10 Temmuz 2014 Perşembe

10 AĞUSTOS, SEVR VE 3 ADAY

10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’da Paris’in Sevr’es denen yerinde Türkiye’yi parçalamaya, Türk milletinin bağımsızlığını yok ederek köle durumuna düşürmeye yönelik anlaşma itilaf devletleri ve Osmanlı hükümeti tarafından imzalandı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu durumu Nutuk’ta şöyle anlatır:
“Efendiler! Mondros Mütârekesi’nden sonra Türkiye’ye muhasım devletler tarafından dört defa sulh şeraiti teklif edilmiştir. Bunların birincisi Sevr Projesidir. Bu proje hiçbir müzakerenin mahsûlü olmayıp Düvel-i İtilafiye tarafından Yunan Başvekil Mösyö Venizelos’un da iştirakiyle tanzim ve Vahidettin’in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. Bu proje TBMM’nce bir zemin-i münakaşa bile addedilmemiştir.”

10 Ağustos Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir. 10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’nın Sevr kasabasında, Türkiye’yi bölmeyi, parçalamayı ve Türk toprakları üzerinde farklı devletler kurmayı, Türk Ulusu’nu köleleştirmeyi amaçlayan antlaşma İtilaf devletleri ve ve Osmanlı Hükümeti arasında imzalandı.
Bu antlaşmanın tam olarak anlaşılması için biraz geriye gitmeye gerek var. Osmanlı Devleti 1914’de girdiği I. Dünya Savaşı’ndan son derece ağır şartları içeren 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak çıktı. Osmanlı Devleti’ne fiilen son veren bu Antlaşmanın ardından hemen İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalleri başladı. Lord Curzon 18 Kasım’da Avam Kamarasında yaptığı konuşmada, “Kürt, Arap, Ermeni, Rum ve Yahudilerin Türk egemenliğinden kurtarılacağını” söylüyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasını takiben işgaller başladı. Türklere nihai darbenin indirilmesi için, Sevr antlaşması Osmanlı Hükümeti’ne kabul ettirildi.

Mustafa Kemal Atatürk bu antlaşmadan büyük nutkunda şöyle bahsediyor: “Efendiler! Mondros Mütârekesi’nden sonra Türkiye’ye muhasım devletler tarafından dört defa sulh şeraiti teklif edilmiştir. Bunların birincisi Sevr Projesidir. Bu proje hiçbir müzakerenin mahsûlü olmayıp Düvel-i İtilafiye tarafından Yunan Başvekil Mösyö Venizelos’un da iştirakiyle tanzim ve Vahidettin’in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. Bu proje TBMM’nce bir zemin-i münakaşa bile addedilmemiştir.” Anlaşılacağı üzere, bu antlaşma metni Ankara’da, TBMM gündemine bile alınmamış ve Ankara Hükümet, tarafından asla kabul görmemiştir.

Bu antlaşmanın son günlerde gelişen olaylar dikkate alındığında, 62. ve 64. Maddeler üzerinde durmak gerekiyor. Bu maddelere göre, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek.

Burada dikkat edilirse, hemen değil ama bir yıl sonra Kürtler dilerse bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabilecekleri ön görülüyor. Hemen değil çünkü İtilaf devletleri biliyor ki, yöre halkı Türkiye’den kopma arzusu içinde değiller. Bir yıl içinde İngiliz ajanları yapacakları propaganda ile o bölgedeki insanları ve aşiretleri  Kürtlük fikri etrafında birleştirmeyi ve bağımsız bir devleti benimsetmeyi planlıyorlar. Planlarının ancak aşama  gerçekleştirebileceklerini  biliyorlar.

Günümüze geldiğimizde Batılı güçlerin bu plandan vazgeçmediklerini görüyoruz. Aşama aşama bir kukla devlet kuruyorlar. Damat Ferit Hükümeti’nin yerini ise Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti almış.

Önce bu bölge halkına Kürtçülük propagandası yapıldı. PKK örgütü kuruldu. 1984 yılından itibaren terör bir propaganda aracı olarak kullanıldı. 2002 yılına geldiğimizde kahraman güvenlik güçlerimiz terörü sıfırlama noktasına getirince, Ecevit Hükümeti bozuldu ve AKP hükümeti kuruldu. Bu tarihten sonra uygulanan politikalar sonucu terör azdırıldı. Mehmetçiklerimiz şehit olmaya başladı. Şehit sayısı artıca, “anneler ağlamasın” sloganı ile PKK’ya verilen tavizler artırıldı. Terör örgütü lideri muhatap alınarak Türkiye’yi bölme sürecinin müzakereleri yapıldı.

Kurulması düşünülen yeni devlet için,  tıpkı l. Cihan Harbi’nden sonra uygulanan stratejiye benzer bir şekilde, aşama aşama bazı düzenlemelere gidildi. Yerel yönetimlerin yetkileri artırıldı. Yasama yolu ile büyük şehir belediyeleri kuruldu ve bu büyük şehir belediyelerinin sınırları tüm ili kapsayacak kadar genişletildi. Bu bölgede yaşayan insanların Türk Milletinden değil de farklı bir milletten olduğu kabul edildi ve bunlara hakların verilmesi ile terörün son bulacağı ve artık annelerin ağlamayacağı propagandası yapıldı.

Bu bölünme sürecine de “çözüm süreci” adı verildi.  Bu sürecin sonunda özerk bölgeler oluşturulacak daha sonra da bu bölgeler birleştirilerek kukla Kürt devleti kurulacak. Son olarak da “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı” TBMM’ne sunuldu. Böylece çok önemli bir aşama daha gerçekleşmiş oldu. İşin daha vahim tarafı CHP’nin de çözüm sürecine dahil olması ve bu tasarıyı desteklemesidir.

Bütün bu gelişmeler açısından büyük bir tesadüf ile Sevr’in imzalandığı gün olan 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapacağız. Bu seçim, bölünme tehlikesi içerisinde olan Türkiye için hayati bir önem arz ediyor. Bu seçimde oy verebileceğimiz 3 aday var. Adaylardan Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş adı “çözüm süreci” konulan bölünme ve dolayısıyla Sevr’i hortlatma uygulamalarının iki mimarı. CHP ve MHP’nin müşterek adayı olan Ekmeleddin İhsanoğu da çözüm sürecinden yana olduğunu, çözüm sürecinden yana olmayanların savaş taraftarı olduklarını CNN Türk televizyonunda dile getirdi.

3 Aday var, üçü de çözüm sürecinden, bize göre bölünmeye giden, yani Sevr’e giden yoldan yanalar. Demirtaş’ın değil ama Recep Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun gerekçesi aynı, savaş olmasın, şehit cenazesi gelmesin.

Eğer biz Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, “Ya istiklâl, ya ölüm” parolası ile kurtuluş mücadelesi vermeyip de Sevr’i kabul etseydik, Sevr’i çözüm olarak kabul edip savaşı ret etseydik,  belki insanlarımız düşman kurşunları ile şehit olmayacaktı ama Anadolu’nun ortasında, İtilaf devletlerinin insafı ölçüsünde bize bırakılmış topraklarda, vatanı elinden alınmış, bağımsızlığı ve onuru yok edilmiş, özgür olmayan insanlar olarak yaşayacaktık.

10 Ağustos seçimlerinde oy verebileceğimiz 3 adayın da çözüm sürecinde birleşmeleri tesadüf müdür, bilemem. Ama gerçek olan maalesef budur. Oyumuzu kime verirsek verelim bu oy, çözüm sürecini, yani bölünmeyi hızlandırmaya yarayacaktır.

Türkiye, bu liderlerle hiç de iyiye doğru gitmiyor. Atatürk ilkelerini benimsemiş, tam bağımsızlıktan,  ulusal birlikten ve toprak bütünlüğünden yana, insanlarımızı etnik kökenine ve dini inançlarına göre sınıflandırmayan yeni siyasetçilere ve liderlere ihtiyacı var. Ben cumhurbaşkanlığı seçiminde tavrımı bu ihtiyaca görev belirleyeceğim.


Hiç yorum yok: