüt mensupları diri tutulmaya çalışılıyor.
Devlet içerisindeki FETÖ’cüler başka cemaatlerin ve grupların gölgesi altında saklanıyor ve kendini gizliyor.
Soruşturmaların saptırılması ve başka yönlere yönlendirilmesi faaliyeti yoğunlaşıyor.
AKP içindeki FETÖ, örgütü devlet iktidarını kullanarak koruyor ve kolluyor.
Örgütün siyasi ayağına yönelik soruşturmanın ertelenmesi, örgüte moral veriyor ve toparlanma fırsatı veriyor.
Bu kararsızlık nedeniyle soruşturma makamlarında ve yargıda adaletin yerine getirilmesi konusunda tereddütler, bocalamalar ve kararsızlıklar görülüyor. sağlıklı yürümesini ve yargılamaların kararlı yapılmasını engelliyor.

FETÖ İLE MÜCADELENİN MERKEZİ YOK STRATEJİSİ YOK VE SİYASETLERİ YOK
FETÖ’nün devlet ve toplum içinden temizlenmesi, kuşkusuz Türkiye’nin vatan bütünlüğü ve iç güvenlik görevinin yerine getirilmesinde, Bölücü Teröre karşı mücadele ile birlikte en önemli meselesidir. FETÖ’ye karşı mücadele ve PKK’ya karşı mücadele, aslında bir bütündür. FETÖ’ya karşı mücadelede gösterilen yetersizlikler, Bölücü Teröre karşı mücadeleyi ve Fırat Kalkanı Harekâtını da olumsuz etkilemektedir.
FETÖ’nün devlet ve toplum içinden temizlenmesinde en önemli zaaf, bir merkezin olmayışıdır.
Merkez yok.
Strateji yok.
Siyasetler bir bütün ve uyum halinde belirlenmemiş.
Plan, görev bölüşümü ve denetleme yok.

AKP YÖNETİMİNDEKİ SİYASAL KARARSIZLIĞIN BEDELİ

Bu durumda çeşitli kamu makamları görevlerini kendi inisiyatifleriyle yerine getirmektedirler. Bir hedefe yönelme yok. Farklı anlayış ve uygulamalar arasında bir eşgüdüm ve uyum sağlanmıyor.
Bu hatanın kaynağı, soruşturmaları yürüten kamu makamları değil, fakat o makamları yönlendirmesi gereken siyasal karar ve plan merkezinin bulunmayışıdır.
Özetleyecek olursak, AKP Yönetiminin FETÖ’ye karşı mücadeledeki tutarsızlık ve yetersizliklerinin maliyetini Türkiye çekmektedir.
Bu yetersizliğin temel nedeni, AKP içindeki FETÖ’nün hâlâ etkili olması ve pusuda beklemesidir. FETÖ’nün içine girdiğimiz kriz koşullarından yararlanarak kendisini toparlamasına izin vermek, tarihî bir hatadır.

AKP İÇİNDEKİ FETÖ YUVALANMASINDAN KAYNAKLANAN HÜKÜMET KARARSIZLIĞI

Bugün geldiğimiz aşamada, FETÖ’ye karşı mücadelenin başarısı için, siyasal etkisine son verilmesi şarttır. Çünkü FETÖ’nün AKP içindeki yuvalanması, siyasal tutarsızlıkların ve yetersizliklerin kaynağıdır. FETÖ yuvalanması, AKP iktidarının FETÖ’ye ve PKK’ya karşı mücadeledeki kararsızlık ve bocalamalarının asıl nedenidir.
FETÖ yuvalanması, hükümetin bir merkez oluşturmasını, strateji ve siyasetler belirlemesini önlüyor.
AKP İÇİNDEKİ FETÖ’NÜN SORUŞTURULMASI ARTIK YAKICI BİR GÖREVDİR
Bu koşullarda FETÖ’nün siyasal ayağının üzerine gidilmesi, artık ertelenemez. AKP içindeki FETÖ, Türkiye’nin ve AKP’nin birliği içindeki bir kuvvet değil, hem Türkiye’yi hem de AKP’yi bölen bir yuvalanmadır. Bu yuvalanmaya yeniden toparlanma fırsatı vermek, içine girdiğimiz koşullarda ciddî sonuçlara yol açacak bir gaflettir.
FETÖ’nün siyasal ayağı temizlenmelidir.
FETÖ’ye karşı mücadelenin stratejisi ve siyasetleri oluşturulmalıdır.
FETÖ’ye karşı çok boyutlu mücadele bir merkezden planlanmalı ve yürütülmelidir.”

4 Mart 2017 Cumartesi

3 MART 1924’ÜN GETİRDİĞİ AYDINLIK


3 Mart 1924 tarihi bilimin, özgür düşüncenin ve aklın aydınlığının Türkiye üzerindeki ışığının parlamaya başladığı gündür. Bu günde 4 önemli yasa kabul edildi:

a) Hilafet kaldırılmıştır.

b) Din işlerini düzenleyen ve işlemlerin dine uygunluğunu denetleyen Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti (Din İşleri ve Vakıf Bakanlığı) kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Reisliği (Başkanlığı) kurulmuştur.

c) Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) yasası kabul edildi.

d) Erkanı Harbiye (Harp Bakanlığı) kaldırılarak yerine Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. Böylece askerlik ve siyaset birbirinden ayrıldı.

Bu yasaların kabul edilmesi sonucu laik devlet anlayışı güç kazandı, eğitimde birlik sağlandı ve askerlik ile siyaset birbirinden ayrılmış oldu.

OSMANLIDAN KALAN MİRAS: CEHALET

Cehalet bize Osmanlı’dan mirastır. Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) yasası bu mirası yok etmek için çıkarılmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda tablo şöyle:

Çocukların sadece 1/4'i okula gidebiliyor. Halk cahil. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyor. Toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyor. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci var.

Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak.

Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş. 

Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı'da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı 90.000. 

Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok.

4 Kasım 1920'de Balıkesir milletvekili Vehbi Bey, TBMM'de yaptığı konuşma dudumun vahametini anlatıyor:

“Bir kasabada yalnızca Birkaç yüz hane gayrimüslim buna karşılık binlerce hane Müslüman yaşadığı halde, gayrimüslimlerin düzenli ilkokulları, ortaokulları, yüksek öğrenim görmüş öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Müslüman nüfusun ise bir tek okulu bile yok.”

Osmanlı’da eğitim Tanzimat’a kadar din ağırlıklı idi. Tanzimat’tan sonra kısmen de olsa batılı tarzda eğitim başlar. Bu şekilde kaynak ve uygulama yönünden eğitim ikiye bölünür. Adeta iki ayrı kafa, iki ayrı ruh yetişmeye başlar. Bu arada yabancı ve azınlık okulları da kendi bildikleri gibi eğitim yapmaktadır.

CUMHURİYET SEYİRCİ KALAMAZDI

Cumhuriyet yönetimi bu duruma seyirci kalamazdı.  Bu konuda Atatürk’ün kararlılığı şu cümlelerse açıkça görülüyor:

“Bir milletin fertleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve fikir birliğine ve gelişim amaçlarına tamamen ayrıdır. Büyük millet, dünya medeniyet ailesinde saygın yer sahibi olmaya lâyık Türk Milleti, evlâtlarına vereceği eğitimi okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki cins kuruma bölmeye bugünkü günde katlanabilir miydi?”

Katlanılmamıştır elbette. Atatürk’ün benimsediği eğitimin, milli niteliklere sahip ve başarılı olabilmesi için her şeyden evvel öğretimde birliğin olması gerekirdi. Bu nedenle  3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak Milli Eğitimde birlik, bütünlük sağlanmıştır. Medrese ve okullar Maarif Bakanlığına bağlanmış; tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatılmıştır. Yabancı ve azınlık okulları devlet kontrolüne girmiştir.

Eğitimin birleştirilmesi ile birlikte güçlü bir eğitim seferberliği de başlatılmıştır. Okul ve öğretmen sayıları hızla artırılmıştır. 1933 yılında Darülfünun’un kapatılarak İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Halkın eğitimi için de Millet Mektepleri açılmıştır.


Türk Milleti, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bu yasalar ve takip eden eğitim seferberliği sonucu çağdaş dünyanın sözü dinlenir bir parçası haline gelmiştir. 

1 Mart 2017 Çarşamba

MİLLETİN MUKADDERATI MECLİSİN ELİNDE OLMALI

“Ya İstiklal, ya ölüm” parolasıyla 98 yıl önce başlayan bir büyük mücadele ve bir büyük savaş sonrası Türk Milleti egemenliğine ve bağımsızlığına kavuşmuş.

19 Mayıs 1919'dan 30 Ağustos 1922'ye kadar yedi düvele ve padişah dahil yerli işbirlikçilere karşı kan dökerek, şehitler vererek savaş ve milli egemenliğini kazan; şimdi de 5 yıllığına da olsa egemenliği bir kişiye devretmenin yolunu açan bir halk oylaması yap. Bu gerçekten de utanç verici ve kabul edilemez bir durum.

Türk Milleti bu savaşı TBMM ve onun reisi Mustafa Kemal Atatürk eliyle yürütmüştür. Ordu Meclis'in ordusudur, başkumandan da Meclisin emrindedir.

Okuyun bakalım, 30 Ağustos'u takip eden günlerde Gazi Paşa Meclis'e nasıl bilgi vermiş:

"Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhde ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu meserretle dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum" 

Yapılmak istenen anayasa değişikliği işte bu Gazi Meclis'e ihanettir.

Bu egemenlik ve bağımsızlık savaşı kazanılmıştır çünkü orduların arkasında “Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhde ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran” bir meclis var ve meclisin “civanmert ve kahraman ordularının başında” Meclis'e “bir asker sadakat ve itaatiyle” bağlı olarak görev yapan Mustafa Kemal Paşa var.

Meclis Mustafa Kemal'in emrinde değil, tam tersi Mustafa Kemal Meclis'in emrinde..

Bugünlerde ikinci istiklal savaşından söz ediyoruz. Anayasa değişikliği kabul edilirse, kim yürütecek bu savaşı?

Cevap: Cumhurbaşkanı.

Cumhurbaşkanının arkasında meclis yok ve cumhurbaşkanı meclisin emrinde değil, denetiminde de değil. .

Bakanlar onun emrinde, ordu onun emrinde ama cumhurbaşkanı güçlü değil. Yetkisi çok ama gücü yok.

Meclisi yani milleti arkasına almayan hiç kimse tek başına bu savaşta milletimizi başarıya götüremez. Böy bir adam aslında tek adam değil, yalnız adamdır.

Sadece savaşta değil, ekonomik dar boğazdan çıkmada da başarıyı yalnız adam sağlayamaz.

Birinci meclisi, Mustafa Kemal Atatürk'ü örnek alalım, bırakalım milletimizin mukederatını TBMM deruhte etsin.

Yalnız ve zayıf adam değil, millet egemen olsun.

Oyumuz “hayır”olsun, hayırlı olsun.