24 Kasım 2021 Çarşamba

 

KANLI PARA İMPARATORLUĞU

 Bir sevinç, bir sevinci sorma gitsin. Dolar 13 TL’yi buldu diye mutluluktan uçuyorlar. Bir tek zil takıp oynamadıkları kalmış. Erdoğan’a oy vermemişler ya haklı olmanın sevincini yaşıyorlar. Sosyal medya alaylı, esprili ve Türkiye’yi aşağılayıcı paylaşımlarla dolu.

 Oysa sevinecek bir durum yok. Türkiye büyük bir saldırı altında. Siyasi isteklerini PKK’yı, FETÖ’yü ve diğer terör örgütlerini kullanarak Türkiye’ye kabul ettiremeyen ‘Dolar İmparatorluğu’ saldırının şeklini değiştirdi ve Türkiye’yi ekonomik yıkıma zorlayarak, isteklerini kabul ettirme yoluna girdi.

 ‘Dolar İmparatorluğu’, kendi isteklerine ‘evet’ diyecekleri iktidar getirmek için insanları sokaklarda “Hükümet İstifa”, “Seçim Seçim” diye bağırtmaya başladı.

 Dolar imparatorluğu saldırıyor, Türkiye’deki Amerikancı siyasetçiler, gazeteciler ve onların peşinden gidenler seviniyor.

 SERMAYENİN GÜCÜ  YA DA DOLAR İMPARATORLUĞU

 Kapitalist dünyanın büyük sorunlarından birisidir eşitsizlik. Servet, gelir ve fırsat eşitsizliği en gelişmiş ülkelerde bile sosyal dokunun ciddi hastalıkları haline geldi. Marx’ın yıllar önce dediği gibi sermaye belirli ellerde toplandı. Toplanan bu para, hem ekonomik hem de siyasi güç olarak rakipsizleşti. Böylece ‘Dolar İmparatorluğu’ oluşmuş oldu.

 Bugün için Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de dökülen kanların sorumlusu Batı’nın işte bu sermaye gücüdür. Bu gücün kaynağı masum insan kanları ile boyanmış ve üzerine barut kokusu sinmiş Amerikan dolarlarıdır.

 Bu sermaye Amerika’ya ait değildir, Amerika bu sermayeye aittir.

 Amerika ve İsrail bu kanlı paranın kullandığı iki büyük örgüttür. Amerikan ordusu, medyası bunların gücünü devam ettirmeye yarar. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış üsler, tesisler, uçaklar gemiler, füzeler bu sermayenin hizmetindedir.

 Amerikan ve İsrail askerleri bu paranın boyacılarıdır. Doları kan ile boyuyanlar bunlardır.

 DOLAR İMPARATORLUĞU’NUN VAHŞİ EYLEMLERİ

 Batı Asya’nın (Orta Doğu) ve Doğu Akdeniz’in zengin enerji kaynaklarına el koymak için milyonlarca insanı öldüren, evinden yurdundan süren, kadınların ırzına geçen hep bu kirli paranın sahipleridir.

 Bunlar sadece topla, füzeyle savaşmazlar. Mazlumların üzerine ekonomik yöntemlerle, psikolojik yöntemlerle giderler. Ambargo koyarlar, insanları aç bırakırlar, ilaçsız bırakırlar, bebekleri aç bırakırlar.

 Küreselleşme, liberal ekonomi bunların sömürü araçları haline geldi. Gümrükleri indirin, bizim mallarımız ülkelere kolayca girsin, sermaye dolaşımına izin verin, fabrikalarınızı, işletmelerinizi, derelerinizi, madenlerinizi, tarlalarınızı, doğal kaynaklarınızı bize ucuza satın dediler. Kabul etmeyen ülkelere saldırdılar, milli devletleri parçaladılar.

 Değerleri yabancılaştırarak, farklılaştırarak amaçlarına hizmet eder hale getirirler. Dini inançlara, milliyetçiliğe, mezheplere değişik anlamlar kazandırırlar. Bu değerler için mücadele eden kimseler bilerek veya bilmeyerek bu kanlı paranın askeri durumuna geldi.

 İnsanları dinle kandırmak bunların en yaygın yöntemidir. FETÖ bu yöntemin en yeni ve bariz örneğidir. Yüzbinlerce insan Fethullah Hoca denen adama biat ederek cennete gitmenin yolunu buldum sandı. İslam’a hizmet ediyorum diye kanlı paraya hizmet etti.

 Öbür dünyada cennete gitmenin hesaplarını yapanlar, bu dünyadaki yoksulluğa, sömürüye, açlığa itiraz edemez hale geldiler. Onlara din adına haksızlıklara karşı isyan etmek öğretilmedi, farklı mezheplere karşı savaşmak öğretildi. Birbirlerini öldürüp kanlı dolarları artırdılar.

 Yoksulları cennet hayalleri ile oyalayıp, açlıklarını unutturdular.

 Milliyetçiliğin antiemperyalist özelliğini yok ettiler. Milliyetçileri kapitalizmin askeri haline getirdiler. Sosyalizm ile mücadele etmek milliyetçiliğin bir gereği gibi gösterildi. Milliyetçiliği etnik ırkçılığa dönüştürdüler.

 İnsanlar emperyalizm ile değil, emperyalist güçlerle birlikte milli devletlere karşı savaşır duruma geldi.

 Bu insanlar, PKK örneğinde olduğu gibi, kanlı paranın kanlı askeri oldu.

 İleri demokrasi, insan hakları, yerel yönetimlere özgürlük, adalet gibi kavramlar para babalarının milli devletleri parçalamak için kullandıkları değerler haline dönüştürüldü.

 SONU GÖRÜNDÜ

 Bu kanlı tablo, kapitalizmin eseridir. Kapitalizm devam ettiği sürece, paranın ekonomik ve siyasi gücü de devam edecektir. Bu gücü koruyarak bu güce gem vurulamaz. Çare kapitalizmden uzaklaşmaktır.

 Elbette bu böyle devam edemez ve etmeyecektir de! Kanlı Dolar İmparatorluğunun sonu gelmiştir. Dünyayı kana boyayan bu büyük sermayenin kolu, kanadı kırılmaya başlamıştır. İnsanlar, çok daha farklı bir dünyada yaşayacaklardır.

 Vahşi kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağı günler yakındır.

 

17 Kasım 2021 Çarşamba

 

TUNCELİ ÜZERİNDEN HESAPLAŞMA GAYRETİ

 

Dersim bir dağ içinde

Gülü bardağ içinde

Hak Dersim'i saklasın

Bir gülüm var içinde

 

Çok severek dinlerim bu türküyü. Memleket hasreti de olduğu için biraz da duygulanırım.

 

Türküyü hem dinliyorum hem de düşünüyorum:

 

Türküyü yakanın dileğini Atatürk önderliğindeki Cumhuriyet yerine getirdi. Dersim’i Tunceli yaparak,  sadece Türküyü yakanın gülünü değil, tüm yöre halkını sakladı, korudu.

Kimlerden mi korudu? Sayalım:

Kendilerine altın ve silah veren emperyalistlerin uşaklığını kabul edip, devlete karşı isyan eden, askerlerimizi, memurlarımızı katleden, yapılan köprüleri, yıkan, devlet dairelerini yakan ağa bozuntusu eşkıyadan korudu.

Köylülerin elinden, buğdayını, arpasını, davarını zorla elinden alan; vermek istemeyenlerin başını taşla ezen ağalardan korudu.

Kendilerini şeyh, şıh, dede ilan edip, halkın dini duygularını istismar ederek, sevaptır diyerek, yoksulluktan çocuklarının karnını bile doyuramayan insanların elinden ununu, yumurtasını tavuğunu elinden alan ahlaksızlardan korudu.

Özetlersek; feodal düzen fırsatçılarından, gücünü zorbalıktan alanlardan, orta çağ kalıntılarından korudu.

 

ÜÇ HABER ÜÇÜ DE TUNCELİ ÜZERİNE

 

Birbiriyle bağlantılı şu üç haberi okuyunca bunları yazmaya kendimi mecbur hissettim:

 

Kılıçdaroğu, ‘Türkiye Cumhuriyeti Devletinin  ve CHP’nin geçmişte pek çok topluluğu mağdur ettiğini, özür dileyerek helallik isteyeceği’ sözleri medyaya düştü.

 

Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri tartışılırken Almanya’dan bir haber geldi. Gazetelerin verdiği şöyle: “Almanya’da Duisburg-Essen Üniversitesi 18-20 Kasım'da 'Tanınmayan soykırım-Dersim 1937-1938' çalıştayı düzenleyecek. Düzenleyici kurumlar Atatürk'ü 'katliamcı' olarak suçlayan paylaşımlar yapıyor. Etkinliğin, Kılıçdaroğlu'nun ‘helalleşme’ açıklamasıyla aynı döneme denk gelmesi dikkat çekiyor.”

 

Son haber Tunceli’den geldi: Batı hayranı ve sözcüsü konumundaki televizyonlar ve yazarlar tarafından ‘halka nohut dağıtıyor’ diye övülen, lakabı ‘komünist’ olan ve 29 Ekim’i kutlamamayı, 10 Kasım’da Atatürk’ü anmamayı komünistlik sanan belediye başkanı Maçoğlu’ndan geldi. Haber şöyle: “Tunceli Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklanan İngiliz işbirlikçisi ve Tunceli İsyanı'nın elebaşı Seyit Rıza'yı andı.”

 

HELALLEŞME ADI ALTINDA ATATÜRK VE CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA

 

Kılıçdaroğlu, kimlerle helalleşeceğini sıralarken ‘Dersim’i söylemedi ama bu onun taktik anlayışından kaynaklanıyor. Bu üç haber beraber değerlendirildiğinde ve bazı CHP milletvekillerinin, daha önce Atatürk’ü ‘Dersim’de katliam yapmakla suçladıkları ve Seyit Rıza’nın heykeli önünde saygı duruşunda bulundukları ve Kılıçdaroğlu’nın “Ben Dersimli Kemal’im” diye bağırdığı dikkate alındığında konunun 1937’lere, 1938’lere geleceği apaçık ortada.

 

Kılıçdaroğlu işini biliyor. Seçmenlerini ve destekçilerini ürkütmemek için ‘sakaldan kıl koparma’ taktiği uyguluyor. Bir insanın sakalını aynı anda çekip yolmaya kalkarsanız büyük tepki görürüsünüz ama her gün bir tel alırsanız tepki görmezsiniz ve sonunda amacınıza geç de olsa ulaşırsınız.

 

Kılıçdaroğlu ve onunla birlikte hareket eden çevrelerin, bu taktik içinde, eylemlerini sürdürecekleri belli oluyor. Bu taktikle seçmenini FETÖ, HDP-PKK sempatizanı ve destekçisi yapan, Atatürk posteri taşımasına izin verip Atatürk ilkelerinden uzaklaştıran Kılıçdaroğlu ve ekibinin bu konuda da başarılı olma ihtimali yüksek görünüyor.

 

Erdoğan ve AKP nefreti yüzünden muhakeme etme yeteneğini yitirmiş CHP’li kitle hem Atatürk tişörtü giyip, sosyal medyada Atatürk için ‘unutmadık, unutmayacağız’ mesajları paylaşır hem de Atatürk’ün Tunceli’de katliam yaptığını kabullenir; Cumhuriyet’in kazanımlarını bir yana koyup, ortaçağ kalıntısı, feodal düzen savunucularını alkışlar.  

 

13 Ekim 2021 Çarşamba

 ATEŞ, ÖLÜM VE ŞİİR

Dizimden başarılı bir ameliyat geçirdim, her şey iyiye gidecek diye sevinirken hiç umulmadık bir sağlık sorunu ile başım derde girdi. Ameliyat ile doğrudan ilgisi olmayan bir alanda enfeksiyon gelişti. Ateşim yükseldi, kıpırdayacak halim kalmadı.  Kutup soğuğunda kalmış gibi üşümeye baladım. Yatıp battaniyeyi başıma kadar çektim ama zangır zangır titremem bir türlü durmadı.

 Bir yandan titrerken diğer yandan bugüne kadar hiç aklıma gelmeyen ölümü düşünmeye başladım. Önce bir gün önce bahçemdeki kadife gülleri bir daha koklayabilecek miyim acaba diye düşündüm.  Aklıma çocuklarım, torunlarım, ailem, dostlarım geldi; ‘yaşayıp da onları bir daha görebilecek miyim’ kaygısı içimi kapladı. Aşık Veysel’in son şiirini mırıldanmaya başladım:

 Ne şehire ne de köye

Ne yıldıza ne de aya

Uçsuz bucaksız deryaya

Gelmez yola gidiyorum

 

Gemi bekliyor limanda

Tayfaları hazır onda

Gözüm kalmadı cihanda

Gelmez yola gidiyorum

 

Eşim dostum yavrularım

İşte benim sonbaharım

Veysel karanlık yollarım

Gelmez yola gidiyorum

 Ölüm ayrılık mı yoksa geçmişlere kavuşmak mı diye düşünmeye başladım; önce Yahya Kemal’in şu şiirini hatırladım, sonra gerisi geldi…

 “Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler

Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler

Şükrânla vedâ ettiğimiz cân-ı fenâya

Son pendimiz ah-lâfa devâm olsun erenler

Câizse Harâbât-ı İlâhî'de de her şey

Yârân yine Rindân-ı Kirâm olsun erenler

Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde

Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”

 İşte iyimserlik dediğin bu oluyor! Ölüyorsun ama hiç önemli değil; bu dünya zaten ‘fenâ’ (fani), ölünce gideceğin yeni dünya ise ‘baki’ (bezm-i ezel).

Umut da var; önce giden dostlarla da buluşulacak (mülaki olmak), öyleyse şimdiden selamlar yollayalım.

 Yahya Kemal, İslam düşüncesini anlatmış. Sözlerinde teselli de var. Üzülmeye gerek yok; bir kapıdan içeri girip, bir diğer kapıdan çıkıp gerçek dünyaya gideceğiz. Ölmek yok, dünya değiştirmek var.

 Benzer tema Aşık Veysel’de de var; bu dünya geçici, gelen gider, kapı iki tane:

 “Uzun ince bir yoldayım

Gidiyorum gündüz gece

Bilmiyorum, ne haldeyim?

Gidiyorum gündüz gece

 

Dünyaya geldiğim anda

Yürüdüm aynı zamanda

İki kapılı bir handa

Gediyorum gündüz gece”

 Kapıdan geçip, dünya değiştirmek Yahya Kemal’in “Rindlerin Akşamı” başlıklı şiirinde de var:

 “Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece

Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince”

 Bir kapıdan girip bir kapıdan çıkıyoruz ama peki bedenimiz ne oluyor.

 “Ya şevk içinde harab ol ya aşk içinde gönül!

Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.”

 Üstadın dileği güzelmiş, toprağından ya lale yetişsin istiyor ya da gül. İstanbul’un bu büyük şairi öyle istiyor ama bakalım Anadolu’nun ozanı Karacaoğlan, toprağından ne yeşereceğini umuyor:

 “Hadini de Karac'oğlan hadini

Aramazlar gurbet ile gideni

Ak göğsün üstünde çakır dikeni

Bitmeyince gönül yardan ayrılmaz”

 Bilen bilir, çakır dikeni mezarlıklarda biten bir bitkidir. Vah Karacaoğlan’ım vah! Garibim benim, ne gül ne lale; bitse bitse çakır dikeni…

 Karacaoğlan’ın beklentisi ile Yunus’un mezarlıklarda görüp tasvir ettiği manzara aynı; gül, lale Yunus’un tasvirinde de yok::

 “Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Kiminin başında biter ağaçlar

Kiminin başında sararır otlar

Kimi masum kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler”

 Şairlere göre, beden toprak olunca üzerinde sadece gül, lale, ot, diken bitmiyor, bazen de toplayıp çanak, çömlek, testi yapıyorlar. Fuzuli’nin bu konudaki dileği ve amacı başka; sevgiliye bu şekilde kavuşmak murat ediyor:

 “Dest bûsi ârzusuyle ölürsem dostlar

Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su”

 Konu buraya gelince Ömer Hayyam’ı anmamak olmaz:

 “Hey testici, dikkat et; önüne ve arkana!

Her yer insan toprağı, varmadın mı farkına?

Padişahın parmağı ve bir Şahın elini,

Farkında değil misin, bak koymuşsun çarkına?”

 

“Bir gün bir testi aldım bir testiciden,

Çok şey söyledi bana testi gizliden.

Dedi: Şahtım, bir altın kadehim vardı,

Şimdiyse sarhoşlara testi oldum ben!”

 

“Çiğniyorken ayağın, düşün toprağı

Bir güzelin yüzü o; kaşı, dudağı

Şu bina duvarında gördüğün tuğla;

Ya bir Şah başı ya bir Vezir parmağı!”

 Bakalım bizim toprağımızdan neler bitecek, çömlek mi olacak, testi mi?

 İşte böyle dostum; bunları battaniye altında düşündüm ama yazmak için biraz düzelip ayağa kalkmam gerekti. Birçok şiiri tam hatırlayamamıştım, kitaplardan buldum ve yazıyı tamamladım.

 Son olarak da Yunus’un şu dörtlüğünü yazayım bari de aramızda bazıları heveslensin:

 “Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver anları

Bana seni gerek seni”

 Heveslenenler dikkat! Ön şart var, önce dünya değiştirmeniz gerekiyor. Ben şimdilik erteledim, sonrası Allah kerim…

2 Eylül 2021 Perşembe

 

AMERİKAN ÇİZMESİNE HAYIR!

Amerika’nın Afganistan’ı işgali 20 sene sürdü. Bu süre içinde Amerika’nın 2 trilyon dolar harcadığı söylendi.

Nereye gitti bu para? Bu para harcandı da Afganistan ne kazandı?

Amerika hastane mi yaptı? Yol mu yaptı? Ülkenin altyapısın mı düzenledi? Sanayisini mi geliştirdi? Tarımsal üretimini mi artırdı? Fakirliği mi yok etti? Eğitim düzeyini mi yükseltti? Toplumun değişimini mi sağladı?

Paralar silaha gitti, bombaya gitti, baruta gitti. O paralar ölüm makinesi oldu, Afgan halkının üstüne ölüm yağdırdı.

Yirmi senin sonunda halkın büyük kısmı aç, sefil, evsiz, yurtsuz. Yatacak yeri yok, yiyecek yiyeceği yok.

Bu yirmi yıl boyunca Amerikan’ın işgaline, zulmüne, sömürüsüne, katliamlarına, ırza geçmelerine, işkencelerine ses çıkarmayanlar, Taliban önderliğinde Amerika ülkeden kovulunca birdenbire Afgan dostu kesildiler. Kadınlar başlarını örtme mecburiyetinde kalacak diye dertlendiler. İnsan hakları yok olacak diye (sanki işgal altında iken varmış gibi) üzüldüler.

Amerika iyi diyemeyenler, Taliban kötü demeye başladı.  

İşgal sona erdi diye üzülen bu kimselerin büyük çoğunluğu da Atatürkçü geçiniyor. Onlara hatırlatalım:

Atatürk mazlumdan yanaydı, zalimden yana değil.

Atatürk, ülkelerin bağımsızlığından yanaydı, işgalinden yana değil.

Atatürk, emperyalizme karşıydı, emperyalizmle savaşan ve onu ülkelerinden kovanlara karşı değil.

Atatürk, önceliği İngiliz, Fransız, Yunan işgalini son vermeye verdi, laikliğe değil.

Özgürlük için de, refah içinde, insan hakları için de, kadın hakları için de, namuslu ve şerefli bir hayat yaşamak için de ön şart bağımsızlıktır. Amerikan askerilerinin çizmesi altında bunların hiç birisi olmaz.

Atatürkçü, işgal sona erdi diye üzülmez, sevinir ve kazanılan bağımsızlığın tam olması ve siyasal ve sosyal devrimlerle taçlandırılması için Afgan halkına yardım etmenin yollarını arar.

Atatürkçü düşünceyi Amerikancı düşünceye dönüştürenler var, onları şiddetle kınıyorum.

 

25 Ağustos 2021 Çarşamba

 AMERİKA’NIN İNSANLIK SUÇLARI

Afganistan’da yenilerek ülkeyi terk edince ”medeniyet ışığı söndü” diyerek Amerika’yı işgal ettiği ülkelere medeniyet ışığı saçan bir devlet gibi gösterenler oldu. Amerika işgal ettiği topraklara medeniyet ışığı filan götürmez, barut götürür, bomba götürür, ölüm götürü, zulüm götürür.

Bu medeni Amerika kurulduğu tarihten bu yana neler yapmış özetleyelim:

KURULUŞUNDA KATLİAMLAR VAR

Amerika kurulduğundan bu yana insanlık suçu işleye işleye büyüdü. Büyüme oranı, işlediği insanlık suçları ile orantılı gitti. Emperyalizm kan içerek büyür; ne kadar çok katliam, sömürü ve doğa tahribatı o kadar hızlı büyüme.

Amerika bağımsızlığını İngiltere ile savaşarak elde etti. Bağımsızlığını ilan ettiği topraklara ise Kızılderilileri öldüre öldüre sahip oldu. Bağımsızlık bildirisinde bile onlardan “Acımasız vahşiler” diye söz edilir. Bağımsızlık bildirisini kaleme alan Thomas Jefferson Kızılderililerin topraklarını ele geçirmenin beyazların hakkı olduğunu söyler. İlk cumhurbaşkanlarından John Adams’ göre Kızılderililer “Kanlı av köpekleridir”.

20 milyonun üzerinde Kızılderili ya öldürülmüş ye da ölümcül şartlar içine itilmiştir. Çeşitli işkencelere, tecavüzlere, hastalığa, açlığa ve sürgüne maruz bırakılmış, çocuk kadın demeden acımasızca katledilmiştir.  İlk biyolojik silah onlar için kullanılmış, çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler verilerek binlerce Kızılderili ölüme terk edilmiştir. Amerikan hükümeti her Kızılderili kafatası için 5 dolar vererek adeta soykırım yapmıştır. Bununla yetinilmemiş, Kızılderililerin en önemli besin kaynağı olan bizonlar da öldürülüp Kızılderililer açlığa mahkûm edilmiştir. İlk zamanlar kuzey Amerika’da 50 milyon bizon varken 1889’da ülkede sadece 540 bizon kalmıştı.

KATLİAMLARA DEVAM

Amerika ülke dışındaki katliamlara erken başladı. 1899’dan 1902’ye kadar Filipinleri zapturapt altına almak için yapılan askeri harekâtta 200.000 Filipinli can vermiş, on binlercesi yaralanmış ve işkence görmüştü.

6 ve 9 Ağustos 1945 insanlık tarihinin en acı ve en karanlık günü oldu.  Amerika, önce Hiroşima’ya daha sonra da Nagazaki’ye atom bombası attı ve on binlerce masum insanı acımasızca öldürdü. Kentler harabeye döndü. Sadece insanlar değil o bölgelerde yaşayan her canlı artık yaşamaz oldu. Radyasyonun etkisi yıllarca devam etti.

Bu bir insanlık suçuydu. Bu bombalar Japonlara değil insanlığa atıldı ve 6 Ağustos’ta dünya insanlığını kaybetti.

Guatemala ise 1954 yılında Amerika tarafından işgal edildi. İşgal sonucu askeri yönetim kuruldu. Bu yönetim sırasında daha önce topraksız köylülere dağıtılan araziler geri alındı. 36 yıl süren iç savaş sonucunda 200.000’nin üzerinde Guatemalalı hayatını kaybetti. 

Panama Başkanı Noriega’nın uyuşturucu işiyle uğraştığını bahane eden Amerika 1989 yılında bu ülkeyi işgal etti. Panama City’de Noriega’nın büyük halk desteği gördüğü işçi semtleri bombalandı ve zorla boşaltıldı. Binlerce insan tutuklandı. Zengin Kompradorların desteği ile yeni bir hükümet kuruldu.

Amerika müdahale edecekse, büyük, küçük ülke demeden gereğini yapar. Dominik beş kere Amerikan askeri müdahalesine maruz kaldı. 100 binin biraz üzerinde nüfusu olan Granada da Amerikan gaddarlığından nasibini aldı. 1983’de Reagan yönetimi bu ülkeye işgal ederek yönetimi değiştirdi. Sonuçta işsizlik ve yoksulluk diz boyu arttı.

Vietnam savaşı ise tam bir trajedidir. Bu savaş 1965 yılında başlamış ve 1975 yılına kadar sürmüştür. Vietnam 1,5 milyon vatandaşını ve zehirlenme sonrası topraklarının üçte birini kaybetmesine karşın savaştan galip çıktı. Bu 1.5 milyonun üstündeki Vietnamlının çoğu sivildi, çocuktu, kadındı.

Irak’a iki kere müdahale etti. 2003’teki ikinci müdahaleden bu yana Irak’ta ölen sivil sayısı 1.000.000’nun üzerindedir. Binlerce insan işkenceye maruz kaldı. Kadınların ırzına geçildi. Çocuklar ailesiz kaldı. 2 milyondan fazla insan evinden, yurdundan göç etmek zorunda kaldı.

Amerika katliamlarını bizzat kendi askeri güçlerini kullanarak gerçekleştirdiği gibi farklı ülkelerde kendisine bağlı örgütleri silahlandırarak, eğiterek ve destekleyerek de yapar. El Salvador’da, Guatemala’da Kolombiya’da Endonezya’da bu yöntemleri kullanmıştı; tıpkı şimdilerde Batı Asya’da yaptığı gibi.

Şili’de sosyalist lider Allende’i devirmek için Pinochet’i destekledi. Pinochet, 1973 yılında önce Allende yanlısı subayları öldürdü. Daha sonra Allende’in bulunduğu Başkanlık Sarayı’nı ve ailesinin oturduğu evi bombaladı. Allende öldürüldü. İktidarı devir alan Pinochet iktidarı süresince katliamlar yaptı. 3 binin üzerinde insan öldürüldü. Bir milyondan fazla insan Şili’den göç etti.

Endonezya’da ABD destekli ordu 500.00’den fazla insanı öldürdü. Komünist Partisi’ni ve onun sempatizanlarını yok etti. On yıl sonra Amerika destekli Endonezya ordusu Doğu Timur’u istila edip 600.00’lik nüfusun 100.000’den fazlasını öldürdü. Saldırı, Başkan Ford ve Dış İşleri Bakanı Kissinger’in Endonezya’yı terk etmesinden bir gün sonra başladı. Belli ki yeşil ışık yakılmıştı.

Amerika’nın insanlık suçlarının en taze örneği Suriye’de yaşanıyor. Amerikan askerlerinin desteklediği terör örgütlerinin eylemleri sonucu 300.000’den fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası evinden yurdundan göç etmek mecburiyetinde kaldı. Anneler, babalar, bebekler denizlerde boğuldu.

BU KATİLAMLAR KİMİN VE NE İÇİN?

Başkan Wilson’un 1907 yılında söylediği şu sözlerde bu sorunun cevabı veriliyor:

“Ticaret ulusal sınır tanımadığı ve üretici de dünyayı bir Pazar olarak görmekte ısrar ettiği için ülkesinin bayrağı da onu izlemeli, ona kapalı olan ülke kapıları kırılıp devrilmelidir. Sermayedarların elde ettiği imtiyazlar devletin bakanlarınca güvence altına alınmalıdır, gönülsüz ülkelerin egemenlik hakları süreç içerisinde çiğnense bile. Koloniler oluşturulmalı ve ele geçirilmelidir, öyle ki dünyanın sağılmaya elverişli hiçbir köşesi es geçilmiş ya da bakir bırakılmış olmasın.”

ABD’nin politik hedeflerinden biri, küresel sermaye birikimi için dünyayı güvenli hale getirmektir. Herhangi bir şekilde ekonomik bağımsızlık ya da halkçı bir yeniden dağıtım politikası izleyenler, ekonominin artık değerini halkın yararına kullanarak kâr amacı gütmeyen hizmetlere ayırmak isteyen yönetimler Amerika’nın müdahale ya da işgal şeklinde gazabına uğramaktadır.

Bu müdahalelerden, bu katliamlardan amaç, uluslararası finans sisteminin güvenliğini korumaktır. Hiçbir ülkenin, bağımsız bir ekonomi politikası izlemesine ve kendisini geliştirmesine izin verilmez. Böyle ülkeler ambargolarla, müdahalelerle ve hatta işgallerle cezalandırılır ve tuttuğu yoldan gitmesi önlenir.

BÜYÜK SERMAYENİN KATİL BEKÇİLERİ

Dünyada büyük sermayenin egemen olmasını sağlamak için Amerikan Ordusu her an nöbettedir. Bu ordunun ölüm makinesi özelliğini yitirmemesi için her yıl milyarlarca dolar para harcanır. Amerika’nın 35’den fazla ülkede 400’den fazla üssü vardır. Bu üslerde 500.000 üstünde asker vardır. Bu ülke adeta bir nükleer bomba deposu gibidir. Dünyanın her yanına yetişebilecek binlerce stratejik ve taktik uçakları, binlerce füzesi vardır.

Bu kadar güçlü bir orduya sahip Amerika, özellikle son yıllarda, terör örgütlerini de kullanıyor. Amerika’ya yakın devletlerin askerleri, polisleri ve teröristler CIA ve buna benzer diğer birimlerce eğitiliyor. Onlara gözetim, soruşturma, işkence, göz dağı ve suikast konularında bilgiler veriliyor. Latin Amerika’da “Katiller Okulu” olarak bilinen Fort Benning’teki ABD Askeri Okulu’nda yandaş devletlerden gelen askerlere en son zulüm ve işkence metotları öğretiliyor. El Salvador’da köy katliamları yapanlar ve diğer vahşetlere karışanların çoğu bu okulda eğitilmişti.

PSİKOLOJİK SAVAŞ

Amerika bunlarla yetinmez, bir yandan da kendisini haklı göstermek ve yaptıklarını gizlemek için psikolojik savaş yürütür. Büyük sermayenin elinde olan ABD medyası her yıl milyonlarca haber, fotoğraf, yorum, başyazı, köşe yazısı ve makaleleriyle diğer ülkeleri ve kendi halkını etkiler. CIA ülke içinde 200’den fazla gazete, dergi, haber ajansı ve yayınevinin bizzat sahibidir. Ayrıca diğer gazeteler ve dergiler aracılığı ile yanlış ve taraflı haberler yayar.

Ulusal Demokrasi Vakfı ve Uluslararası Gelişme Örgütü gibi ABD hükümetinin parasal destek verdiği kuruluşlar ile Ford, Soros Vakfı ve diğer organizasyonlar diğer ülkelerdeki üniversitelere yardımda bulunur. Bu yardım serbest piyasa ekonomisi ideolojisini destekleyen akademik programlara, sosyal bilim enstitülerine, araştırmalara, burslara ve ders kitaplarına gider.

Birçok ülkedeki Protestan misyoner teşkilatları CIA’nın kontrolündedir. Buradaki rahipler birer ajan gibi çalışır. Ayrıca bazı tarikatlar, cemaatler de CIA tarafından kullanılır.

AMERİKA’NIN SONU GELDİ

Karamsar değiliz, yeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni dünyada Amerika’nın dünyaya egemen olma arzuları son bulacaktır. Afganistan yenilgisi bunun habercilerinden birisidir. Yeni kurulacak dünyada sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişki bitecek ve Atatürk’ün müjdelediği günler yakında gelecektir:

“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”

”…insanlığa müteveccih fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve nabût edecektir.

O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir halet-i İçtimaiyeye kavuşacaktır. “

8 Ağustos 2021 Pazar

 İLERİCİLİK GERİCİLİK

Birçok insan gibi ben de bazı sosyal iletişim gruplarına üyeyim. Yeni milli eğitim bakanı atanır atanmaz bu gruplardaki bazı arkadaşlarım yeni bakanın İmam Hatip lisesi mezunu olduğunu kanıt göstererek gerici birisinin bakan olduğunu yazmaya başladılar.

Şaşırmamak elde değil. Bu ifadeleriyle tüm İmam Hatip Lisesi mezunlarını gerici yapıp çıktılar. Bunu yapanların içinde akademik kariyeri oldukça üst düzeyde olanlar bile var. Üzüntü verici bir durum.

Bu fikir yapısında olanlara göre bir insan;

İmam Hatip’ten mezunsa gerici, kolejden mezunsa ilerici,

Dindarsa, beş vakit namaz kılıyorsa, orucunu tutuyorsa gerici,

Rakı, viski içiyorsa ilerici, alkol almıyorsa gerici,

Türk müziği dinliyorsa gerici, Amerikan müziği dinlerse ilerici,

Batılı hayat tarzını benimsemişse ilerici, milli adetlere göre yaşarsa gerici,

Maldiv adalarına tatile giderse ilerici, umre için kutsal topraklara giderse gerici.

 Çok yanlış!

Bu yanlış kanı toplumda çok taraftar bulduğu için, ‘ilerici’ kimdir, ‘gerici’ kimdir sorusunu cevaplamak farz oldu.

İLERİCİLK

Bir kimseye ya da harekete ‘ilerici’ özelliğini veren üç temel husus var:

1.       Bilimin ışığı altında ve halkçı anlayış içerisinde toplumun yeniden şekillenmesi için mücadele etmek.

2.       Millet egemenliğini sağlamak ve korumak.

3.       Vatanın bütünlüğünü korumak ve ülkenin tam bağımsız olması için çaba harcamak.

Atatürk’ün de yaptığı işte tam budur.

İLERİCİ İNSAN

İlerici insanın savunduğu ‘ekonomik büyüme ve kalkınma’ mutlaka sosyal amaçlar içermelidir.

İlerici insan, servet, gelir ve fırsat eşitsizliğinin ortadan kalkması için çalışır. İstihdamın ve çalışanların gelirinin artması için uğraşır. 

Herkesin yararına ve herkese eşit şekilde sunulacak kamu hizmetleri arzular.

Devletin, eğitim ve sağlık gibi hizmetleri toplumun her ferdine eşitlikçi anlayış içerisinde sunmasını ister ve bunun için çaba gösterir.

Millet egemenliği için demokrasinin derinleşmesini ister.

‘Herkes için adalet’ kavramını düstur edinmiştir.

Ona göre ülke tam bağımsız, insanlar özgür olmalıdır. Yabancı güçlerin her türlü müdahalesine karşıdır.

Sorunlara milli sınırlar içinde çözümler üretmeye çalışır; çareyi ülke dışında aramaz.

Emperyalist saldırılara karşı milli devletin ne kadar önemli olduğunun farkındadır ve vatanını, devletini ve milli birliğini bu bilinç içinde savunur.

GERİCİ İNSAN

Gerici insan karanlıklar içerisindedir ama bunun farkında değildir.

Olayları, gelişmeleri ve tümüyle dünyayı değerlendirirken bilimsel yöntemlerden faydalanmaz.

Hurafelere inanır, batıl inançlar içerisindedir.

Özgür değildir, başka kimselerin veya güçlerin empoze ettiklerini kendi düşüncesi sanır. Bu haliyle kendisine yabancılaşmıştır.

Öğretilmiş yanlışlıklar içerisindedir; bu yanlışları doğru sanır.

Küreselleşmiş neoliberal sitemin egemen gücü olan büyük sermayenin piyonu olmuştur.

Geniş halk kitlelerinin, emekçi sınıfların, üreten kesimlerin savunucusu olmaktan çıkar, rant peşinde koşanlara hizmet eder.

Milli devlet yönelik tehditleri algılayamaz ve bilerek veya bilmeyerek dış güçlere hizmet eder.

Milletini hor görür, yabancı hayranlığı içerisindedir.

Vatanını bölmek, milli birliğini bozmak isteyenlere karşı cephe alacağına, onlarla birlikte hareket eder.

Paranın siyasal, ekonomik güç olduğu bir toplumu benimsemişti; emekçilerin bu güce sahip olanlar tarafından ezilmesine, sömürülmesine ses çıkarmaz.  

Ülke içindeki toplumsal sorunların çözümü için emperyalist ülkelerden destek ve yardım bekler.

Tam bağımsızlık diye bir ilkesi, arzusu yoktur.

ATATÜRK İLERİCİYDİ

Atatürk tam anlamıyla ilericiydi, yukarıdaki yazdığım özelliklerin hepsine sahipti. Ne yazık ki, kendisini Atatürkçü diye tanıyan ve tanıtan çok büyük çoğunluğun Atatürk ile ilgisi yok. İlerici olmaktan vazgeçtim, tutucu bile değiller; gericiler.

Etrafımda gerici olduğunu bilmeden ilericilik taslayan çok sayıda insan var. Bunların bir kısmı da Akademik olarak üst düzeye çıkmış insanlar. Amerika’nın egemen sermayesinin yoğun propagandası onları sağlıklı biçimde akıl yürütemez hale getirmiş.  

Türkiye’nin en büyük sorunlarında birisi de işte bu kendisine yabancılaşmış insanlar. Ne olduklarını keşke bir an önce anlasalar.  

5 Ağustos 2021 Perşembe

AMAÇ YENİ BİR İKTİDAR

Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak. Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır.

Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahalelere gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.

15 Temmuz 2016’da darbe teşebbüsünde bulundular ama başaramadılar. Sıra sözüm ona demokratik yollarla yen bir iktidar oluşturmaya geldi.

Bunu söylerken olgulardan ve nesnel gerçeklerden hareket ediyoruz: Sıralayalım o olguları ve gerçekleri:

Amerikan devletinin önemli bir kurumu olan Rand Corporation, Amerika-Türkiye ortaklığının geleceği ile ilgili olarak, “Türkiye’nin Milliyetçi Rotası” (Turkey's Nationalist Course) başlıklı bir raporu 14 Şubat 2020 tarihinde yayınladı.

Rapor, bir yandan Türkiye’nin milliyetçi bir rota takip etmeye başladığını ve Amerika ve NATO’dan uzaklaştığını yazıp bu durumdan duyulan rahatsızlığı yazarken, diğer yandan da Amerika’nın ümidini üç muhalefet partisinin 2023’te iktidar olmasına bağladığını anlatıyor.

60 yılı aşkın bir süredir, Akdeniz bölgesinde ve Batı Asya’da Türkiye ve Amerika’nın stratejik ortak olduğu yazılarak başlayan raporun bir yerinde şöyle deniyor: “Önümüzdeki beş ila on yıl boyunca Erdoğan, MHP’li ortaklarının teşviki ile farklı derecelerde ABD ve diğer NATO müttefiklerinin çıkarlarına ters düşen iddialı dış politika ve savunma politikaları izleyecek gibi görünüyor. Türkiye’de bu dönemde uygun bir koalisyon ortaya çıkacak, Erdoğan ve AKP’yi 2023’ten sonra iktidardan ayıracak olursa, 2018 seçimlerinde NATO müttefikleri ve Avrupa Birliği ile ilişkileri canlandırmayı savunan siyasi programlar açıklayan önde gelen üç muhalefet partisinden daha uzlaşmacı bir yaklaşım beklenebilir.”

Rapordan Amerika’nın ümidini ‘önde gelen üç muhalefet partisi’ne (CHP, İP, HDP) bağladığı anlaşılıyor.

BIDEN’IN AMACI BİR İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ

Biden, bu raporun yayınlanmasından kısa bir süre sonra bir televizyon programında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef alan ve muhaliflere destek veren, Türkiye'deki iktidarı değiştirebilmenin yollunu anlatan skandal ifadeler kullandı.

Söyledikleri özetle şöyle: “Bence ona (Erdoğan'a) çok farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Yani çok endişeliyim. Ama benim yaptığım gibi onlarla (muhalif liderlerle) doğrudan temasa geçip Erdoğan'ı yenecek duruma gelmeleri için hala var olan Türk liderliği unsurlarından daha fazla verim almalı ve onları güçlendirmeliyiz. Darbe ile değil, seçim süreci ile...”

Bunları sadece Biden sözleri olarak değerlendirmemek gerek; bu sözler Amerika’nın Türkiye ile ilgili tutumunu ve planlarını anlatıyor.

BIDEN’IN DOSTLARI HAREKETE GEÇTİ

Biden’ın “Erdoğan’ı darbe ile değil seçimle indireceğiz” sözü CHP, İP ve HDP’yi harekete geçirdi. Bu andan itibaren bu partilerin liderleri ve bu partileri destekleyen medya kuruluşları fitne, fesat, bozgunculuk kokan söylemlerini ve yayınlarını artırdılar ve sürekli olarak erken seçim isteklerini dile getirmeye başladılar.

Bir kısım gazeteler ve televizyonlar da erken seçim istekleriyle birlikte yalan yanlış haberlerle iktidarı yıpratmak için düzenledikleri kampanyaları hızlandırdı. Çok sayıda insan da bilerek veya bilmeyerek bu kampanyaları sosyal medya üzerinden yaymaya başladı.

AMERİKA ORMANLARIMIZA SALDIRDI

“Ormanlarımızı PKK yaktı” sözü eksiktir, doğrusu “ormanlarımızı Amerika yaktı” olmalıdır.

Amerika ormanlarımız yaktı çünkü üç amacı var:

Ekonomik: Ormanlarımızı ve diğer doğal değerlerimizi yok etmek, turizmi baltalamak, o bölgedeki üretim tesislerini tahrip etmek.

Psikolojik: Halkı dehşet ve korkuya sevk etmek ve toplumda güvensizlik ve karamsarlık duygusunu artırmak.

Siyasal: İktidar değişikliğini yapmak için erken seçim şartlarını oluşturmak.

Aslında, ilk iki hedeften beklenen de CHP, İP, HDP, SP ve diğer dostlarını iktidara taşımak…

ACİL OLARAK YAPILMASI GEREKENLER

Bu alçak saldırı cevapsız kalamaz. Türk milleti, saldırının boyutu ve biçimini göz önüne alarak cevabını en sert biçimde vermelidir. Görev, tüm milli güçlere düşmektedir.

Acil olarak şunlar yapılmalıdır:

Batı sistemi içine kalarak özgür olamayız, bağımsız olamayız, topraklarımızı, ormanlarımızı, denizlerimizi koruyamayız. Batı ile ilişkilerimiz arttıkça, bağımsızlığımızdan sürekli tavizler verdik. ‘Uyducu’luğa dönüşen Batıcı politikalar artık terk edilmelidir.

NATO’dan çıkılmalıdır. NATO’dan çıkmak da yetmez, Türkiye 1940’lı yıllarda girdiği Batı sisteminden kopup Asya’daki gerçek dostlarına yönelmelidir.

İncirlik ve Kürecik üsleri Amerikan askerlerine kapatılmalı, buradaki Amerikalılar kovulmalıdır.

Amerika’nın ve Amerikancı çevreleri yürüttüğü psikolojik savaşa karşı milli güçler topyekûn hücuma geçmelidir. Gaflet içine düşmüş vatandaşlarımız uyarılarak, bilgilendirilerek kazanılmalıdır

HDP kapatılmalıdır ve PKK bitirilmelidir. HDP/PKK destekçileri de en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

En kısa zamanda Suriye ile askeri, siyasi ve ekonomik iş birliği içine girilmelidir.

Amerikalıların Batı Asya’dan kovulması için tüm bölge ülkeleriyle birlikte hareket edilmelidir.

Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin diğer ülkeler tarafından tanınması için Kırım ve Abhazya konusunda Rusya ile anlaşılmalıdır. Çin’in ve İran’ın KKTC’yi tanıması için gerekli temaslar artırılarak yapılmalı ve Kıbrıs’ın Çin’in ve İran’ın güvenliği için ne kadar önemli olduğu anlatılmalıdır.

Savunma sanayimizin gelişmesi için her türlü girişim hızlandırılmalı ve TSK’nın yabancı silahlara olan bağımlılığı azaltılmalıdır.

Batı’nın dayattığı adına ister liberalizm, isterseniz borçlanma ekonomisi deyin, sömürülmemize hizmet eden ve bizi borç batağına sürükleyen ekonomik programlardan vazgeçilmeli ve ‘Üretim Devrimi’ programı uygulanmaya başlanmalıdır.

Bütün bunları gerçekleştirmek için tüm milli güçler bir araya gelmeli ve üreticilerin milli hükumeti bir an önce kurulmalıdır.

 

31 Temmuz 2021 Cumartesi

 TÜRK-AMERİKA SAVAŞI YENİ BOYUT KAZANDI

24 Temmuz 2015’de başlayan Türkiye-Amerika savaşı artık yeni bir boyut kazandı. Amerika içimizdeki hainleri kullanarak doğal varlıklarımıza, ormanlarımıza, köylerimiz, hayvanlarımıza alçakça saldırıyor. Acımasızca yakıyor, yıkıyor.

Bir yandan da psikolojik savaş araçları ile insanlarımızın beynine darbeler indiriyor. Halkımızın bir kısmı bu darbeler sonucu gaflet içine düşüyor hatta hainleşiyor.

Bu vahşi saldırı cevapsız kalamaz. Türk milleti, saldırının boyutu ve biçimini göz önüne alarak en sert biçimde vermelidir. Görev, tüm milli güçlere düşmektedir.

 ACİL OLARAK YAPILMASI GEREKENLER

Acilen yapılması gerekenler şunlardır:

HDP kapatılmalıdır ve PKK bitirilmelidir. HDP/PKK destekçileri de en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

İncirlik ve Kürecik üsleri Amerikan askerlerine kapatılmalı, buradaki Amerikalılar kovulmalıdır.

En kısa zamanda Suriye ile askeri, siyasi ve ekonomik iş birliği içine girilmelidir.

Amerikalıların Batı Asya’dan kovulması için tüm bölge ülkeleriyle birlikte hareket edilmelidir.

Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin diğer ülkeler tarafından tanınması için Kırım ve Abhazya konusunda Rusya ile anlaşılmalıdır. Çin’in KKTC’yi tanıması için gerekli temaslar artırılarak yapılmalı ve Kıbrıs’ın Çin’in güvenliği için ne kadar önemli olduğu anlatılmalıdır.

Savunma sanayimizin gelişmesi için her türlü girişim hızlandırılmalı ve TSK’nın yabancı silahlara olan bağımlılığı azaltılmalıdır.

NATO’dan çıkılmalıdır. NATO’dan çıkmak da yetmez, Türkiye 1940’lı yıllarda girdiği Batı sisteminden kopup Asya’daki gerçek dostlarına yönelmelidir.

Batı sistemi içine kalarak özgür olamayız, bağımsız olamayız, topraklarımızı, ormanlarımızı, denizlerimizi koruyamayız. Batı ile ilişkilerimiz arttıkça, bağımsızlığımızdan sürekli tavizler verdik. ‘Uyducu’luğa dönüşen Batıcı politikalar artık terk edilmelidir.

Amerika’nın ve Amerikancı çevreleri yürüttüğü psikolojik savaşa karşı milli güçler topyekûn hücuma geçmelidir. Gaflet içine düşmüş vatandaşlarımız uyarılarak, bilgilendirilerek kazanılmalıdır.

Batı’nın dayattığı adına ister liberalizm isterseniz borçlanma ekonomisi deyin sömürülmemize hizmet eden ve biz borç batağına sürükleyen ekonomik programlardan vazgeçilmeli ve ‘Üretim Devrimi’ programı uygulanmaya başlanmalıdır.

Bütün bunları gerçekleştirmek için tüm milli güçler bir araya gelmeli ve üreticilerin milli hükümeti bir an önce kurulmalıdır.

 

28 Nisan 2021 Çarşamba

 BIDEN HÜCUM BORUSUNU ÇALDI

Biden’ın Türkiye’yi ‘Soykırım’ yapmakla suçlayan beyanı yanlış ve eksik olarak değerlendiriliyor. Aynı hatalı değerlendirmeği TBMM’nin bildirisinde de görüyoruz. Bildiride, Biden’ın ‘Soykırım’ sözcüğünü kullanmasını, ABD Yönetiminin radikal Ermeni lobilerinin baskısına boyun eğmesine bağlandığını okuyoruz.

AKP sözcüsü Sayın Çelik de benzer değerlendirmede bulunmuş ve olayı çok basite indirgemiş: "Biden, diasporadaki fanatik Ermeni çıkar gruplarının rehinesi halindedir. İlk defa bir ABD Başkanı fanatik bir gruba teslim oldu.”

Konyu bu kadar basite indirgemek çok yanlış. Herkesin şunu anlaması gerek: Biden’ın bu ifadesi, Amerika’nın Türkiye üzerindeki planlarını gerçekleştirmek için atılmış bir adımdır. Biden, bu suçlamayla hücum borusu çalmıştır

BIDEN KİME GÜVENÜYOR?

Biden, Amerikan planlarının önündeki büyük engelin Sayın Erdoğan olduğunu ve Erdoğan’ı iktidardan indirmek için, parti isimleri de vererek, muhalefeti desteklemek gerektiğini daha başkan olmadan söylemişti.

Biden’ın hedefinde öncelikle Türkiye, ikinci olarak da Erdoğan var.

Şimdi Biden’ın aralık 2020’de söylediklerini bir hatırlayalım: “Bence ona (Erdoğan'a) çok farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Yani çok endişeliyim. Ama benim yaptığım gibi onlarla (muhalif liderlerle) doğrudan temasa geçip Erdoğan'ı yenecek duruma gelmeleri için hala var olan Türk liderliği unsurlarından daha fazla verim almalı ve onları güçlendirmeliyiz. Darbe ile değil, seçim süreci ile... Partisi, İstanbul'dan dışarı atıldı. Peki biz ne yapıyoruz? Burada oturup boyun eğiyoruz.”

AMERİKA’NIN DAYATMALARI

Biden’ın bu ifadesini iyi değerlendirmek gerek; bu sözlerle Amerika’nın Türkiye ile ilgili projelerini gerçekleştirmek için kimlere güvendiğini anlatıyor.

Erdoğan’ı devirip yeni bir iktidar oluşturma peşinde olan Amerika, kurulması için uğraştığı koalisyondan daha doğrusu Türkiye’den ne istiyor, özetleyerek sıralayalım:

İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den toprak alıp, bizim Güneydoğu’muzu da içine katarak adı Kürdistan olan ikinci bir İsrail devletini kurmasına Türkiye’nin izin vermesini;

Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki haklarından vaz geçmemizi ve bu bölgedeki zengin hidrokarbon yataklarına el koymasına ses çıkarmamızı;

Bizi borç batağına sürükleyen ve sömürülmemize yol açan borçlanma ekonomisine devam etmemizi;

Ermenililere soy kırım yaptığımız yalanını kabul etmemizi (bu kabulden sonra sıra tazminat ve toprak talebine gelecek);

Rusya, Çin ve Batı Asya’daki komşu ülkelerle yakın işbirliği içine girmememizi;

Bizi bölünmeye götürecek yasal düzenleler yapmamızı ve buna uygun olarak idari yapılanmayı değiştirmemizi istiyor.

Biden, bütün bunları gerçekleştirmek için de Türkiye’de yeni bir iktidar oluşturmanın planlarını yürütüyor.

HEDEFTE ERDOĞAN DA VAR

Bu açıklamasıyla Biden, daha doğru bir ifade ile Amerika, Türkiye üzerindeki bu planlarını gerçekleştirmek için engel gördükleri Erdoğan’ı iktidardan düşürme eylemlerine hız verdi.

Kılıçdaroğlu ve Akşener’in bu konuda takındıkları tavır ve söylemleri Türkiye’yi savunmaktan çok Erdoan’ı yıpratmaya yönelik oldu. Yıkıcı ve yıpratıcı politikalarına devem ettiler. Biden’ı değil, Erdoğan’ı suçladılar.

Gizli-açık işbirliği yaptıkları, Türkiye düşmanı HDP’nin Türkiye’yi 1915’de soykırım yapmakla ve halen de aynı soykırım politikalarını devam ettirmekle suçlamasına ise sesleri çıkmadı; vatansever bir anlayışla herhangi bir tepki vermediler. Çünkü onların amacı, Türkiye’yi savunmak değil, Erdoğan iktidarına son vermek.

VATAN PARTİSİ’NİN ÖNERİLERİ

Biden bu açıklamasıyla Türkiye ile tarihi bir tartışma başlatmadı; Türkiye’ye ve onun ile birlikte Asya güçlerine yeni bir hücum başlatacağının sinyalini verdi. Biden’a cevap bu gerçek dikkate alınarak verilmelidir.

Vatan Partisi, Türkiye Hükümetine çağrıda bulunarak Biden’ın hücum borusuna lafla yanıt verilemeyeceğini açıklamış ve eylemli yanıt önerisini dört maddede özetlemiştir:

“İncirlik Üssü, derhal Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tam kontrolüne alınmalıdır. ABD askerleri 15 gün içerisinde ülkelerine gönderilmelidir.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile birlikte Kırım ve Abhazya’nın tanınması için Rusya, İran ve Azerbaycan ile diplomatik temaslar başlatılmalıdır. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Sayın Vladimir Putin’in Altılı Platform önerisine KKTC ve Abhazya da dahil edilmelidir.

PKK’yı sınır ötesinde bitirmek için, Suriye Arap Cumhuriyeti ile askerî işbirliği dahil her konuda eylem için derhal harekete geçilmelidir.

HDP derhal kapatılmalıdır. Anayasa Mahkemesi, PKK’nın kolu ve bacağı olan örgüte karşı yargı sürecini uzatmamalı, Türkiye’nin karşılaştığı tehditlere uygun olarak hızla karar almalıdır.

Bu koşullarda güvenlikte ve üretimde devrimci kararlara önderlik edecek bir hükümet kurmak, Türkiye’nin önündeki temel meseledir.”

Vatan Partisi, Üreticilerin Millî Hükümetinde sorumluluk üstlenmek için milletimizden yetki istiyor ve başta AK Parti, MHP ve diğer millî güçlere, ABD tehditlerini boşa çıkarmak ve ‘Üreticilerin Millî Hükümetini’ kurmak için güçbirliği çağrısında bulunuyor.

26 Nisan 2021 Pazartesi

 

MİLLÎ HÂKİMİYET GÜNÜNDEN ÇOCUK BAYRAMINA

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edilmeye başlandı.

İstanbul'un işgali dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa beyanname yayınladı:

"...Bugün İstanbul'u zorla işgal etmek suretiyle, Osmanlı Devleti'nin 700 senelik hayat ve hakimiyetine son verildi. Yani, bugün Türk Milleti medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi."

Osmanlı Mebusan Meclisi son toplantısını 18 Mart tarihinde yaptı.

11 Nisan 1920 tarihinde Padişah Meclis-i Mebusan’ı kapattığını ilan etti.

Aralarında hükümet üyeleri ve mebusların da bulunduğu bir heyet Malta’ya sürüldü.

19 Mart 1920’de Mustafa Kemal Paşa vilayetlere, livada ve kolordu komutanlarına genelge yayınladı:

"Ankara'da toplanacak fevkalade selahiyete haiz bir meclis için acele seçim yapılması."

23 Nisan 1920 meclisin açılış tarihi olarak belirlendi ve 22 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa bütün vilayetlere tamim gönderdi:

"..23 Nisan'dan itibaren bütün mülki ve askeri makamların ve umum milletin mercii meclis-i mezkur olacağı tamimen arz olunur."

23 Nisan 1920 Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplandı.

Toplantıyı en yaşlı üye olarak başlatan Sinop mebusu açılış konuşmasında şöyle dedi:

“Tam istiklal ile yaşamak hususunda yaşamak hususunda kati azimde olan çok eskiden beri hür ve müstakil milletimiz, esaret vaziyetini şiddetle ve kesin olarak reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak büyük meclisinizi vücuda getirmiştir. Bu büyük meclisin ikinci reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımı ile milletimizin iç ve dış tam istiklâl içinde kaderini bizzat eline aldığını ve idare etmeğe başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.”

TÜRK DEVRİMİ’NİN İLÂNI VE YENİ DEVLET

Şeref Bey, milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı içinde kaderini bizzat elinde aldığını ve idare etmeğe başladığını söylerken aynı zamanda Türk Devrimi’ni de dünyaya ilân ediyordu: Egemenlik artık Türk milletinindi ve ebediyen de öyle kalacaktı.

Egemenliğin Türk milletine geçmesiyle birlikte Anadolu’da yeni bir Türk Devleti de doğmuş oluyordu: TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Artık hükumet Meclis’in hükümetiydi. Ordu Meclis’in ordusuydu. Valiler, kaymakamlar Meclis’in vali ve kaymakamlarıydı. Meclis ise Türk milletinin meclisiydi.

23 NİSAN MİLLİ EGEMENLİĞİN ADIDIR

23 Nisan 1920 Türk tarihinde çok önemli bir gündür çünkü:

Bu tarihte Türk Milleti tebaa olmaktan çıkmış, egemenliği padişahtan almış ve kendi kaderini kendisi belirlemeye başlamıştır.

Kendi evlatlarının kanları ile vatan kıldığı bu topraklarda kulluğu bırakmış, efendi olmuştur.

Yüzyıllarca padişahın olan egemenlik bu tarihte Türk milletine geçmiştir.

Türk Milleti, “medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istiklalinin müdafaasına” TBMM’de tecelli eden hür iradesi ile devam etmeye başlamıştır.

23 Nisan denince akla gelmesi gereken “Hakimiyet-i Milliye ve İstiklal-i Tam” olmalıdır.

23 Nisan, 12 Eylül 1980 darbesine kadar Millî Hakimiyet günüydü. Amerikancı Darbe, bayramın adını “23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” diye değiştirdi.  Bu değişiklik yapıldıktan sonra “Milli Egemenlik” bir yana bırakıldı ve bu önemli gün çocuk bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Bugün artık 23 Nisan denince akla çocuklar geliyor ve bu önemli gün gerçek anlamıyla kutlanmıyor. Hakimiyet-i Milliye ikinci planda kalıyor, ön plana çocuklar çıkıyor. Hal böyle olunca da 23 Nisan’ın ve millet egemenliğinin önemi halkımız tarafından iyi kavranmıyor ve iyi değerlendirilemiyor.

MİLLİ EGEMENLİĞE VURULAN DARBELER

‘Milli Egemenlik’ emperyalist Batı’nın hiç hoşlanmadığı bir kavramdır. Hakimiyet hep kendisinde olsun ister. Bu amacına da iktidarları belirleyerek, uluslararası antlaşmaları kullanarak, ekonomik ve siyasi baskılar, yaptırımlar uygulayarak ulaşmaya çalışır.

Bu emperyalist Batı, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi oluşumlarla mazlum milletleri nasıl ekonomik olarak kontrol etmek istiyorsa, İstanbul Sözleşmesi gibi bazı belgelerle, ikili antlaşmalarla da siyasi açıdan diğer devletler üzerinde egemenlik kurmaya çalışıyor. Bağımsızlığımıza alenen darbeler vuruyor.

MİLLİ EGEMENLİK VE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

İstanbul Sözleşmesi'nin uygulamasını izleyen bir mekanizma var: GREVIO. Bu GREVİO, sadece izlemiyor, talimatlar da veriyor, hesap soruyor.

GREVIO sözüm ona tarafsız ve bağımsız 10 uzmandan oluşuyor. Sözüm ona diyorum çünkü hazırladıkları rapor tam anlamıyla Türkiye karşıtlığını içeriyor.  

Bu oluşum, Türkiye’nin egemenlik haklarına açık bir şekilde müdahale ediyor. Türkiye’nin bağımsızlığına darbeler vuruyor. Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bazıları da bu müdahaleleri beğeniyor, devam etsin istiyor.

Oysa Atatürk’ün en çok değer verdiği husus millet egemenliği idi. Onun bir sözünü hatırlatalım:

“Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez.”

Bundan sonra, başta Atatürk olmak üzere, Türk milleti olarak egemenliğimizi kazanmamızı sağlayan tüm öncülere, şehitlerimize, gazilerimize layık olabilmek ve egemenliğimizi iç ve dış müdahalelere karşı koruyabilmemiz için, 23 Nisanları önemine ve anlamına uygun kutlayalım ve çocuklarımızın zihnine Atatürk’ün şu sözünü kazıyalım.

“Hiç şüphe yok, devletimizin ebedi müddet yaşaması için, memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için hayatımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz. “

EYUP S. KARAKAŞ

www.eyupskarakas.blogspot.com

16 Nisan 2021 Cuma

 

EMPERYALİZM İLE SAVAŞAN CHP’DEN EMPERYALİZİN UMUDU OLAN CHP’YE

Değerli bilim adamı, gerçek Atatürkçü Prof. Dr. Cihan Dura yeni bir kitap yayımladı. Okunmasını şiddetle önerdiğim bu kitaptan bir pasaj aktarmak istiyorum:

Başkan John Kennedy’nin, kendisi gibi bir suikast soncu öldürülen kardeşi Robert Kennedy anısına düzenlenen yıllık insan hakları ödülüne Türkiye’den iki kişi uygun görülmüştü. Ödüller 21 Kasım 1997’de Senatör Edward Kennedy tarafından verilecekti. Senatör Kennedy, Türkiye’den ve Türklerden hoşlanmayan, özel hayatı da karanlık olan biriydi. Seçimlere katıldığı Massachussets eyaletinde çok sayıda Rum asıllı seçmen vardı. Onlara hoş görünmek için yıllardır Türkiye karşıtı politikalar izliyordu.

O gün, Kongre’de hazırlanan salonda300’den fazla konuk vardı. Kennedy ve Türkiye’den gelen iki şahıs kürsüde yerlerini aldılar. Bir köşede de çevirmenlik yapacak bir Türk oturuyordu. Edward Kennedy ödül verilecek olan ilk şahsı tanıttı: 35 yaşında, insan hakları savunucusu, “masum” bir avukattı. “Bu masum insan, DEP’lileri ve halkı savunduğu için hapis yattı” dedi ve onu kürsüye çağırdı. Ardından ağır gövdesiyle koltuğuna gömülüp gözlerini yumdu.

Ödül sahibi elindeki yazılı metni okumaya başladı. Türk askerinin sistemli bir şekilde Doğu’daki köyleri yakıp yıktığını, sivil halkı öldürdüğünü, işkence uyguladığını ileri sürdü. Ardından, “Türkiye’nin Kürdistan diye bilinen güneydoğusunda savaş var. Son on yılda 26 bin kişi öldürüldü. Bunların 3 bini siyasi suikast sonucu öldürüldü. Savaş bölgesinde avukatlık yapan bir kişi olarak neler çektiğimi bilemezsiniz” diyerek metni okumayı sürdürdü.

O sırada Edward Kennedy koltuğunda iyiden iyi uyuklamaya başlamıştı. Sanki söylenenler umurunda değildi; önemli olan birilerinin Türkiye aleyhinde bir şeyler söylemesiydi. Konuşmacı da aslî görevini yerine getiriyordu. Yüzüne iliştirdiği ağlamaklı ifadeyle konuşmasını bitirip yerine oturdu.

Peki bu adam kimdi? “Türk ordusunu cinayet ve işkence yapmakla suçlayan, güneydoğumuzu Kürdistan olarak adlandıran, orada savaş olduğunu ileri süren, Amerikalarda Türkiye aleyhine konuşmalar yapıp kendi devletini kötüleyen” bu adam kimdi?

Bu adam bugün Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin çiçeği burnunda üyesi, aynı zamanda yakın yardımcısı olan, Haziran 2011 seçimlerinde partiden İstanbul milletvekili yapılan Sezgin Tanrıkulu’ydu.”

Sezgin Tanrıkulu bu konuşmayı yaparken yalnız da değildir. Bu ödüle layık görülen ikinci kişi de Şenal Saruhan’dır. O da CHP içinde siyaset yapmaktadır. Milletvekili yapılanlardan birisi de odur. Emperyalizmin mahfillerinde kendilerine rol verilen iki avukat, ikisi de CHP’li…

Tanrıkulu hızını alamamış, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Atatürk’ Tunceli’de katliam yapığını ima eden sözler söylemiş ve CHP adına özür dilemişti.

KILIÇDAROĞLU DA FARKLI DEĞİL

Tanrıkulu böyle de Kılıçdaroğlu çok mu farklı? Bir konuşmasında, Konuşmasında HDP’yi masum ve şirin göstermeye çalışmıştı. Onunla da yetinmemiş, Demirtaş’a şeref madalyası takmıştı.

Sormak lazım: Bu madalyayı Demirtaş’ın hangi hizmeti için takıyorsun?  PKK’nın Mehmetçiğe sıktığı kurşunlar, patlattığı bombalar için mi Demirtaş’a şeref madalyası takıyorsun? Demirtaş’ın eşbaşkan olduğu HDP teşkilatları ve belediyeleri PKK’ya erzak, lojistik, militan sağladığı için mi Demirtaş’a madalya takıyorsun? Bu eylemleri yapanlarda şeref ne arar?

Türk ordusuna madalya yok, Türk polisine madalya yok ama Demirtaş’a var. Yazıklar olsun!

Demirtaş’a madalya takmak, kahraman Mehmetçiklerimize, emniyet mensuplarımıza yapılan bir hakaret değil mi? Türk ordusuna karşı psikolojik bir saldırı değil mi?

KARŞI DEVRİM PARTİSİ

CHP, Türk milletini arkasına alarak, Atatürk’ün önderliğinde, Batı emperyalizmine ve onun yerli işbirlikçilerine karşı savaştı, bir büyük devrim gerçekleştirdi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Cumhuriyetin temeline vatanın bütünlüğü ve milletin birliği koydu. Bu nedenle, vatanın bütünlüğüne, milletin tekliğine yönelik her söz bir karşı devrim ilanıdır.

CHP, bugün Atatürk’ün “Bizi aşağı olmaya mahkûm bir halk olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için ne yapmak lazımsa yapmıştır” diye anlattığı, başını Amerika’nın çektiği Batı emperyalizminin umudu haline gelmiştir.

CHP, Batı’dan demokrasi, insan hakları dileniyor, Batı’da Türkiye üzerindeki projelerini gerçekleştirmek için Kılıçdaroğlu ve dostlarına güveniyor.  

O Batı ki, vatanımızın bütünlüğüne kastediyor, Mavi Vatanımıza saldırıyor, yer altı ve yer üstü değerlerimize el koymak istiyor, milli birliğimizi parçalamaya çalışıyor.

Hal böyle iken, CHP’yi destekleyen, oy veren ve kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar Biden’ın umudu haline gelen CHP’yi hâlâ Atatürk’ün partisi sanıyorlar. Bakalım, yuttukları “Erdoğan düşmanlığı” afyonunun etkisinden ne zaman kurtulacaklar?

31 Mart 2021 Çarşamba

 

ÖZGÜR DÜŞÜNCE YA DA ROBOTLAŞMA

Erich Fromm, çağdaş psikiyatrinin gelişmesine katkı sunan birkaç bilim adamında birisi. Onun en önemli eserlerinden birisi de ‘Özgürlükten Kaçış’ isimli kitabı. Bu kitapta, çağdaş insan için özgürlüğün anlamını ve insanların özgürlükten kaçışlarını ve bunun nedenlerini anlatır.

Fromm, kitabının ‘Robot Uyumluluğu’ bölümünde, milyonlarca kişinin nasıl oluyor da özgürlükten kaçıp, robot gibi yaşadığını anlamamıza yardım ediyor. Okuyalım bakalım:

“Ele alacağım bu mekanizma, çağdaş toplumdaki normal bireylerin birçoğunun bulduğu çözümü oluşturur. Kısaca özetlemek gerekirse, birey, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinde beklediği gibi olur. “Ben” ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. “…Kendi bireysel benliğinden vaz geçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur. Ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.

“Yalnızlığı yenmenin “normal” yolunun bir robot haline gelmek görüşü, kültürümüzdeki insanın en yaygın görüşlerinden biriyle çelişmektedir. Çoğumuz düşünme, hissetme ve dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip bireyler olarak düşünülürüz. Kuşkusuz bu, çağdaş bireycilik konusundaki genel görüş olmakla kalmamakta, aynı zamanda her birey, kendisinin “kendisi” ve düşüncelerinin, duygu ve isteklerinin “kendisine ait” olduğuna içtenlikle inanır. Bununla birlikte, aramızda gerçek bireyler vardır gerçi ama, ama çoğu zaman bu inanç bir yanılsama, hatta bu koşulların ortadan kaldırılmasına giden yolu tıkaması açısından, tehlikeli bir yanılsamadır.”

Fromm’un robotlaşma olarak isimlendirdiği bu duruma ‘sürüye katılma’ da diyebiliriz. Sürüye katılan koyun özgürce dolaşmaktan vazgeçer ve sürüye katılarak kendisini güvende hisseder. Çoban nereye derse oraya gider. İtiraz etmeden gider, çünkü çobanın kararını kendi kararı sanır ve o bunun farkında değildir.

Uzak, yakın arkadaşlarım, dostlarım var; onlarla konuşuyorum, sosyal medyadan paylaştıkları mesajları, haberleri takip ediyorum. Büyük çoğunluğu, özellikle siyasi konularda, aynı şeyleri söylüyor, sosyal medyadan aynı şeyleri paylaşıyor. Hepsinin de Türkiye konusunda savundukları düşünceler birbirinin aynısı. Ve hepsi bu fikirleri kendilerinin özgün düşüncesi sanıyor. Oysa bu fikirler izledikleri televizyonlardaki konuşmacıların veya okudukları gazetelerdeki yazarların düşünceleri. Bu düşünceleri içselleştiriyorlar ve bir papağan gibi tekrar edip duruyorlar.

Sadece fikirleri aynı değil, duyguları da aynı. Hepsi aynı politikacıyı seviyor ve hepsi aynı politikacıya kızıyor ve aynı politikacıdan nefret ediyor.

Bunların izlediği televizyonlar da okudukları yazarlar da aynı. Türkiye’nin ve dünyanın sorunlarına bakış açıları ve çözümleri de aynı. Tam bir teslimiyet…

Özgürlükten kaçanların bazıları da cemaatlere katılıyor. Cemaatler tam bir sığınma evi. İnsanlar bir şeyhe bağlanıyorlar; o ne derse doğrusu odur diye kabulleniyorlar. Şeyhin düşüncelerini o kadar benimsiyorlar ki, kendi özgün fikirleri sanıyorlar ve bu düşünceleri şiddetle savunuyorlar.

Özgürlükten kaçanların temel özelliği eleştirel düşünceden uzaklaşmış olmaları. Eleştiri yok, araştırma yok, sorgulama yok, peşin kabul ve benimseme var. Öylesine benimsiyorlar ki, duydukları ve okudukları düşüncelerin başkasına ait olduğunu unutuyorlar ve kendi özgün düşünceleri sanıyorlar.

Eleştirel düşünceden uzaklaşınca kişinin özgün düşünce, duyum ve arzuları da kayboluyor. Bunların yerini, katıldığı sürünün veya bir parçası olduğu robotlar topluluğunun düşünce, duyum ve arzuları alıyor.

Emperyalizm, robotlardan oluşmuş böyle sürüleri kolaylıkla kullanabiliyor ve ülkeye, millete ihanet edecek duruma getirebiliyor. Bunun en iyi örneği FETÖ terör örgütü. 15/16 Temmuz gecesi yaşananları unutmadık.

Türkiye’nin geleceği için, ikinci istiklal savaşını zafer ile taçlandırmamız için ve üretim devrimini gerçekleştirmemiz için özgürce ve eleştirel olarak düşünen, “Müdafaa-i Hukuk” ve “Hakimiyet-i Milliye” ülküsünü benimsemiş kadrolara ihtiyacımız var. Robotlaşmış, sürüye dönüşmüş, emperyalizmin piyonu haline gelmiş, sahte Atatürkçülerden, sahte milliyetçilerden, sahte solculardan, sahte dindarlardan bu ülkeye hayır yok.

 

22 Mart 2021 Pazartesi

 BAĞIMSIZLIĞIMIZA VURULAN DARBE: İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Arka arkaya güzel haberler alıyoruz. Birkaç gün önce PKK’nın uzantısı HDP’nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Savcısı dava açtı. Bugün de İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği haberi geldi.
Bu iki gelişmeye karşı çıkanlara bakıyoruz, çoğu kendisini Atatürkçü olarak lanse eden insanlar. Çok yanlış; Atatürkçülüğün iki temel ilkesi var: İstiklal-i Tam (tam bağımsızlık) ve Hakimiyet-i Milliye (millet egemenliği).
Emperyalist Batı, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi oluşumlarla mazlum milletleri nasıl ekonomik olarak kontrol etmek istiyorsa, İstanbul Sözleşmesi gibi bazı anlaşmalarla da siyasi açıdan diğer devletler üzerinde egemenlik kurmaya çalışıyor. Bağımsızlığımıza alenen darbeler vuruyor.
İstanbul Sözleşmesi'nin uygulamasını izleyen bir mekanizma var: GREVIO.
GREVIO sözüm ona tarafsız ve bağımsız 10 uzmandan oluşuyor. Sözüm ona diyorum çünkü hazırladıkları rapor tam anlamıyla Türkiye karşıtlığını içeriyor.
Bu oluşum, Türkiye’nin egemenlik haklarına açık bir şekilde müdahale ediyor. Türkiye’nin bağımsızlığına darbeler vuruyor. Bizim sahte Atatürkçüler de bu müdahaleleri beğeniyor, devam etsinler istiyor.
Bu raporlarda yazılanlardan bazı örnekler verelim de konu daha iyi anlaşılsın:
"Türkiye’nin güneydoğusundaki terörle mücadele operasyonları sırasında kamu ve askeriye tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlalleri iddiaları ışığında, GREVIO, etkilenen bölgelerdeki kadınlar için başta cinsel şiddet olmak üzere ve özellikle bu operasyonlar sonucunda gözaltına alınan veya tutuklanan kadınlar için artan şiddet riskinden endişe duymaktadır."
Dikkat edilirse, PKK’nın alıkoyduğu, dağa kaçırdığı kız çocukları ve kadınlar göz ardı edilirken, asker ve polislerin Kürt kadınlarına şiddet uyguladığı söyleniyor.
Mehmetçiklerimiz ve polislerimize leke sürerek terörü yok etmeye yönelik operasyonlar yasa dışı ilan edilerek durdurulmaya çalışılıyor. Okuyalım bakalım:
“Devletin düşmanı olarak görülen kadınlar veya bu kişilerle bağlantılı kadınlara (anne, eş, kız kardeş, kız evlat olsun) yönetilmiş şiddet dahil, her türlü durumda, yasadışı şiddete başvurmaktan imtina etmesi gerektiği prensibine bağlı kalmasını" (rapordan) tavsiye ediyor.
Bununla da kalınmıyor, güvenlik güçlerimizi tacizci ilan ediyor:
“Ayrıca GREVIO, hükümet kararı ile Türkiye’nin güneydoğusunda gerçekleştirilen askeri operasyonlar ve terörle mücadele operasyonlarında, kadınların taciz, cinsel şiddet ve tehditlere maruz kaldıkları ve tecavüz edilmiş ve/veya öldürülmüş çıplak kadın fotoğraflarının, emniyet güçleri tarafından sosyal medyada korkutma amacıyla paylaşıldığını iddia eden ürkütücü raporlara atıfta bulunur.”
GREVIO bunlarla yetinmiyor, devletin içerisine yerleşerek 15 Temmuz Darbe girişiminde bulunan FETÖ terör örgütü mensuplarının KHK ile ihracına da tepki gösteriliyor:
“GREVIO Türkiye’deki hâkim olan mevcut durumun etkilediği alanları vurgulamıştır. Terörle mücadele tedbirleri, Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki güvenlik operasyonları ve başarısız darbe girişimi sonrası kamu görevlilerinin toplu ihracıyla ortaya çıkan kamu görevlileri kaynağının boşalması gibi çeşitli faktörlerin, kadınların şiddetten uzak yaşama hakkının yerine getirilmesine uygun olmadığını ortaya koymaktadır.”
GREVIO raporunda 13 kez “lezbiyen kadınlar” ifadesi geçmektedir. Sözleşmede sürekli eşcinsellik vurgusu yapılmaktadır. GREVIO raporunda da Türk yetkililerden LGBTI’ye dair bir bilgi gelmediğinden yakınılmaktadır. İstanbul sözleşmesi ile toplumun çürütülmesi hedeflenmektedir:
“Türkiye’de lezbiyen, biseksüel ve trans kadınlar yüksek düzeyde ön yargı ve ayrımcılıkla karşılaşmakta, bu da onları zorla evlendirme ve “düzeltici tecavüz” dahil çeşitli şiddet türlerine karışı kırılgan hale getirmektedir. Mağdurlar, destek hizmetleri ve konukevlerine erişimde de ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadır. GREVIO’ya genel politikalarda LGBTİ bireylere karşı hoşgörüsüzlük ile mücadele veya özellikle kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet ile mücadeleyi hedefleyen politikalarda bu konuları ele almak üzere yetkili makamlarca alınan tedbirler hakkında az bilgi ulaşmıştır.”
Bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, GREVIO kendisini Türk makamların üzerinde görmektedir.
SONUÇ
Sözlerimizi TGB'nin tespitleri ile bitirelim:
"1) Kadın mücadelesi emperyalizmin denetim ve dayatmalarıyla verilemez. Türk kadının eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi İstanbul Sözleşmesi’yle değil Cumhuriyet Devrimlerini savunarak verilir.
2) İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim özgürlüğü adı altında erkek ve kadın cinsiyetlerinin ortadan kaldırmakta ve eşcinselliği normalleştirilmektedir.
3) İstanbul Sözleşmesinin uygulamasını denetleyen kurul (GREVİO) Türkiye’nin terörle mücadelesinden rahatsızlık duyan, Eren Bülbül’ün, Bedirhan bebeğin, Şenay Aybüke Yalçın’ın ve onlarca vatandaşımızın katili terör örgütü PKK’ya kalkan görevi gören bir rapor hazırlamıştır.
4) Hazırlanan rapor, İstanbul Sözleşmesi'nin kadın haklarını savunmak amacını değil kadın ve insan hakları düşmanlarını savunmak amacını taşıdığını açıkça göstermektedir.
5) Kadın ve erkek eşitliğini, çürümüş toplum yapılarını dayatan sözleşmelerle değil Cumhuriyet değerlerini koruyarak ve ilerleterek sağlarız.
6) Ayaklarımız vatan topraklarına basıyor. Bu yüzden kendi kanunlarımıza sarılacak ve kendi kanunlarımızı uygulayacağız, 6284’e sarılacağız. Kadınlarımızın, çocuklarımızın, Türk Milletinin bağımsız ve başı dik bir yaşam sürmesi için milli demokratik devrimimizi tamamlayacağız."
Beğen
Yorum Yap
Paylaş