27 Aralık 2014 Cumartesi

CEHALET BİZE OSMANLIDAN MİRASTIR

Türk Milleti çok değil 90 sene önce bir kurtuluş ve bağımsızlık savaşı vermiştir. Bu savaş sadece vatan savunması değildir, onun ötesinde elinden alınan tüm değerlerini yeniden kazanma savaşıdır. Bu savaş ile milletimiz hem vatanını düşman askerlerinden temizlemiştir hem de egemenliğini eline almıştır. 

Bu savaş aynı zamanda bir millileşme akınını başlatmıştır. Bu savaşla kendisine ait olup da elinden alınan veya ihmal edilen her türlü değeri ulusumuz geri almıştır, ona sahip çıkmıştır. Yöneticiler tarafından ihmal edilen Türkçe yeniden devlet dili olmuştur. 

Savaş öncesi devlet dili olan Osmanlıca Türk milletinin öz dili değildir. O yıllarda, Türkçe, Arapça ve Farsca karışımı olan Osmanlıcayı ne Türk, ne Arap ne de bir İranlı anlayabilirdi. Türk Milleti uzun yıllar çektiği acılar sonucunda farklı bir millet olduğunu anlamış ve kendi milli devletini kurmuştu. Elbette ki dili de Türkçe olacaktı. Olmuştur da... 

Büyük Atatürk millileşme politikalarını yürütürken iki büyük kuruma can vermiştir: Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu. Türk Dil Kurumu'nun yaptığı çalışmalar Türkçeyi daha da zenginleştirmiş ve devlet ile mileti birleştirmiştir. Türkçe'nin bilim dili olması da bu çalışmalarla sağlanmıştır. Bu iş zor da olmamıştır çünkü Türkçe kelime türetmeye uygun bir dildir. Sadece "bilgi" söcüğünden 50'den fazla kelime türetilmiştir. Bu türetilen kelimelerin Osamnalıca karşılığı da yoktur.

Özellikle son yıllarda Türk Milleti'ne ve onun her türlü değerine ve Türk kimliğine saldırı vardır. Bu saldırı vatan topraklarının elimizden alınması, milli birliğimizin bozulması boyutuna ulaşmıştır. Böyle bir ortamda Yahya Kemal'in "Ağzımda annemin ak sütü gibidir.” " dediği Türkçemize bir hücum olmaması düşünülemezdi. Türk milliyetini ayaklarının altına aldığını söyeleyen bir kimsenin Türkçe'yi yerip Osmanlıcayı yüceltmesine şaşmamak lazım. Türk kimliğinin neresine saldırılmadı ki Türkçesi'ne de saldırılmasın?

Milletimizin en büyük sorunu cehalettir. Osmanlı yıkılıp da Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda vatan toprakları işgal altında idi, Türk Milleti aç, yoksul, hastalıklı ve cahil bırakılmış durumda idi. Genç Türkiye Cumhuriyeti açlıkla, yoksullukla ve cehaletle büyük bir mücadele başlattı. Eğitime çok büyük önem verildi. Okul sayıları artırıldı. Kızların da okullaşması teşvik edildi. Millet Mektepleri kurulup en ücra köy ve mezralara bile eğitim hizmeti götürülmeye çalışıldı. Yüksek Okullar açıldı ve İsatanbul Darülfünunu kapatılıp İstanbul Üniversitesi kuruldu. Amaç cehaleti yenmek, Türk Mlletini çağdaş milletler seviyesine çıkarmaktı. 

Cehalete karşı verilen bu savaş özellikle 1950 yılından sonra tavsamaya başladı ve maalesef şu anda cehaletten kurtulmuş, çaşdaş bir toplumuz dememize imkan kalmadı.

Cehalet bize Osmanlı'dan mirastır. Osmanlıları yenemediği cehaleti biz Osmanlıca öğrenerek yok edecekmişiz. Bu iddianın tek bir doğru mantığı olamaz. Türk Milleti kendisini geri bırakan bir anlayışı yeniden benimseyerek ileri gidemez. 

Türk milleti'nin asla vazgeçmemesi gereken iki projesi var: Aydınlanma ve millileşme. Her kim ki bu husulara saldırıyor, onun niyetinin iyi okunması gerekir. 

21 Aralık 2014 Pazar

Bu çağrıya katılıyorum:

CUMHURİYET İÇİN ÇAĞRIMIZDIR
Siyasetin kısır çekişmelerinde rol kapma yarışı içinde olanları uyarıyoruz. 

Vicdanlara ve akıllara sesleniyoruz. 

Davetimiz, şimdi hangi partinin çatısı altında olursa olsun, hangi etnik kökenden, hangi mezhep ve inançtan olursa olsun, çocuklarımıza karşı sorumluluğu yüreğini titreten tüm Türk vatandaşlarınadır. 

İçinde bulunduğumuz durumun özeti şudur: 

Yeni dünya düzeni kurulamadan battı. Dünyada uluslararası dengeler yeniden belirleniyor. Atlantik’te ABD-AB arasında ikili yatırım ve ticaret ortaklıkları için müzakereler yürütülürken, Latin Amerika’da, Pasifik’te, Avrasya’da ayrı ayrı güç-iktidar blokları kurulmaya çalışılıyor. Bu sancılı süreci çok iyi kavramak ve geleceğe hazırlanmak zorundayız. 

Mevcut siyaset, “Yeni Türkiye” adı verilen bir yıkım projesi çizgisinde ilerlemektedir. Bu proje, Türkiye’nin bölünmesi ve yurttaşların ekonomik, sosyal, siyasal hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılması projesidir. 

Türkiye’de bir yanımızda bölücülük, bir yanımızda Cumhuriyet’le hesaplaşma histerisi boy verdi. Halkımız bir yandan etnik köken, bir yandan mezhep ve inanç farklılıkları üzerine yapılan siyasetle, her geçen gün birbirine yabancı kılınmaya çalışılıyor. Etnik bölücülükle her boydan gericilik, müzakere masalarında kaderimizi karartma anlaşmaları yapıyor. Müzakereciler, emperyalizmin soykırım yalanlarına karşı durmak bir yana, ülkemizi bunlara boyun eğmeye sürüklüyorlar. 

Yurttaşlık haklarımız, en başta laik hukuk devleti ve sosyal devlet ortadan kaldırılarak gasp ediliyor. Yargı siyasallaştırıldı. Hak arama düzeni siyasal iktidarın keyfine bağlandı. Paralı ve kutsal din değerlerine de zarar veren gayrı milli eğitim, elele vermiş hız kesmeden yaygınlaştırılıyor. Doğal kaynaklarımızın yağması, madenlerde ve inşaatlarda işçi kıyımlarıyla birleşti. Gelir dağılımı adaletsizliği ve eşitsizlikler, yolsuzlukla bütünleşmiş yoksulluk, toplumda güven uçurumları yarattı. 

Bu, kötü bir gidiştir. Durdurulması ve sona erdirilmesi bizim ellerimizdedir. 

Çıkış yolu bellidir. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün temellerini bilim ve aklın ışığında attığı Cumhuriyet, temel dayanağımızdır. Bu temelden aldığımız güçle kaderimize el koymak zorundayız. 

Ülkemizin ellerimizin arasından kayıp gitmesine izin veremeyiz. “Yeni Türkiye” projesine karşı “Yeniden Cumhuriyet” yürüyüşümüzü başlatmalıyız. 

Üçüncü bir dünya savaşına muhatap da ortak da olmak istemiyoruz. “Yurtta barış dünyada barış” ilkesine sımsıkı sarılmalıyız. Bir insanlık suçuna dönüşmüş sömürgeciliğin hiçbir türüne daha fazla katlanamayız. Tüm mazlum dünya halklarıyla birlikte uluslararası adil bir ilişkiler düzeni içinde yaşamalıyız. 

Toplumumuzu çürüten borç, faiz, rant düzeneğini kırıp, üretim ve adil paylaşım düzenini kurmayı başarmalıyız. Durmadan kaşınan etnik köken ve inanç farklılıklarımızın istismar edilmesine son vermeliyiz. Yurttaşlık hakları temelinde ulusal ve laik birliğimizi onarıp güçlendirmeliyiz. 

Türkiye’yi çözülmeye sürükleyen her türlü girişimi, tarih önünde mahkum etmeliyiz. Öyle ki, bir daha hiç kimse, açıktan ya da sinsice böyle bir şeye cesaret edemesin. 

Türkiye’yi çözülmeye sürükleyen ve bu gidişi önlemek için üstüne düşeni yapmakta acizlik gösteren siyaset dünyasını uyarıyoruz. Buna hiçbir koşulda onay da izin de vermeyeceğiz. 

Ülkemizin halkçı, milliyetçi ve devrimci birikiminden gelen siyasi partilerin, sendikaların, kitle örgütleriyle meslek kuruluşlarının mensuplarını, aynı duyarlılıkları paylaştığımız tüm yurttaşlarımızı, bizlerle birlikte mücadeleye etmeye, Cumhuriyet’i yeniden kurmaya davet ediyoruz.

“Cumhuriyet” için bir araya geldik. Büyük birlik ve dayanışmayı gerçekleştirmek için mücadele edeceğiz. 

21 Aralık 2014, İstanbul

ÇAĞRICILAR:

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler Prof. Dr. Süheyl Batum Ufuk Söylemez 
(CHP İzmir Milletvekili) (Eskişehir Milletvekili) (Devlet Eski Bakanı)

Şahin Mengü E. Albay Hasan Atilla Uğur
(Manisa E. Milletvekili) (İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı)

İMZACILAR:
Adı Unvan / Görevi
1 Abdülhaluk Çay Prof. Dr. / Devlet (E) Bakanı
2 Adnan Öztürk İş adamı
3 Ahmet Ertürk DSP Edirne E. Milletvekili
4 Ahmet Yavuz Emekli General
5 Alaattin Sevim Emekli Amiral
6 Ataol Behramoğlu Prof. Dr./Sanatçılar Girişimi Sözcüsü
7 Ayfer Kaynar Prof. Dr.
8 Ayhan Yalçınkaya Gazeteci
9 Ayşe Erkli
10 Azmi Karamahmutoğlu Ülkü Ocakları E. Bşk
11 Barış Tınay CHP Beyoğlu İlçe Başkan Yrd.
12 Barlas Doğu Milli Savunma (E) Bakanı
13 Bedri Baykam Sanatçı
14 Bilge Aras Milli Merkez Genel Sekreter Yrd.
15 Birgül Ayman Güler Prof. Dr. / CHP Milletvekili
16 Can Ataklı Gazeteci
17 Canan Arıtman Dr. / CKD Genel Başkanı, E. Milletvekili
18 Candeğer Gezer İşletmeci
19 Cem Gürdeniz Emekli Amiral
20 Cengiz Özakıncı Yazar
21 Çetin Remzi Yüreğir Gaz. İmtiyaz sahibi
22 Demet Günoğlu Gazeteci
23 Dilek Gözütok Prof. Dr. / Ankara Ünv. Öğrt. Ü.
24 Doğu Perinçek Dr./ İşçi Partisi Genel Başkanı
25 Engin Ünsal Dr. / E. Milletvekili, Öğretim Üyesi
26 Enis Öksüz Prof. Dr. / Ulaştırma (E) Bakanı
27 Erdoğan Karakuş Emekli General / TESUD Genel Başkanı
28 Erkan Önsel İstanbul Eczacılar Od. E. Bşk.
29 Ertaç Erten CHP Sarıyer Üyesi
30 Fevzi Durgun Mak. Müh. / USİAD (E) Başkanı
31 Fikret Güneş Emekli General
32 Fuat Selvi Emekli Albay
33 Gülsen Tuncer Sanatçı
34 Günizi Dizdar Avukat
35 Halil İbrahim Tüysüz Emekli General
36 Haluk Dural Kimya Yük. Müh. / Milli Merkez Genel Sekreteri
37 Hasan Atilla Uğur Emekli Albay / İşçi Partisi Genel Başkan Yrd.
38 Hasan Hüseyin Akbulut E. Milletvekili
39 Hasan İleri Dr.
40 Hasan Korkmazcan Avukat / TBMM (E) Başkanı Vekili
41 Hüsamettin Cindoruk Avukat / TBMM (E) Başkanı
42 İsmail Hakkı Pekin Emekli General
43 İsmet Sezgin TBMM (E) Meclis Başkanı
44 Kadir Sağdıç Emekli Amiral
45 Kasım Parlar E. Milletvekili
46 Kemal Anadol İzmir Eski Milletvekili, Yazar 
47 Kerem Doksat Prof. Dr. / Psikolog
48 Levent Temiz İstanbul Ülkü Ocakları E. Bşk.
49 Mahmut Sert Mak. Müh.
50 Mehmet Atay Sanatçı
51 Mehmet Boztaş CHP Aydın E.Milletvekili
52 Mehmet Erdül İzmir ESHOT E. Genel Müdürü
53 Mehmet Faraç Gazeteci / Aydınlık Gazetesi Yazarı
54 Merih Şan CHP İzmir eski Y.K.Ü
55 Metin Öney Avukat / ANAP (E) Milletvekili
56 Mine Kırıkkanat Cumhuriyet Gazetesi Yazarı
57 Muharrem Kocaman Sakarya MHP E. İl Bşk.
58 Mustafa Köseoğlu CHP Kurucu İlçe Başkanı
59 Mustafa Pamukoğlu İktisatçı / Yazar
60 Mustafa Yurtkuran Prof. Dr.
61 Müyesser Yıldız Gazeteci / Yazar
62 Namık Kemal Boya Avukat
63 Namık Kemal Zeybek E. Bakan
64 Nasuh Mahruki Kar Leoparı ve Everest’e tırmanan ilk Türk 
65 Nazım Güvenç Gazeteci-Yazar
66 Necati Cebe CHP Balıkesir E. Milletvekili
67 Necla Arat Prof. Dr. / CHP (E) Milletvekili
68 Nihan Aras Milli Merkez Genel Sekreter Yrd.
69 Nihat Genç Araştırmacı Yazar
70 Numan Gültekin DSP Balıkesir E. Milletvekili
71 Nur Serter Prof. Dr. / CHP Milletvekili
72 Nusret Güner E. Oramiral / E. Donanma Komutanı
73 Osman Başıbüyük Emekli Albay
74 Osman Özbek Emekli General
75 Önay Alpago Avukat / CHP (E) Milletvekili, Devlet (E) Bakanı
76 Qğul Aktuna Siyasetçi
77 Sait Yılmaz Doç. Dr. / Yazar
78 Semih Çetin Emekli Amiral
79 Halil Semih Eryıldız Prof. Dr.
80 Seniha Gökçen Boya CUMOK
81 Serhan Bolluk Dr. / İşçi Partisi Genel Sekreteri
82 Sinan Meydan Araştırmacı Yazar
83 Soner Polat Emekli General
84 Sönmez Targan 68’liler Birliği Vakfı Genel Başkanı
85 Suat Çağlayan Eski Kültür Bakanı
86 Suna Büyüköztürk Prof. Dr.
87 Süheyl Batum Prof. Dr. / Millet Vekili
88 Şahin Mengü CHP Eski Millet Vekili
89 Şeref Gül İş adamı
90 Şule Perinçek Gazeteci / Yazar / İşçi Partisi Gen. Bşk. Yrd.
91 Şükrü Sina Gürel E.Bakan
92 Tanju Cılızoğlu Gazeteci
93 Tayfun İçli E.Bakan
94 Turan Karakaş CHP İzmir E. İl Bşk.
95 Turgut Okyay E. Yargıtay Onursal Üyesi
96 Turhan Özlü Gazeteci / Ulusal Kanal Genel Müdürü
97 Ufuk Söylemez Devlet (E) Bakanı - MM Ankara Temsilcisi
98 Uğur Civelek Ekonomist
99 Ümit Ülgen Mak. Müh. /ADD (E) Marmara Bölge Sorumlusu
100 Ümit Zileli Gazeteci
101 Yaşar Okuyan E. Bakan
102 Yavuz Selim Demirağ Gazeteci / Yazar
103 Zekeriya Beyaz Prof. Dr. /Marmara Ü. İlahiyat Fak. (E) Dekanı

20 Aralık 2014 Cumartesi

İKİ BÜYÜ SORUN: CEHALET VE AHLAKSIZLIK

Yılardır iki büyük sorun ile uğraşıp duruyoruz: Cehalet ve ahlaksızlık. Hangisi daha önemli diye sormayınız çünkü bunlar birbirleri ile bağlantılı. İkisinin de temelinde eğitim eksikliği veya yanlışlığı var.

Ahlaksızlığı iki kategoriye indirgedik: Kadın-erkek ilişkileri açısından ahlaksızlık ve çalma- çırpma. Çalmayı da eksik değerlendiriyoruz. Toplumdan, hazineden devlet malından çalınca, o hırsızlık dolayısıyla ahlaksızlık olmuyor. Oysa, kişisel çıkar için topluma verilen her zarar ahlaksızlıktır.

Yönetici kendisine emanet eden devlet malını çalarsa, bu malın değeri bir kuruş da olsa ahlaksızlıktır. Devletin yani milletin parasını çalarsa veya kişisel keyfi için harcarsa, ahlaksızlıktır. Rant için kentin yeşil alanlarına imara açıp gökdelen, AVM yapımına izin vermek ahlaksızlıktır. Milletin yıllarca emek ve sermeye verip kurduğu kurumları yok pahasına satmak ahlaksızlıktır. Ormanlarımızı, madenlerimizi, derelerimizi çıkar amaçlı olarak eşine dostuna tahsis etmek ahlaksızlıktır.

Bu örnekleri uzatmak mümkün. Ne yazık ki bu ahlaksızlıklar artık toplum tarafında hoş görülür olmuş. Çalanlar makbul insan olmuş, yeter ki halkımızın karşısında iki rekât namaz kılsınlar, artık her şey onlar için onlar için mübah oluyor. Son zamanlarda yaşadıklarımız ahlaki aşınmanın ne boyuta ulaştığının örnekleri ile dolu.

21. yüzyıla cahil bir toplum olarak girdik.  Toplum bilim ve teknolojide çağın ulaştığı düzeye ulaşamamışsa o toplum cahildir. Bilimsel bilgiyi yol gösterici olarak kabul etmeyen toplumlar cahildir. Kurumlarını çağın bilgilerine göre sürekli yenileyemeyen toplumlar cahildir. Bilimsel bilgiyi üretemeyen ve onu teknolojiye dönüştüremeyen toplumlar cahildir. Lüks tüketim, gökdelenler, AVM’ler, “duble yollar”, televizyon dizileri toplumun cahil olmadığını göstermez.

Okullaşma oranımızın düşük olduğu yetmiyormuş gibi eğitim programlarımızın içeriği de yetersiz. Aklı kullanmayı değil, ezberlemeyi öğreten bir sistemimiz var. Okul sayısı artıyor ama eğitilmiş insan sayısı artmıyor. Şimdi de tutturmuşlar Osmanlıca öğreteceklermiş. Toplumun tamamı Osmanlıca bilse, bu toplum cahil olmaktan kurtulmaz. Osmanlıca bilen cahil topluluk olur, o kadar…

Halk en temel bilimsel bilgilere uzak kaldığı için seçimlerini de akılcı biçimde yapamıyor. Akılcı biçimde kurumsallaşamıyor. Ekonomisi sıcak paraya, ucuz işçiliğe ve faize dayanıyor. Kültür ve sanat hayatı ise  televizyon dizilerinden, basit pop şarkılarından, ucuz romanlardan, basit şiirlerden ibaret. 

Bazılarını hariç tutarsak, çoğu üniversitemiz bilim üretilen yerler olmaktan uzak duruyor. Millet olarak AR-GE faaliyetlerine ayırdığımız bütçe çok kısıtlı. Sürekli başkalarını takip ve taklit ediyoruz.

Ahlaksızlık ve cehaletin çaresini eğitimde aramak gerek. Çare, aklını kullanmasını bilen, bilgi edinme yollarını öğrenen, araştıran, merak eden, evrensel değer yargılarını benimsemiş fertler yetiştirmekten geçiyor. Türk Milleti olarak her türlü olanağımızı eğitime ayırmalıyız.
Atatürk’ün şu sözlerini hiç unutmayalım:

Muallimler, Cumhuriyet fikren ilmen fennen bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu nitelik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.”


17 Aralık 2014 Çarşamba

SORGULAYAMAYAN HALK FAKİR KALMAYA MAHKUMDUR

17 ve 25 Aralık 2013, yolsuzluk ve hırsızlık iddialarının gündeme geldiği ve kanıtlarının ortaya saçıldığı gün olarak Türk tarihindeki yerini almıştır.  Bu denli büyük bir yolsuzluğun oluşması bir günlük bir olay değildir. Bu güne giden yollar 1980 İhtilali ile açılmıştır.  Bu ihtilal dış güçlerin Türk siyasi ve ekonomik hayatını çok daha yoğun biçimde etkilemesine fırsat yaratmıştır.

Bugünkü sorunlarımızın büyük kaynağını bu ihtilalde ve onun sonrası kurulan Özel hükümetlerinin icraatlarında aramak gerekir.  Bu tarihten itibaren Devlet eli ile zenginler daha zengin yapılmış, iktidara yakın kimseler gene devlet imkânları ile zengin kılınmıştır.  Orta sınıfın yok edilmesi, gelir dağılımındaki bozukluk bu yıldan sonra atmıştır.

Özellikle 1984 yılından sonra devlet dış ve iç finans kaynaklarına borçlandırılmış, bu borç sabit gelirli halkın sırtına yüklenmiştir.  2002 yılında AKP’nin iktidar olması ile birlikte borçlar daha da artmış, ulusumuzun geleceği ipotek altına alınmıştır.

Bu borçlar en çok iktidara yakın iş adamlarına yaramıştır. Devlet yatırımları ihale kanunu da defalarca değiştirilerek bu iş adamlarına verilmiştir.  Para aşağıdan yukarı doğru pompalanmıştır.  Dar ve orta gelirli halkımızın sırtındaki borç daha da artmıştır.

Eski zenginler daha da zenginleşmiş, bu zenginlere yeni zenginler ilave olmuştur. Ekonomi büyümüş ama bu büyüklük halka intikal etmemiştir. 2002 yılında 4 dolar milyarderi varken bu rakam 2014’de 44’e yükselmiştir.  Türkiye’ye kıyasla çok daha zengin olan Japonya’da dolar milyarderi sayısı sadece 15’dir. Türkiye’de eşitsizlik daha da artmıştır.

1980 İhtilalinden sonra dinin toplum üzerindeki etkinliği de artmaya başlamıştır. Özellikle ABD’li uzmanların da tavsiyesi ile din eğitimi mecburi hale getirilmiş, cemaatlerin, dini örgütlenmelerin önü iyice açılmıştır.  Bu gelişme iktidara da yansımış,  dinin etkisinin giderek  artmasını fırsat bilen bazı politikacılar halkı din ile aldatarak iktidara gelmiştir.

Garip olan şu ki, zengin daha zengin; fakir daha fakir olurken dinin toplum üzerindeki etkisi da daha da artmıştır.  Bu dünyanın nimetlerinden uzak tutulan halkımızın gözü açılmasın diye öteki dünyanın güzellikleri ile gözleri bağlanmıştır. Bu gözü bağlı insanlar,  ben neden birkaç kilo makarnaya, birkaç torba kömüre muhtacım da neden oy verdiklerim refah içindeler; ben neden asgari ücretle zar zor geçinmeye çalışırken iktidar dostları para içinde yüzmektedir; ben neden kulübe gibi evde otururken benim oyum ile başa geçen adam saraylarda oturmaktadır; ben neden işime yürüyerek veya tıkış tıkış otobüslerle giderken zenginler neden son model arabalarla dolaşmaktadır diye sorgulayamıyor. O kadar gözleri bağlı ki, çalıyor ama çalışıyor diyen bile var.

İnsanlar arasındaki eşitsizliğin en önemli etkisi eğitimde görülmektedir. Varlıklı aileler çocuklarını çok daha iyi okullarda okutmakta, fakir halkımız ise çocuklarına iyi eğitim vermek için yeterli kaynak bulamamaktadır. İyi eğitim almayan, dinin etkisinde kalan dar gelirli kesimler Allah ile aldatan insanların iktidarını sürdürmesini sağlamaktadır. Bu insanların gözü o kadar bağlıdır ki yapılan yolsuzluklar hırsızlıklar ortalığa saçılmasına rağmen oy verdikleri insanlara toz kondurmamaktadır.


17-25 Aralığı geniş bir pencereden değerlendirmek lazım.  Bu olayların tekrar etmemesi için halkın cehaletinin giderilmesi ve gelirler arasındaki farkın kapatılması gerekir. Bunun için yapılması gerekli ekonomik tedbirlerin yanında eğitim kalitesinin yaygın bir şekilde yükseltilmesi de şarttır. Türkiye kaynaklarının çoğunu eğitime ayırmadan hiçbir sorununu çözemez. Elbette ki yükselmesini istediğimiz eğitimden kastımız şimdiki gibi biad kültürünün aşılandığı eğitim değil. 

16 Aralık 2014 Salı

DEMOKRASİ KÂĞIT ÜZERİNDE KALDI

Önümüzdeki Haziran ayında seçimler var. Bir genel seçimi daha gerçekleştireceğiz ve sonra da halkın dediği oldu, ülkemizde demokrasi var diye sevineceğiz. Demokrasiler, “halkın oluşturduğu, halk tarafından yönetilen,  halk için var olan devlet”  siyasi modeli olarak kabul edilir. Bizim ülkemizde de demokrasi olduğu söyleniyor. Peki, devlet halk için, halk tarafından mı yönetiliyor?  Maalesef cevabımız hayırdır.  Dolayısı ile demokrasinin tam anlamı ile varlığından söz etmek mümkün değildir.

Ülkemizde demokrasinin işlemesine engel olan 4 husus var: Kuvvetler ayrılığının olmaması, Gelir dağılımındaki bozukluk, halkın doğru haber alma ve bilgilenme özgürlüğündeki kısıtlanmalar, küreselleşme ve aşırı borçlanma.

Türkiye’de kuvvetler ayrılığı kâğıt üstünde kalmıştır. TBMM ve yürütme tek kişinin kontrolüne girmiştir. Yasalar o kişinin arzusu doğrultusunda, icabında bir gecede çıkarılmaktadır. Yargı bağımsızlığı yok olmuştur. Yürütme ve dolayısıyla tek adam yargıyı da kontrole edebilmektedir. Danıştay kararları uygulanmamakta, Sayıştay dosyaları TBMM’ne kabul edilmemektedir.

Gelir dağılımı ileri derecede bozuktur. En üstteki % 1’lik kesimdekiler siyasi sitemi istedikleri gibi şekillendirmek için büyük harcamalar yapmaktadır. Bu harcamalar aslında bir yatırımdır;  karşılığında büyük gelirler elde etmektedirler.  Siyasi partiler bu zengin kesimin kontrolündedir. Bir kişi bir oy prensibi geçerlidir ama Koç’un bir oyunun siyasi ağırlığı filan köydeki bir garipten veya asgari ücretle geçinmeye çalışan bir işçiden çok daha ağırdır.

Gelir dağılımındaki aşırı dengesizlik gerçek demokrasi ile bağdaşmaz.  Siyasal sistemimiz büyük sermaye tarafında çarpıtılmakta ve bu azınlık daha da zenginleşmektedir.

Halkın seçimini doğru ve kendi çıkarları doğrultusunda yapması onun doğru haber almasına bağlıdır. Türkiye’de toplumu bilgilendirmesi gereken televizyon ve gazeteleri 3 gurupta toplamak mümkündür:  İktidar medyası veya başka bir deyiş ile havuz medyası;  % 1’,n sahibi olduğu medya ve cemaat medyası. Bunların dışında da elbette halk için çalışan gazete ve televizyonlar var ama bunların etkisi sınırlı kalmaktadır.  Bu 3 gurup medya halkı yanlış bilgilendirmekte, algı operasyonları uygulayarak halk yanlış seçimlere zorlanmaktadır. Demokrasinin önündeki en büyük engellerden birisi budur.

Türkiye, özellikle son yıllarda serbest küreselleşme cereyanına kapıldı. Ekonomisini dış güçlerin etkisine terk etti. Devlet ve özel sektör aşırı borçlandı. Bir ülkede aynı anda hem demokrasi, hem bağımsızlık hem de serbest küreselleşme olmaz. Küreselleşmeyi kabul ettiğiniz zaman siyasi ve iktisadi sistemleri yabancı güçler yönetir. Hele bir de borçlandıysanız finans piyasalarının emrine girmişsiniz demektir. Finans piyasalarının istediğini yapmazsanız, kredi derecelendirmelerinizi düşürmekle, paralarını geri çekmekle, borç faizlerini artırmakla tehdit ederler. Halkın sözü değil bu finans çevrelerin söz geçerli olur.

Ülkenin gerçek demokrasiye ihtiyacı vardır. Halk iktidarının önündeki bu engeller kaldırılmalıdır. Aksi takdirde iktidar seçim ile oluşsa bile bu halkın iktidarı olamaz.



15 Aralık 2014 Pazartesi

TARTIŞILANLAR VE TARTIŞILMAYANLAR

Toplumun % 99’u Müslüman, büyük çoğunluğu da dindar ya, sürekli dini konular konuşuluyor, tartışılıyor. Başörtüsü, türban tartışılıyor,  Osmanlıca (din ile ne ilgisi varsa) tartışılıyor,  Camileri kimin ahır yaptığı tartışılıyor, Türkçe ezan tartışılıyor, din eğitimi tartışılıyor, neyin orucu bozduğu tartışılıyor ve bunun gibi konular gündemi işgal ediyor.

Peki, İslamiyet’te eşitlik, kardeşlik, adalet, hak, hukuk, yetim hakkı gibi kavramlar yok mu? Bunlar tartışılmıyor. Toplumun perişan hali, yoksulluk, sefalet, zengin-fakir farkı, kul hakkı tartışılmıyor.

Yanlış ekonomik politikalar ve sömürü düzenin devem etmesi sonucu para belirli ellerde toplanıyor. Zengin giderek daha da zenginleşirken, fakir daha fakir oluyor. Orta sınıf kaybolma noktasına doğru ilerliyor.  Eşitlik giderek yok oluyor. Müslüman Müslüman’ın kardeşi ama zengin kardeşler fakir kardeşlere acımıyor, yoksulun parasını daha fazla nasıl emerim hesabı içinde hareket ediyor.

Para kazanma ve zengin olma tüm yöntemleri meşru kılmış durumda.  Zengin olma ve olduktan sonra da daha da zengin olma hırsı ahlaki yozlaşmaya yol açmış durumda. Erdem kaybolmuş, Allah korkusu kaybolmuş. İnsanların ahlaki pusulaları şaşmış. Kimse de çıkıp demiyor ki, arkadaş bu senin yaptığın İslam ile bağdaşmaz. Başkalarının hakkını yiyerek zengin olamazsın. Ve hiç kimse de İslamiyet’in bu yönünü gündeme getirmiyor ve tartışmıyor.

İslamiyet’te kula kul olmak yoktur ama iktisadi ve siyasi sistem insanları zenginlere kul etmektedir. Demokrasi diyoruz ama siyasi partiler zenginlerin politikalarını yürütüyor. Seçimlerde halk bilinçli olarak oy kullanamıyor. Kamuoyu oluşturan gazeteler, televizyonlar zenginlerin elinde. Verilen her oy zengini zengin, fakiri fakir kılıyor. İnsanlar “efendilerinin” dağıttığı makarnaları, kömürleri nohutları alıp mutlu oluyor. Kula kul olmamak için ne yapılması gerekir, tartışılmıyor.

Siyasi kurumlar iktisadi hayatımızı geniş halk kütlelerinden çok dayandıkları zengin çevrelerin çıkarlarına göre biçimlendiriyor.  Devletin kaynakları, ülkenin taşı, toprağı, madenleri, yer altı zenginlikleri, ormanları yandaşlara peşkeş çekiliyor. Hiç kimse de çıkıp, ne yapıyorsunuz, , bu ülke hepimizi malıdır,  sizin bu yaptığını kul hakkı yemektir, bu yaptığınız affı olmayan en büyük günahlardan birisidir demiyor.

Tartışılması gereken konular halktan gizleniyor. Eşitsizlik, hukuksuzluk, adaletsizlik, kulun kula efendiliği, sömürü, fakirlik, tartışılmıyor.

Tartışılması gereken hususlar iktisadi ve siyasi sistemlerdir. Bu iki sistem de bozuktur. Halk kaderini belirleyememektedir. Kendi çıkarları için değil, yaratılan algıların etkisi ile oy vermektedir. Para alt ve orta kesimlerden yukarı doğru pompalanmaktadır. Halk bunun farkında değildir. Üstelik bu uygulamalar İslam’ın özüne de aykırıdır ama insanlar Allah ile aldatıldıklarından dolayı tepki de verememektedirler. Din adına tartışılanların da Müslümanlara bir faydası yoktur.


İyi Müslüman,  kardeşlerinin ve tüm insanlığın refahı için, sağlığı için, mutluluğu için ve adalet için çalışan;  dünya düzeninin de bunu sağlayacak şekilde kurulmasına gayret eden insandır. Bunun yolu da bilgiden, bilinçten, erdemden ve çalışmaktan geçer…

13 Aralık 2014 Cumartesi

EŞİTSİZLİK BÜYÜK SORUN OLARAK DEVAM EDİYOR

1700’lü yıllarda Fransa’da halk yoksulluk ve sefalet içinde iken saraylarda yaşayan aristokratlar müreffeh bir hayat yaşıyordu ve halkın durumundan haberleri yoktu. 1789 Fransız İhtilali’nin sebeplerinden birisi de buydu. İhtilal sonucunda yayınlanan “İnsan ve Vatandaş  Hakları Bildirgesi” insanlık tarihinde çok önemlidir. Bu bildirgeye göre İnsanlar özgür ve eşit haklara sahip doğarlar ve öyle kalırlar.

O yıllardan bugüne çok büyük gelişmeler, isyanlar, ihtilallar oldu ama eşitsizlik sorunu hale devam ediyor. Özellikle liberal ekonomilerin uygulanması ile dünya nüfusunun yüzde biri tüm dünyayı kontrol altına aldı. Bu yüzde birlik kitle ile geri kalan yüzde doksan dokuz arasında eşitsizlik artıkça arttı.

Ülkemizde de özellikle 1980 İhtilali’nden sonra neoliberal politikaların uygulanması gelir, servet ve fırsat eşitsizliğini artırdı. Ekonomiye hâkim olan yüzde 1’lik kesim devlet yönetimine de hâkim oldu. Savundukları serbest piyasa ideolojisi söylenenlerin aksine verimsizliği artırdı. Sermaye çevreleri ranta dayalı zenginleşmenin yolunu açmak için finans piyasalarındaki düzenlemeleri değiştirdiler. Para ve maliye kurum ve politikalarını kontrol etmeye başladılar. Sermaye, devleti ve siyasi partileri, medyayı ele geçirdi. Gelir eşitsizliği giderek arttı, artmaya da devam ediyor.

Rantçılığa dayan bu ekonominin verimsizlik ve eşitsizlik yetmezmiş gibi  birçok kurum ve şirket de yabancı sermayenin eline geçti. Şirketler yüzde 1’in çıkarları doğrultusunda faaliyet gösterdi ve gösteriyor. Bütün bunların sonucu olarak orta sınıf zayıfladı, yoksulluk ve işsizlik arttı. Türkiye de milyonlarca insan yoksulluk hatta açlık sınırı altında yaşıyor.  İşsizlik oranı % 10’nun üzerine çıkmış durumda. Bu oran gençlerde % 20’leri de aşıyor.

Artan işsizlik ve yoksulluk demokratik sistemin de yozlaşmasına yol açıyor.  % 1’in yürüttüğü algı operasyonları ile halk, sermayenin çıkarını savunan ve koruyan; yoksulluğu ve eşitsizliği daha da artıran politikaları bilinçsizce destekliyor. Medya % 1’in borazanı olmuş,  halkı kandırmak ve oyalamakla meşgul. Ülkede etnik, dini inanç ve mezhepler üzerinde politikalar yürütülerek halkın birlik olmasının önüne geçiliyor. Halk % 1’le uğraşacağına birbirleri ile uğraşıyor. Halkın kutsal duyguları sömürülerek iktidarın devamlılığı korunuyor.  Eğitim politikaları ile oynanarak, sorgulayan, araştıran, şüphelenen, düşünen bir gençlik yerine, % 1’in yalanlarına sorgusuz sualsiz inanacak nesiller yetiştirilmeye çalışılıyor. İnsanlar yapay gündemlerle oyalanıyor.

Seçim sonucu ne olursa olsun kazanan hep % 1 oluyor. Bu % 1’in gerçek yüzünü anlatmak isteyenler farklı biçimlerde susturuluyor çünkü sömürünün devam etmesi isteniyor. Çıkış yolunu gösterenlerin sesi kısılıyor.  Örnek vermek gerekirse,  herhangi birisi çıksa da “Karl Marx kapitalizmin iç mantık ve dinamikleri sonucunda sermayenin giderek yoğunlaşacağını, emeğin ise giderek yoksullaşacağını savunmuştu, gelinen tablo Marx’ı haklı çıkarmıştır” dese,  kıyamet kopar. Diyenin ne komünistliği kalır, ne dinsizliği; böylece halkın gözünden düşürülmeye çalışılır ki % 1’in yalan makinelerinin sözü dinlenir olsun.

Maalesef Türkiye’deki durum budur. Zengin daha zengin, yoksul daha zengin olmaya devam ediyor. Paralar zenginlere gidiyor, halk da din iman ile yetiniyor. Eşitsizlik de giderek artıyor.


10 Aralık 2014 Çarşamba

OSMANLI DEVLETİNİ YIKANLAR İŞ BAŞINDA!

Son zamanlarda Osmanlı hayranlığı, Osmanlı sevdası aldı yürüdü. Bir yandan Cumhuriyet ve onun kurcuları toplum nazarında küçük düşürülmeye çalışılırken diğer yandan Osmanlı Devleti’ne methiyeler düzülmeye başlandı. Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlı Devletini yıkmış gibi gösterilerek suçlandı ve suçlanmaya da devam ediliyor. Oysa, Osmanlı Devletini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar yıkmadı, onlar, zaten yıkılmış olan bir devletin yıkıntıları içinden yeni bir devlet çıkardılar.

Şunun iyi bilinmesi lazım; Osmanlıyı kim yıktı ise, hangi zihniyet yıktı ise Türkiye Cumhuriyetini de aynı çevreler ve aynı zihniyet yıkmaya çalışıyor.

Osmanlı Devletinin yıkanların başında, onu savaşlarla yıpratan, iç isyanlar çıkartarak topraklarını elinden alan, Osmanlı Devletini sömürgeleştiren İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya, Avusturya gibi batılı emperyalist devletler ve onların ülke içindeki işbirlikçileri gelir. 

Osmanlı Devletinin yıkılışını hazırlayanlar ise, medreselerde, mekteplerde müspet ilimleri yani matematiği, biyolojiyi, astronomiyi, fiziği kimyayı ders programlarından silenlerdir. Sorgulayan, merak eden, şüphe eden, araştıran, özgür düşünceye dini yasakları bahane ederek izin vermeyenlerdir. Bilimin yol göstericiliğini bir kenara bırakıp dogmatik düşünceler peşinde koşanlardır. İslamiyet’i kendi çıkarları için kullanıp, halkı Allah ile aldatanlardır. Satılmışlardır, hainlerdir.  Batılıların ülkemizi, milletimi sömürmesine aldıkları üç beş kuruş komisyon için yardımcı olanlardır.

Şimdi aynı çevreler, tıpkı Osmanlı Devletini yıktıkları gibi Türkiye Cumhuriyetini de yıkmaya çabalıyorlar.   Halkımızın dini duygularını istismar edip oy topluyorlar.  Arkalarına batılı emperyalist güçleri almışlar,  mezhep üzerinden, dini duygular üzerinden, etnik kimlik üzerinden siyaset yapıp ülkeyi felakete sürüklüyorlar. Türk kimliğini yok etmeye çabalıyorlar. Milli birliği bozuyorlar. Vatan topraklarının bir kısmını pazarlamaya çalışıyorlar.

Bu Türkiye Cumhuriyeti düşmanları ekonomik olarak ülkeyi Avrupa’nın, ABD’nin açık pazarı haline getirdiler. Fabrikaları, bankaları, işletmeleri, irili ufaklı şirketleri yabancılara peş keş çektiler. Halkı yoksul bırakıp, makarnaya, kömüre muhtaç hale getirdiler.

Milli Eğitimin, milliliğini, bilimselliğini yok ediyorlar. Üniversiteler, medreselere dönüştürülmeye çalışılıyor. Çocuklarımızın aydın, sorgulayan, araştıran, düşünen kimseler olarak yetişmesini değil, kendi fikirlerini sorgusuz sualsiz kabul eden; biad etmeye alışmış kimseler olarak yetişmesine çalışıyorlar.

Bu son Eğitim Şurasını ve Osmanlıca tartışmalarını bu açılardan değerlendirmek, arzu edilenin ne olduğunu iyi irdelemek lazım.

Özet olarak Osmanlı Devletini yıkan çevreler ve belirli zihniyete ve karaktere sahip kimseler şimdilerde Osmanlı hayranı gibi görünüp Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya çaba gösteriyorlar.  Türk Milleti er geç bu oyunu fark edecek ve bozacaktır. Birinci vazifelerinin Türk Cumhuriyetini, Türk İstiklalini korumak ve kollamak olduğunun bilincinde olan gençlerimiz güveniyorum. Onlar Mustafa Kemal’in askerleridir. Zafer onların olacaktır.


8 Aralık 2014 Pazartesi

OSMANLICA BAHANE!...

Osmanlıcanın okullarda mecburi ders olarak okutulmasını isteyenlerin gerçek niyeti bellidir. Bu insanların Türkiye Cumhuriyeti ile sorunları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ni beğenmezler. Onu kuranlara “ayyaş” derler.  İcraatının ve söylemlerinin çoğunda amaç Cumhuriyeti’in temellerini sarsmaktır.

Aslında Cumhuriyet’in temelleri 1938 yılında Atatürk’ün ölümü ile sarsılmaya başlandı. Geldiğimiz noktaya yavaş yavaş ve Türk Ulusu'nu alıştıra alıştıra getirdiler.

Durum çok vahimdir ve Cumhuriyet büyük tehdit altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin iki temel özelliği vardır: Hakimiyet-i Milliye ve istiklal-i tam. Bugünkü ifadeyle milli egemenlik ve tam bağımsızlık.

Mustafa Kemal Atatürk diyor ki, “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.” 

Cumhuriyet düşmanları önce bağımsızlığımıza saldırdılar. Mali bağımsızlığımızı, borçlandırarak, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumları ve uluslar arası sermayeyi kullanarak yok ettiler.
Emperyalistler,  politik, askeri, ekonomik tehditlerde bulunarak siyasi bağımsızlığımızı yok ettiler. Bunun için Cumhuriyet düşmanı yerli işbirlikçileri kullandılar. Darbeler planlandı, darbeler yapıldı, Ulusalcı güçler iktidardan uzak tutulmaya çalışıldı.

Ordumuzu NATO emrine verdiler. NATO dışı kalan Jandarmayı da kendi insiyatifleri altına almaya çalışıyorlar.   Ordumuzun çok değerli komutanlarını kumpaslarla tutsak edip TSK’yı tasfiye etmeye çalıştılar.

Milli devlet, milli birlik, milli eğitim milli şuur ve laiklik olmadan milli egemenlik olmaz. Milli egemenlik yoksa Cumhuriyet de yoktur. Saldırı onun için milli olan her şeyedir.  Türk Milliyetini onun için ayak altına almaya çalıştılar.

Millet, egemenliğini yetkili kurumlar aracılığı ile kullanır. Bunlar TBMM, hükümet, ve yargı organlarıdır.  Bu kurumlar birbirinden bağımsız çalışmazsa milli egemenlikte söz edilemez. Özellikle son yıllarda kuvvetler ayrılığı prensibi yok edildi ve devletin üç kuvveti de tek elden yönetilmeye başlandı. Dördüncü kuvvet denilen medya da aynı gücün kontrolüne girdi. Böyle demokrasi de olmaz, böyle milli egemenlik de olmaz.

Milli devlet i yıkıp federe devlet kurmak için müzakereler, pazarlıklar sürüyor. Terör örgütünün eli kanlı lideri Cumhuriyeti yıkmak için ilgililere yol gösteriyor, talimatlar veriyor, tehditler savuruyor.

Ulusumuz dini inanç, mezhep, etnik kimlik temelinde bölünmeye çalışılıyor. Kürtçülük akımları destekleniyor, aleviler Cumhuriyet’e karşı kışkırtılıyor. En yetkili ağızlarda Türk sözcüğü duyulmaz oluyor. Türküm demek faşistlikle eşdeğer hale getirilmeye çalışılıyor. Milli şuur yıpratılıyor.

Milli egemenliğin en önemli şartlarından olan laiklik dinsizlik gibi anlatılarak insanlarımız kandırılmaya çalışılıyor.  Cumhuriyet döneminde, insanlarımızın gerçek Müslümanlığın ne olduğunu öğrenmeleri için yapılan çalışmalar inkar ediliyor. Dindar kesimlerin Cumhuriyet düşmanı olmasına çaba gösteriliyor.  

Vatan topraklarının bir kısmında devlet otoritesi yavaş yavaş yok ediliyor. Dolayısıyla bu bölgeler milletin hâkimiyetinden terör örgütün hâkimiyetine geçmeye başladı.

Osmanlıcanın tartışmaya açılması da Cumhuriyet’in temellerini sarsmak içindir. Türk milletini millet yapan en büyük değer konuştuğu Türkçedir. Osmanlıca diye bir dille bu millet geçmişte de konuşmadı, gelecekte de konuşmayacak. Türkçe yaşamazsa, Türk Ulusu da yaşamaz.

Cumhuriyeti içine sindiremeyenler, Türk milletinin omuzlarına yük olmuş, milleti yoksul, aç, hastalıklı bırakmış, yabancı ülkelerin kontrolüne girmiş, bağımsızlıktan yoksun kalmış, tam bir sömürü ülkesine dönüşmüş olan Osmanlı devletini yeniden kurmaya çabalamaktadırlar.


Bunlar saraylarını ve padişahlarını bile hazırladılar. Osmanlı hayranlarının planları böyle, epeyce de yol aldılar ama Türk Milleti daha son sözünü söylemedi. O söz söylendiğinde, Vahdettin bunlar için bir örnek olabilir. Tabii Türk yargısından kurtulabilirlerse…

6 Aralık 2014 Cumartesi

YENİ VAHDETTİNLER,  YENİ ALİ KEMALLER
Daha önce 'hamile kadınlar sokağa çıkmasın' sözüyle tepki çeken Ömer Tuğrul İnançer, TBMM çatısı altında katıldığı bir konferansta yine çok tartışılacak açıklamalar yapmış.  Atatürk'ün 1 Kasım 1928'de yaptığı 'Harf Devrimi' hakkında “İnkilap mı? İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Bu memlekette inkilap (köpekleştirme) yapılmıştır” demiş. Yani 1928 tarihinde Türk Ulusu’nun köpekleştirildiğini iddia etmiş. Bu çok ağır bir hakarettir. Türk Milleti’nin bir ferdi olarak köpekleşme sözcüğünü İnançer’e iade ediyorum. Bu sözleri ile kendisi köpeklemiştir.
Son yıllarda Cumhuriyet düşmanları pervasızlaştılar. Atatürk’e, Cumhuriyet’e her fırsatta saldırıyorlar, hem de ahlaksızca. Yalanların bini bir para. Televizyonlar, gazeteler bu yalancı adamlarla dolu. 12 yıldır iktidarın Cumhuriyet’in temellerini sarsan her eylemini desteklemek için laf ebeliği yapıp duruyorlar.
Osmanlıcılık adı altında Cumhuriyet yıkıcılığı yapılıyor. Vahdettinlerin, Lord Curzonların, Ali Kemallerin, Sait Mollaların, Damat Feritlerin, Rahip Frewlerin, Hristomosların, Pontusçuların intikamı alınmaya çalışılıyor. Lozan’ın yerine Sevr ikame edilmeye çalışılıyor.
Bu millet Ata’sının liderliğine bir kurtuluş savaşı vermiştir ve bu savaştan da muzafferiyetle çıkmıştır. Kurtuluş savaşı ile iki büyük kazancı olmuştur: Tam bağımsızlık ve Milli egemenlik. Bu savaş sonucunda adı Türkiye Cumhuriyeti olan, “ilim ve tekniğin son esaslarına dayanan, milli ve çağdaş bir devlet” kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti sayesinde Türk Milleti 600 yıldır kendisine hükmeden Osmanlı’dan egemenliği almış ve kaderini kendisi belirlemeye başlamıştır. Kulluktan vatandaşlığa ve efendiliğe yükselmiştir. İnsan hak ve özgürlükleri Türk Milleti’nin de vazgeçilmezleri olmuştur. İnsanlar, şeyhlere, ağalara, imamlara teslim ettikleri irade ve akıllarını geri almayı öğrenmişlerdir. İnsanlar da düşünceler de özgürleşmiştir.

Cumhuriyet, dogmatik düşüncelerden kurtulmayı, yol gösterici olarak bilimi kullanmayı öğretmiştir. Cumhuriyet kurulunca hemen bütün İslam ülkelerinin sömürge olduğu bir dünyada bağımsız ve güçlü tek devlet olmuştur. Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin Cumhuriyet’e saldırmalarının nedeni de budur. 
Lozan’da emellerine kavuşmayan bu güçler, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e savaş açarak Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamayı, halkını yeniden kullaştırmayı, çağdaşlıktan uzaklaştırıp sömürüye hazır hale getirmeyi planlamışlar ve bu planlarını da adım adım uyguluyorlar. Bu planın gerçekleşmesine Mustafa Kemal’in askerleri asla izin vermeyecektir. Zamanı gelince Vahdettin kılıklıların da Ali Kemal kılıklıların da nasıl kaçtıklarını göreceğiz.  

28 Kasım 2014 Cuma

PEKÜNLÜ VE GALİLEO

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Uzay Bilimi ve Astronomi Bölümü öğretim üyesi Prof Dr. Rennan Pekünlü’nün kamu vicdanını yaralayacak şeklide hapsedilmesi dogmatizmle bilimsel düşünce arasındaki savaşın halen devem ettiğinin en güzel kanıtı oldu.

Bu savaşın geçmişi çok eskilere kadar gidiyor. Bu savaşı anlamak için,  özellikle 17. Yüzyıl’da yetişen ve dini çevrelerin büyük baskılarına rağmen bilimin gelişmesine büyük katkılarda bulunan bilim adamlarını anmak gerekir.

Galileo, Torricelli, Descartes, Pascal, Malpighi, Huygens, Newton ve Lebniz, Bruno gibi bir dizi bilim adamı bu asrın  gurur ile anılacak isimleridir. Bu isimlerden özellikle Galileo’dan bahsetmek lazım.

Galileo da Pekünlü gibi önemli bilimsel çalışmalarını Asrtonomi bilim dalında yapmıştır. O da Pekünlü gibi karanlık dünya taraftarlarınca hapse mahkum edilmiş ve hapiste iken hayata veda etmiştir.

Modern bilimin doğuşunda Galileo’nun çok büyük katkısı vardır. Galileo ve onu takip edenler, kainatı ve doğayı anlamak ve onlarla ilgili gerçeklere ulaşmak için modern bilimin matametiksel bir alet gibi kullanılmasını savunmuşlardır. Galieo’nun temel görüşü, bilimsel gerçekler Kitab-ı Mukaddes ile çelişse bile  geçerliliğini yitirmez şeklinde idi. Ona göre, bilim, Kitab-ı Mukaddes yorumlarına değil, Kitab-ı Mukaddes yorumları bilimin ortaya koyduğu sonuçlara, araştırmaların, deneylerin sonucuna uymak zorundaydı.

Galileo’nun,  özellikle “İki Dünya Sistemi Üzerine Diyalog” isimli eserini yayınlaması Engizisyon mahkemesinde yargılanmasına yol açtı. Bu mahkeme sonucunda hapsedildi ve hapiste iken vefat etti. Hapiste iken de bilimsel gerçekleri haykırmaktan asla vazgeçmedi.

Galileo bir Copernicus  (Kopernik) taraftarı ve takipçisi idi. Kopernik’in bir diğer takipçisi de Bruno’dur. Bruno da Engizisyon mahkemesinde yargılanmış ve ölüme mahkum edilmiş. 1600 yılında yakılarak öldürülmüş. Onun şu sözleri unutulmamış, özellikle dogmatizme karşı savaşan bilim adamlarına da yok göstermiştir.

“ Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Karanlık ve aydınlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım; bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı ve aptal çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım.”


Biz bu bilimsel düzeye gelmemizi Galileo ve Bruno gibi ilim için hayatlarını ve geleceklerini hiçe sayan insanlara borçluyuz. Pekünlü hocamız da cehalet ve bilim arasındaki savaşta yara alan bir değerli bilim adamımızdır. Verdiği mücadeleden dolayı kutluyorum ve kendisine geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Türk Dünyası’nın önde gelen isimlerinden oluşan 457 aydın, “Türk Milleti’ne çağrı” başlıklı bildiri yayınladı: Teröristbaşı muhatap alınamaz yasalara aykırı statü sahibi yapılamaz:
1 Emperyal bir proje olan  “çözüm süreci”  gereğince ve terörist başının baskılarıyla Meclisten geçirilen  “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” , Anayasamıza aykırıdır; çünkü TBMM’nin, egemenliğimizi ve bütünlüğümüzü parçalayacağı belli olan yasalar yapmaya yetkisi yoktur. Devletimizin kuruluş esaslarına ve Anayasamızın belirlediği millî - üniter devlet yapısına aykırı olan bu yasa kabul edilemez, uygulanamaz.
 2 Vatanımızı ve Milletimizi bölmek amacıyla bebek, kadın, asker, polis ve öğretmen dâhil 40 bin kişinin katili olan terörist başı muhatap alınamaz, müzakereci ve yasalara aykırı statü sahibi yapılamaz.
3 Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, etnik ve mezhep gruplarına göre ayrıştırılıp parçalanamaz; 1000 yıllık egemenliğimiz paylaşılamaz; Vatan toprakları üzerinde, herhangi bir kimliğe dayalı “Özerk Bölge” gibi ayrı bir yönetim kurulamaz.

4 Ülkemize, her topluluktan milyonlarca akraba olan olmayan kişiler sığınmacı yapılırken, bu imkânın sadece Türk Milletinin birer parçası olan Türkmenlerden ve Doğu Türkistan Türklerinden esirgenmesi kabul edilemez; bu ayrımcı tutum insanî, ahlâkî, hukukî ve tarihî sorumluluğumuzla bağdaştırılamaz.

Hukuk devleti, kişi ve parti devletine dönüştürülemez; yargıya güven sarsılarak “kendi gücüyle hak arama” (ihkak-ı hak) yolu açılamaz; “iktidar hukukun üstündedir” dönemi başlatılamaz; Türkiye’miz hukuk kargaşasına sürüklenemez.

13 Kasım 2014 Perşembe

SORUNLARDAN UZAK YAPAY GÜNDEM

Bunlar bizim sorunlarımız:

Dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasında 17’nci ülkeyiz ama kişi başına düşen ortalama gelir sıralamasında 99’uncuyuz.

Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net 253 milyar lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükseldi 

Kamunun iç-dış toplam borcu 2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya yükseldi. Yani Cumhuriyetin ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on yılda 316 milyar lira eklendi.

Tüketici kredileri  ve bireysel kredi kartları ile yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255 milyara yükseldi. 

Devam edelim:
  
En düşük istihdam oranına sahibiz. 2009’da Türkiye % 44.3 düzeyinde, OECD ortalaması % 66.1.
       Yoksullukta üçüncüyüz. Biz %17 iken, OECD ortalaması %11.1
       Yoksulluk sınırında yaşayan çocuk sayısı Türkiye’de yüzde 24.6. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında  üçüncü sırada.
       Türkiye’de her 4 çocuktan biri (% 25) açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7.
       Bebek ölümlerinde 1’inci sıradayız. Bizde binde 17 (2008) iken, OECD ortalaması 4.6.
       Yaşanabilirlikte  58’inciyiz.
       Yoksullukta 56’ncıyız.
       Beslenmede 73’üncüyüz.
       Kişisel alım gücünde 61’inciyiz.
       Gelir dağılımında 131’inciyiz.
       Çocuk sağlığında 97’inciyiz.
       İnsani gelişmede 83’üncüyüz.
       İnsan haklarında 78’inciyiz.
       Can güvenliğinde 65’inciyiz.
       Demokraside 89’uncuyuz.
       Basın özgürlüğünde 106’ıncıyız.
       Cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. sırada;
       Nüfusta yoksul oranı %17.0 (13 Milyon)
       Ülkede günde 5 dolara kadar bir gelirle yaşayan nüfusun sayısı 20 milyonu aşıyor... Çocuk yoksulluğu da bu sayılardan aşağı kalmıyor... 
       Türkiye’nin yabancılarla ortak olmadığı hiçbir şeyi kalmadı.
       Ülkenin sanayi kuruluşları, sigorta şirketleri, bankaları, iletişim firmaları, liman işletmeleri,  tarımı, madenleri, suları ya satılmıştır ya da satılıktır.
       Kendi ülkemizde yabancılar için çalışan işçi durumuna düşüyoruz.
       Tüketimimiz İthalat ağırlıklıdır.
       İhracatımız ithalatımızı karşılayamıyor. Tarım ürünleri ithalatına bir yılda 10 milyar dolar ödedik.
       Sürekli Cari işlem açığı veriyoruz (Son sekiz yılda: 232 milyar dolar).
       Sürekli faiz ödüyoruz: bir yılda 50 milyar dolar.
       Yabancıların bir yılda gerçekleştirdiği kar transferi 10 milyar dolar.
       Borsa yolu ile devamlı döviz kaybediyoruz.
       Finans sektörü yolu ile devamlı döviz kaybediyoruz.
       Sevr projesi ABD’nin yürüttüğü Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir parçası haline geldi.
       Bu proje ile Türkiye’nin sınırları değişecek ve Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak’ta bir Kukla devlet kurulacak.

Dünyaya göz attığımızda, insanların, geleceklerini eğitim ve bilim yolu ile şekillendirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bilim geliştikçe,  pazarlamada ve parekendecilikte,  tıp alanında, haberleşmede ve medyada dijitalleşme artıyor. Yeni enerji kaynaklarının bulunmasına çalışılıyor. Depolanabilir enerji arayışı artıyor. Nano teknoloji üzerinde çalışmalar yoğunlaşıyor. Çevre bilinci doğrultusunda doğanın korunması için neler yapılacağı, su sorunun nasıl çözüleceği bilimsel ortamlarda tartışılıyor. Sanayi ve tarımda verimliliğin ve iş güvenliğinin artırılmasına çalışılıyor. Okyanusun binlerce metre altında bilim adamları denizlerin sırrını arıyor. Uzay çalışmaları hız kazanıyor.  Kuyruklu yıldıza robot gönderilip oradan bilgiler toplanıyor. Bilimsel gelişmeler giderek hızlanıyor.

Peki, biz ne yapıyoruz? Neyi tartışıyoruz? Tamamen yapay gündemler ve boş laflarla gün geçiriyoruz. Politikacıların konuşmalarında en ufak entelektüel bir cümle yok. Televizyonlarda gerçek sorunlar tartışılmıyor, tam tersine Türkiye halkına sorun yaratmak için beyin yıkanmaya çalışılıyor.


Yukarda sıraladığım sorunlar ne oranda gündeme geliyor, takdir sizin. 

9 Kasım 2014 Pazar

HATIRASINA VE EMANETİNE SAYGILIYIZ

76. ölüm yıl dönümünde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ü saygı, minnet ve hasretle anıyoruz. Onun biz bıraktığı en büyük emanet "Temeli yüksek Türk kültürü ve Türk kahramanlığı" olan Türkiye Cumhuriyetidir.

Türkiye Cumhuriyetinin iki temel özelliği var: İstiklal-i Tam ve Hakimiyeti Milliye.

Ne yazık ki, bugün bu iki özelliğin de aşındığını görüyoruz. Atatürk'ün hatırasına sahip çıkmak ve onun en büyük eserini korumak istiyorsak öncelikle aşınan bu iki özelliği Cumhuriyet'e kazandırmamız gerekir.

Zor günlerden geçtiğimizin farkındayız ama Mustafa Kemal'in askerleri olarak,  temel özelliklerini de dikkate alarak, Türkiye Cumhuriyeti'ni korumaya ve kollamaya kararlıyız.



BEN DE ÖZÜR İSTİYORUM

Başbakan Davutoğlu 4. Uluslararası  Hacıbektaş Aşure Günü’ne katılmış ve orada çok talihsiz bir konuşma yapmış. Dersim isyanını Kerbela olarak nitelendirmiş.  Dolayısıyla, Türk Milleti’ni, Türk Ordusunu Yezid’e benzetmiş, Dersim olaylarının baş örgütleyicisi, mal, can ve millet düşmanı Seyit Rıza’yı da Hazreti Hüseyin ile eşdeğer tutmuş.

Bu çok çirkin bir benzetmedir ve Ehl-i Beyt’in aziz hatırasına ağır bir hakarettir. Bu şuursuzca ve bilgisizce yapılan benzetmeye tüm İslam Aleminin ve Türk Milleti’nin tepki vermesi gerekir.  

Kendisini “Dersimli Kemal” olarak isimlendiren Kılıçdaroğlu’nun bu çirkin benzetmeye sessiz kalması da Davutoğlu’na gizli bir destek gibi olmuştur. Bir kere daha anlaşılmıştır ki Kılıçdaroğlu CHP başkanı olmaya layık birisi değildir.

Bu vesile ile Erdoğan Dersim olayları ile ilgili olarak Devlet adına özür dilediği zaman yazdığım bir yazıyı tekrar  yayınlamak istiyorum:

“BEN DE ÖZÜR İSTİYORUM

Ben Dersimliyim;  Sayın Başbakanımız devletin yaptıklarından dolayı  benden özür diledi.  Annem Tunceli’nin Çemişgezek, babam Hozat ilçesinde doğmuş, büyümüş. Ben de Çemizşgezek doğumluyum.  Yani ben Dersimliyim. Sayın başbakanımızın devlet adına özür dilemesi elbette beni de ilgilendirir ama benden başkalarının da özür dilemesi gerekir. Kimler mi özür dilemelidir? Elbette Seyit Rıza ve onun gibi şakilere sahip çıkanlar ve onlar adına konuşanlar.
 Ben Dersim olaylarını babaannem, babam ve annemden dinleyerek büyüdüm. Onların ve diğer akrabalarımızın ve hemşerilerimizin Seyit Rıza ve onun gibi diğer eşkiyadan nasıl zulüm gördüklerini  özellikle babaannem defalarca anlatmıştır.
Onlardan dinlediğime göre,  Devlete isyan eden asiler sadece askerleri katletmekle kalmamış, oranın sivil halklarını da öldürmüşler ve zulmetmişledir. Babaannemim iki erkek kardeşini pusu kurup öldürmüşler. Babaannemin Salih isimli,  nahiye müdürü olan, kardeşinin oğlu Efendi’yi asiler kaçırmış ve daha sonra  “gel çocuğunu geri vereceğiz diye” köylerine çağırmış ve yolda pusu kurarak öldürmüşlerdir. Bu ölüm Hozat’da büyük üzüntüye sebep olmuş ve aşağıdaki ağıt türkü yakılmıştır. Bu türkü halen söylenmektedir.
Hozat'ta gezerdim bir fidan boylu
Görenler derdi kim bu aslan soylu
Sorana deyin ki Hamil'in oğlu

Varsın Hozat yansın ver veran olsun
Hozat'ın gençleri intikam alsın

Hozat'ın önünde değirmen bendi
Mevlam nasib etmiş bana bu fendi
Buna sebep olan oğlum efendi

Vurma zalım vurma ne dedim sana
Bir çift cevabı mı çok gördün bana

Teştek'in başında vurdular beni
Bir kara palas'a sardılar beni
Şu kara toprağa verdiler beni

Ağlasın ağlasın anam ağlasın
Ahmedim diyerek kara bağlasın

Hozat'ın başında bir sürü koyun
Üstümü soymadan mezara koyun
Bir oğlum olursa adımı koyun

Yansın Hozat yansın yansın kül olsun
Bana değen gözler yansın kül olsun

Hozat'ın önünde çüt pınar çıkar
Ahmed'i vurmuşlar al kanlar akar
Çifte doktor gelmiş yaraya bakar

Gençliğe doymadan giderim böyle
Rüyada görmüşüm kaderim böyle

Hozat'ın içinde okunur ezan
Ne kara yazmış ah alnını yazan
Hep Seyit Rıza'dır kavlini bozan

Yolumu kesenler yolundan kalsın
Büyüsün efendim intikam alsın

Teştek'in başında iniş inemem
Kurşunlar sekiyor geri dönemem
Atımı kaçırdım tutup binemem

Yansın Hozat yansın ver veran olsun
Anamın gözünden akan kan olsun
 
 
 
Diğer kardeşini de benzer şekilde öldürmüşler. Onun içinde bir türkü söylenmiştir. O türkünün de sözleri şöyledir:
Atamı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolandı gül ağacına
Gidin söyleyin benim bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma.
 
Türküde adı geçen bacı, benim babaannemdir. Rahmetli babaannem bu olayları anlatır, türküleri söyler ağlardı.
Şakiler işi o kadar azıtmışlardır ki birkaç kere Çemişgezek’i basmışlar. Karşı koymaya çalışanları öldürmüşler kasabayı yağmalamışlar. Annem o günleri hatırlıyor. Kadınlar bir camiye toplanır eşkıya onlara bir kötülük yapmasın diye dua eder tespih çekerlermiş.
Daha üç gün önce,  o günlerde küçük kızın yanında öldürülen yüzbaşıyı, balta ile parçalanarak öldürülen askerleri, Fırat nehrini salla geçerken salın ipi kesilerek Fırat’ın azgın sularına terk edilen ve boğulan askerlerin hikayesini anlatırken gözleri doldu.
Bu asiler köprüleri yıkmışlar, telefon tellerini kesmişler, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi memurları öldürmüşler, karakolları basmışlar, subayları, astsubayları, erleri öldürmüşler. Halkın mal, can ve  ırz emniyeti kalmamış. İşte bu ortamda askeri müdahale yapılmış ve suçlular ağır biçimde cezalandırılmış.
İkinci Dersim harekâtında maalesef bu asilerin yanında çok sayıda yerli halk da zarar görmüştür. Tabir yerinde ise kurunun yanında yaş da yanmıştır.  İsyana iştirak eden aşiretler mecburi iskâna tabi tutulmuş ve Anadolu’nun farklı bölgelerine gönderilmiştir.
 Dersim isyanının Alevilikle, Kürtlükle ilgisi yoktur. Bu isyan tüm Dersim halkına da mal edilemez. Çok sayıda var olan aşiretlerden sadece altısı bu isyana katılmıştır. İsyanın liderlerinden Seyit Rıza ise aslen bir Türk’tür. Kendisinin bazen Arap, bazen Kürt olduğunu söylemiştir ama mensup olduğu aşiret aslında bir Türk aşiretidir.
 Bu hareket sonunda Tunceli’de tamamı son model 14 000’den fazla silah toplanmıştır.   
Eğer Dersim olayları nedeniyle özür dilenecekse,  birileri de benden özür dilemelidir. Kim Seyit Rıza ve diğer asileri sahipleniyorsa, onlar adına konuşuyorsa onun bana özür borcu vardır. Babaannemin iki kardeşi için döktüğü göz yaşlarını unutmam ise asla mümkün değildir.
Şimdi soruyorum:

Neden hiç kimse asilerin, Seyit Rıza'nın adamlarının yaptığı katliamlardan, zulümden, askerleri nasıl öldürdüğünden, masum halkı nasıl sömürüp mallarına el koyduğundan. nahiye müdürlerini, subayları, çocuklarının gözü önünde öldürdüğünden, yapılan köprüleri bombaladığından söz etmiyor. Eşkiya mı dersime hâkim olsaydı? Dersim 3-5 aşiret resinin malı ve toprağı değildir. Orası da  vatan toprağıdır.

Dersim dosyasının açılmasını Cumhuriyet'in tasfiyesi projesi içinde değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet'i koruyan tüm kişiler, kurumlar, topluluklar sindirilmeye, etkisizleştirilmeye veya  Cumhuriyet'ten soğutulmaya çalışılıyor. "Sonsuza kadar koruma ve kollama" karalılığı ve direnci kırılmak isteniyor. İnsanlar hapse atılıyor, hatta öldürülüyor, bilgi kirliliği yaratılıyor; adeta Cumhuriyet'ten intikam alınıyor.


Bu çerçevede sıra Alevilere gelmişti. Alevi yurttaşlarımızda Atatürk sevgisi ve Cumhuriyet sevdası her zaman var olmuştur. Cumhuriyeti koruma kararlılığını hiç yitirmemişlerdir. Dersim dosyası açılarak,  Atatürk'ten ve Cumhuriyet'ten soğutulmaya çalışılıyor. Özet ile Cumhuriyet savunmasız bırakılmak isteniyor. Geçmişte bazı oyunlara gelmeyen Alevilerin bu oyunu da bozacağına inanıyorum.”

7 Kasım 2014 Cuma

YILANLA AYNI ÇUVALA GİRDİNİZ!...

Ey AKP iktidarı! Ne olacak şimdi? Verdiniz verdiniz verecek tek şey kaldı, o da toprak. Onu da veremeyeceğinize göre kaldınız zor durumda.

Hiç düşünmediniz mi ki, terörü yöntem olarak kullanan, insanları çocuk, yaşlı demeden öldürerek bir takım şeyler elde etmek isteyen bu eli kanlı PKK örgütünün nihai amacı bağımsız bir devlettir. 

Siz verdikçe bu örgütün azacağını, sizi tehdit edip verdiğinizin daha fazlasını isteyeceğini düşünemediniz mi?

Evet! Ne olacak şimdi? 

Utanmadan bu terör örgütü ile pazarlık yapıp kanunlar çıkardınız Anayasayı değiştirmeye kalktınız. 

Hadi bakalım, şimdi de özerklik istiyorlar. Bunun sonu da toprak talebidir. Verebilecek misiniz Urfa’yı, Mardin’i, Hakkari’yi, Diyarbakır’ı? Oradan çekebilecek misiniz Türk Devletini, Türk ordusunu?  İndirebilecek misiniz oralardan Türk Bayrağını?

Cevap elbette ki hayır. 

Bunları yaparsanız, Türk Milleti’nin gazabı üstünüzde olacak. Yapmazsanız, adamlar kararlı, o bölgelerde kargaşa çıkaracaklar, yakıp yıkacaklar. Sizi korkutup, istediklerini elde etmeye çalışacaklar.

Her iki halde de işiniz zor. Hata size ait ama, cezasını Türk halkı çekiyor.

Açmazdasınız. Türkiye’yi bu duruma getirip kaçıp gidemezsiniz. Görev ve yetki sizde. Yapacağınız tek şey var; PKK’nın üstüne kararlı bir şekilde gitmek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücünü dosta düşmana göstermek.

Bu yolu seçmeye mecbursunuz. Yılanla aynı çuvala girdiniz, ya yılan sizi sokup öldürecek ya da siz yılanın başını ezeceksiniz. Kurtuluşunuz yılanın başını ezmekten geçiyor.

Yapmazsanız sonunuza razı oluyorsunuz demektir ki, o da sizin mahvınız olacaktır.


29 Ekim 2014 Çarşamba

YÜZ BİNLER İÇİNDE BİRİSİ OLMAK

Kurban Bayramında Annemi ziyaret edip elini öpememiştim. O zaman gidemedim bari bu bayramda gideyim deyip 28 Ekim’de Kayseri’den yola çıkıp Ankara’ya vardım. Eve varır varmaz önce sarıldık sonra birbirimizin bayramını kutladık. Cumhuriyet’e değer veren birisi olduğu için, annem çok mutlu oldu.

Hoşbeşten sonra Türkiye üzerine sohbet etmeye başladı. Annemi bu sefer ümitsiz gördüm. “Bu memleket düzelmeyecek oğlum” dedi. Sen hiç böyle konuşmazdın, ne oldu da böyle düşünüyorsun deyince anlatmaya başladı:

“Eskiden CHP’ye güveniyordum. Bir gün iktidar olacak, Türkiye’yi düze çıkaracak diye ümit ediyordum ama artık ondan da ümidimi kestim. Ne iktidara geleceği var ne de iktidara glirse memleketi iyiyie götürecek durumu var. Başındaki adam “Ben Dersimli Kemal’im” diye bağırıyor. 1930’lu yılların CHP’sini yani Atatürk’ün partisini beğenmiyor.

“Dersimli Kemalim diye bağıracağına Tunceli’ye dikilen eşkiyanın heykeline bir çift laf edeydi.  Bu Seyit Rıza değil mi Dersim halkını öldüren, malına mülküne el koyan. Bunlar ne asker dinledi ne sivil yüzlerce insanı öldürdüler. Karakolları basıp askerleri şehit ettiler; bir zavallı yüzbaşıyı 6 yaşındaki kızının gözü önünde vurdular; nahiye müdürlerini öldürdüler (bunlardan birisi de babaannemin kardeşi idi); insanların mallarına el koyup, mermi para ile alınıyor harcamayalım deyip, başlarını taşla ezip öldürdüler. Çemişgezek’i defalarca basıp direnenleri katlettiler. Biz kadınlar camilere sığınıp dua ederdik ki bize bir zarar vermesinler. Bunlar unutulur mu?  Dersimli Kemal bu eşkiyanın heykeline bir çift laf edemedi. Onları temize mi çıkarmaya çalışıyor, anlamadım.”

Sen canını sıkma, çok iyi bir gençlik yetişiyor, onlara güven dedim. İnşallah dedi, sonra ilave etti “bakalım, yarın Tandoğan’a ve Anıtkabir’e gelenlerden belli olur”.

Sabah olunca annem ikide bir pencereden bakıp hiç kimseler yok, bu insanlar nerde deyip kaygılanıp durdu. Öğlene doğru eli bayraklı birkaç genç görünce sevinip bana haber verdi, bak gençler yola çıkmaya başladı dedi. Anne, burası Bahçelievler, bu sokağa bakıp da karar verme; Tandoğan’a gider sana bilgi veririm dedim. O andan itibaren ne zaman gideceğim diye gözümün içine bakmaya başladı.

Saat 12 gibi Bahçelievler’den Tandoğan’a doğru yürümeye başladım. Sokaklar ve caddeler sakin idi. Yol kenarındaki kafelerde gençler oturmuş, kahve, çay içip sohbet ediyorlardı. İçimden bunlarda annemdeki heyecanın ve bilincin onda birisi olsa burada oturamazlardı deyip yola devam ettim. Tandoğan yaklaşınca meydan bana boş gibi gözüktü, doğrusu moralim bozuldu, Cumhuriyet’in bekçileri yok galiba deyip üzüldüm.

Yanılmışım, meydana gelince Tandoğan ile Anıtkabir arasındaki caddenin tıklım tıklım dolu olduğunu gördüm, sevindim ve heyecanlandım. Anıtkabir’e yaklaştıkça sevincim ve heyecanım daha da arttı. Genç, yaşlı binlerce insan ellerinde Atatürk posterleri ve Türk Bayrakları; ağızlarında “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”  haykırışı  ile Ata’larına doğru gidiyorlardı. Ata’larını ziyaret eden gene binlerce kişi de Anıtkabir’den meydana doğru akıyordu. Anıtkabir’e varınca aslanlı yolun ve anıt içindeki meydanın merdivenler dâhil dolu olduğunu gördüm. Doğrusu her yaştan insanın heyecanı ve Cumhuriyet’i koruma kararlılığı görülmeye değerdi.  

Atatürk’ün izindeki yüz binlerce Cumhuriyet bekçisinin varlığı bana güven verdi. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak diye kendi kendime söylendim ve müjdeyi vermek için eve doğru yürümeye başladım. Tandoğan meydanına doğru giderken kalabalıkların bir sel gibi Anıtkabir’e doğru aktığını gördüm. Meydanda miting başlamıştı ve konuşmalar yapılıyordu. Konuşmalar zaman zaman sloganlarla kesiliyordu. Heyecan dorukta idi.

Müjde vermem gerek bir annem vardı, onun için mitingin bitmesini beklemedim ve eve geldim. Annem haberleri duyunca çok sevindi. “Anlaşıldı oğul, bu Cumhuriyeti hiç kimse yıkamaz” dedi.


Cumhuriyeti yıkmak isteyip de kanlı mı olacak, kansız mı olacak diye merak edenler anlamışlardır ki bu yıkım asla kansız olmaz. Cumhuriyet’i yaşatmak için milyonlarca insan kanını dökmeye hazırdır. Öyle arkadan yanaşıp kahpece öldürmeler de bu milyonları yıldıramaz. Gün gelir hainlerden ve işbirlikçilerden hesap sorulur. Bugün gördüklerim bunun teminatıdır.

EYUP S.KARAKAŞ