27 Kasım 2019 Çarşamba


ANAYASAYI DEĞİŞTİRİP AMERİKAYI DİZE GETİRMEK(!)

Gazetelerden öğreniyoruz; CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Emek ve Adalet Platformu'nun düzenlediği sempozyumda bir konuşma yapmış ve şöyle söylemiş:

"Türkiye'nin çok uzun zamandır bir sorunu var. Daha önemli bir sorunu ise demokrasi sorunu vardır. Kürt sorunu ve demokrasi sorunu birbiriyle ilintilidir. Demokrasi sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülemez.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’da benzer sözler etmiş.  DieWelt Editörü Daniel-Dylan Böhmer’le yaptığı röportajda “Türk Hükümeti, Kürtlere barışçı bir çözüm getirmelidir. Demokratik özgürlüklerini ve temel insan haklarını güvence altına almalıdır.”

CHP’NİN TERÖRE BAKIŞ AÇISI

CHP’nin teröre bakış açısı bu! Daha önce de Sayın Kılıçdaroğlu ve diğer CHP’li yetkililer terör sorununu Kürt sorunu olarak niteleyip TBMM’ne çözmek gerektiğini defalarca dile getirmişlerdi.

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarmak mümkün: CHP’ye göre, Türkiye’de bir Kürt sorunu var. Bu sorun, ancak TBMM’nin anayasada ve bazı yasalarda değişiklikler yapması ve Kürtlere demokratik haklar verilmesi ile çözülür.

Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist güçler, başta Türkiye olmak üzere, Batı Asya ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletini kurmak için terör örgütlerini bölgeye yığmışlar, silahlandırmışlar, eğitmişler, maaşa bağlamışlar, ortamı kan gölüne çevirmişler ve biz de birkaç yasa değişikliği ile bunu durduracağız.

Buna kargalar bile güler diyeceğim ama bu komiklikten öte bir şey.  

SOMUT VE NET CEVAP LAZIM

Şimdi biz bu CHP’li yöneticilere soruyoruz: Anayasa’nın hangi maddelerini değiştireceksiniz de Amerika Türkiye’yi bölmekten vazgeçecek? Yasalarda nasıl bir değişiklik yapacaksınız da PKK elindeki silahlar elinden bırakıp gelip teslim olacak.

Bu sorulara demokrasi, insan hakları filan diye gevelemeler yapmadan somut cevaplar verilmesi lazım.

İKİNCİ İSRAİL DEVLETİNİN YOLUNA TAŞ DÖŞEMEK

Türkiye vatan topraklarını korumak için PKK, YPG, PYD ile silahlı bir mücadele ederken ve şehitler verirken, “demokrasi yok, insan hakları yok, konuyu mecliste çözelim” gibi beyanatlar Mehmetçiği arkadan vurmaktır. Bu ifadeler teröristleri haklı göstermeye yarar.

Demokratik özerklik, insan hakları, yerel özerklik, anadilde eğitim gibi sözler İkinci İsrail devletine giden yola taş döşemekten başka işe yaramaz.

Atatürk’ün partisiyiz diyen CHP’li yöneticileri, Atatürk’ün temel görüşlerine ihanet etmekten ve onun kemiklerini sızlatmaktan artık vazgeçsinler.

22 Kasım 2019 Cuma

TUNCELİ BİR DAHA DERSİM OLAMAZ

Bir Seyit Rıza edebiyatıdır gidiyor. Tunceli’nin şakisinden bir kahraman yaratmaya çalışıyorlar. Zalimi mazlum göstermek için çabalayıp duruyorlar.

HDP’lilerin bu tavrını anlıyorum, onlar için her hain bir kahraman zaten. Çünkü kendileri de vatana, Cumhuriyet’e, kendi halkına ihanet içinde. Biz Atatürk’ün partisiyiz diyen bazı CHP yetkililerinin aynı gayreti göstermesi ise kabul edilir gibi değil. Bunların yaptığı artık ayıptan da öte, Atatürk’ün manevi mirasına hakaret boyutuna ulaşmış durumda.

Ben de Tunceliliyim. Babam Hozatlı, annem Çemişgezekli. Ben de Çemişgezek’te doğmuşum. “Dersim olaylarını” büyüklerimden çok dinledim. Onlar olayların birer canlı tanığıydı.

Onlardan öğrendiğime göre Seyit Rıza kimdir size anlatayım: Seyit diye anılır, seyit değildir: Ağa olarak bilinir ama aslında eşkıyanın tekidir. Yoksul Tunceli köylüsüne yapmadığı zulüm kalmamıştır. Hırsızlık onda, gasp onda, adam kaçırma onda, adam öldürme onda…

Köylülerin elinden davarını, eşeğini, atını, mahsulünü zorla alırmış. Direnen olursa, mermi boşa gitmesin diye silahla değil, başını taşla ezerek öldürtürmüş.

Seyit Rıza’nın adamları, babaannemim iki erkek kardeşini pusu kurup öldürmüşler. Babaannemin ismi Salih olan ve nahiye müdürü olarak görev yapan kardeşinin oğlu Efendi’yi bu asiler kaçırmış ve daha sonra “Gel çocuğunu geri vereceğiz diye” köylerine çağırmış ve yolda pusu kurarak öldürmüşler. Bu ölüm Hozat’ta büyük üzüntüye sebep olmuş ve aşağıdaki ağıt türkü yakılmış. Bu türkü halen söylenmektedir:

Hozat'ta gezerdim bir fidan boylu
Görenler derdi kim bu aslan soylu
Sorana deyin ki Hamil'in oğlu

Varsın Hozat yansın ver veran olsun
Hozat'ın gençleri intikam alsın

Hozat'ın önünde çüt pınar çıkar
Ahmed'i vurmuşlar al kanlar akar
Çifte doktor gelmiş yaraya bakar

Gençliğe doymadan giderim böyle
Rüyada görmüşüm kaderim böyle

Hozat'ın içinde okunur ezan
Ne kara yazmış ah alnını yazan
Hep Seyit Rıza'dır kavlini bozan

Yolumu kesenler yolundan kalsın
Büyüsün Efendim intikam alsın

Teştek'in başında iniş inemem
Kurşunlar sekiyor geri dönemem
Atımı kaçırdım tutup binemem

Yansın Hozat yansın ver veran olsun
Anamın gözünden akan kan olsun

Zavallı nenemin diğer kardeşini de benzer şekilde öldürmüşler. Onun içinde bir türkü söylenmiş. O türkünün de sözleri şöyledir:

Atamı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolandı gül ağacına
Gidin söyleyin benim bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma.

Türküde adı geçen bacı, benim babaannemdir. Rahmetli babaannem bu olayları anlatır, türküleri söyler ağlardı. Onun gözlerinden akan yaşları ve içli sesiyle söylediği türküleri asla unutamam.

ANNEMİN ANLATTIKLARI

Annem defalarca anlattı: Şakiler işi o kadar azıtmışlar ki birkaç kere Çemişgezek’i basmışlar. Karşı koymaya çalışanları öldürmüşler, kasabayı yağmalamışlar. Annem o günleri hatırlıyor. Kadınlar bir camiye toplanır, eşkıya onlara bir kötülük yapmasın diye dua edip tespih çekerlermiş.

Halen hayatta olan annem, daha geçen ay, küçük kızının yanında öldürülen yüzbaşıyı, balta ile parçalanarak öldürülen askerleri, Fırat nehrini salla geçerken salın ipi kesilerek Fırat’ın azgın sularına terk edilen ve boğulan Mehmetçikleri anlatırken gözleri doldu. Seyit Rıza’yı kahramanlaştırmaya çalışanlara lanetler okudu.

Bu asiler köprüleri yıkmışlar, telefon tellerini kesmişler, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi memurları öldürmüşler, karakolları basmışlar, subayları, astsubayları, erleri öldürmüşler. Halkın mal, can ve ırz emniyeti kalmamış.

İYİ Kİ DERSİM CUMHURİYET OLDU

İşte bu ortamda askeri müdahale yapılmış ve suçlular ağır biçimde cezalandırılmış.

Bu hareket sonunda, Tunceli’de tamamı son model 14 000’den fazla silah toplanmış.  

Bu isyanın Alevilikle de Kürtlükle de bir ilgisi yok. Tunceli’ye ya Cumhuriyet egemen olacaktı ya da ağalar, şeyhler, şıhlar…  İsyanın bastırılması ile Tunceli halkı güvenliğe ve huzura kavuştu. Ağa zulmünün yerini devletin imkanları aldı.

Eğer Tunceli Dersim olarak kalsaydı, ben okuyamazdım, doktor, öğretim üyesi filan da olamazdım. Büyük bir ihtimalle, bir ağanın marabası olarak kalırdım. Tabii, başım taşla ezilmemişmiş veya bir kurşuna hedef olmamışsam... 

15 Kasım 2019 Cuma


“ŞARK MESELESİ”, SEVR, LOZAN VE CHATHAM HOUSE

İBB Başkanı İmamoğlu Chathan House’u ziyeret etmiş çok da iyi karşılanmış. Nedir bu Chatham derseniz, anlatalım:

Resmen 1920’de kurulmuş ama kökleri çok daha eskiye dayanıyor. İlk kurulduğundaki adı, “Yuvarlak Masacılar”mış. Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i düzenleyen bu masaydı. İngilizlerin emperyalist projelerini geliştiren ve uygulamasını takip eden bu kurum, resmen kurulunca Chatham House ismini almış.

Chatham House, Batı’nın “Şark Meselesi”ni çözmek için faaliyet gösteren bu kurum görevine devam ediyor diyoruz çünkü Sevr ile “Batı Sorunu”nu hallettiklerini sanan İngilizler Lozan’da Türkiye Cumhuriyet’nin varlığını kabul edince meselenin çözülmediğini anladılar. “Şark” yani Türkler onlar için çözülmesi gereken bir sorun olmaya devam etti ve ediyor. Onlar da bu “kristal evi” kullanarak emperyalist arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

“NEDİR BU ŞARK” MESELESİ?

Şark meselesinin ne olduğuna dair batılı ve yerli tarihçilerin çok farklı tarifleri var. Biz bunlardan Yusuf Akçura’nın tarifini verelim:

“Şark meselesi, Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman milletlerin iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından ortaya çıkan tarihi meselelerin toplamıdır. Avrupa devletleri Osmanlı mülkünü farklı yönlerden zapt etmek arzularından ve Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan muhtelif kavimlerden bazılarının birer müstakil hükumet teşkil etmek istemelerinden doğan tarihi olayların toplamıdır.”

Akçura, konuya ekonomik açıdan da bakıyor: “…yakın ve uzak doğuyu kendi sermayedarlarının kontrolleri altına almak için Avrupa hükumetleri (bir müddetten beri Amerika hükumeti de) bu ülkelere musallat olmuşlardır.”

Avrupa devletleri şark meselesini çözerken paylaşım mücadeleleri içine girdiler. Birinci cihan harbi de bir paylaşım savaşıdır. Osmanlı mülkünü paylaşmada anlaşamadıkları için çözümü silahta aradılar.

MONDROS, SEVR VE LOZAN

Bu paylaşım harbi sonunda Osmanlı devleti müttefikleriyle birlikte yenilince, İngiltere, Fransa ve diğer batılı ülkeler “Şark Meselesi”nin sona erdiğini sandılar. Önce Mondros arkasından Sevr imzalandı fakat Batılıların hiç hesap edemediği bir direnişle karşılaştılar. Atatürk önderliğindeki Türk milleti, onlar açısından sorunun bitmediğini, kazandığı vatan savaşı ile ortaya koydu. Sevr yırtıldı Lozan imzalandı.

Atatürk, Lozan’ı takiben mecliste yaptığı konuşmada durumu şöyle özetlemiş: “Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!” Atatürk, büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirirken, Batılı güçler açısından için şark meselesinin çözülmediğini de ilan ediyordu.

Batılı güçler Lozan’ı hazmedemediler. Onlar için şark meselesi yeniden başlamıştı. Bu meseleyi çözmeleri gerekiyordu. Akçura’nın tarif ettiği yöntemleri tekrar uygulamaya başladılar. Türkiye’yi parçalamak için etnik ve mezhepsel ayrımcılığı kışkırttılar. Kürt vatandaşlarımızı kandırmaya çalıştılar. PKK’yı kurup desteklediler.  Yetmedi ekonomik olarak da saldırdılar. Dayattıkları ekonomik sistem yüzünden Türkiye’yi borç batağına soktular.

CHATHAM HOUSE VE İMAMOĞLU

İngiltere, dün Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve sömürmek için Chatham House’u nasıl kullandıysa bugün de aynı şekilde kullanıyor. Sadece Türkiye’de değil, tüm Batı Asya’da kendi politikalarını uygulatmak için adam devşiriyor, adam yetiştiriyor. Kendisine hizmet edenleri de ödüller vererek destekliyor.

Chatham House, yaptığı hizmetler karşılığında, 2010 yılında Abdullah Gül’e ödül verdi. Ödül töreninde Kraliçe de bulundu.  Gül’ün Ermenistan ve Türkiye arasında mutabakat sağladığı ve bölünmüş Kıbrıs’ın birleştirilmesi için çaba gösterdiği törende özellikle belirtildi. Yani, İngiltere’ye hizmet de kusur etmemiş ve ödülü almış.

İmamoğlu’nun iktidara gelmek için sığındığı ev işte bu Chatham House’dur. Orada kendisinden muhtemelen şunlar istenecektir:

Türkiye, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu muhalefet şerhini kaldırsın. Kürtlere yerel özerklik verilsin. Türk ordusu Suriye ve Irak’tan çekilsin. “Kürt sorununu” (!) çözmek için açılım yapılsın. Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı kabul edilsin. Ermenistan sınırı açılsın. Kıbrıs’taki haklarınızdan vazgeçin, TSK adadan çekilsin. Rumların isteklerine evet deyin. Doğu Akdeniz’de Petrol ve doğal gaz aramalarından vazgeçin. Liberal ekonomi programlarını uygulama devam edin.

İngiltere bu isteklerini uygulatabilirse, şark meselesini de çözmüş olur.  İktidara gelmek için İngiltere’nin hamiyetine sığınan İmamoğlu, bu isteklere evet der mi, bilemeyiz ama Türk milletinin hayır diyeceği muhakkak…

İmamoğlu’na bazıları ikinci Atatürk demişti. İktidara gelmek için İngiltere’den yardım isteyen İmamoğlu’na “ikinci” sıfatı verilecekse, ikinci Vahdettin denebilir. O da zamanında iktidarı İngiltere’den istemişti.

10 Kasım 2019 Pazar


ATATÜRK’E DÖNMEK GEREK

Zor ve çetin günlerden geçiyoruz: Bir yanda ekonomik sıkıntılar, diğer yanda vatan bütünlüğümüze kastetmiş emperyalist güçlerin saldırıları…

İktidar sorunları tek başına çözecek yetenekte ve kararlılıkta görünmüyor.

Meclis içi muhalefet ise halka ümit veremiyor. Ana muhalefet demokrasi ve adaleti bile Batı’dan dileniyor. Milli güçlere sırtını dayayacağına Amerika’nın piyonları ile içli dışlı durumda. Ekonomik programı ise küreselleşme ve liberalleşmeden ibaret. Utanmadan bir de Atatürkçü geçiniyor.

Yetmezmiş gibi, topluma karamsarlık ve güvensizlik pompalayan bir medya. Kimisi iktidarın kontrolünde, kimisi de Batı’lı güçlerin.

Bu çetin dönemden çıkışın tek reçetesi var: Atatürk’e dönmek, onun rehberliğini kabul etmek ve Kemalist devrimi tamamlamak.

Öncelikle toplumun gerçek Atatürk’ü yeniden keşfetmesi lazım. Bu da ancak Atatürk’ü sahte Atatürkçülerin elinden kurtarmakla olur.

Gün, yeniden “Kuva-yi Milliyeyi âmil ve iradeyi milliyeyi hâkim kılma” zamanıdır.

MÜDAFAA-İ HUKUK

Türkiye Cumhuriyeti Atatürk önderliğinde Müdafaa-i Hukuk doktirini temelinde kuruldu. Müdafaa-i Hukuk, yani hakların savunulması.

Atatürk şunları gördü:

Bir tarafta, sömüren ve ezen zalim milletler ve emperyalist güçler; diğer yanda mazlumlar, sömürülenler.

Bir tarafta paşalar, zadeganlar, ayanlar, kompradorlar; diğer yanda bunlarla birlikte mültezimlerin, ağaların ezdiği, yolsul ve sefil bir halk.

Ve daha önemlisi işgal edilmiş bir vatan.

Müdafaa-i Hukuk, başta Türk milleti olmak üzere sömürülen milletlerin ve ezilen, horlanan ve ellerinden vatanları alınan insanların haklarını savunmaktır.

Bu durumda ne yapmak gerektiğini Atatürk şöyle açıklar:

“Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak...” İşte İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur...”

Türkiye Cumhuriyeti, işte bu iki temel ilke üzerine kuruldu. Bu çetin dönemden bu hedeflere doğru yürüyerek çıkabiliriz: “İstiklal-i Tam ve Hakimiyet-i Milliye.”

“İSTİKLAL-İ TAM” ŞART

Atatürk’e göre tam bağımsızlığın olmazsa olmazları var:

“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir.”

Peki bu tam bağımsızlık nasıl sağlanacak? Atatürk’ü dinleyelim:

“....bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması esası kabul edilmiştir.”

HAKİMİYET-İ MİLLİYE İÇİN ÖNCE VATAN



Önce vatan; vatanımızı koruyamazsak tam bağımsızlık ve millet egemenliği hayal olur.

Ordumuz, Cumhuriyet’i yıkmak ve vatan topraklarını bölmek isteyen PKK ve FETO’ya karşı büyük bir mücadele veriyor. Yalnız da değil, hakimlerimiz, savcılarımız ve emniyet güçlerimiz de ordumuzun yanında savaşıyor.

 en Atatürkçüyüm diyen herkesin bu kahramanlarımızla aynı safta olması gerekir. Atatürk’ün en büyük eseri olan Cumhuriyet’i yıkmak için kahraman Mehmetçiklerimize, polislerimize kurşun sıkan hainlerin siyasetteki temsilcisi HDP’dir. HDP ile kol kola girenlerin veya FETO’ya açık, gizli destek verenlerin “Ben Atatürkçüyüm” demeye hakkı yoktur.

DIŞ POLİTİKADA DA REHBER ATATÜRK

Vatan savaşında başarı, Atatürk’ün dış politikalarına geri dönerek kolaylaşır.

Atatürk’ün ömrü Batı’nın emperyalist güçleri ile mücadele etmekle geçmişti. Batı’ya hiç güvenmezdi. Sovyetlerle iyi işbirliği kurmanın gerektiğine inanırdı. Türkiye'nin dış politikası konusundaki vasiyetini ise yakın silah arkadaşlarına belirtmişti. İsmet İnönü, Atatürk'ün Türk-Sovyet dostluğunu vasiyet ettiğini belirtir. Diğer taraftan Atatürk, Kılıç Ali'ye ölmeden kısa bir süre önce "Dış politikamızın temeli Sovyet dostluğudur. Sovyet dostluğuna zarar vermemek şartıyla İngiltere ile bir anlaşmanın faydası olur" demiştir.

Sadabat Paktı’nı (İran, Irak Afganistan) ve Balkan Antantı’nı (Yunanistan, Yogoslavya, Romanya) kurarak komşularımızla işbirliğimizi geliştirdi.

KAMU SEKTÖR AĞIRLIKLI PLANLI KALKINMA

Ekonomik sıkıntılarımızı da Atatürk’e dönerek atlatırız. Dinleyelim Atatürk’ü:

 “Endüstrileşmek, en büyük milli davalarınız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ham maddeleri ülkemizde bulunan büyük küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zorunluluktur. Bu düşünce ile, beş yıllık ilk sanayi planından geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikayı da ivedi olarak gerçekleştirmek ve yeni plan için hazırlanmak gerekir.”

“Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır.”

1980’li yıllardan bu yana uyguladığımız ve adına neoliberalizm denilen programın sonuna geldik. Artık Atatürk’ün gösterdiği yolda yürümek gerekiyor. O yol, devletçilikten ve planlı kalkınma modelinden geçiyor.

6 Kasım 2019 Çarşamba


ALDIĞI OYLAR İNSANLARA YASALARI ÇİĞNEME HAKKI VERMEZ

HDP/PKK’lı belediye başkanları görevden alınıp da yerlerine vekiller atandıkca en büyük tepki CHP’lilerden geliyor. Milli irade diyorlar, demokrasi diyorlar, seçimle gelen seçimle gitmeli diyorlar; yetmiyor, yıllardır terör örgütünü destekleyen ülkelere gidip, Türkiye’yi şikayet ediyorlar.

Demokrasi, milli irade bahane, yaptıkları HDP’yi korumak, onlara kol kanat germekten ibaret.

Dillerinden düşürmedikleri milli irade çoğunluğunun sınırsız yetkileri yoktur; bu irade yasalarla sınırlıdır. Oyların çoğunu alıp başkan seçilmek insana dokunulmazlık kazandırmaz. Milli irade kavramını doğru anlayıp, doğru uygulamamız gerekir.

MİLLİ İRADE

Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “genel irade” (volonte generale) teorisi, toplumun kişilerden ayrı bir iradeye sahip olduğu düşüncesine dayanır. Rousseau, bu faraziyeye göre, toplumu oluşturan fertlerin yarıdan bir fazlasının iradesini “toplum iradesi” sayarak, bu iradeye mutlak güç tanımıştır.

Çağdaş demokrasi ve insan hakları anlayışı Rousseau’nun bu düşüncesinden esinleşmiştir ama bundan çok Locke ve Montesquieu’dan etkilenmiştir. Çaşdaş demokrasilerde şu çok önemlidir: Seçimler, gerçekte seçmen çoğunluğunun siyasî tercihini gösterir. Kimin iktidarda, kimin muhalefette kalacağını bu oylar belirler. Ancak demokratik anlayış, çoğunluğun her istediğini yapabilmesi demek değildir. Seçilen kişinin sonsuz yetkileri yoktur. Yasalar, iktidarı da muhalefeti de bağlar.

DEMOKRASİYE AYKIRI DEĞİL

Türkiye vatan bütünlüğünü korumak için Amerika İsrail ve diğer Batılı ülkelerle savaşıyor. PKK, PYD, YPG bu ülkelerin  paralı askerleridir. Mehmetçik bunlarla savaşırken ve şehitler verirken bazı HDP’li belediye başkanları, sadece kişisel olarak da değil, yönettikleri belediye imkanlarıyla bu bölücü örgütlere yardım ediyor.

Aldıkları oylar onları yasaların üzerine çıkarmaz. Çıkarmamıştır ve İç İşleri Bakanlığı bunların başkanlıklarını ellerinden almıştır. Bakan, bu eylemlerini de yasaların bakanlığa verdiği yetki ile yapmıştır. Bu işlemlerde yasa dışı bir durum söz konusu değildir.

Bakanlığın bu icraatını eleştirenler, bakana görevden alma yetkisini veren kanunun, Olağan Üstü Hal durumunda kabul edilen bir KHK olduğunu anlatıyorlar. Yasa yasadır ve  bakan kendisine verilen yetkiyi kullanmıştır. İyi de yapmıştır. Bu kararda yasa dışı bir durum yoktur. Bu başkanları görevden almasaydı, görevini ihmal etmiş olacaktı.

OLAĞAN ÜSTÜ DURUMLAR OLAĞAN ÜSTÜ YASALAR GEREKTİRİR

Atatürk, Büyük Nutku’nda 1925 yılı olaylarını anlatırken, isyanların bastırılmasının ve devrimlerin gerçekleşmesinin anca “Takrir-i Sükûn” kanunu gibi olağanüstü yetkilerin kullanılması ile mümküm olduğunu açıklar. Konu ile ilgili şöyle diyor:

“Biz, olağanüstü fakat kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve suretle kanunun üstüne çıkmak için vasıta olarak kullanmadık; tam aksine, memlekette sükûn ve kurmak için uyguladık; devletin hayat ve bağımsızlığını sağlamak için kullandık.”

Bugün de yapılan budur. Yaslara dayanılarak belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine vekiller atanmıştır.

Şunu da unutmayalım; Takrir-i Sükûn kanunundan yararlanarak suikastları önlemiş, isyanlar bastırılmış, asayiş ve huzur sağlanmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, şeyhlik, dervişlik, falcılık, büyücülük gibi unvanlar ve faaliyetler yasaklanmıştır.

Demokrasinin sonraki yıllarda yanlış anlaşılması ve kullanılması sonucu, bugünkü duruma geldik.  Çare, öncelikle vatan bütünlüğüne yönelik tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldırmak ve Kemalist devrimi tamamlamaktır. Bazı şahısların veya partilerin aldıkları oylar buna engel olmamalıdır. Bunları engellemek için yasaların dışına çıkmak gerekmez ama yeni yasal düzenlemelere gidilebilir.  

3 Kasım 2019 Pazar


YAŞASIN CUMHURİYET


Bu yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tüm yurtta büyük bir coşku ile kutlandı. İzlediğimiz her video, her görüntü bize sevinç verdi, geleceğe dönük umutlarımızı bir kez daha artırdı. Toplumun büyük kısmının Mehmetçik selamı vererek ordumuzun arkasında olduğunu göstermesi ise ayrı bir kıvanç kaynağı oldu.

Cumhuriyet sevgisi muhteşemdi ama ne yazık ki, Cumhuriyet konusunda bazı kesimlerin bilgisinin ve bilincinin eksik olduğu da görüldü.

Bu kesimlerin cumhuriyet sevgisinden mutlu olduk ama farkında olmadan Cumhuriyet düşmanlarını desteklemeleri biz üzdü. Türkiye Cumhuriyet’inin temel özelliklerini bilinmezse, ne yazık ki, böyle yanlışlıklar yapılıyor.

NEDİR BU CUMHURİYET?

Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlettir. Milli devletlerin üç temel unsuru vardır:
1.       Sınırları belli bir ülke: Vatan;
2.       Aynı siyasi otorite altında yaşayan, bazı ortak değerlerle birbirine bağlı ve birlikte yaşamağa karalı bir insan topluluğu: Millet
3.       Kendisinden üstün bir güce bağımlı olmayan bir kudret, yani “egemenlik”.
Cumhuriyet’e sahip çıkmak için öncelikle bu üç unsur koruyup kollamamız gerekir.

ÖNCE VATAN

Bugün için vatan bütünlüğünün sağlanması, en önemli görevimizdir. Batı emperyalizminin hedefinde vatan topraklarımız var. Sadece topraklarımız değil, mavi vatanımıza da göz diktiler.

Yıllardır, PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ gibi terör örgütleri emperyalizmin emrinde bize saldırıyorlar. Doğu Akdeniz’de ise Amerikan, İsrail, Yunanistan donanmaları namlularını bize doğru doğrultmuş tatbikatlar yapıyorlar. Karada da denizde de Cumhuriyetimizin baş düşmanı Batı emperyalizmi. Bu gerçek tam olarak anlaşılmadan Cumhuriyet’i korumak mümkün değil.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR

Cumhuriyet iki ilke üzerine kuruldu: Tam bağımsızlık ve millet egemenliği.

Egemenlik kavramını ikiye ayırmak mümkün: “Devletin egemenliği” ve “Devlet içinde egemenlik”.

Devletin egemenliği, devletin dışa karşı egemenliği demektir. Bir devletin egemen olması, o devletin kendisi dışında bir güce tâbi olmaması anlamına gelir. Devletin içinde egemenliği ise devletin gücünün nereden kaynaklandığı, bu güce kimin sahip olduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağı belirler. Cumhuriyet’in temeli millet egemenliğidir. Devlet her türlü otoritesini milletten alır. Bunun dışında bir uygulama Cumhuriyet karşıtlığıdır. Milletin vatanın her karış toprağına egemen olması gerekir.

MİLLİ BİRLİK ÖNEMLİ

Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir. Türk milletinin tarifini Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir” diyerek yapmıştır. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, hangi dini inanca sahip olursa olsun Cumhuriyet’e vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk milletinin bir ferdidir.

İçimizde farklı milletlerin bulunduğunu iddia etmek, etnik kimlik ve mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapmak Cumhuriyet karşıtlığıdır.

Laiklik hem millet egemenliğinin hem de milli birliğin önemli bir şartıdır.

KİMLER CUMHURİYET DÜŞMANI?

Cumhuriyeti koruyup kollamak için kimlerin Cumhuriyet karşıtı ve düşmanı olduğunu bilmemiz lazım. Yukarıda Cumhuriyet’imizin üç temel unsurunu sıraladım. Bunlar aleyhine kim eylemde bulunuyorsa, kim farklı söylemler içindeyse, o Cumhuriyet düşmanıdır.

Vatanımızı bölmek için silahlı, silahsız eylemlerde bulunan, Mehmetçiklerimizin, halkımızın canına kasteden PKK/HDP, FETÖ, DEAŞ Cumhuriyet düşmanıdır. Sadece bunlar değil, bunlarla gizli, açık işbirliği yapan herkes de Cumhuriyet düşmanlığı yapmaktadır.

Yerel özerklik isteyen ve bunlara destek olan herkes Cumhuriyet düşmanıdır.

Ana dilde eğitim, kamusal alanda ana dilde hizmet gerekir diyen herkes Cumhuriyet düşmanıdır.