30 Nisan 2016 Cumartesi

1 MAYIS

Bugün 1 Mayıs, “Emek ve Dayanışma Günü”. Tüm yurtta “İşçi Bayramı” olarak kutlanıyor. Bugün tüm emekçilerin haklarının dile getirildiği gündür, mücadele günüdür.
Türk işçisi şunu iyi bilmelidir: Emperyalizmin sömürüsü ve baskısı ve tehdidi altındaki bir ülkede işçi sınıfının ekmek ve hak mücadelesi, genellikle demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Demokrasi ise ancak bağımsızlık ve milli egemenlik temelinde inşa edilir.
O halde hangi kesimden olursak olalım, emperyalizme teslim olmamak için tam bağımsızlığa ve milli egemenliğe dayalı milli devletimizi emperyalizme karşı savunmalıyız.
Emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri milli devletimize, vatanımıza ve emeğe saldırıyorlar. Bizi devletsiz ve vatansız bırakmak istiyorlar.

Ey emekçi kardeşim! Devletin olmazsa, vatanın olmaz. Devletin olmazsa, milletin de kalmaz. Vatan, bu açıdan millî devletin egemenliği altındaki topraklardır. Vatan, millî bayrağının dalgalandığı topraklardır, göklerdir ve denizlerdir.
Küreselleşme adı altında bizi devletsiz ve vatansız bırakmak istiyorlar. Vatansız ve devletsiz işçi köleden başka bir şey değildir. İşçi haklarını savunmak için öncelikle bağımsızlığı, milli egemenliği, vatanı ve bayrağı savunmak gerekir. Bayraksız işçi bayramı kutlanmaz. Vatanı, bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağı savunmayan hiçbir hareket emeğin namusunu savunmaz.

Haklar, Türk bayrağının altında korunur. İşçi bayramı Türk Bayrakları altında kutlanır.
AKP iktidarı bir kara bulut gibi üzerimize çöktü. AKP’nin ekonomi yönetimi adı altında yaptığı uygulama, dünyanın büyük tefecilerinden sıcak para dilenmek ve komisyon almaktan ibaret. Borçlanma ekonomisi, dilencilerin ekonomisidir.
Bu dönemde, sanayi ve tarım gelişemedi. Samandan ete; tabak, çanaktan elektronik malzemeye kadar her şeyi ithal eder olduk. İşsizlik arttı, insanlar sokakta kaldı. Toprağa gübre, tohum atamaz olduk. Evlerimize ekmek, et götüremez olduk. Taşeron işçi olduk.
İşçilerin kurtuluşu emperyalizmin kontrolündeki yönetimlerden kurtulmakla başlar.

Ey emekçi kardeşim, bayramını kutla ama bu gerçekleri de hiç bir zaman unutma.

27 Nisan 2016 Çarşamba

İSMAİL KAHRAMAN DERHAL İSTİFA ETMELİDİR

TBMM Başkanı sıfatını taşıyan İsmail Kahraman kendisine ve bağlı olduğu ideolojiye yakışan fakat oturduğu makama hiç yakışmayan bir söz etmiştir. Sözlerinden İsmail Kahraman’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine inanmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.  Kafasındaki modelinin din devleti olduğu anlaşılmıştır.

İsmail Kahraman şunu bilmelidir:

Laiklik ve milli devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin temel iki direğidir.

Laiklik sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değildir; laiklik, toplum ve devlet düzeninin akla ve bilime dayandırılmasıdır.

Laiklik, dinin kendisinin değil, din adına baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır.

Laiklik tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetine sahip olmasıdır.

Laiklik Milliyetçiliğin de, devrimciliğin de halkçılığın da, demokrasinin de, özgürlüğün de ön şartıdır.

Laiklik olmadan milli birlik olmaz.

Laiklik olmadan milli egemenlik olmaz.

Laiklik olmadan özgürlük olmaz.

Laiklik olmadan toplumsal barış olmaz.

Laiklik olmadan akıl ve bilim topluma egemen olmaz.

Şu husus da bilinmelidir ki, laiklik düşmanlığı emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerinin savunduğu temel görüştür. Türkiye Cumhuriyet kurulurken laiklik düşmanları emperyalistlerle beraberdi. Din maskesi altında İngilizlere hizmetkar olmuşlardı.

Bugün de laiklik karşıtlarının esas özelliği Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine düşman olmalarıdır.

Laiklik yok olursa, Türkiye Cumhuriyeti de yok olmuş olur.

TBMM başkanı sıfatını taşıyan zat anlaşılan Cumhuriyeti yıkmaya niyetlidir. Cumhuriyet düşmanı bu zatın o makamda oturmaya hakkı yoktur. Hemen istifa etmelidir.

Meclisteki milletvekilleri İsmail Kahraman’ın başkan olduğu bir mecliste görev yapmayacaklarını beyan etmelidirler.


Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı asla cezasız kalmamalıdır.

25 Nisan 2016 Pazartesi

İSMAİL KAHRAMAN SINIRINI AŞMIŞTIR

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’nın “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı" sözü açıkça bir darbe isteğidir.

Anayasamıza göre hiç kimse ve kurum anayasadan ve yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanamaz. Anayasanın 2 maddesi “…başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” der. 4. Madde ise anayasanın bu hükümlerinin değiştirilemeyeceğini ve hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini hükme bağlar.

TBMM dâhil hiç kimsenin ve hiçbir kurumun anayasanın bu maddelerini değiştirmeye yasal yetkisi olmadığına göre İsmail Kahraman laikliği ancak bir darbe ile ortadan kaldırabilir.

İsmail Kahraman’nın bu anayasanın temel hükümlerini değiştirmeye yetkisi yoktur ama bakın bu anayasanın başlangıç kısmı anayasayı kimlere emanet ve tevdi ediyor:

“TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

Demek ki İsmail Kahraman gibileri devletin “laik” olma özelliğini kaldırmak isterlerse karşılarında kalbi vatan ve millet sevgisi ile dolu Türk evlatlarını bulacaktır. Onların direnmesi ise tamamen yasal olacaktır.

İsmail Kahraman şunu da bilmiyor: Laiklik din ve vicdan hürriyetinin garantisidir. Ancak laik ülkelerde insanlar bu özgürlüğe sahiptir. Laiklik yoksa din ve vicdan hürriyeti de olamaz. Ayrıca anayasa dindar olmaz, insanlar dindar olur.

Diyelim ki anayasa dindar oldu; hangi din anlayışını yasallaştıracaksınız. Fethullah Hoca’nın mı, Cübbeli Ahmet’in mi, Adıyamanlı’nın mı sözü kanun olacak?

Yasaların belirlenmesinde hangi mezhep, hangi tarikat, hangi cemaat yetkili olacak?   

İsmail Kahraman’a başka sorularımız daha var:

Ceza yasasını da değiştirmeniz gerekecek. Bu durumda “kısas” esasını getirecek misiniz? Eğer “kısas” esası gelirse ve Ensar Vakfı öğretmeni erkek çocuklara tecavüz ederse, bu öğretmene ve vakıf yöneticilerine kısas uygulanacak mı? Uygulanacaksa, kim uygulayacak?

Bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanın dokunulmazlığı dinde dokunulmazlık olmadığına göre kalkması gerekecek. Bu şahıslar hırsızlık ve yolsuzluk yaparsa nasıl bir ceza uygulanacak? Elleri kesilecek mi?

Miras Hukuku’nu da değiştirmeniz gerekecek. Bu durumda, kadınlar mirastan daha az mı faydalanacak. Bunu adil buluyor musunuz?

Evlilik kurumu ne olacak. Erkekler 4 kadın ile evlenebilecek mi? Zinayı yasak olmaktan çıkarmıştınız, tekrar yasaklayacak mısınız? Hasan Karakaya ölmeden, iş üstünde yakalansaydı, nasıl bir ceza verilecekti?

Kadınların ve erkelerin kıyafetlerini düzenleyen kanunlar çıkaracak mısınız? Çarşaf giyme, sakal bırakma mecburi olacak mı? Kadınlar Suudi Arabistan’da sokağa yalnız çıkamıyor, araba kullanamıyor, bizde nasıl olacak?

İsmail Kahraman saçmalamıştır. TBMM başkanına ve bir milletvekiline yakışmayacak ifadeler kullanmıştır. Niyeti kötüdür. Yapması gereken TBMM başkanlığından ve milletvekilliğinden istifa etmektir.


Bu ülkenin “kalbi vatan ve millet sevgisi ile dolu evlatları” sadece İsmail Kahraman’a değil, devletin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya teşebbüse eden darbe heveslilerine gerekli dersi verecek güçtedir. Bu husus asla unutulmamalıdır?

21 Nisan 2016 Perşembe

MİLLİ EGEMENLİK VE ŞEHİT ÇOCUKLARI

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edilmeye başlanır. Atatürk, bugünü Osmanlı Devleti’nin son bulması olarak değerlendirdiği şu ifadesinden anlaşılmaktadır:

“Bugün zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin700 senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani bugün Türk Milletinin medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istiklalinin müdafaasına davet edildi.”

Osmanlı Mebusan Meclisi son toplantısını 18 Mart 1920 tarihinde yaptı. 11 Nisan 1920 tarihinde Padişah Meclis-i Mebusan’ı kapattığını ilan etti. Aralarında hükümet üyeleri ve mebusların da bulunduğu bir heyet Malta’ya sürüldü.

TBMM’NİN TOPLANMASI

Bu gelişmelerden haberdar olan Mustafa Kemal, meclisi Ankara’da toplamaya karar verir. Çok kısa bir süre içinde illerden mebuslar belirlenir ve 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM ilk toplantısını yapar.

23 Nisan 1920’de toplanan meclisin ilk başkanlığını en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Mebusu Şeref Bey yapar ve toplantıyı şu konuşmayla açar:

“Tam istiklal ile yaşamak hususunda yaşamak hususunda kati azimde olan çok eskiden beri hür ve müstakil milletimiz, esaret vaziyetini şiddetle ve kesin olarak reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak büyük meclisinizi vücuda getirmiştir. Bu büyük meclisin ikinci reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımı ile milletimizin iç ve dış tam istiklâl içinde kaderini bizzat eline aldığını ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Türkiye Büyük Millet Meclisini açıyorum.”

Şeref Beyin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açmasıyla birlikte Türk tarihinde çok önemli bir dönem başlar.

23 Nisan 1920 Türk tarihinde çok önemli bir gündür çünkü:

Bu tarihte Türk Milleti tebaa olmaktan çıkmış, egemenliği padişahtan almış ve kendi kaderini kendisi belirlemeye başlamıştır.

 Kendi evlatlarının kanları ile vatan kıldığı bu topraklarda kulluğu bırakmış, efendi olmuştur.

Yüzyıllarca padişahın olan egemenlik bu tarihte Türk milletine geçmiştir.

Türk Milleti, “medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istiklalinin müdafaasına” TBMM’de tecelli eden hür iradesi ile devam eder.

ATATÜRK'ÜN DEĞERLENDİRMESİ

Atatürk'ün en çok değer verdiği husus milli egemenlikti.  Bu konuyu yaptığı konuşmalarda sık sık gündeme getirirdi. Bu konuşmalardan kısa birer örnek:

 “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.”

 “Yeni Türkiye Hükümetinin öz cevheri millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir. “

“Millet egemenliğini almıştır ve isyan ederek almıştır. Alınan egemenlik, hiç bir neden ve biçimde terk edilemez; geri verilemez. Bırakılamaz. Bu egemenliği tekrar geri alabilmek için, almak için kullanılmış araçları kullanmak gerekir.”

Milli Egemenliğin bedeli dökülen şehit kanlarıdır. Egemenliği milletten alıp bir şahsa vermeyi düşünen yeni Osmanlıcıların bu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Millet şehit kanları ile kazandığı egemenliğini elinden bırakmamak için gerekirse gene kan döker. Bugün Güneydoğu’da yapılan budur.

Güneydoğu’da şehitlerimiz var. Onlar milli egemenliği korumak için toprağa düştüler. Şehitlerimiz geride gözü yaşlı anneler, babalar, eşler, bebekler, çocuklar bırakıyor.

ŞEHİT ÇOCUKLARI

Unutmayalım ki, 23 Nisan’ın çocuk bayramı olarak kutlanmasında İstiklal Harbi’nde şehit veya gazi olan kahramanlarımızın çocuklarına bakmak, büyütmek ve eğitmek için kurulan Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin (Çocuk Esirgeme Kurumu) büyük rolü oldu.

Dün, milli egemenliğin ve tam bağımsızlığın temini için canlarını feda eden şehitlerimizin çocukları unutulmadı ve kaderlerine terk edilmedi. Bugün de öyle yapmalıyız. Şehitlerimizin çocuklarına devlet olarak ve millet olarak sahip çıkmalıyız. O çocuklar şehitlerimizin bize bıraktığı emanetlerdir.

Bu yılki 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı şehit çocuklarına adanmalıdır. 

Onlar artık Türk Milleti’nin en fazla ihtimam göstermesi gereken çocuklarıdır.

Milli Egemenliğimizin devamı için şehit düşen kahramanlarımızı rahmetle ve minnetle anıyoruz. Çocuklarının gözlerinden öpüp aziz birer varlık gibi bağrımıza basıyoruz. 

Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı
VATAN SAVAŞI DEVAM EDİYOR, HENDEKLER DOLUYOR

Evet! Vatan savaşı devam ediyor ve hendekler doluyor, patlayıcılar tek tek etkisiz hale getiriliyor. Yargıtay’ın “Ergenekon terör örgütü” ile ilgili aldığı karar Türk Milletini bölmek için açılan bir hendeği daha kapattı.

ABD ülkemizi bölmeğe kalktı. Engel olarak gördükleri TSK, Vatan Partisi (İşçi Partisi) ve Cumhuriyet’in bekçisi aydınları yok edeceğini, susturacağını sandı. Mevcut iktidar ile işbirliği yaparak üzerlerine F tipi örgütün hâkimlerini, savcılarını, polislerini saldı. Yetmedi işbirlikçi gazetecileri kullandı.

Milleti bölmek için satılmış medyayı kullanarak hendekler açtı, içimize F tipi patlayıcılar yerleştirdi. Kahraman komutanlarımızı, aydınlarımızı Silivri zindanlarına attı.

Patlattığı ABD yapımı bombalarla Kuddisi Okurları, Ali Tatarları, Türken Saylanları, İlhan Selçukları, Uçkun Gerayları, Abdulkerim Kırcaları, Kâşif Kozanoğullarını, Murat Özenalpları, Engin Aydınları, Erhan Gökselleri, Muzeffer Tekinleri aramızdan aldı, şehit etti.

Ana ABD beceremedi, yenildi; Yargıtay’ın duvarına çarptı ve perişan oldu. Güneydoğu’da nasıl yeniliyorsa, Ankara’da da yenildi.

Kahraman Mehmetçik ve polislerimiz Yüksekova’da, Silvan’da, Şırnak’da, Nusaybin’de PKK’yı nasıl hendeklere gömdü ise, F tipi örgütü de Yargıtay ve Cumhuriyet’in hâkimleri hendeklere gömdü.

ABD artık şunu anlamalıdır: Birinci vazifesi “Türk Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” olan milyonlar vardır. O milyonlar harekete geçmiştir. Aydınıyla, yazarıyla, siyasetçisiyle, askeriyle, polisiyle, gençliğiyle, harekete geçmiştir. Bu hareket ABD uşaklarının hak ettikleri cezayı alıncaya kadar devam edecektir.

HESAP SORULACAKTIR

Sıra hesap sormaya gelmiştir. Hesap sorulacaktır.

F tipi örgütün hâkimlerinden, savcılarından, polislerinden hesap sorulacaktır.

ABD güdümündeki hâkimlerin kararını alkışlayan, kahraman ordumuzu, aydınlarımızı aşağılayan, böylece işlenen suçları öven ve destekleyen gazetecilerden sözde aydınlardan hesap sorulacaktır.

“Bu davanın savcısıyım” diyen Erdoğan’dan,

“Tarihin en büyük hesaplaşmasıdır” diyen Hüseyin Çelik’ten,

“Hizaya soktuk” denen Egemen Bağış’tan,

“Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyen Bülent Arınç’tan,

“Kurda merhamet etmek kuzuya züldür” diyen Akdoğan’dan

“Ergenekon ve balyoz darbe hevesidir" diyen Celal Adan’dan ve onu destekleyen Bahçeli’den,

F tip örgütün hamiliğine soyunan Kılıçdaroğlu’ndan


Türk yargısı gün gelecek hesap soracaktır. O gün de yakındır. 

18 Nisan 2016 Pazartesi

DEVLETİN ŞEKLİNİ KURUCU İRADE BELİRLER

Davutoğlu Türkiye Cumhuriyeti’ni ne sanıyor? Geçenlerde şöyle konuşmuş:

"Bu ülke artık sadece 78 milyon vatandaşın ait olduğu bir ulus devletten ibaret değildir.
İstiklal harbine doğru, İstiklal orduları yürürken Muhammed İkbal Lahor’da dualar ediyordu!
Cezayir’de dualar ediliyor, Hatm-i Şerifler iniyordu ordunun zaferi için.
O dualarla İstiklal harbi kazanıldı…"

Hatalarla, yanlışlarla, dolu ve bir başbakana yakışmayacak sözler.

Bu sözler Yavuz Sultan Selim için anlatılan şu hikâyeyi aklıma getirdi:

Yavuz Selim zafer kazandıktan sonra bir hoca kendisine “Zaferiniz için çok dua ettik. Dualarımız size zaferi getirdi” deyince Yavuz Selin elini kılıcının kabzasına atmış ve bunun hakkını da unutma demiş.

Şimdilerde moda oldu, Çanakkale olsun, İstiklâl savaşı olsun kazandığımız önemli zaferleri yapılan dualara bağlıyorlar. O zaman sormak lazım: Osmanlı’nın son yıllarında yapılan nerdeyse bütün savaşlar kaybedilmiş. Bu mağlubiyetlere yol açan bedduaları acaba kim yaptı? Ve neden Allah bu yapılan bedduaları kabul etti?

Aslında tüm yenilgilerin sebebi, her şeyi Allah’a havale etmekle başlıyor. Yüz yıllarca, atalet ve tembelliğin adını “tevekkül” koyduk. Çalışmak yok, çabalamak yok; baş sıkışınca Allah’a dua et, işler hallolsun, bitsin. Düşman yenilsin gitsin…

ZAFER SÜNGÜNÜN UCUNDADIR

Davutoğlu şunu bilmeli ki, bu zafer “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” parolası ile savaşan büyük Türk Milleti’nin eseridir.

Mustafa Kemal 30 Ağustos zaferi için şunları söylüyor:

“Her safhasiyle düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir.

Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez âbidesidir. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan daima mesut ve bahtiyarım.”

Türkiye Cumhuriyeti, “Türk ordusunun, Türk subay ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eseri” olan bu zafer sonucunda kurulmuştur.

KURUCU İRADE KARAR VERDİ

Davutoğlu’nu devletin şeklini yapılan dualara bağlaması ise bir diğer komedi. Dualarla kurulduğuna göre Türkiye cumhuriyeti milli devlet değil, din devletidir demek istiyor.  Bu mantıkla düşünürsek, o dönemde Sovyetler çok miktarda silah ve para yardımında bulunmuştu. Zaferin kazanılmasında bu yardımların da etkisi olmuştu. O halde, Türkiye Cumhuriyeti sosyalist bir devlettir.

Bir kere mantık dokusu bozulunca varılacak sonuç da işte böyle hatalarla dolu olur.

Davutoğlu şunu bilmelidir. Bir devletin şeklini kurucu irade belirler. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran irade Türk Milleti’ne aittir. Türk Milleti, Mustafa Kemal önderliğine Türkiye Cumhuriyeti’ni bir milli devlet olarak kurmuştur. Anayasalarını ve yasalarını hep bu gerçeğe göre düzenlemiştir.

DEVLETİN ŞEKLİ ANAYASADA VAR

Anayasamızın başlangıç bölümünü Davutoğlu’na hatırlatmakta fayda var. Şu ifadeleri okusa yeter:

“Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı…..”

Anayasası bu şekilde başlayan devlet elbette milli devlettir ve o devlet Türk Milletinin milli devletidir.

Bu anayasayı değiştirmeden milli devlet vasfı ortadan kalkmaz.  Anayasayı değiştirmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmek isteyenler mevcut anayasanın başlangıç bölümünün son paragrafını okusunlar; baksınlar bakalım Anayasa kimlere emanet edilmiş:

“FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”


Emanet güvenli ellerdedir. Davutoğlu bunu bilmeli ve boşuna kendisini yıpratmamalıdır. Hiç kimse anayasadan Türk Milleti’ni çıkaramaz ve devletin millilik özelliğini yok edemez.

13 Nisan 2016 Çarşamba

DİNDAR GÖRÜNÜMLÜ SAHTEKÂRLAR

Size sesleniyorum, size: Ey dindar görünümlü sahtekârlar!

Yetmedi mi bu millete, bu halka yaptığınız kötülükler? Yüzyıllardır hep kötülük yaptınız.

En büyük kötülüğü İslam’a yaptınız, Müslümanlara yaptınız. Dindar görünüp dinsizliği yaydınız. Kendi inançlarınızı İslamiyet budur diye insanlara zorla kabul ettirmeye çalıştınız.

Allah yarattı demediniz, adam yaktınız, baş kestiniz.

Osmanlı sizin yüzünüzden yıkıldı.

Medreselerden müspet ilimleri kaldırdınız, halkı cahil bıraktınız. Avrupa’nın gözünde ülkeyi “hasta adam” durumuna getirdiniz. Sizin yüzünüzden koca devlet parçalandı, küçüldü yıkıldı gitti.

Osmanlı devletini yıktığınız yetmemiş gibi şimdi de bölücülerle, emperyalistlerle, işbirlikçilerle bir olup Cumhuriyet’e saldırıyorsunuz.

YETMEZ Mİ ARTIK

Dini siyasete alet edip iktidara geliyorsunuz. Kendinizi, yandaşlarınızı zengin edip halkı yoksul bırakıyorsunuz. Ülkenin fabrikalarını, işletmelerini, ormanlarını, madenlerini, derelerini üstünden para kazanmak için yok pahasına ona buna satıyorsunuz.

Belediyelere hâkim olup imar oyunları ile ceplerinizi dolduruyorsunuz.

Ülkeye dostluk, birlik, beraberlik tohumları değil düşmanlık, nifak tohumları ekiyorsunuz. Mezhep farklılıklarını kininizin kaynağı yapıyorsunuz.

Bir gün olsun sevgi demediniz, muhabbet demediniz, aşk demediniz. Ağzınızdan sanat, resim, müzik, heykel sözcüğü çıkmadı. Konuştukça nefret saçtınız.

Bilimden korktunuz, aydınlıktan korktunuz; batıl inançlar ile kendi karanlık düşüncelerinizle toplumun hayatını kararttınız.

Sizler dünya nimetlerinin her türlüsünden, helâl haram demeden faydalandınız; milleti de ahiret ile kandırdınız.

Sadece bize değil, komşu ülkelerin insanların da hayatını kararttınız. Hristiyanlara, Yahudilere,  kızdınız ama onlarla işbirliği yapıp Irak’ın, Suriye’nin Müslüman halkının ölümüne; evlerinden, yurtlarından göç etmesine, el kadar çocukların denizlerde boğulup gitmesine sebep oldunuz.

GİDİN ARTIK

Yetmez mi artık millete yaşattığınız bu zulüm? Ülke, millet ve İslam âlemi sizden ve sizin gibilerden kurtulmadıkça rahat ve refah yüzü görmeyecek. Çekin gidin artık.

Gidin de İslamiyet de, Müslümanlar da sizin zulmünüzden, sömürünüzden kurtulsun.

Gidin de bilimin aydınlığına kavuşalım.

Gidin de yüzümüz gülsün.


Gidin de sevgiyi bulalım; dostluğu bulalım, kardeşliği bulalım.  

5 Nisan 2016 Salı

AHLAK ÇÖKÜNTÜSÜ

Tam bir ahlak çöküntüsü yaşıyoruz. Gazete haberleri yöneticilerin yaptığı yolsuzluklarla ve hırsızlıklarla dolu. Irza geçme, tecavüz, şiddet haberleri gazetelerin sayfalarını dolduruyor. Anayasa, yasalar, kurallar ve ahlaki değerler dikkate alınmıyor.

Bütün bunlar çok üzüntü verici ama bundan daha kötüsü toplum bu ahlaksızlıklara yeterli tepkiyi vermiyor. Devlet soyuluyor, genel bütçenin, belediyenin kaynakları yolsuzlukların baş kaynağı olmuş. Vatandaş gene gidip hırsızlara oy veriyor.

Milletvekillerinin çoğunun hakkında suç fezlekesi var, dokunulmazlık zırhı nedeni ile işlem yapılamıyor. Seçmenler de her seçimde bu yöneticilere dokunulmazlık zırhı giydirmeye devam ediyor.

Öyle cumhurbaşkanlarımız ve başbakanlarımız oldu ki, haklarında zimmete para geçirmek, yolsuzluk, rüşvet alma, kalpazanlık gibi iddialar var hatta davalar da açılmış ama bu zırh onları koruyor. Bu zırhı da bu toplum giydiriyor.

SESSİZ KALDIK

Ensar Vakfı’ndaki cinsel tecavüz olayının duyulmasından sonra toplumun tepkisi olmadı gibi bir şey. Bir takım yetkililer ve yazarlar çocuklarımızı koruyacaklarına Ensar Vakfı’nı koruma görüntüsü ile istismarcıları korudular.  

Oysa toplum olarak ve devlet olarak çocuklarımızı her türlü kötülüğe karşı korumak bizim görevimiz.

Yazıklar olsun bize; sustuk, sessiz kaldık hatta bir bakıma teşvik ettik.

DİNİ EĞİTİM

Buna benzer cinsel istismarlar kiliselerde de oluyor. Bilmem izlediniz mi? Oscar ödülü de alan “Spotlight” isimli bir filmde Boston’daki papazların çocuklara nasıl cinsel tacizde bulunduklarını anlatıyor.

2002 yılında Boston'da yaşanan skandalda Katolik kilisesinden papazların özellikle ailesel sorunlar yaşayan çocuklara yardım vaadiyle istismara doğru giden bir yakınlaşma yarattıklarını görüyoruz. Küçük birer çocuk olan kurbanlar kendilerine yardım eden kişiyi kutsal gördükleri, kurtarıcı yerine koydukları için henüz habersiz oldukları hayatta yaşadıklarının yanlışlığını yıllar geçene kadar fark edemiyorlar.

Tanrının uzattığı bir el gibi gördükleri bu yardımın gelecekte bu çocuklarda ruhsal ve cinsel travmalar yarattığı, uyuşturucu ya da intihar gibi sonlara sürüklediği dünyanın her yerindeki taciz ve istismar vakalarında görülüyor.

Cemaat evlerinde, Vakıf yurtlarında, kiliselerde neden böyle istismarlar olduğunun tartışılması gerek. Bu gibi yerler genellikle yardıma muhtaç, yoksul aile çocukları gidiyor. Bu kurumlardan yardım alıyorlar. Çocuk hocayı, papazı Allah’ın temsilcisi gibi görüyor. Ona itiraz edemiyor.  Bu çocuklara itiraz etmek, karşı çıkmak öğretilmiyor; biad etmek öğretiliyor.

Bu gibi yerlerin diğer insanlara kapalı mekânlar olması kontrolü de imkânsız kılıyor. Çocuk için çok büyük bir travma olan bu istismarların etkisi ömür boyu devam ediyor.

ÇOCUKLARIMIZI KORUMALIYIZ

Çocuklarımızı korumalıyız. Eğitim kapalı mekânlarda, perdesi kapalı evlerde olmaz. Karanlık mahallerde, bire bir eğitim olursa, çocuk istismara açık hale gelir.  Eğitim, pencereleri açık, ailelerin kolaylıkla denetleyebileceği okullarda yapılmalıdır.  Çocuklara biad etmeyi değil, karşı çıkmayı hatta isyan etmeyi öğretmeliyiz.

Çok sayıda ülkede yapılan araştırmada, Türkiye Endonezya’dan sonra en inançlı ikinci ülke seçilmiş. Toplumumuzda dinin etkisi giderek artıyor ama ahlak o oranda artmıyor. “Küresel Yolsuzluk İndeksi” dikkate alındığında Türkiye 64. Sırada bulunuyor. Yani bizden daha temiz 63 ülke var ve ne yazık ki, bunların içinde nüfusu Müslüman ağırlıklı ülke yok. “Dindar nesil” yetiştiriyoruz ama bu sıralamada da her yıl daha geriye gidiyoruz.

İslamiyet’i kişisel çıkarlarımızın, pis arzularımızın kamuflajı yaptığımız için sonuç böyle oluyor. Bu sorunu İmam Hatip okulları açmakla önleyemediğimiz ortada.  


Çare eğitimdedir. Eğitim sistemimizi yeniden düzenlenmedikçe ve toplum olarak gerekli tepkileri vermedikçe, cinsel tacizlerin de, hırsızlığın da, yolsuzluğun da, rüşvetin de önüne geçemeyiz. Bunun için de öncelikle başımıza ahlaklı, dürüst insanları getirmemiz gerek. 

1 Nisan 2016 Cuma

KEMALİZM VE EĞİTİM

Gazetelerden öğrendiğimize göre, AKP'ye yakınlığı ile bilinen  Eğitim-Bir-Sen Genel Başkan Yardımcısı Atilla Olçum “Kemalist ruhu, Kemalist ideolojiyi müfredatımızdan ayırmalıyız” şeklinde bir beyanette bulunmuş ve bu açıklamalarına gelen tepkiler üzerine de sendika bir açıklama yapmış. Açıklama ile,  Kemalist ideolojiye dayalı müfredatı ilga etmenin, Eğitim-Bir-Sen’in kuruluş amacı olduğu anlatılmış. Yani özür kabahatden büyük olmuş.

Eğer bir eğitimci Kemalist idolojiyi eğitim müfredatından kaldırmak istiyorsa, buna en azından gaflet denir. Kemalist ideoloji Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Siz bu ideoloji ile yetişmeyen nesiller yetiştiriseniz, amacınız bu olmasa bile, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmenin temellerini atmış olursunuz.

Kemalizm Müdafaa-i Hukuk doktirinine dayanır.

Müdafaa-i Hukuk yani sömürüye karşı milletin hukukunu savunmak;

Müdafaa-i Hukuk yani milletin tam bağımsızlığı;

Müdafaa-i Hukuk yani milli egemenlik;

Müdafaa-i Hukuk yani özgürlük;

Müdafaa-i Hukuk yani insanın insana kul olmaması;

Müdafaa-i Hukuk yani bilimin aydınlığı ile halkın bilinçlendirilmesi.

Kemalizmin özü işte bunları. Siz bunu müfradattan kaldıracaksınız da yerine ne koyacaksınız?

Kemalizim Düşmanı vatan toprağından kovan ve bağımsızlığımızın timsali şanlı bayrağımızı vatanın her köşesinde dalgalandıran ideolojidir. Siz bundan vaz mı geçeceksiniz?

Kemalizimin özünde antiemperyalist bilinç vardır. Bu bilinçle ülkenin tüm maddi ve manevi değerleri emperyalistlere kaşı savunulur. Siz, çocuklarımıza Türk milletinin değerlerini emperyalistlerin insafına bırakmayı mı öğreteceksiniz?

Kemalizm tam bağımsızlık demektir. Atatürk “Temel ilke, Türk ulusunun haysiyetli ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık dünyası karşısında uşak olmak katından yüksek bir işleme layık görülmez” diyor. Siz Kemalizmin tam bağımsızlık ilkesini kaldırmayı mı düşünüyorsunuz. Savunduğunuz eğitim müfradatı  çocuklarımıza bağımsızlık fikrini vermeyecek mi? Unutmayın Türkiye Cumhuriyeti “Ya istiklâl, ya ölüm” parolası ile kuruldu.

Kemalizm “milli egemenlik” demektir. Kemalizm ile egemenlik tak adamdan milletin tümüne geçmiştir. Siz neyi savunuyorsunuz? Egemenliğin milletten alınıp “uzun adama” verilmesini mi? Çocuklara bunu mu öğreteceksiniz?

Kemalizm özgürlüğü savunur, kanun önünde eşitliği savunur. Kemalizm ile Türk Milleti kul olmaktan kurtulmuş, özgür bireyler haline gelmiştir. Siz, çocuklara kulun kula kulluğunu mu öğreteceksiniz?

Kemalizm ile Türk Milleti yolunu bilimin ışığı ile aydınlatmaya başladı. Atatürk, Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi, akılı ve fenni koydu. Siz, bunları silip de yerine ne koyacaksınız?

Kemalist eğitim politikalarının temelinde millilik vardır. Atatürk  “İlk mekteplerde eğitimin ilk ve son maksadı; çocukların, millî hayata layıkıyla intibak etmeleridir. Eğitimde Türklük ve Türk vatanı esas mihveri teşkil etmelidir.” diyor. Peki siz eğitimin temeline ne koymayı düşünüyorsunuz ki, kemalist idelojiyi kabul etmiyorsunuz? Eğitimin odağından Türklük ve Türk vatanını neden çıkartmayı düşünüyorsunuz?


Atatürk diyor ki, “Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete hâkim olmanın imkânı yoktur.” Yoksa siz, Kemalist eğitim anlayışını değiştirip, onun ruhunu zapt ederek ve azim ve iradesini kırarak millete egemen olmak mı istiyorsunuz?

Hiç heveslenmeyin, Kemalist ideoloji ile yetişmiş milyonlarca Mustafa Kemal askeri size bunun iznini vermeyecektir.

1940’lı yıllardan itibaren uzaklaşılan Kemalizme yeniden dönülecek günler yakındır.