29 Kasım 2017 Çarşamba

ASYA ÇAĞI BAŞLIYOR

Farkında mısınız bilmem, dünya hızla iki kutba ayrılıyor ve maalesef savaş tamtamları da susmak bilmiyor.

Yüzyıllardır dünyanın masum halklarını ezen, sömüren, katleden Batılı ülkeler, telaş içinde. Dünya egemenliklerini kaybediyorlar ve dünyanın yeni bir çağa doğru gittiğini görüyorlar.

Dünya Asya çağına doğru gittiğinin kanıtları ortada. Bu gidiş yeni de değil.

20. yüzyılın başındaki Rus devrimi, Türk, İran, ve Çin devrimi, Hindistan’ın emperyalizme karşı verdiği mücadele Asya çağının habercileriydi.

ATATÜRK MÜJDESİNİ VERMİŞTİ

Atatürk bu habercilere bakarak “...Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen, muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır....”

Şimdi artık “şark milletlerinin” uyanışını ve “terakkiye ve refaha” yönelik doğuşunu görüyoruz.

Atlantik sistemi bu doğuşu ve uyanışı engellemek için ülkeleri tehdit ediyor, askeri ve ekonomik müdahalelerde bulunuyor ve kendisine bağlı güçlerin iktidar olması için mücadele ediyor.

Batı Asya, Kuzey Afrika, Orta Asya ülkelerindeki akan kanların, dökülen göz yaşlarının sebebi hep bu emperyalist saldırılardır.  

SAVAŞA DOĞRU ADIM ADIM

Amerika çok tehlikeli yollara girmenin planlarını yapıyor. Kuzey Kore üzerinden bir dünya savaşı çıkarmanın peşinde görünüyor. Azalan hegemonyasını güçlendirmek için tavrını giderek sertleştiriyor.

Thaad füzeleri yerleştirdiği Güney Kore ile birlikte bölgede tatbikatlar yapan ABD ordusu, 3 uçak gemisini bölgeye gönderdi, silah yüklü savaş uçakları ise Kuzey Kore hava sahasını ihlal etti. Kuzey Kore ise atom bombası taşıyabilen füze sistemlerini denmeye devam ediyor. Umarız bir çılgınlık yapmazlar ama Amerika’ya da güvenimiz yok doğrusu…

TÜRKİYEDE İKTİDAR MÜCADELESİ

Türkiye’deki iktidar mücadelesini de bu Atlantik ve Avrasya çekişmesinin bir yansıması olarak görebiliriz.

Bu açıdan bakınca şunu görüyoruz:

AKP ikiye ayrılmış durumda. Erdoğan ve ekibi Atlantik sisteminden giderek uzaklaşırken, Gül ve Davutoğlu ekibi ise Atlantik sisteminin iktidar adayı olarak ortaya çıkıyor.

CHP kendi içindeki ulusalcıları uzaklaştırdıktan sonra tamamen Amerika’nın müttefiki haline geldi. Kılıçdaroğlu’nun son eylem ve davranışları ortada. CHP adına yapılan açıklama yapan Öztürk Yılmaz ise ABD’nin Suriye’de kalıcı olması için Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyacağı belirtiliyor. Bunu da bir fırsat olarak değerlendiriyor. ABD’ye Suriye’de ortaklık öneriyor.

MHP ise ikiye bölündü. Bahçeli son zamanlarda NATO ve Amerika aleyhindeki söylemlerini artırdı. MHP’den ayrılanların kurduğu  İyi Parti sözcülerinin ifadelerini ve programını değerlendirdiğimizde Batı sistemine ve NATO’ya bağlı oldukları anlaşılıyor.

Vatan Partisi ise Atlantik sitemine karşı kesin bir tavır ortaya koyuyor ve NATO’dan hemen çıkmamız gerektiğini vurguluyor. Ayrıca bölge ve Asya ülkeleri ile işbirliğini artırmamızı öneriyor.

2019 SEÇİMLERİ  

2019 seçimlerine bu gözle bakmamız lazım. Amerika tıpkı 2002’de yaptığı gibi kendisine bağlı, kontrol edebileceği bir iktidarın oluşması için her türlü müdahaleyi yapacaktır. Şu anda da Türkiye’ye karşı askeri, siyasi, ekonomik ve hukuki baskılar uygulayarak bunu yapmaya çalışıyor.


Türkiye’yi bölmeye, sömürmeye, ezmeye çalışan Atlantik güçlerine karşı milli bir iktidarın başa geçmesi elzem olmuştur. Milliyetçiler, halkçılar, devrimciler yani gerçek Atatürkçüler birleşmeli ve bu iktidarı oluşturmalıdır. 
MİLLİ İKTİDAR ŞART OLDU

Zarrab davasını Batı’nın Türkiye’ye saldırısının bir değişik yönü olarak kabul etmek lazım. Amerika bu davayı Türkiye’yi kendi istediği gibi davranması için kırbaç olarak kullanıyor. Bana karşı çıkamazsın demek istiyor.

Yanlış anlaşılmasın Zarrab’ın Türkiye’de rüşvet, komisyon dağıtmadığını, yolsuzluklara bulaşmadığını iddia etmiyorum; böyle bir görüşte de değilim.  Zaten bunlar Amerika’yı ilgilendirmiyor… Onların derdi yoldan çıkmış Türkiye’yi yola getirmek…

TARİHTEN DERS ÇIKARALIM

Sanayi devrimi yapıldıktan sonra sanayileşmiş ülkelerin ucuz hammadde, ucuz işçilik ve uygun pazar arayışları arttı. Bu arayışlarını karşılamak için Osmanlı devletini sömürü alanı haline getirdiler.  Türkiye’nin tarım, ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altına girdi. Osmanlı devleti ekonomik olarak tam, siyasi olarak ise yarı sömürge devletine dönüştü.

Atatürk önderliğinde gerçekleştirdiğimiz bağımsızlık savaşı ile bu zilletten kurtulduk. Kurtulduk ama 1940’lı yıllardan sonra aynı ekonomik ve siyasi tuzağa düştük.

Özellikle 1980 sonrası emperyalizm büyük zaferler kazandı. Kullandıkları silahlar şunlardı: Serbest ticaret, borçlandırma, özelleştirme, yabancı sermaye, yabancıya toprak satışı, azınlıklar, sahte demokrasi, demokratik özerklik, eşit vatandaşlık.

Bunları içimizdeki işbirlikçiler eliyle Türkiye’ye kabul ettiriyorlar. Kimdir onlar derseniz sıralayalım: Milli olmayan sermaye, sahte demokrasi yanlıları, siyasal İslamcılar, bölücüler, sahte Atatürkçüler, vatansız solcular, NATO’cu milliyetçiler…

Ekonomik olarak sömürmeyi yeterli bulmayan emperyalist güçler Batı Asya’yı kana buladılar ve vatanımızı bölmeye kalktılar. PKK, PYD, FETO, YPG gibi terör örgütlerini bu amaçla kullanmaya kalktılar.

Devrin iktidarı, yani AKP büyük bir gaflet içinde bu örgütlerle birlikte Türkiye’ye gelecek hazırlamaya kalktı. O zamanlar Erdoğan Amerika’nın nezdinde çok makbul bir yöneticiydi. İktidara gelmesinde de büyük gayretler göstermişlerdi.

ERDOĞAN DEĞİŞTİ, AMERİKA DA DEĞİŞTİ

Ne olduysa oldu, Erdoğan ve AKP yönetimi 7 Haziran seçimlerinden sonra tavır değiştirdi ve PKK ve FETO’nun üzerine gitmeye başladı. Erdoğan artık Amerika için alaşağı edilmesi gereken birisi olmuştu.  15 Temmuz’da bunu denediler. İçimizdeki silahlı adamlarını Türkiye’yi işgal etmek için kullanmaya kalktılar ve derslerini aldılar.

Kapitalizmin özünden kaynaklanan ve tarihten gelen alışkanlıklarından vazgeçmeyen Amerika önderliğindeki Batı, saldırının şiddetini artırdı ve bizim en zayıf yanımızdan vurmaya çalışıyor. Zarrap davası ile bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor: Türk ekonomisini zora sokmak ve kendisine karşı tavır alan Erdoğan’ı iktidardan indirerek Amerikancı bir iktidarı başa getirmek.

ÜMİDİNİ EMPERYALİZME BAĞLAYANLAR

Bizdeki sözüm ona aydınlar da ümitlerini ABD’ye bağlamışlar. Onun Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştıracağı günü ümitle bekliyorlar. Erdoğan üzerinden Türkiye’ye yapılan saldırının iç cepheye de yansımaları var. Abdullah Gül, Davutoğlu ekibi çalışmalarını hızlandırdı, Kılıçdaroğlu ve ekibi Erdoğan ile mücadelenin şiddetini artırdı, MHP parçalandı.

Zarrab davasına bu gözle bakmazsak, yanılırız ve istemeden de olsa emperyalizmin hizmetine gireriz.


Erdoğan’ın Türkiye’yi kötü yönettiğini biliyoruz ama onun alternatifi Amerikancı bir iktidar olmamalıdır. Onun için milli güçler bir araya gelmeli ve iktidar alternatifi oluşturmalıdır. Türkiye bu savaştan, bölünmeden ve sömürülmeden ancak bu şekilde çıkabilir. 

27 Kasım 2017 Pazartesi

HALAÇOĞLU, MHP VE TÜRKÇÜLÜK

Yusuf Hallaçoğlu MHP’nin Türkçülüğünü beğenmemiş. Şöyle demiş: Siz nasıl Türkçü bir partisiniz ki Türk sembollerini bilmiyorsunuz. Kafanızı kumdan çıkarmanızı öneririm.

Halaçoğlu haklı, iyi bir Türkçü Türk tarihini de Türk sembollerini de iyi bilmelidir. Peki yeter mi? Yetmez! Yetseydi, Türk tarihini çok iyi bilen bir Macar veya Rus Türkolog da Türkçü olurdu ama olmaz.


Türkçülüğün ne olduğunu öğrenmek için önce Türkçülüğü keşfedeceksiniz, anlayacaksınız, öğreneceksiniz ve programınıza alıp uygulayacaksınız.

SORU 1

Türkçülüğü öncelikle gerçek Türkçülerden öğreneceksiniz. Kimdir onlar derseniz sıralayalım: Öncelikle Mustafa Kemal Atatürk. Ziya Gökalp’in Atatürk için söylediği şu sözlerine bakarak öncelikle diyorum: “Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk Hâkimiyetidir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır.

Geçmişin büyük Türkçülerini hatırlatalım: Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ali Suavi, İsmail Gaspıralı, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Mahmut Esat Bozkurt…

Sizin Partinin tüzüğünde yolunuzu aydınlatanları şöyle sıralamışsınız: Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana ve Yunus Emre. Bunlara itirazımız yok da neden yukardaki isimlerden Atatürk dahil, hiçbirinin ismi yok. Ben de siz soruyorum: Siz nasıl Türkçü partisiniz ki yolunuzu aydınlatanlar arasında bu büyük Türkçüler yok?

SORU 2

Ziya Gökalp için en büyük Türkçülük bu ülkede Türk’ün egemenliğini sağlamak ve devam ettirmektir.  Onun için Atatürk’ü en büyü Türkçü olarak görüyor.  Gelelim günümüze, Amerika PKK olmuş, FETO olmuş, PYD olmuş saldırıyor ve vatan topraklarından bir kısmında Türk milletinin egemenliğine son verip kendisine ve İsrail’e bağlı bir devlet kurmak istiyor. Bunu da en kanlı bir şekilde yapmaya çalışıyor.  

Şimdi tekrar soruyorum: Siz nasıl Türkçüsünüz ki, vatan topraklarımızı elimizden alıp buralarda egemenliğimize son vermek isteyen, vatan evlatlarını şehit eden eli kanlı Amerika ve İsrail’e karşı tek bir lafınız yok? Ve hâlâ güvenliğimiz için NATO’ya güveniyorsunuz?

SORU 3

Gelelim Ekonomiye; bu konuda önce Yusuf Akçura ne demiş ona bakalım.:

 “Avrupa’da büyük sanayi ve sermayenin oluşmasıyla, Osmanlı ülkesine girişi, ekonomimizi alt üst etti ve memleketimizin ekonomik krizinde hiç şüphesiz, en önemli etken oldu…”

 “Avrupa sermayesinin istilasının sonuçları bu kadar mı? Hayır efendiler, hayır! Bu istiladan dolayı memalik-i Osmaniye’de küçük ve orta sanayi hemen hemen kalmadı.”

 “Memleketin seneden seneye fakirleşmesinin en mühim sebebi, kanaatimce ecnebi sermayesinin memleketimize girip faiz ve temettü yolu ile, müstakil sanayi ve ticaretimizi imha suretiyle, milli servetimizi çekmesi ve ezmesi olmuştur.”

Ziya Gökalp’in bu konudaki görüşleri de Akçura ile paralellik gösteriyor. Ziya Gökalp birçok hususta olduğu gibi iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalara da tıpkı Akçura gibi karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı kılacağını söyler.

“…İngiltere için faydalı olan tek usul, gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi, ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini verecektir.

Sizin programınıza bakınca ise şunları görüyoruz:

Emperyalist tekellerin ulusal pazarımızı talanın etmesine güvence veriyorsunuz. “Her türlü yabancı yatırımı desteklemek”ten söz ediyorsunuz. “Ulusal ve uluslararası yatırımcılar hiçbir şekilde evrensel hukuk standartları dışında bir muamele ile karşılaşmayacaklar” deyip teminat veriyorsunuz.

Sonra, sigorta sektörümüzün yüzde 85’inin, bankalarımızın yüzde 65’inin yabancıların eline geçmiş olmasını yeterli bulmuyorsunuz ki, “Bankacılık sektöründe birleşme ve satın almaları kolaylaştırıcı düzenlemeler” hedefliyorsunuz.

Şimdi tekrar soralım: Sayın Hallaçoğlu bu nasıl Türkçülük ki, ekonomik olarak Osmanlı’yı yarı sömürge ve yabancı sermayenin esiri haline getiren bir sistemi Türkiye Cumhuriyeti için öneriyorsunuz.

Sayın Halaçoğlu MHP’nin Türkçülüğünü sorgulamadan önce kendi Türkçülüğünüzü sorgulamalısınız. Tarih bilmek insanı Türkçü yapmayabiliyor. 

26 Kasım 2017 Pazar

TEHDİT AYNI: BÖLÜNME

Türkiye, Irak ve Suriye yıllardır aynı tehdit ve tehlike karşısındalar. Tehditin adı: Vatan bütünlüğünün parçalanması, bölünme.

Bu tehditin kaynağını bilinmeden sağlıklı değerlendirme yapılamaz. O kaynağın adı: Amerika. Amerika’nın genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi.

 Bu üç ülke bölünseydi sıra İran’a gelecekti. Ama olmadı, olmayacak da…

ÇARE SİLAHTA

Türkiye-İran- Rusya ortaklığı Irak’ın toprak bütünlüğünü sağladı. Batı Asya’nın bu üçlüsü ağırlığını silahla koydu. ABD-İsrail ikilisi Irak’ta yenildi, Kerkük’ü Irak yönetimine teslim etmek zorunda kaldı. Amerika’nın Irak’ı işgal ederek kurmaya kalktığı Barzanistan Irak’ın silahlarıyla dağıtıldı.

Türkiye 24 Temmuz 2015’den bu yana Amerika’nın Türkiye’yi bölmek için görevlendirdiği PKK’yı kendi açtıkları hendeklere gömdü. Türkiye’de barınamadılar, Suriye’de toplandılar.

PKK/PYD/YPG, bugün öncelikle Suriye’nin başındaki belâdır. Arkasında ABD ve İsrail’in bulunması, belânın ciddiyetini gösterir. Bu belânın Türkiye’ye yönelik tehditleri işbirliğini gerektiriyor.  Suriye-Türkiye işbirliği Amerikan-İsrail planlarını bozmak için gereklidir.

Suriye’nin toprak bütünlüğü, Türkiye’nin toprak bütünlüğü demektir. Türkiye konuya böyle yanaşmalıdır.

SOÇİ DORUĞU VE YANSIMALARI

Soçi Doruğu’nda Suriye’nin geleceği ile ilgili çok önemli kararlar alındı. Türkiye, Rusya ve İran devlet başkanları, ilk kez toplandılar ve Suriye sorununu çözmek için harekete geçtiler.

Doruk sonrasında yapılan açıklamalar hem birlikte çözme iradesini yansıttı, hem de bazı farklı çözümleri. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin duyarlılıklarını vurgularken, kaygılarını da kararlılığını da dile getirmiş oldu.

Erdoğan’ın açıklamasında en önemli vurgu Suriye’ ile ilgili söyledikleriydi. Erdoğan şunu net bir şekilde anlattı: Suriye, kendi siyasal birliği ve toprak bütünlüğü konusunda, herkesten daha duyarlı olmak durumundadır.

Elbette Suriye’nin toprak bütünlüğü öncelikle kendisini ilgilendirir ama Suriye için tehlike olan PKK/PYD/YPG terör örgütü, ABD emperyalizminin stratejik piyonu olduğu da unutulmamalıdır. Amerika-İsrail ortaklığı sadece Suriye’yi tehdit etmiyor. Bu bakımdan batı Asya ülkelerinin Soçi’de toplanmaları ve birtakım kararlar almaları 4 ülkenin dördünü de ilgilendirmektedir.

SİYASAL ÇÖZÜM

Bu doruktan çıkan sonuca göre Suriye’de siyasal çözüm aşamasına gelinmiştir. Suriye’de siyasal çözümü, başka devletler oluşturamaz ve hayata geçiremez. Suriye, kendi anayasasını kendi meşru yönetimi altında yapar. Dünyada hiçbir anayasa, silahlı otorite olmadan yapılamaz ve hiçbir rejim silahlı otorite olmadan kurulamaz.

Siyasal çözümün garantisi Suriye ordusunun silahlarıdır. Suriye devletinin silahlı otoritesi ülkenin her yerinde hâkim olmalıdır ki, yeni bir siyasal rejim kurulabilsin.

TÜRKİYE SURİYE İŞBİRLİĞİ ŞART OLDU

Tehdit Türkiye’yi de hedef aldığına göre Türkiye kendin üzerine düşeni yapması gerekir. Yapılacak iş bellidir. Suriye ile ortak harekât için görüşmelere geçilmeli ve hızla sonuca varılmalıdır. Ne Rusya ne İran ne de başka bir ülke, Suriye ile Türkiye’nin kendi topraklarını terörden arındırılmasına karşı tavır alamaz, alamaz.


Türkiye ve Suriye bu gerçeği iyi bilmeli ve adımlarını buna göre atmalıdır. İşbirliğini oluşturmak artık şart olmuştur, hem de en kısa zamanda…

23 Kasım 2017 Perşembe

24 KASIM BİR BÜYÜK SAVAŞIN İLK GÜNÜ

Atatürk ilkeleri doğrultusunda çocuklarımızı, gençlerimiz eğitmek için her türlü zorluğu göğüsleyen ve büyük fedakarlıklar yaparak çalışan, gayret gösteren tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmeler Gününü kutluyorum.

Türk devrimi sadece düşman güçlere karşı verilmiş bir mücadelenin sonucu değildir; devrimin gerçekleşmesi için çok önemli bir savaş da eğitim alanında verilmiştir.

Atatürk “En mühim ve feyizli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur. Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır. Memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur. Bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır” diyerek ortaya bir hedef koymuştur.

"Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana-babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir vazife bilmelidirler" diyerek de erişkinlerinde eğitilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

EĞİTİM SAVAŞI BAŞLIYOR

Bu amaçla, 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı kanunla, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabulünü sağlamıştır.  Bu tarihten itibaren yeni harflerin öğrenilmesi ve okur yazar sayısının artırılması konusunda büyük bir seferberlik başlatmıştır.

24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri'nde, yaşlı, genç, çocuk, kadın... herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir.

Millet Mektepleri'nin açılışı ve Atatürk'ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.

MİLLET MEKTEPLERİ

Millet Mektepleri açıldıktan sonra bu okullara bağlı olarak açılan halk dershanelerinde yeni harfler öğretilmeye başlanmıştır. Atatürk de “Başöğretmen” olarak kasaba kasaba, köy köy gezerek Halk dershanelerinde ders vermiştir. Millet Mekteplerine 15-45 yaşlar arasındaki tüm yurttaşların katılmaları zorunlu kılınmıştır. 45 yaşın üzerinde olan yurttaşlar için bu kurslar isteğe bırakılmıştır.

1929-1933 tarihleri arsında Türkiye'de toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589'u kentlerde, 35.461'i köylerdedir.

Beş yıl içinde Millet Mekteplerine 2.305.924 kişi devam etmiş ve diploma almıştır. Millet Mekteplerine devam edenlerin 458.000'i kadındır ve bunların çoğuna okur yazarlık diploması verilmiştir.

KÖY ÖĞRETMEN OKULLARI

Millet Mektepleri için gerekli olan öğretmen sıkıntısını aşmak için Köy Öğretmen Okulları kurulmuştur. Bu okullarda da yeterli sonuç alınmayınca askerliğini çavuş olarak yapmış köylü çocukları 8 aylık bir eğitimden geçirilerek “eğitmen” yapılmıştır. Bu eğitmenler köylülere okuma yazma ve hesap yapma öğretecek ve onlara sosyal ve ekonomik hayatlarında rehber olacak şekilde yetiştirilmiştir.

İlk eğitmen kursu, Eskişehir'in Çifteler Çiftliği'nde açılmıştır. Bu kurslarda tarım aletlerinin bakım ve onarımı, atların ve ineklerin yapay tohumlama işleri, ekinlerin, otların biçilip harmanlaması gibi işler de yapılmıştır.  Köy Öğretmenleri Projesi sayesinde 4 yılda,  40 000 köyün 7000'inine daha okul götürülmüştür.

SAVAŞIN İLK SONUÇLARI

Türkiye'de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde %7, kadınlarda %04 iken, Harf Devrimi'nden ve millet mektepleri açıldıktan 7 yıl sonra (1935) bu oran %19.2'ye çıkmıştır. Bu oran Harf Devremi öncesinin 3 katı kadardır.  

Harf Devrimi öncesi son 200 yılda toplam 30.000 kitap basılmıştır. 1927 yılından 1943 yılına kadar geçen sürede basılan kitap sayısı ise 31.000'dir.


24 Kasım’ın Öğretmeler günü olarak kutlanması işte bu nedenle önemlidir. Bu önemli günde, baş öğretmenimiz Atatürk’ü bir kere daha minnet ve saygı ile anıyoruz. 

22 Kasım 2017 Çarşamba

DÜŞMANIN ŞERRİNDEN DÜŞMANA SIĞINMAK!

16 Kasım 2017 tarihinde Norveç’te düzenlenen “Üç Uçlu Mızrak” isimli müşterek NATO tatbikatında yaşanan rezalet sonrası Türkiye’de bir tartışma başladı: NATO’da kalalım mı, çıkalım mı? Bu tartışma başlayınca sıkı Atlantikçiler de ortaya çıkmış oldu.

Önce dünyadaki ve Batı Asya’daki tabloya bakalım:

ABD 2003 yılında BOP’u ilan etti ve bu projeyi gerçekleştirmek için askeri müdahalelere başladı.

Türkiye de bu proje kapsamındaydı. Amerika ve ortakları Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den toprak alarak yeni bir devlet kurmak için terör örgütleri kurdu veya var olan örgütleri milli devletlerin üzerine saldırttı.

Türkiye yıllarca PKK’nın kanlı eylemlerine sahne oldu. Sivil, asker yüzlerce insanımız katledildi. PKK ile ülkeyi bölmeyeceğini anlayan Amerika bu sefer de FETO ile saldırdı ve ülkemizi işgal etmeye kalktı.

Amerika’nın düşmanca tavır ve eylemleri sonucu Batı Asya’da iki milyondan fazla insan hayatını kaybetti, çok daha fazlası göç etmek mecburiyetinde kaldı.

Tehdit sadece Türkiye’ye değil, İsrail hariç tüm bölge ülkelerine yönelikti.

Bu tehditin kaynağı Amerika ve İsrail.  

NATO EŞİTTİR AMERİKA

Tabloyu kısaca anlattıktan sonra şu tespiti yapalım: Amerika eşittir NATO, NATO eşittir Amerika. Demek ki, Türkiye’ye yönelik düşmanlıkların temelinde NATO var.

Şimdi soruyorum: Türkiye savunmasını NATO’ya emanet edebilir mi? Düşmandan müttefik olur mu?

NATO’dan çıkmayalım, NATO’nun şemsiyesi altında güvenlikte oluruz demek, düşmanın şerrinden düşmana sığınmak demektir.

Hem de öyle bir düşman ki, hiç acımadan milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş, ülkeleri kan çanağına çevirmiş, barut kokusunu insanların soluduğu havadan eksik etmemiş.

BİZ NATO’DA MIYIZ?

Şu soru da önemli, Türkiye şu anda NATO’da mı?

Türkiye NATO içinde ise, neden Amerika ile savaşıyoruz? Amerika neden bizi bölmek istiyor?

Türkiye NATO içinde ise, Rusya’dan S400 hava savunma sistemini neden alıyor?

Türkiye NATO içinde ise, Suriye’de, Irak’ta Rusya, İran ve Irak askerleri ile Mehmetçiklerimiz neden birlikte hareket ediyor?

Türkiye NATO içinde ise, neden Erdoğan Putin ve Rahmani ile Amerika’ya karşı işbirliği yapmaya karar verdi?

Türkiye NATO içinde ise, Türkiye Amerikan’ın kara gücüm dediği PKK/PYD ile neden savaşıyor?

 Türkiye NATO içinde ise, Türkiye NATO tatbikatlarında neden düşman ülke olarak gösteriliyor?

Gerçek şu: Türkiye resmen NATO içindedir ama fiilen NATO’dan çıkmıştır.


Görünen o ki, yakın bir zamanda da resmen de ayrılacaktır.

20 Kasım 2017 Pazartesi

ERDOĞAN DÜŞMANLIĞI GÖZLERİ BAĞLAMIŞ

Bazı dostlarım var, siyasi ve sosyal olaylara tek bir pencereden bakıyorlar: Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı.

Sadece bu pencereden baktıkları için devamlı hatalı yorumlar yapıyorlar. Bu yorumlar bazen ülkeye ve millete ihanet boyutuna ulaşıyor. Oysa biliyorum hepsi vatansever, ülkesini, milletini seven insanlar. Ne yazık ki bu sevgi çok soyut kalıyor.

Doğrudur, Erdoğan ve dolayısıyla AKP 3 Kasım 2002’de ABD’nin çeşitli oyun ve gayretleri sonucu iktidara geldi.  15 sene ülkeyi çok kötü yönetti. Doğru da buraya saplanıp kalmamak gerek. Dün ABD’nin istediklerini yapan bu iktidar 24 Temmuz 2015’den sonra Türkiye’nin güdümüne girdi. Artık Erdoğan Türk milletini yönetmiyor, Türk milleti Erdoğan’ı yönetiyor.

Gel de bunu dostlara anlat. Onlara göre AKP iktidarı ne yapsa kötü…

Örnek çok, biz birkaçını verelim:

24 Temmuz 2015’de uçaklarımız kandili bombalamaya başladı. Onlara göre Erdoğan seçimi kazanmak için göstermelik olarak dağı taşı bombalattı. PKK’nın üzerine filan gittiği yok. PKK’ya karşı yapılan mücadele sıkılaşınca da şu yorumu yaptılar: Bu aslında saray savaşıdır. Gerçekte ise, TSK, polislerimiz ve korucularımız PKK’yı açtıkları hendeklere gömdü ve kentleri PKK’nın egemenliğinden, güneydoğu halkını da teröristlerin şerrinden kurtardı.

15 Temmuz gecesi Amerikan galdyosu FETO oldu Türkiye’yi işgal etmeye kalktı. O gece Türkiye Amerika ile sokak sokak, kışla kışla savaştı. Yorum şu: Bu darbe teşebbüsü filan değil, Erdoğan’ın bir oyunu. İktidarını güçlendirmek için orduyu kullandı. Bütün bunlar Erdoğan’ın emri ile oldu. Açılan davalar, alınan ifadeler, ortaya çıkan kanıtlar bu yorumun hiç de doğru olmadığı gösterdi.

Amerika ve İsrail Türkiye’yi bölmek ve Kürdistan adı altında ikinci İsrail devleti kurmak için Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanan bir koridor açmaya kalktı. Kahraman Mehmetçiklerimiz Fırat Kalkanı harekâtı ile Suriye’ye girdi, Koridoru yardı geçti. Dostlarım bunu da beğenmedi. Türk Ordusu batağa saplandı. Mehmetçiklerimiz boşuna şehit oluyorlar dedi.

16 Kasım 2017 tarihinde Norveç’te düzenlenen “Üç Uçlu Mızrak” isimli müşterek NATO tatbikatında tam bir rezalet yaşandı. Düşman olarak NATO’nun hedefine Atatürk’ün fotoğrafı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi konuldu. Böylece NATO dolayısıyla Amerika Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman olarak gördüğünü gösterdi.

Durum bu iken, dostlarım olaya gene Erdoğan düşmanlığı penceresinden baktı ve yorumunu yaptı: “Erdoğan Zarrap davası nedeniyle zor duruma düştü, Türkiye’de de oy kaybediyor, bu olayı düzenledi ki kendisini kurtarsın.

Oysa bakın NATO bu tatbikatı nasıl nitelendiriyor: “ÜÇ BAŞLIKLI MIZRAK 17, NATO’nun son 20 yıl içindeki, daha önce benzeri olmayan, en önemli harekât maksatlı komuta yeri tatbikatlarından birisidir...” Böylesine büyük ve önemli bir tatbikatta Erdoğan kendisini kurtarmak için böyle bir oyunu yapmaya gücü yetebilir mi? Sonra NATO’nun Türkiye’ye karşı düşmanca tavrı yeni değil ki. Yıllardır düşmanlık yapıyor.

Bu konuda Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı emekli Amiral Soner Polat’ın değerlendirmesi bence çok önemli. Sayın Polat olayın doğrusunu şöyle yazmış:

“Gerçek kişi ve isimler de bu tür tatbikatlarda kullanılmaz! Batı dünyası, bilindiği üzere sembollerle mesaj verir: “Atatürk’ün resmi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ismi” düşman tarafına yazılarak çok açık ve net bir mesaj verilmiştir: “Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni son Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde yıkarız!” Bu küstahlık bir NATO operasyonudur ve arkasında NATO’nun önemli üyeleri vardır.”


Olaylara sadece Erdoğan düşmanlığı penceresinden bakılınca böyle vahim hatalara düşülüyor. İşin üzücü tarafı şu: Bu dostlarımın değerlendirmeleri hep hatalı çıkmasına rağmen, olayları aynı şekilde yanlış değerlendirmeye devam ediyorlar. Onlara önerim şu: olayları ön yargısız değerlendirmeye çalışın. Bunu yapmazsanız ülkenize, milletinize zarar vermeye devam edersiniz. Dost acı söyler.

17 Kasım 2017 Cuma

NATO’DAN DAHA NE ZAMAN ÇIKACAĞIZ?

Daha ne duruyoruz ve neden duruyoruz. Çıkalım artık şu NATO’dan. Yaptığı kötülükler ve düşmanlıklar yetmedi mi?

NATO’ya gireceğiz diye 1950 yılında Kore’ye toplam 14 bin 936 asker yolladık. Amerikan çıkarları için 724 şehit verdik. Sonuçta bizi NATO’ya aldılar, keşke almasalardı. Hiçbir hayrını görmedik, düşmanlığını ise çok gördük.

Türkiye 1964 yılında antlaşmalardan doğan hakkını kullandı ve Kıbrıs’a askeri müdahalede bulundu. NATO bize destek vermediği gibi, ABD başkanı aracılığı ile tehdit edildik.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Lyndon Johnson, İnönü’ye yazdığı mektupta bizden aldığınız silahları kullanamazsınız dedi. Mektupta şu ifadeler de vardı: Olası bir savaşta Sovyetlerin Türkiye’ye savaş açma olasılığı yüksektir ve bu durumda NATO, Türkiye’ye yardım konusunda isteksiz davranacaktır.

1974’de Türkiye barışı sağlamak için Kıbrıs’a asker çıkarınca Amerika askeri ambargo uyguladı. Askeri ambargo yetmedi, bir de ekonomik olarak baskı kurdu. İhracatımızı baltaladı, kredileri kesti, vadesi gelen borçlarımızı ertelemedi, Türkiye’yi “70 sente muhtaç” hale getirdi.

1980 darbesi yaptı, başımıza Amerikancı bir yönetim getirdi. Liberal ekonomiler uygulattırıp bizi sömürdü.

Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerika, İngiltere ve Fransa "Çekiç Güç" oluşturdu ve Irak’ın kuzeyinde “Çekiç Güç” oluşturdu. Bu bölgeyi Irak’ın denetiminden çıkardı ve PKK’nın burada yerleşip güçlenmesini sağladı. Burada Türkiye’yi tehdit eden özerk bir yapı kurdu.

PKK belasını üstümüze saldı ve Türkiye’yi bölmeye kalktı. Bu teröristleri eğitti, donattı, besledi, destekledi. Açılım yapın diye hükümetlere baskı uyguladı.

15 Darbe girişiminin arkasındaki güç de ABD güdümündeki NATO idi. Türkiye’yi işgal etmeye kalktılar. Derslerini de aldılar. FETO da bunların içimize saldığı hainler topluluğuydu.

Türkiye’den toprak koparmak için Irak’ın kuzeyinden başlayıp, Akdeniz’e kadar uzanan bir koridor açmaya ve bu koridorda Kürdistan adı altında İkinci İsrail devletini kurmaya kalktılar. BU amaçla PYD denilen terör örgütüne ağır silahlar da içeren binlerce ton askeri malzeme de verdiler.

Türkiye kendini korumak amacı ile Rusya’dan S 400 füzeleri almaya kalkınca tehditlerine bir yenisini eklediler.

Son olarak, Norveç’te yapılan tatbikatta da düşmanlarının Atatürk ve onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti olduğunu açıkça anlattılar.

NATO’ya gireli 72 yıl oldu, 72 yıldır NATO’dan sadece düşmanlık gördük. Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık, Atatürk’e düşmanlık, Kemalist devrime düşmanlık, vatan bütünlüğüne düşmanlık, milli birliğe düşmanlık.

72 yılın bilançosu işte bu. Bilanço bu olunca soruyoruz: Daha ne duruyoruz ve neden duruyoruz? Çıkalım NATO’dan

Sözü Atatürk’ bırakalım: “… milletimizin kuvvetli, mes’ut, müstekar yaşaması için, devletin tamamiyle milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilatımıza tamamiyle uygun olması ve ona dayanması lazımdır.

‘Milli siyaset’ dediğim zaman, kastettiğim mana şudur: milli sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetlerimize dayanarak varlığımızı koruyup, memleketin dahili saadetine ve imarına çalışmak.”


Atatürkçülükte yarışanlara sesleniyoruz: Atatürkçü iseniz, önce milli siyaset takip ediniz ve NATO’dan çıkınız. Kendi kuvvetlerimiz varlığımızı ve geleceğimizi korumaya yetecek güçtedir.

14 Kasım 2017 Salı

ATATÜRK YÖNETİMİ DEVRALDI

10 Kasım ‘017 günü Mustafa Kemal Atatürk yeniden doğdu ve Türkiye’nin başına geçti. Yönetim artık Atatürk’te…

Atatürk geri döneceğinin ilk işaretini 2014’te vermişti. Amerikancı FETO ve mevcut iktidarın işbirliği ile Silivri duvarları arkasında tutsak edilen kahraman askerlerimiz, vatansever aydınlarımız ve Vatan Partili siyasetçilerimiz Mustafa Kemal’in askerleri Silivri duvarları yıkınca özgürlüğüne kavuştu.

Atatürk emretti, vatanın bütünlüğüne sahip çıkın dedi; 24 Temmuz 2015 tarihinde bölücü örgüt PKK hendeklere gömülmeye başlandı. Kentlerimiz, kırlarımız huzura kavuştu.

15 Temmuz 2016’da darbe yapmak isteyen Amerikancı hainler Mustafa Kemal’in asker ve sivil güçleri tarafından ezildi. Devlet ve toplumdaki etkileri yok edilmeye başlandı.

24 Temmuz 2016’da Atatürk gene kendisini gösterdi ve ordulara emretti; Amerikan-İsrail koridoruna izin vermeyin, bir hançer gibi koridoru ikiye ayırın dedi. Mehmetçiklerimiz Fırat Kalkanı harekatı ile Amerikan’ın kontrolündeki topraklara girdi ve hainlere gerekli dersi verdi.

10 Kasım 2017’de ise yönetim artık bende dedi. Artık benim ilkelerime göre hareket edeceksiniz; başka çareniz yok dedi ve komutayı eline aldı.

Türkiye bir vatan savaşı veriyor. Böyle savaş ortamlarında halklar başlarında güvendikleri ve savaşı başarıya ulaştıracak insanların olmasını ister. Onun için insanlar Atatürk’ü hatırladı. Çünkü Atatürk, Türk milletinin bağımsızlık ve kurtuluş savaşının büyük lideriydi. Milletimiz bu zor günlerde onun yolunda gitmek gerektiğine karar verdi.

İKTİDARA ARSLANLI YOLDAN GİDİLİR

Şu durum artık net bir şekilde anlaşılmıştır: İktidara Arslanlı Yol’da yürüyerek varılır. Onun için dün Mustafa Kemal deyip Atatürk demeyenler, Atatürk’ten ayyaş diye bahsedenler, Atatürk’ün 1930’lu yıllardaki CHP’sini beğenmeyenler bile 10 Kasım’da Arslanlı Yol’da boy gösterdi.

Bu gösteriş yetmez; bedenen değil, fikren ve eylemlerle o yolda yürümek gerek. Arslanlı Yol’da yürümek için önce tam bağımsızlıktan ve milli egemenlikten yana olacaksınız. Milli savunma, milli eğitim, milli kültür, milli ekonomi ve milli devlet savunduğunuz değerler olacak.

HEM ARSLANLI YOL’DA YÜRÜYÜP HEM DE BUNLARI YAPAMAZSINIZ

Vatan, millet bölücüleri ile, PKK, FETO gibi terör örgütleri ile işbirliği yapamazsınız. Açılım politikalarına geri dönemezsiniz.

Batı sisteminin dayattığı ekonomik programları uygulamaya devam edemezsiniz.

Batı ile ittifak etmemiz gerek, NATO bizim güvenliğimizi sağlıyor diyemezsiniz.

Komşularımızı bölmeye ve sömürmeye çalışan Amerika ve İsrail ile ortak hareket edemezsiniz.

Eğitim müfredatından Atatürk’ü ve onun ilkelerini kaldıramazsınız.

Etnik ve dini inanç farklılıklarını ön plana çıkarıp bölücülük yapamazsınız.

Vatan savaşına saray savaşı, Suriye’ye giren askerlerimize bataklığa saplandılar deyip kahraman Mehmetçiklerimizin moralini bozamazsınız.

Seyit Rıza’nın heykeli önünde poz veremezsiniz. Şeyh Sait, İskilipli Atıf gibi İngiliz ajanlarını kahraman ve mağdur gösteremezsiniz.

Bunları yaparsanız Arslanlı Yol’dan çıkmış olursunuz. Bu millet Arslanlı Yol’dan çıkanları iktidarda tutmaz; muhalefette olanları iktidara taşımaz.


12 Kasım 2017 Pazar

HOŞ GELİŞLER OLA MUSTAFA KEMAL PAŞA

10 Kasım 2017’de Mustafa Kemal Atatürk tekrar aramıza döndü ve milletinin değişmez lideri olduğunu ispatladı. Onun için diyoruz ki, 1924 yılında Atatürk Kars’a geldiğinde Karslıların Atamızı tren garında karşıladığında hep beraber söyleyip oynadığı türküyü büyük bir coşku ile tekrar söyleme zamanıdır:
Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin Milletin Bayrağınla Çok Yaşa
Arş Arş Arş İleri İleri Arş İleri
Marş İleri Dönmez Geri, Türkün Askeri
Sağdan Sola, Soldan Sağa
Al Da Bayrağı Düşman Üstüne
Atatürk’ü yüz binlerce insan Anıtkabir’de karşıladı ve sen tekrar bizim liderimiz ol, bize yol göster dedi. Ve Atatürk de yolumuzu yeniden belirlemeye başladı.

ORDU TÜRK ORDUSU…

Güneydoğu’da, Kuzey Irak ve Suriye’de Vatan savaşı veren ordumuzu gördü ve şöyle dedi: “Ordu, Türk Ordusu... İşte bütün ulusun göğsünü güven ve gurur duyguları ile kabartan şanlı ad. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk gücü ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir simgesidir.
Ordumuz Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için yapmakta olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkansız güvencesidir.” Dedi. Bizden genel kurmay başkanından acemi erine kadar tüm Mehmetçiklere sahip çıkmamızı istedi.

KOMŞULARLA İYİ GEÇİNİN

Vatan savaşında başarılı olmamız ve bölgemizde barışı sağlamamız için komşularla işbirliği yapmamızı önerdi ve kendi zamanında yapılanları şöyle hatırlattı: “Cumhuriyet hükümetinin doğuda uygulamakta bulunduğu dostluk ve yakınlık politikası yeni ve güçlü bir adım attı. Sadabat'ta dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir sevinçle kayda değer barış eserlerinden biridir.”

LİBERAL EKONOMİDEN VAZGEÇİN

Bu topraklarda bağımsız ve başı dik dolaşabilmemiz için güçlü bir ekonomiye sahip olmamız gerektiğini vurguladı ve liberal ekonomiden vaz geçmemizi istedi: “Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vadedilen şeyler aynen temin edilemedi. Ruslar bazı prensiplerden geri döndüler. Bir devrime teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir.”
Borçlanma ekonomisinden vazgeçip üretime yönelmemiz gerektiğini ve bunun için de planlar yapmamızı önerdi: “Endüstrileşmek, en büyük milli davalarınız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ham maddeleri ülkemizde bulunan büyük küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zorunluluktur. Bu düşünce ile, beş yıllık ilk sanayi planından geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikayı da ivedi olarak gerçekleştirmek ve yeni plan için hazırlanmak gerekir.”

TARIM REFORMU YAPIN

Tarımı da ihmal etmeyin ve toprak reformu yapın dedi ve yolunu da gösterdi: “Bir kez, ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir nedenle ve hiçbir şekilde bölünemez bir nitelik almasıdır. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin, arazinin bulunduğu bölgelerin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanması gereklidir. Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır.”

DIŞ TİCARETE DİKKAT!

Madenlerimizi ve doğal kaynaklarımıza sahip çıkıp planlı bir şekilde işletmemizi önerdi: “ Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarında gelişme göstermesini ve bulunacak madenlerin, rantabilite hesapları yapıldıktan sonra, planlı biçimde hemen işletmeye konulmasını sağlamanız gerekmektedir. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için üç yıllık bir plan yapılmalıdır.”
Yıllardır açık veren dış ticaret dengesini artık pozitife çevirmemizi istedi: “Dış ticarette izleyeceğimiz ana prensip, ticaret dengemizin aktif karakterini korumaktır. Çünkü Türkiye'de ödeme dengesinin en önemli temelini bu oluşturmaktadır.”

EĞİTİM ÇOK ÖNEMLİ

Eğitim hedefimizi ve esaslarını şu şekilde özetledi: “Büyük davamız, en uygar ve en refaha kavuşmuş ülke olarak varlığımızı yükseltmektir.Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü bir inkılap yapmış olan büyük Türk Milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa bir zamanda başarmak için, düşünce ve eylemi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimden başarı, ancak hukuki bir planla ve en verimli bir biçimde çalışmakla gerçekleşebilir. Bu nedenle, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni yapısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojosini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak, işte bu önemli ilkeleri en kısa sürede sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır görevler arasındadır.
Belirttiğim ilkeler, Türk gençliğinin beyninde ve ulusun bilincinde her zaman canlı tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.”


Son olarak “Kuvvet birdir ve o ulusundur». “Gücün tek kaynağı olan Türk Milletidir” dedi ve hepimizi sevgi ve hasretle öptü ve ebediyete kadar yol göstermeye devam edeceğini söyledi. 

7 Kasım 2017 Salı

RUS DEVRİMİ VE GÜNÜMÜZ

Fransız Devrimi yapılmış ve Avrupa’da büyük bir etki yaratmıştır. Osmanlı Devleti de buna kayıtsız kalamamıştır. O dönemin dışişleri bakanı Atıf Efendi III. Selim'e 1789 devrimi ile ilgili Muvazene-i Politika adlı bir rapor sunar. Raporunda Atıf Efendi Fransız Devrimini şöyle tarif eder: "Ruso ve Volter misüllü meşhur zındukların eserleriyle husule gelmiş bir fısk u fücur cümbüşü" şeklinde  ...”

Atıf Efendi’ye göre bu devrim, dinsizlerin yaptığı Allaha ve düzene karşı bir isyan. Bakış açısı bu…

Türk Milleti, Atatürk önderliğinde çok büyük bir devrimi başarmış olmasına rağmen halkımızın devrimlere bakış açısında çok büyük değişiklik olmamış. Devrimlerin anlamını ve önemini kavrayanlar hâlâ azınlıkta…

RUS DEVRİMİ VE TÜRK DEVRİMİNİN ETKİLEŞİMİ
Bunları yazmamın nedeni, 1907 Ekim devriminin yüzüncü yılındayız da onun için. 100 Yıl önce Rus halkı Lenin önderliğinde büyük bir devrimi gerçekleştirmiş ve sosyalizme giden yolu açmıştı. Bu devrim, Kemalist devrimin gerçekleşmesinde de büyük rol oynamıştır. Birinci Cihan Harbi’nde Milletimizin Çanakkale direnişi de Rus devrimine katkıda bulunmuştu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı Çanakkale'de direnmesi sayesinde, İtilaf devletlerinin Çarlık Rusyası'nın yardımına yetişememiş ve Sovyet Devrimi'nin gerçekleşmesi kolaylaşmıştır.  Çarlık Rusya’sının yıkılması ile, Türkiye’yi parçalamak isteyen düşmanlardan birisi eksilmiş ve bağımsızlık mücadelemiz başarı ile sonuçlanmıştır. Anadolu'daki Kurtuluş Savaşı'nı Sovyet Rusya’sının desteklediğini de unutmamak lazım.

DEVRİMLERE BAKIŞ AÇISI DEĞİŞTİ

1940’lı yıllardan sonra Türk halkının devrimlere ve sosyalizme bakış açısı değişmiştir. Osmanlı’nın son döneminde ve bağımsızlık savaşını takip eden günlerde sosyalizm bir tehdit olarak görülmezdi. Bu yıllardan sonra, kendilerini milliyetçi-muhafazakâr olarak niteleyen kişiler tıpkı Atıf Efendi gibi zındıkların gerçekleştirdiği fısk u fücur gibi görmeye başladılar.

Bunlar için sol veya devrimcilik komünistlik demekti ve komünistlik de dinsizlerin işiydi.

Oysa ilke Türkçülere mesela Yusuf Akçura’ya, Ziya Gökalp’a, Ali Canip’e, Ömer Seyfettin’e, Rasim Haşmeti Bey’e baktığımızda onların batı emperyalizmini esas tehdit olarak gördüğünü anlarız.

Örnek olarak Yusuf Akçura’nın şu sözlerini hatırlatalım:

“Memleketin seneden seneye fakirleşmesinin en mühim sebebi, kanaatimce ecnebi sermayesinin memleketimize girip faiz ve temettü yolu ile, müstakil sanayi ve ticaretimizi imha suretiyle, milli servetimizi çekmesi ve ezmesi olmuştur.”
“Devletimizin, milletimizin başına gelen en büyük felâketler Avrupa sermâyesi yüzündendir. Avrupa sermayesinin duhulünden itibarendir ki saltanat-ı Osmaniye pek süratle dağılmağa yüz tutmuş, borçlanma uçurumuna doğru dev adımlarla yürümeye başlamıştır.”

Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayanlar ise devrimci olmayı emperyalistlerin kültürel saldırılarına boyun eğmek gibi gördüler.  Türk devrimini emperyalistlerin kültürel etkisine girmek sandılar; Amerikalılar gibi olmak için çabalayıp duruyorlar.

YENİDEN KEMALİST DEVRİM

Türkiye halkının devrimler hakkındaki bu görüşleri ülkemizi Batılı emperyalistlerin etkisi altına soktu. Osmanlı’nın son dönemi gibi sömürüye açık bir hale geldik. Batı sermayesi bizi iliklerimize kadar sömürdü, sömürmeye devam etmek için de Türkiye’yi parçalamak için çabalayıp duruyor.


Yapılacak şey, yeniden Kemalist devrimin rotasına girmek ve Türk devrimini tamamlamaktır. Türkiye’de son yıllarda bu yönde önemli gelişmeler oluyor. Olmaya da devam edecektir. Türkiye’nin mecburiyetleri onu bu rotaya yeniden sokmaktadır. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

ATATÜRKÇÜ OLMAK

AKP sözcüsü bir soruya şöyle cevap vermiş, gazetelerden öğreniyoruz:

“Bizim laiklikle, Cumhuriyet’le Atatürk’le ilgili duruşumuz nettir. Bizim Mustafa Kemal Atatürk’le hiç sorunumuz olmadı”

“Demokrat Parti döneminde Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartılmıştır biliyorsunuz. O dönem Demokrat Parti’nin Cumhuriyet’in kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’e dönük pozisyonu neyse, bugün aynı gelenekten gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın pozisyonu da aynıdır. Bizim geçmişle kavga etmek gibi bir niyetimiz yok. Cumhuriyet bizimdir, Mustafa Kemal Atatürk bizimdir.”

Peki Demokrat Parti’nin “Cumhuriyet’in kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’e dönük pozisyonu” nasıldı?  Atatürk ilkelerine ne kadar sadıktı? Bize kalırsa Atatürk’ün vefatından sonra gerçek anlamıyla Atatürk’ün ilkelerine sadık bir iktidar olmadı.

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN ÖZÜ

1938’den sonra Kemalizm unutuldu, İnönü Atatürkçülüğü onun yerini aldı. İnönü Atatürkçülüğünün de gerçek Atatürkçülük ile bir ilgisi yoktur.

Nedir bu gerçek Atatürkçülük derseniz özetleyelim:

Atatürkçülüğün özünde Müdafaa-i Hukuk fikri vardır. Onun esasları da şunlardır:

Emperyalizme karşı mazlum milletlerin kurtuluş ve bağımsızlık savaşı; tam bağımsızlık ilkesi, bir kişinin veya ailenin egemenliğine karşı kayıtsız, şartsız millet egemenliği; emperyalist batıya karşı milli birlik; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için sürekli devrim.

Bütün bunları gerçekleştirmek için, savunmanız milli olacak ve ekonominiz güçlü ve milli olacak, eğitim milli olacak, bilimin aydınlığından faydalanacaksınız, komşularla iyi geçineceksiniz, emperyalist devletlere karşı mazlum devletlerle işbirliği içinde olacaksınız.

SORMAK LAZIM:

Savunmamızı NATO’ya yani yabancı askerlere emanet etmek Atatürkçülük müdür?

Amerika’nın emperyalist emellerine hizmet etmek Atatürkçülük müdür?

Etnik kimlik ve dini inanç farklılıklarını öne çıkarıp milli birliği bozmak Atatürkçülük müdür?

Bölücülerle açılım yapmak veya beraber yürüyerek adalet aramak Atatürkçülük müdür?

Küreselleşme, liberalleşme sözlerine kanıp, ekonomimizi batının sermaye çevrelerine açmak Atatürkçülük müdür?

Amerika komşu ülkeleri işgal etmesini, bombalamasını, halkı birbirine kırdırmasını hoş görüp desteklemek Atatürkçülük müdür?
Demokrasi, insan hakları, adalet gibi sözcüklerin arkasına saklanarak bölücülük yapmak Atatürkçülük müdür?

Millet egemenliği yerine tek bir adamın egemenliği için uğraşmak Atatürkçülük müdür?

Büyük ve milli olmayan sermayenin Türkiye’yi yönetmesine razı olmak Atatürkçülük müdür?

Eğitimin milli ve akılcı olma özelliğinden uzaklaştırmak Atatürkçülük müdür?

ATATÜRKÇÜLER BİRLEŞMELİDİR

TBMM’nde temsil edilen hiçbir parti gerçek anlamıyla Atatürkçü değildir. Gerek programı ile gerekse söylem ve eylemleri ile şu anda tek Atatürkçü parti Vatan Partisidir.

Kemalist devrimin tamamlanması için gerçek Atatürkçülere büyük görev düşüyor. Öncelikle örgütlü mücadeleye inanmaları ve bu örgütün de Vatan Partisi olduğunu bilmeleri gerekir. Bunun da gerçekleşmesi yakındır. Türkiye yeniden Kemalist devrim rotasına girmektedir.


2 Kasım 2017 Perşembe

ADIM ADIM YENİ HARFLERE

Bir 1928 Ağustos akşamı Atatürk Falih Rıfkı ile birlikte Sarayburnu parkına gider. Kalabalık bir halk topluluğu sahnedeki müzisyenlerin Arapça söylediği müzikleri dinlemekte ve eğlenmektedir. Atatürk’ü büyük bir coşku ile karşılarlar.  Atatürk bu güzel eğlenceli gecenin atmosferini Latin harflerini ilan etmek için uygun olduğunu görür ve orada halka hitap eder:

Önce şunları söyler: Senin yazın Arap yazısı değildir. Musikin sahnedeki bu müzik değildir. Daha sonra kâğıda yazdıkları birisine verir ve okutur. Bu nutukta şunları yazmıştır:

SARAYBURNU NUTKU

“Yeni Türk harfleri çabucak öğrenilmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanseverlik, milletseverlik görevi biliniz. Bu görevi yerine getirirken düşününüz ki bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmalıdır…

Bu millet, utanmak yaratılmış bir millet değildir; övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir millettir. Ama milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bunun suçu bizde, bugünün insanlarında değildir; Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin düzensizliklerini kökünden kazımak günlerindeyiz. Yanlışlıkları düzelteceğiz. Yanlışlıkların düzeltilmesinde bütün yurttaşların çalışmalarını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde, bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmiş olacaktır. Milletimiz, yazsı ile kafası ile bütün uygarlık dünyasının yanında olduğunu gösterecektir.”

Daha sonra Büyükada Kulübü’ne gider ve oraya yanaşırken tuvaletli beyler ve fraklı erkekler görür. Dönüp Falih Rıfkı Atay’a şöyle der. “Çocuk, orada yaptığımızı burada yapamazdık.

Falih Rıfkı bu sözü şöyle yorumlar: “Bu bir Tanzimat dekorudur. Garp medeniyetçisi ve Türk milliyetçisi Atatürk bu dekora bir türlü ısınamamıştır. O bir cilacı değil, bir yontmacı idi.”

SÜREÇ DEVAM EDER

Böylece 1 Kasım’a giden süreç başlamış olur. Kronolojik olarak olaylar şöyle gelişir:

11 Ağustos 1928’de Dolmabahçe’de salona konulan bir kara tahta önünde İbrahim Necmi Dilmen yeni harfler üzerine mevcut konuklara bir ders verir.

25 Ağustos’ta Ankara’da 4. Öğretmenler Birliği Kongresinde öğretmenler yeni harfleri öğrenmek için and içerler.

4 Eylül’de İçişleri Bakanlığı, valiliklere kültür işleri ve halk mekteplerinde okuma yazma kursları üzerine bir genelge yollar.

8-25 Ekim’de kamuda memurlar yeni harfler konusunda imtihana girerler.

31 Ekim’de Halk Partisi grup toplantısında yeni harfler konusu ele alınır.

MECLİS TOPLANIR

1 Kasım 1928’de meclisin yeni faaliyet dönemi başlar. Atatürk meclisi açış konuşmasında şöyle der:

“Büyük Türk milletine, onun bütün yollarını kısır yapan çorak yol dışında, kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Bu okuma yazma anahtarı ancak, Latin esasından alınan Türk alfabesidir.

Milletler ailesine aydın yetiştirmiş büyük bir milletin dili olarak girecek olan Türkçeye bu yeni canlılığı kazandıracak olan üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız ebedi Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde mümtaz bir sima olacaktır…”

Aynı gün meclis yeni harfleri geçilmesini asa olarak kabul eder. 3 Kasım 1928’de Yeni Harfler Yasası Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girer.  Böylece aydınlanmanın bir yolu daha açılmış olur.


Not: Bu yazının hazırlanmasında Kerem Çalışkan’nın Miras isimli kitabından yararlanılmıştır.
 HARF HARF AYDINLIK

Cumhuriyet tarihinde 1 Kasım 1928 önemli bir gündür. Bu tarihte, 'Türk Harfleri' adıyla bir kanun çıkarılarak, Latin esasından alınan harfler kabul edilmiştir
 
Cumhuriyet tarihinde 1 Kasım 1928 önemli bir gündür. Bu tarihte, “Türk Harfleri” adıyla bir kanun çıkarılarak, Latin esasından alınan harfler kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden “Harf Devrimi” bu şekilde yapılmıştır.
Osmanlı sevdalıları bu 1 Kasım’ı değerlendirirken “bir gecede cahil kaldık” diyor. Oysa cehalet Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan en büyük mirastır.
HALK PEYGAMBERİNİ BİLMİYORDU
Cehaletin boyutunu Şevket Süreyya iyi anlatır. Tabur komutanı iken erleri toplar ve bazı sorular sorar. Gerisini ondan dinleyelim:
“Bir gün askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir?
Hepsinin bir ağızdan, ‘Elhamdü-l-illâh Müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi ‘İmamı âzam dinindeniz’, kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, ‘İslâmız’ diyenler de çıktı ama ‘Peygamberimiz kimdir?’ deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, ‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır’ bile dedi. (...) ‘Biz hangi milletteniz?’ deyince her kafadan bir ses çıktı: ‘Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz ‘Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. (...) “Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın adını, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir. Hele iş vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler; belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”
1 gecede cahil kaldı denen toplumun bilgi düzeyi işte bu.
CEHALET SALTANATIYDI
Cehalet bu boyuta uzun yıllar içerisinde ulaşmış. Kanuni’den bu yana, medreselerde din dışı bilimler yasak. 1571 yılında Tophane’de gözlemevi yapılıyor. Şeyhülislamın gökleri gözlemek uğursuzluk getirir demesi üzerine yıkılıyor. 1870 yılında Darülfünun açılmış, Hoca Tahsin Efendi oksijensiz yanma olmadığını göstermek için deney yaptığı ve Cemaleddin Efgani ise biraz liberal görüşleri savunduğu için bu kurum kapatılıyor. Müteferrika Matbaası 1727 yılında açılmış, ancak 18 yıl açık kalmış ve toplam 18 kitap basabilmiştir. O tarihte Avrupa’da binlerce kitap basılıyordu.
Osmanlı’daki son durumu özetleyelim:
Çocukların sadece 1/4’ü okula gidebiliyor. Halk cahil. Erkeklerin yüzde 93’ü, kadınların yüzde 99’u okuma yazma bilmiyor. Toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyor. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci var.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak.
Reklamdan sonra devam ediyor
Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş.
Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı’da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı 90.000.
Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok.
Halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, medrese ehlinin, bilgisine terk edilmiş durumda. Akılcı ve bilimsel düşünce yok.
Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat hikayesi anlaşılıyor.
Türkçe ihmal edilmiş. Sözcükler unutulmuş. Türkçe, Osmanlıca denilen bir dile dönüşmüş. Arapça, Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Arapça alfabe kullanılıyor. Birçok dini cemaat hayata yön vermeye çalışıyor. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
CAHİLLİK VE GERİCİLİKLE SAVAŞ
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşını zaferle bitirmiş, İzmir’de... Çevresindekiler ona, “Çok yoruldunuz Paşam, herhalde çiftliğinize çekilir dinlenirsiniz” diyor... Onun cevabı aynen şöyle oluyor: “Hayır asıl savaş şimdi başlayacak. Bu savaş, cahilliğe ve gericiliğe karşı yapılacaktır...”
1 Kasım, cahilliğe ve gericiliğe karşı başlatılan bu savaşta en önemli adımın atıldığı gündür.
Ve savaş başlar. İlk okul, orta okul, lise sayıları hızla artırılır. Bununla yetinilmez, halkın da eğitilmesi için Millet Mektepleri köylere kadar yaygınlaştırılır.
Millet Mektepleri’ne bağlı açılan halk dershanelerinde yeni harfler öğretilmeye başlanmıştır. Atatürk de “Başöğretmen” olarak kasaba kasaba, köy köy gezerek Halk Dershanelerinde ders vermiştir. Millet Mekteplerine 15-45 yaşları arasındaki tüm yurttaşların katılmaları zorunlu kılınmıştır. 45 yaşın üzerinde olan yurttaşlar için bu kurslar isteğe bırakılmıştır. 1929-1933 tarihleri arsında Türkiye’de toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589’u kentlerde, 35.461’i köylerdedir. Beş yıl içinde Millet Mekteplerine 2.305.924 kişi devam etmiş ve diploma almıştır. Millet Mekteplerine devam edenlerin 458.000’i kadındır ve bunların çoğuna okur yazarlık diploması verilmiştir.
Millet Mektepleri ile başlayan okuma yazma seferberliği ve halk aydınlanması, Halkevleri ile daha da artırılarak devam ettirilmiştir. Halkevleri 19 Şubat 1932 tarihinde Ankara’da yapılan bir törenle açılmıştır. Ankara Halkevi ile birlikte aynı anda 14 Halkevi daha açılmıştır. Halkevi sayısı 1935 yılında 103’e, 1936 yılında ise 136’ya yükselmiştir.
Türkiye’de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda yüzde 04 iken, Harf Devrimi’nden 7 yıl sonra (1935) bu oran yüzde 19.2’ye çıkmıştır. Harf Devrimi öncesi son 200 yılda toplam 30 bin kitap basılmıştır. 1927 yılından 1943 yılına kadar geçen sürede basılan kitap sayısı ise 31 bindir.
Bu veriler ışığında 1 Kasım 1928 cehalete ve gericiliğe karşı yürütülen savaşın en önemli aşamasıdır. Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kere daha saygıyla, minnetle ve şükranla anıyoruz.