26 Temmuz 2014 Cumartesi

11 AĞUSTOS SON DEĞİL BAŞLANGIÇ OLACAK

AKP ve Cemaat birleştiler, bir oldular, memleketi 12 yılda tanınmaz hale getirdiler.  Her türlü kötülüyü beraber yaptılar, paraları beraber topladılar; şimdi kavga ediyorlar.

12 senede ülkeyi 600 milyar dolar borçlandırdılar; yoksulluğu artırdılar; devlete ait ne var ne yok sattılar, ulusal birliği bozdular; ülkeyi bölünme noktasına getirdiler; PKK’yı azdırdılar; Ortadoğu’yu karıştırdılar; eğitimi bilimsellikten uzaklaştırdılar; TSK’ni tasfiye etmeye kalktılar; hırsızlığı meşrulaştırdılar; medyayı ele geçirdiler; hukuku gasp ettiler; adalet duygusunu yok ettiler; yurtseverleri, aydınları hapsettiler; milleti aptal yerine koydular; özel hayata karıştılar; İslamiyet’i hırsızlıklarına perde yaptılar; ülkenin bağımsızlığını yok ettiler, insanların özgürlüğünü kısıtladılar; özgür düşünceyi yok etmeye kalktılar ve bütün bunları uyum içinde çalışarak yaptılar ama şimdi nedendir bilinmez birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışıyorlar.

F tipi örgütün CIA kontrollünde çalıştığı bilinen bir gerçek.  Bu örgütün uydurduğu sahte delillerle, sahte belgelerle yurtsever insanlar, subaylar, gazeteciler, aydınlar, ulusalcılar yani ABD oyunlarına karşı durabilecek insanlar tutuklandı. Bunların bir çoğu kahrından hastalanıp öldü, bir kısmı suçlamaları onurlarına yediremeyip intihar etti. Cemaatin arası Tayyip ile açılınca 17 Aralık olayı gerçekleşti ve Tayyip çok ciddi yara aldı. Şimdilerde yaralı Tayyip aldığı yaranın acısı ile F tip örgüte saldırıyor. Bu paralel yapıyı yok edeceğini ileri sürüyor.  

Tayyip ve Fethullah arasındaki bu kapışmayı anlamak mümkün de CHP’nin tutumunu anlamak mümkün değil. Önce cemaate ve AKP’ye çok yakın ama CHP ile  ve onun kurucusu olan ATATÜRK’ÜN ilkeleri ile ilgisi olmayan birisini cumhurbaşkanı aday yaptılar. Şimdi de, kendi milletvekilleri dahil yüzlerce insanı haksız biçimde hapse atan F tipi örgütü savunmaya çalışıyorlar. Bu yakınlaşma CHP’ye de memlekete de hayır etmez. CIA’nin oyununa CHP gelmemelidir.

Gezi direnişi ile Atatürk’ün ışığı ile aydınlanan; ulusal birlik, özgürlük, kardeşlik, bağımsızlık isteyen insanlarımız AKP ve F tipi örgüte karşı tepkisini dile getirdi. Milyonlarca insan sokaklarda “Atatürk’ün askerleriyiz”, ” Tayyip İstifa” diye bağırdı. Gaz yedi, ıslandı, can verdi.  Bu aydın büyük kitle şimdi şaşkın ve kararsız. CHP’nin gösterdiği adayı içlerine sindiremiyorlar. CHP,  bu insanlardan “Ekmeleddin’e oy vermezseniz, Tayyip kazanır” diye adeta korkutarak oy istiyor. ABD ise biz üç adaya da eşit mesafedeyiz diyor. En doğru sözü ABD söylüyor. Kim kazanırsa kazansın sonuçta ABD’nin adayı kazanmış olacak.

Cumhurbaşkanı seçimi biter, Tayyip veya Ekmeleddin kazanır ama direniş ve mücadele bitmez. 11 Ağustos tarihinden itibaren Atatürk diyen, Cumhuriyet diyen, bağımsızlık diyen, özgürlük diyen, bilimsel düşünce diyen insanlar ülkenin kaderine hakim oluncaya kadar da bu mücadele devam edecektir.  


21 Temmuz 2014 Pazartesi

MENDERES DEMOKRASİ KAHRAMANI İMİŞ!

CHP lideri Kılıçdaroğlu tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilen İhsanoğlu Menderes’in kabrini ziyaret etmiş ve ondan demokrasi kahramanı olarak bahsetmiş. İhsanoğlu’na göre Menderes,  bir diktatörlüğü yıkmış ve başbakan olmuş. İhsanoğlu, bu sözleri ile çok partili hayat geçmemizde büyük rolü olan İnönü’ye de diktatör demiş oluyor. 

Çok partili hayata geçmemizi sağlayan İnönü diktatör; çok partili düzen sayesinde iktidara gelip, muhalefet partilerini kapatarak iktidarını demokratik olmayan yollarla iktidarını devam ettirmek isteyen Menderes ise demokrasi kahramanı. Olacak şey değil…

14 Mayıs 1950 tarihinde, yani İnönü’nün cumhurbaşkanı olduğu dönemde seçim yapıldı ve Demokratik parti oyların % 53.33’ünü alarak iktidara geldi. Bu seçim sonucunda, Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes  ise başbakan oldu. Böylece 10 yıllık Menderes dönemi başlamış oldu.

Menderes’in 10 yıllık iktidarında antidemokratik çok işlem yapılmıştır. Gazetelere ve gazetecilere baskı uygulandı,  muhalif gazeteciler hapse atıldı. Hüseyin Cahit Yalçın 79 yaşında iken hapse girdi. İnönü’nün damadı, gazeteci Metin Toker 9 ay 10 gün hapis cezasına çarpıtıldı.  Bir karar çıkarılarak resmi ilanların hangi gazetelere verileceği yetkisi hükümete verildi. O zaman da yandaş gazeteler maddi olarak desteklendi, muhalif gazeteler parasız bırakıldı. 19 Eylul 1955’te Ulus gazetesi süresiz, Hürriyet ve Hergün 15’er gün süreyle kapatıldı.

Yargı baskı altına alındı. Çok sayıda hâkim bakan kararı ile emekliye ayrıldı. Bunların arasında yüksek mahkeme başkanları ve üyeleri de vardı. Üniversitelere baskı uygulandı. Bazı profesörler bakanlık emrine alınarak görevden men edildi.

Siyasi partiler de antidemokratik ve baskıcı uygulamalardan nasibini aldı. CHP’nin mal varlığına el konuldu.  Siyasi partilerin çalışmalarına kısıtlamalar getirildi. Mitingler ve salon toplantıları yasaklandı. CHP Genel Sekreteri  Kasım Gülek tutuklanarak 6 ay hapse mahkum edildi. Aynı şekilde CKMP genel başkanı Osman Bölükbaşı da tutuklandı ve 6 ay hapis cezası aldı. İnönü’ye Türkiye’nin birçok yerinde saldırılar düzenlendi.

Son olarak 12 Nisan tarihinde CHP hakkında bir meclis soruşturması açılmasına karar verildi. Bir “Tahkikat Komisyonu”u kuruldu. Bu komisyona çok geniş yetkiler verildi. Amaç CHP’yi kapatarak tek partili döneme dönmekti. 27 Mayıs darbesi bu amaca ulaşmayı engelledi.

İnönü, bir konuşmasında “benin en büyük iki eserim çok partili sistem ve köy Enistitüleridir” der. Menderes  bu iki büyük eserden Köy Enistitüleri’ni toprak ağalarının  baskısı ile kapatmış; çok partili sisteme de son vermek üzere iken 27 Mayıs Darbesi ile iktidardan uzaklaştırılmıştır.

Özetle  Menderes,  demokrasi yolu ile iktidara gelmiş ve demokratik kuralları bir taraf bırakarak iktidarını sürdürmek istemiştir. Böyle bir insana “demokrasi kahramanı” demek, insan hakları ve demokrasi için hayatlarını hiçe sayarak mücadele veren insanlara karşı büyük bir haksızlıktır.

Menderes'i demokrasi kahramanı, İnönü'yü ise diktatör olarak niteleyen birisini  cumhurbaşkanlığına aday göstermesi ise doğrusu çok düşündürücüdür.


20 Temmuz 2014 Pazar

Eyup Karakaş: MÜSLÜMANLARIN ACZİ!Müslümanülkelerde kan gövdeyi g...

Eyup Karakaş: MÜSLÜMANLARIN ACZİ!Müslümanülkelerde kan gövdeyi g...: MÜSLÜMANLARIN ACZİ! Müslüman ülkelerde kan gövdeyi götürüyor. Ya birbirlerini öldürüyorlar ya da birleri onları öldürüyor. Sefalet ve yok...
MÜSLÜMANLARIN ACZİ!
Müslüman ülkelerde kan gövdeyi götürüyor. Ya birbirlerini öldürüyorlar ya da birleri onları öldürüyor. Sefalet ve yoksulluk ise bu ülkelerin temel özelliği olmuş. En istikrarsız, çatışmalı veya yüksek çatışma riski taşıyan ülkelerin başında Müslüman ülkeler geliyor. Müslümanların bu kötü duruma karşı yaptıkları tek şey ise, dua etmek. Allah’tan yardım bekliyorlar ama bütün bu musibetlerin neden kendi başlarına geldiğini sağlıklı olarak düşünüp anlayamıyorlar. Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Gazze’de ve dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar düşmanca davranışlar sonucu ölürken bir yandan da sömürü hızlı biçimde devam ediyor.

Aslında dünyada iki çeşit devlet var; sömürenler ve sömürülenler. Sömüren ülkeler bu sömürü düzenini devam ettirmek için işbirlikçi yöneticilerden faydalanıyor. Sömürülen ülkelerdeki sürü psikolojisi içine sokulmuş insanları liderler, krallar, şeyhler, başkanlar, başbakanlar, hoca efendiler ile aldatıp yönetiyorlar.  Toplumları, mezhep veya etnik kimlik farklılıklarını ön plana çıkartıp bir birlerine düşman hale getiriyorlar. Yeni sömürü düzeninde, askeri müdahalelere eskiye göre daha az başvuruluyor ama daha fazla sömürmek mümkün oluyor. Gerek duyduklarında da askeri müdahalelerde insanları acımasızca öldürüyorlar.

Sömüren ülkelerin sömürülen ülkelere göre en önemli farkı, kendi içlerinde insan haklarına saygılı, özgürlüğü, laikliği, hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, mezhep, dini inanç, etnik kimlik ayrımı göstermeden eşit vatandaşlık esasını temel alan devletlere sahip olmalarıdır. Bu ülkelerde bilim üretilir ve bilimin ürünleri olan bilgiden ve teknolojiden büyük ölçüde yararlanılır. Bu ülkelerde eğitime ve araştırma faaliyetlerine büyük önem verilir, Bilim adamları desteklenir ve özgür hareket etmesi sağlanır.

Sömürülen ülkelerde ise, adı demokrasi olsa bile gerçek anlamda bir demokratik yönetim yoktur. Yönetim seçim ile de gelse, diktacı tutum içindedir. Kuvvetler ayrığı, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi prensipler bu ülkelerde geçerli değildir. Bilim üretilmez; bilgi, teknoloji ve teknolojik ürünler satın alınır. Baştaki yöneticiler çoğu zaman sömüren ülkelerin manipülasyonları ile başa getirilmiştir. Bu insanlar  kendi zenginlikleri pahasına sömürü düzenini devam ettirirler. Bu ülkelerdeki insanların  temel özellikleri cehalet, aklı kullanamama, dogmatik düşüncelerle hareket etme, birisine veya bir örgüte biad etme, farklılıkları düşmanlık vesilesi yapma, insan ve doğa sevgisinden yoksunluktur. Ahlaki sorunlar da vardır.

Gazze’de insanlar ölüyorsa, bunun iki sebebi var: Birincisi, İsrail’in insana ve onun hayatına saygısı olmayan emperyalist ve gaddar tutumu; ikincisi, Müslüman ülkelerin aczi. İsrail’i bu acımasız savaşta üstün kılan da sömüren ve sömürülen ülkeler arasındaki yukarıda anlatmaya çalıştığım farktır. Bu fark giderilemezse, hem sömürü devam eder hem de katliamlar…


Bu vesile ile Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kere daha rahmetle anmak gerekir.  Onun sayesinde sömürülen ülke durumundan çıkmıştık ama son 70-80 senede onun ilkeleri yavaş yavaş ihmal edildi ve bu günlere geldik. Şu anda sömürülen ülkeler arasındayız. Çıkışımız da Mustafa Kemal’in bize gösterdiği aydınlık yola girmek ve ilerlemekle mümkün olacak.

13 Temmuz 2014 Pazar

ÇÖZÜM (BÖLÜNME) SÜRECİ HIZLANIYOR

Daha önce de yazdım gene yazıyorum: Türkiye dahil, Ortadoğu’daki tüm gelişmeleri anlamak için ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) iyi anlaşılması gerekir. BOP, ilk defa Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Başlıklı  yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.

Bu proje kapsamında Türkiye’nin de sınırlarının değiştirilmek istendiği apaçık ortadadır. Bu görevi de BOP Eş Başkanı olduğunu iddia eden Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, AKP ve PKK  üstlenmiştir. 2003 Yılında Condoleeza Rice’ın BOP’ni açıklamasından sonra Türkiye’de sıfırlanma noktasına gelen terör, uygulanan bilinçli politikalar sonucu artırıldı. Terör örgütü, aldığı değişik desteklerle sivil asker demeden insanlarımız öldürmeye başladı. Bu aşamada “analar ağlamasın” sloganı ile “çözüm süreci” adı altında bölünmeye giden yoldaki taşlar temizlenmeye başlandı.

AKP, Cemaat ve Apo işbirliği ile TSK, Balyoz, Casusluk, Ergenekon, Fuhuş davaları ile tasfiye edilmeye çalışıldı. İnsanlarımıza adım adım  bölünmenin bir çözüm olduğu düşüncesi benimsetildi. Son çıkarılan Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” aslında bölünmeyi hedef alan çözüm sürecinin daha sağlıklı yürümesi için, Apo tarafından Erdoğan’dan istenen bir yasadır.

CHP bu yasaya destek vermiş ve çözüm yani bölünme sürecini bir bakıma desteklediği belli olmuştur. 3 Cumhurbaşkanı adayının üçünün de bu bölünme sürecini desteklediği bilinmektedir. Kılıçdaroğlu’nun gerçek kimliği bu yasaya verdiği destekle ortaya çıkmıştır. Bahçeli’nin de bölünme sürecini destekleyen bir kimseyi cumhurbaşkanı adayı yapmak istemesi onu da sürece dahil etmiştir.

Condoleeza Rice’ın gözü aydın. 3 büyük partinin lideri ve 3 cumhurbaşkanı adayı  BOP projesinin Türkiye ile ilgili uygulamasında ABD’ye yardım etme görevini üstlenmiş durumdalar.  Anlaşılan ABD bu projeyi gerçekleştirmek için sadece TSK’ya ve yurtsever aydınlara değil, siyasi partilere de kumpas kurmuş. Cumhurbaşkanı aday belirleme sürecini de kumpasa dâhil etmiş.
Bu onların hesabı ama bu milletin de, vatanın ve milletin birliğinden yana Atatürk ilkelerine inanmış ve Mustafa Kemal Atatürk’ü kendisine rehber edinmiş yurtseverlerin de bir hesabı vardır. Önümüzdeki günler büyük mücadelelere gebedir.


Bütün bunlar göstermektedir ki, 3 partinin lideri, 3 cumhurbaşkanı adayı ve şimdiki cumhurbaşkanı ve onların kayıtsız şartsız destekçileri siyaset sahnesinden çekilmedikçe,  ABD’in Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar bozulmayacaktır. Her türlü seçimde ve verilecek her kararda bu gerçek göz önünde tutulmalıdır.

10 Temmuz 2014 Perşembe

10 AĞUSTOS, SEVR VE 3 ADAY

10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’da Paris’in Sevr’es denen yerinde Türkiye’yi parçalamaya, Türk milletinin bağımsızlığını yok ederek köle durumuna düşürmeye yönelik anlaşma itilaf devletleri ve Osmanlı hükümeti tarafından imzalandı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu durumu Nutuk’ta şöyle anlatır:
“Efendiler! Mondros Mütârekesi’nden sonra Türkiye’ye muhasım devletler tarafından dört defa sulh şeraiti teklif edilmiştir. Bunların birincisi Sevr Projesidir. Bu proje hiçbir müzakerenin mahsûlü olmayıp Düvel-i İtilafiye tarafından Yunan Başvekil Mösyö Venizelos’un da iştirakiyle tanzim ve Vahidettin’in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. Bu proje TBMM’nce bir zemin-i münakaşa bile addedilmemiştir.”

10 Ağustos Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir. 10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’nın Sevr kasabasında, Türkiye’yi bölmeyi, parçalamayı ve Türk toprakları üzerinde farklı devletler kurmayı, Türk Ulusu’nu köleleştirmeyi amaçlayan antlaşma İtilaf devletleri ve ve Osmanlı Hükümeti arasında imzalandı.
Bu antlaşmanın tam olarak anlaşılması için biraz geriye gitmeye gerek var. Osmanlı Devleti 1914’de girdiği I. Dünya Savaşı’ndan son derece ağır şartları içeren 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak çıktı. Osmanlı Devleti’ne fiilen son veren bu Antlaşmanın ardından hemen İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalleri başladı. Lord Curzon 18 Kasım’da Avam Kamarasında yaptığı konuşmada, “Kürt, Arap, Ermeni, Rum ve Yahudilerin Türk egemenliğinden kurtarılacağını” söylüyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasını takiben işgaller başladı. Türklere nihai darbenin indirilmesi için, Sevr antlaşması Osmanlı Hükümeti’ne kabul ettirildi.

Mustafa Kemal Atatürk bu antlaşmadan büyük nutkunda şöyle bahsediyor: “Efendiler! Mondros Mütârekesi’nden sonra Türkiye’ye muhasım devletler tarafından dört defa sulh şeraiti teklif edilmiştir. Bunların birincisi Sevr Projesidir. Bu proje hiçbir müzakerenin mahsûlü olmayıp Düvel-i İtilafiye tarafından Yunan Başvekil Mösyö Venizelos’un da iştirakiyle tanzim ve Vahidettin’in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. Bu proje TBMM’nce bir zemin-i münakaşa bile addedilmemiştir.” Anlaşılacağı üzere, bu antlaşma metni Ankara’da, TBMM gündemine bile alınmamış ve Ankara Hükümet, tarafından asla kabul görmemiştir.

Bu antlaşmanın son günlerde gelişen olaylar dikkate alındığında, 62. ve 64. Maddeler üzerinde durmak gerekiyor. Bu maddelere göre, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek.

Burada dikkat edilirse, hemen değil ama bir yıl sonra Kürtler dilerse bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabilecekleri ön görülüyor. Hemen değil çünkü İtilaf devletleri biliyor ki, yöre halkı Türkiye’den kopma arzusu içinde değiller. Bir yıl içinde İngiliz ajanları yapacakları propaganda ile o bölgedeki insanları ve aşiretleri  Kürtlük fikri etrafında birleştirmeyi ve bağımsız bir devleti benimsetmeyi planlıyorlar. Planlarının ancak aşama  gerçekleştirebileceklerini  biliyorlar.

Günümüze geldiğimizde Batılı güçlerin bu plandan vazgeçmediklerini görüyoruz. Aşama aşama bir kukla devlet kuruyorlar. Damat Ferit Hükümeti’nin yerini ise Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti almış.

Önce bu bölge halkına Kürtçülük propagandası yapıldı. PKK örgütü kuruldu. 1984 yılından itibaren terör bir propaganda aracı olarak kullanıldı. 2002 yılına geldiğimizde kahraman güvenlik güçlerimiz terörü sıfırlama noktasına getirince, Ecevit Hükümeti bozuldu ve AKP hükümeti kuruldu. Bu tarihten sonra uygulanan politikalar sonucu terör azdırıldı. Mehmetçiklerimiz şehit olmaya başladı. Şehit sayısı artıca, “anneler ağlamasın” sloganı ile PKK’ya verilen tavizler artırıldı. Terör örgütü lideri muhatap alınarak Türkiye’yi bölme sürecinin müzakereleri yapıldı.

Kurulması düşünülen yeni devlet için,  tıpkı l. Cihan Harbi’nden sonra uygulanan stratejiye benzer bir şekilde, aşama aşama bazı düzenlemelere gidildi. Yerel yönetimlerin yetkileri artırıldı. Yasama yolu ile büyük şehir belediyeleri kuruldu ve bu büyük şehir belediyelerinin sınırları tüm ili kapsayacak kadar genişletildi. Bu bölgede yaşayan insanların Türk Milletinden değil de farklı bir milletten olduğu kabul edildi ve bunlara hakların verilmesi ile terörün son bulacağı ve artık annelerin ağlamayacağı propagandası yapıldı.

Bu bölünme sürecine de “çözüm süreci” adı verildi.  Bu sürecin sonunda özerk bölgeler oluşturulacak daha sonra da bu bölgeler birleştirilerek kukla Kürt devleti kurulacak. Son olarak da “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı” TBMM’ne sunuldu. Böylece çok önemli bir aşama daha gerçekleşmiş oldu. İşin daha vahim tarafı CHP’nin de çözüm sürecine dahil olması ve bu tasarıyı desteklemesidir.

Bütün bu gelişmeler açısından büyük bir tesadüf ile Sevr’in imzalandığı gün olan 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapacağız. Bu seçim, bölünme tehlikesi içerisinde olan Türkiye için hayati bir önem arz ediyor. Bu seçimde oy verebileceğimiz 3 aday var. Adaylardan Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş adı “çözüm süreci” konulan bölünme ve dolayısıyla Sevr’i hortlatma uygulamalarının iki mimarı. CHP ve MHP’nin müşterek adayı olan Ekmeleddin İhsanoğu da çözüm sürecinden yana olduğunu, çözüm sürecinden yana olmayanların savaş taraftarı olduklarını CNN Türk televizyonunda dile getirdi.

3 Aday var, üçü de çözüm sürecinden, bize göre bölünmeye giden, yani Sevr’e giden yoldan yanalar. Demirtaş’ın değil ama Recep Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun gerekçesi aynı, savaş olmasın, şehit cenazesi gelmesin.

Eğer biz Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, “Ya istiklâl, ya ölüm” parolası ile kurtuluş mücadelesi vermeyip de Sevr’i kabul etseydik, Sevr’i çözüm olarak kabul edip savaşı ret etseydik,  belki insanlarımız düşman kurşunları ile şehit olmayacaktı ama Anadolu’nun ortasında, İtilaf devletlerinin insafı ölçüsünde bize bırakılmış topraklarda, vatanı elinden alınmış, bağımsızlığı ve onuru yok edilmiş, özgür olmayan insanlar olarak yaşayacaktık.

10 Ağustos seçimlerinde oy verebileceğimiz 3 adayın da çözüm sürecinde birleşmeleri tesadüf müdür, bilemem. Ama gerçek olan maalesef budur. Oyumuzu kime verirsek verelim bu oy, çözüm sürecini, yani bölünmeyi hızlandırmaya yarayacaktır.

Türkiye, bu liderlerle hiç de iyiye doğru gitmiyor. Atatürk ilkelerini benimsemiş, tam bağımsızlıktan,  ulusal birlikten ve toprak bütünlüğünden yana, insanlarımızı etnik kökenine ve dini inançlarına göre sınıflandırmayan yeni siyasetçilere ve liderlere ihtiyacı var. Ben cumhurbaşkanlığı seçiminde tavrımı bu ihtiyaca görev belirleyeceğim.


6 Temmuz 2014 Pazar

ATATÜRK BİZİ KÖKLERİMİZDEN KOPARMIŞ!

Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla yazdığım bazı yazılar yanlış anlaşılmış ki, sık olarak şu soru ile karşı karşıya kalmaya başladım. Yazıları okuyan arkadaşlar bana “sen Tayyip’i mi destekliyorsun”, “ona mı oy vereceksin” şeklinde sorular soruyorlar. Onlara uygun cevaplar verdim ama bir de yazılı olarak burada açıklama yapmak istiyorum:

Ben asla adı hırsıza, arsıza, rüşvetçiye, talancıya, vatan ve millet bölücüsüne çıkmış ve yapmaktan çok satmayı, üretmekten çok tüketmeyi, ulusal çıkarlardan çok kişisel menfaatlerini düşünen birisine oy vermem. Benim üzüntümün kaynağı, Erdoğan’ın karşısına çıkarılan çatı adayda umduğumu bulamamamdır. İhsanoğlu’nun tek rakip olarak çıkması benim gibi düşünenleri zor durumda bırakmıştır.

İhsanoğlu’nin  CNN Türk Televizyonundaki açıklamalarından rahatsız olduğum hususları geçen yazımda belirmiştim. Bugün farklı bir değerlendirmesinden söz etmek istiyorum.

Sayın İhsanoğlu diyor ki, “ATATÜRK devlet rejimini değiştirirken, devlet-toplum münasebetlerini ihtilalin yeni idealleri uğruna baştan düzenlerken, TÜRK MİLLETİNİN MAZİ İLE OLAN BAĞLARINI KOPARTARAK ONU, KÖKLERİ HAVADA KALAN BİR AĞACA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR.”

Bu görüşe katılmak asla mümkün değildir. Türk Ulusunu köklerinden koparan Atatürk değil, Osmanlılardır.

Osmanlılarda bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça olmuştur. Osmanlıca diye Arapça, Acemce ve Türkçe kelimelerden oluşan yeni bir dil ortaya çıkmıştır. Padişahlar ve şehzadeler Farsça divanlar yazmışlardır. Cem, Yavuz Sultan Selim, Şehzade Bayazıd, Kanuni Sultan Süleyman ve  III. Murat’ın divanları Farsçadır.

Yavuz Sultan Selim Farsça divan yazarken, onun savaştığı Şah İsmail, Şah Hatayî mahlası ile Türkçe şiirler yazmıştır. İki hükümdar arasındaki farkı görmek için şiirlerinden örnek vermek isterim:

Yavuz’dan:

Behr-i tû ey na-mihriban hem çûn Selim-i na-tüvan     
 Mâ râ zi-yarî suht cân tâ hod tû yâr-ı kistî

Şah İsmail’den

Ela gözlü pirim geldi
Duyan gelsin İşte meydan
Dört kapıyı kırk makamı
Bilen gelsin işte meydan

Şah Hatayî der sırrını
Ortaya koymuş serini
Nesimî gibi derisin
Yüzen gelsin işte meydan

Padişahların isimleri de zaman içinde değişmiştir. Ertuğrul, Orhan, Murat, Selim, Cem gibi isimler unutulmuş yerlerini Abdülaziz, Abdülmecid, Abdülhamid, Vahdettin gibi isimler almıştır.

Medreselerde Türkçe yasaklanmış, Yönetimden Türkler dışlanmıştır. Sadrazamların çoğu dönme ve devşirmedir.  Türkler ise sadece köylü ve asker olabilmiştir.

Atatürk ise, bizi tekrar köklerimizle buluşturmaya çalışmıştır. Türkçeyi Arapça ve Farsçanın istilasından kurtarmış ve dilimizi özüne döndürmüştür. ”Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni (Türk Tarih Kurumu)   ve  "Türk Dili Tetkik Cemiyeti"ni (Türk Dil Kurumu)  kurmuş ve bizleri köklerimizle buluşturmaya çalışmıştır.

Türk Tarih Tezini ortaya atmış ve bilimsel çevrelerde tartışmaya açarak Türklerin mazisini aydınlatmaya çalışmıştır.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak Milli Eğitimde birlik, bütünlük sağlanmıştır. Medrese ve okullar Maarif Bakanlığına bağlanmış; tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatılmıştır. Yabancı ve azınlık okulları devlet kontrolüne girmiştir. Eğitimin millileştirilmesi ve eğitimde birliğin sağlanmasının da ana amacı, Osmanlıların mazimiz ile kopardığı bağları yeniden onarmaktır.


Mazi deyince sadece Osmanlıları düşünenlerin ve Osmanlı hayranlarının Atatürk'ü anlaması ve onun ilkelerine sahip çıkması çok zordur.  Onun devrimlerini, “mazi ile olan bağları koparmak ve kökleri havada kalan bir ağaca dönüştürmek” olarak değerlendiren bir kişi şimdi Atatürk’ün makamına talip. Ne diyelim? Ne diyecekse, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli desin!...

4 Temmuz 2014 Cuma

EY KLIÇDAROĞU!  EY BAHÇELİ!

Ey Kılıçdaroğlu ve ey Bahçeli, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Tayyip Erdoğan’ın karşısında aday yaptınız ama CNN Turk Televizyonundaki konuşmasından öğreniyoruz ki, o siz istediğiniz için değil, AKP kurucusu olan ve halen  bu partide aktif görev yapan dostları aday ol dediği için sizin teklifinizi kabul etmiş. Şimdi soruyorum; Çankaya’ya AKP’nin istediği bir kimseyi neden aday yaptınız? Amacınız nedir?  Erdoğan kazanırsa sorun yok, kazanamazsa Abdullah Gül gibi uyumlu birisinin Çankaya’da oturmasını mı istediniz? Başka bir kimsenin aday olmasını bunun için mi önlediniz?

Doğrusu merak ediyorum, şu anda aktif politika yapan hangi AKP kurucusu İhsanoğlu’na aday ol demiş. Recep Tayyip Erdoğan mı, Abdullah Gül’mü, Ali Babacan mı, Binali Yıldırtım mı, Burhan Kuzu mu, Cüneyd Zapsu mu, Hayati Yazıcı mı, Nurettin Canikli mi, kimler istemiş de İhsanoğlu aday olmuş? Kim isterse istesin şu anda AKP içinde aktif siyaset yapan birisi Erdoğan’dan habersiz İhsanoğlu’na aday ol diyebilir mi? Cevabı ben vereyim, mümkün değil, söyleyemez. O halde İhsanoğlu’nun adaylığını Erdoğan mı istemiş? Bence evet, karşısında kaybedebileceği bir aday çıksın istememiş. Kazara kaybetse bile, başbakan olarak kendisini rahatsız etmeyecek bir cumhurbaşkanı Çankaya’da olsun istemiş.

Ey Kılıçdaroğlu ve ey Bahçeli, bu duruma ne diyeceksiniz? Neden size umut bağlayanları hayal kırıklığına uğrattınız. Amacınız nedir?  Bu ismi sizin aklınıza kim düşürdü?

Şimdi de Ekmelledin İhsanoğlu’na soruyorum; CNN TURK televizyonundaki konuşmanda görev Hakk’tan geldiği için kabul ettim diyorsunuz. Bunu nasıl anladınız? Bu görevi size Hakk’ın yani Allah’ın tevdi ettiğine nasıl kanaat getirdiniz? Size vahiy mi iniyor yoksa? Bu sözünüzün İslamiyet’te yeri var mı?

Tekrar Bahçeli’ye dönüyorum. Siz de İhsanoğlu’nun konuşmasını dinlemişsinizdir. İhsanoğlu diyor ki, “Çözüme taraftar olmayan, savaşa taraftardır”. Yani Erdoğan ve Apo ikilisinin başlattığı, adına çözüm süreci denen gelişmeleri onaylıyor ve destekliyor. Hatta görüşmelerin mahrem olarak, yani milletten gizli olarak yürütülmesini ve sonunda yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyor. Bu, PKK ve onun başı Apo’nun isteklerini kabul etmek anlamı taşımıyor mu? Bu sözlerinden bölünmeyi desteklediği anlaşılmıyor mu


Evet, Sayın Bahçeli, siz ve partiniz yıllardır bölünmeye karşı mücadele ettiğiniz izlenimi verdiniz. Ama, bölünmeden yana bir kimseyi Cumhurbaşkanlığına aday göstererek bu konudaki inanırlılığınızı kaybettiniz. Şimdi size soruyorum, bu konuşmaları dinledikten sonra İhsanoğlu’nu desteklemeye devam edecek misiniz. Siz de çözüm sürecinin devam etmesinden yana mısınız?  Yani siz de bölünmeden yana mısınız?

3 Temmuz 2014 Perşembe

BENİM ADAYIM YOK

Bu gün saat 17.00'a kadar yeni bir aday çıkmadı onun için dünkü yazımı yeniden yayınlıyorum

2 Temmuz 2014 Çarşamba

BENİM ADAYIM YOK

10 Ağustos tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı’nı seçilecek ama benim oy vereceğim bir aday yok.

O makamda Atatürk ilkelerine bağlı, yani; bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, ulusal egemenliğimizin teminatı olan cumhuriyetimizin temel özelliklerini koruyacak; ulusal bilinci, ulusal birliği, ulusal kültürü ve ulusal çıkarlarımızı savunacak, emperyalizme karşı duracak bir milliyetçilik anlayışına sahip;  sosyal devletten yana, geniş halk kitlelerinin refahını düşünen, gelir dağılımındaki bozukluğu düzeltmeye kararlı bir halk dostu; devletin üç erkinin de otoritesini milletten alması gerektiğine ve kuvvetler ayrılığı ilkesine inanan; laik devlet yapısını esas alıp siyasi İslamcılığa karşı olan; ulusun gelişmesi ve kalkınması için bilimin rehberliğinde devrimler yapabilecek olan bir insan oturmalıdır diye düşünüyorum.  

Düşünüyorum ama şimdiye kadar ortaya çıkan üç adayda da bu özellikleri göremiyorum. Benim gibi düşünenlerin adayı yok.

İrtica tabanlı, diktatörlük isteyenlerin adayı var. Siyasal İslamcıların adayı var. Siyasette dini referans alanların adayı var. Dini siyasete alet edenlerin adayı var. Cemaatlerin, tarikatların, şeyhlerin  adayı var. Hırsız müteahitlerin adayı var. İşbirlikçilerin aday var. Hırsızların adayı var. Yalancıların adayı var. Soyguncuların adayı var. Atatürk karşıtlarının adayı var. Cumhuriyet yıkıcıların adayı var. Bebek katillerinin adayı var. Vatan, millet bölücülerinin adayı var. Apo’nun adayı var. ABD’nin, Suudilerin adayı var.

Bütün bunların adayı var ama Atatürkçülerin, Cumhuriyet’i savunanların, lak devlet modeline inananların, antiemperyalistlerin, bilimi rehber edinenlerin,  dogmatik düşünceden uzak olanların, ulusal birlik ve bilinçten yana olanların, özgürlükten, tam bağımsızlıktan yana olanların, Hasan Tahsinlerin,  Kubilayların, Uğur Mumcuların, Gaffarların,  Madımakta yakılanların, Güneydoğu’da şehit edilenlerin,   Ali İhsanların, Berkinlerin, adayı yok.  

Aday belirleme için 24 saatten az kaldı. Bu süre içine gönül rahatlığı içinde oy verebileceğimiz bir adayın çıkmasını diliyorum. Böyle bir aday çıkmaz ise, sorumlular yargı ve tarih önünde gün gelir bunun hesabını verirler.


2 Temmuz 2014 Çarşamba

BENİM ADAYIM YOK

10 Ağustos tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı’nı seçilecek ama benim oy vereceğim bir aday yok.

O makamda Atatürk ilkelerine bağlı, yani; bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, ulusal egemenliğimizin teminatı olan cumhuriyetimizin temel özelliklerini koruyacak; ulusal bilinci, ulusal birliği, ulusal kültürü ve ulusal çıkarlarımızı savunacak, emperyalizme karşı duracak bir milliyetçilik anlayışına sahip;  sosyal devletten yana, geniş halk kitlelerinin refahını düşünen, gelir dağılımındaki bozukluğu düzeltmeye kararlı bir halk dostu; devletin üç erkinin de otoritesini milletten alması gerektiğine ve kuvvetler ayrılığı ilkesine inanan; laik devlet yapısını esas alıp siyasi İslamcılığa karşı olan; ulusun gelişmesi ve kalkınması için bilimin rehberliğinde devrimler yapabilecek olan bir insan oturmalıdır diye düşünüyorum.  

Düşünüyorum ama şimdiye kadar ortaya çıkan üç adayda da bu özellikleri göremiyorum. Benim gibi düşünenlerin adayı yok.

İrtica tabanlı, diktatörlük isteyenlerin adayı var. Siyasal İslamcıların adayı var. Siyasette dini referans alanların adayı var. Dini siyasete alet edenlerin adayı var. Cemaatlerin, tarikatların, şeyhlerin  adayı var. Hırsız müteahitlerin adayı var. İşbirlikçilerin aday var. Hırsızların adayı var. Yalancıların adayı var. Soyguncuların adayı var. Atatürk karşıtlarının adayı var. Cumhuriyet yıkıcıların adayı var. Bebek katillerinin adayı var. Vatan, millet bölücülerinin adayı var. Apo’nun adayı var. ABD’nin, Suudilerin adayı var.

Bütün bunların adayı var ama Atatürkçülerin, Cumhuriyet’i savunanların, lak devlet modeline inananların, antiemperyalistlerin, bilimi rehber edinenlerin,  dogmatik düşünceden uzak olanların, ulusal birlik ve bilinçten yana olanların, özgürlükten, tam bağımsızlıktan yana olanların, Hasan Tahsinlerin,  Kubilayların, Uğur Mumcuların, Gaffarların,  Madımakta yakılanların, Güneydoğu’da şehit edilenlerin,   Ali İhsanların, Berkinlerin, adayı yok.  

Aday belirleme için 24 saatten az kaldı. Bu süre içine gönül rahatlığı içinde oy verebileceğimiz bir adayın çıkmasını diliyorum. Böyle bir aday çıkmaz ise, sorumlular yargı ve tarih önünde gün gelir bunun hesabını verirler.


1 Temmuz 2014 Salı

YAZIKLAR OLSUN ALKIŞLAYANLARA!

Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanınca yüzlerce kişi 5 dakika süre ile ayakta alkışlamış. Yazıklar olsun bu adamı beğenip de ona alkış tutanlara.

Yazıklar olsun çünkü;

Bu adam, 12 senedir iktidarda diktatör olmanın hevesi içinde ülkeyi yönetti.

Devletin üç erkini de elinde tutmaya çalıştı, kuvvetler ayırımı ilkesini hiçe saydı.

Yargıyı ayak bağı görüp kontrol altına almaya çalıştı. Yargı kararlarını uygulamadı.

Rüşvet, hırsızlık ve haksız kazanç sağladığına dair iddiaları araştırmak isteyen hâkim ve savcıların yerini değiştirip yargının kendisi aleyhinde soruşturma yapmasını engelledi.

Sayıştay’ın raporlarının TBMM’ne gelmesini engelledi.

Basın-yayın kuruluşlarına baskı uyguladı, haber alma ve düşünce özgürlüğünü kısıtladı. Medya kuruluşlarını yandaşlarına havuz parası oluşturarak satın aldırdı. Kendisine muhalif yazı yazan gazetecileri işten attırdı.

Hazine arazilerini, kamu mallarını yok pahasına sattı, yandaşlara adeta bağışladı.

Sendikaları kendisine bağladı, işçileri susturdu.

Yüksek yargı organlarının başkanlarını, sivil toplum örgütlerinin yöneticilerini azarlayıp, hakaret etti.
İnsanların özel hayatlarına karışıp yöne vermeye çalıştı.

BOP ve Kuzey Afrika projesi eş başkanı oldu. Bu projenin uygulanması için,  Irak’ta, Suriye’de, Libya’da yüz binlerce Müslüman öldü, Yüz binlerce insan evinden, yurdundan oldu. Binlerce kadının ırzına geçildi. Ülkeler parçalanma noktasına getirildi.

Bütün bunları yapan Tayyip’in döneminde, 2002 yılında sıfırlanma noktasına gelmiş olan terör uygulanan politikalar sonucu azdı. Azan teröristler kahraman Mehmetçiklerimize kahpece saldırıp şehit edince, “analar ağlamasın” sloganı ile teröre taviz vermeye başlandı. Taviz o noktaya geldi ki, terörist başı, katil Apo ile birlikte milletimize anayasa yapmaya kalkıldı. Güneydoğu Anadolu’yu devletsiz kaldı. Bölünmenin temellerini atıldı.

Ulusal birliğimiz yok edilmeye çalışıldı. İnsanlar mezheplerine ve etnik kökenlerine göre ayrıştırılmaya çalışıldı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin vatansever insanları, asker, sivil, yaşlı genç demeden türlü kumpaslar kurularak tutsak edildi. TSK tasfiye edilmeye çalışıldı.

Uygulana dış politikalar sonucu dost diyeceğimiz komşu ülke kalmadı. Ulusumuzun çıkarları korunamadı.

Yoksulluk, işsizlik, sefalet arttı. Gelir dağılımı bozuldu. Kamu ve özel sektörün borçları 600 milyar doları aştı. 

Sanayileşme yavaşladı, tarım ve hayvancılık geriledi.

Derelerimiz, ormanlarımız, dağlarımız, madenlerimiz, yer altı zenginliklerimiz yok pahasına elimizden uçtu gitti.

Ulusumuzun 90 yıllık birikimleri, fabrikaları, işletmeleri, bankaları, hastaneleri yabancıların eline geçti.  

Cumhuriyet’in temelleri sarsıldı. Cumhuriyetin kurucuları ayyaş olarak nitelendirildi. Türk milliyeti ayaklar altına alındı. “T.C.” ibaresi devlet dairelerinin tabelalarından söküldü.

Gencecik insanlar polis kurşunlarına, gazlara kurban edildi.

Bakanlar, genel müdürler hakkında rüşvet ve yolsuzluk suçlamaları nedeni ile fezlekeler hazırlandı. 

Başbakanın rüşvet aldığına, hırsızlık yaptığına dair kanıtlar ortaya saçıldı.

Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan zamanında oldu ve şimdi bu kişi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na aday oldu. Amacı cumhurbaşkanı olmak değil, diktatör olmak. Bunu da bugünkü konuşmasında gizli kapaklı söyledi. İnsanlar da alkışladı, hem de beş dakika.


Tekrar yazıyorum: Yazıklar olsun bu kişiyi alkışlayanlara, yazıklar olsun bu kişiye oy verenlere.