26 Kasım 2015 Perşembe

FÜZE TÜRKİYE'Yİ VURDU

Rus uçağının düşürülmesini değerlendirirken tabloya geniş açıdan bakmak gerekir. Sadece bu olaya, Türkmen dağına, Lazkiye’ye veya Reyhanlı’ya bakarsak doğru yorumlar yapamayız.

Ortada bir gerçek var: Petrol, daha doğrusu enerji kaynakları. 

Dünyadaki enerji kaynaklarının büyük çoğunluğu Ortadoğu’yu da kapsayan Avrasya’da bulunuyor. Yıllar önce Amerikalı strateji uzmanı Zbigniev Brzezinski kitabında şöyle yazmıştı. “, "Dünyanın merkezi Avrasya'dır. Çünkü dünyanın bütün petrolleri ordadır. Bu petrolleri ABD kontrol etmelidir. ABD Avrasya bölgesini kontrol etmeden dünya hakimiyetini sürdüremez.”

Olayın aslı işte budur. ABD Avrasya’yı kontrol altında tutmak istiyor. Bu bölgede kendisine mani olabilecek ülkeleri parçalıyor veya zayıf düşürmeye çalışıyor. Olmadı, iktidarlarını kendi sözünden çıkmayacak kimselerden oluşmasını sağlıyor.

Brzezinski bu sözleri yazdığında Sovyetler parçalanmamıştı, Yugoslavya bütünlüğünü koruyordu. Türkiye’de PKK terörü bu boyuta çıkmamıştı. Irak, Suriye ve Libya toprak bütünlüğünü koruyordu. Ne olduysa oldu; Sovyetler, Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye parçalandı. Afganistan Sovyetlerin egemenliğinden çıktı.

ABD’nin 2002 yılında açıkladığı ve 22 ülkenin yönetimini ve sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin temelinde ABD’nin Avrasya’ya hâkim olma emeli yatar.

ABD’nin bu projesi adım adım gerçekleştirmeye başladı. Irak fiilen parçalanmış ve yönetimi değişmiş durumda. Suriye de parçalandı ama Esat’ın direnci ABD’yi yendi. Esat ülkesini ABD ve onun Ortadoğu’daki büyük ortağı İsrail’e karşı koruyor.  

ABD’nin Irak’ı ve Suriye’yi parçalamak ve bu ülkelere hâkim olmak için yürüttüğü politikalar sonucu milyonlarca insan öldü, milyonlarca insan evinden, vatanından uzaklara göç etti. Buraya dikkatinizi çekerim, bu insanların arasında Irak ve Suriye Türkleri de vardı.

Suriye'de savaş halen devam ediyor. Bir tarafta ABD’nin piyonları olan PYD, IŞİD, El Nusra, El Kaide ve Özgür Suriye Ordusu gibi terör örgütleri, diğer yanda Esat’a bağlı Suriye Ordusu, Rusya ve Hizbullah. İran’da Esat güçlerini destekliyor. Tablo bu.

ABD’nin Avrasya’ya hâkim olmasını önleyecek 3 büyük bölge ülkesi var: Türkiye, Rusya ve İran. Bunu bilen ABD Rusya’yı zayıflatmak için uğraşıyor, Ukrayna’yı kendi kontrolüne almaya çalışıyor. Rusya’nın komşuları ile olan ilişkisini bozmaya çalışıyor. İran’a ekonomik ambargo uyguluyor.

Türkiye’yi ise PKK denilen terör örgütünü kullanarak bölmeye çalışıyor. Bu da yetmezmiş gibi, yönetime kendi sözünü dinleyecek iktidarların gelmesini sağlıyor. Türk Milletini Mustafa Kemal öğretisinde uzaklaştırmaya çalışıyor. Milli devletimizi yıkmaya uğraşıyor.

ABD son zamanda iki büyük darbe aldı. Birincisi Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türk Polisinin PKK karşı 24 Temmuzdan itibaren ABD’nin piyonu PKK’ya karşı çok ciddi biçimde mücadeleye başlaması ve ikincisi de Rusya’nın Suriye olayına doğrudan müdahalesi. Bu ki olay ABD planları için önemli bir darbe oldu.

Türkiye’nin ülke ve milletini böldürmemek için başlattığı mücadeleyi durdurmak ve Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini azaltmak için gerekli olan şey Türkiye’ ile Rusya’yı karşı karşıya getirmekti. Rus uçağına atılan füze bunu başardı.


Rus uçağına atılan füze sadece uçağı düşürmekle kalmadı, Türkiye Rusya ilişkilerine de darbe vurdu. Bu darbe kime yaradı derseniz cevabı basit: ABD’ye… Bunun ne sevinilecek ne de övünülecek bir yanı yok. Türkiye kendi bacağına kurşun sıktı, o kadar!

24 Kasım 2015 Salı

24 KASIM VE MİLLET MEKTEPLERİ

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Osmanlı’nın mirası olan cehaleti yenmek için büyük bir eğitim seferberliği uygulamaya konmuştur.  Cehalet bize Osmanlı’dan mirastır. Cumhuriyet kurulduğunda çocukların büyük bir kısmı okula gitmiyordu. Halk cahildi. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyordu. 

Ülkede toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise vardı. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyordu. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci vardı.

Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuştu. Hurafeler din diye öğretiliyordu. Medreselerde Türkçe yasaktı. Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuştu. 

Bu durum kabul edilemezdi. Savaş bitmiş, zafer kazanılmıştı ama yeterli değildi; cehalete karşı da savaş yapılmalıydı. Atatürk bu savaşı zaferle sonuçlandırmanın önemini şu sözleri ile anlatmış:

“En mühim ve feyizli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur.”
“Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır. Memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.”
“Bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır.”
“Bizim izleyeceğimiz Millî Eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut bilgisizliği ortadan kaldırmaktır.
Ayrıntılara girmekten kaçınarak bu fikrimi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, milletini dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dinî ve ahlâkî bilgi vermek ve dört işlemi öğretmek, öğretim ve eğitim programlarımızın ilk hedefidir.
Bu hedefe erişmek, Millî Eğitim tarihimizde kutsal bir aşama teşkil edecektir”

Ülke çapında eğitim veren ilkokul, ortaokul ve lise sayısının hızla artırılmasına çalışılarak çocukların eğitim seviyesi yükseltilmeye çalışılmıştır. Mustafa Kemal, sadece çocukları eğitmenin yeterli olmadığını ve halkın da hızla cehaletten kurtarılmasına olan inancını şu sözlerle ifade etmiştir:

"Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana-babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir vazife bilmelidirler."

Halkın bilgilendirilmesi için, Millet Mekteplerinin kurulmasına karar verilmiş ve 11 Kasım 1928'de Millet Mektepleri Talimatnamesi kabul edilmiş ve 1 Ocak 1929'da Millet Mektepleri'nin ilk dershanesi açılmıştır.

24 Kasım 1928 tarihinde Atatürk’e “Başöğretmen” unvanı verilmiştir. 24 Kasım’ın Öğretmenler günü olarak kutlanmasının sebebi budur.  Atatürk de “Başöğretmen” olarak kasaba kasaba, köy köy gezerek halk dershanelerinde ders vermiştir. 

Millet Mekteplerine 15-45 yaşlar arasındaki tüm yurttaşların katılmaları zorunlu kılınmıştır. 45 yaşın üzerinde olan yurttaşlar için bu kurslar isteğe bırakılmıştır.

Millet Mektepleri sabit ve seyyar olmak üzere (A) ve (B) dershanelerinden, halk okuma odalarıyla köy yatı dershanelerinden oluşmakta idi.  Şehir ve kasabalardaki Millet Mekteplerindeki dershanelere sabit, mektepsiz köylere bir devre için öğretmen göndermek sureti ile açılan dershanelere seyyar dershane denirdi. 

A tip dershanelerde okuma yazma öğretilirdi. B tipi dershanelere A tipi dershaneleri bitirenler giderdi. Bu dershanelerde, iki saat okuma yazma, iki saat ölçüler ve hesap, bir saat sağlık ve bir saat yurt bilgisi dersleri verilirdi. 

Bu dershanelerde “Köy Kıratı”, Halk Okuma Kitabı”, “ Millet Mektepleri ve Halk Dershanelerine Mahsus Yurt Bilgisi” gibi kitaplar okutulurdu. 

Millet Mektepleri'ne bağlı açılan halk dershanelerinde yeni harfler öğretilmeye başlandı.

1929-1933 tarihleri arsında Türkiye'de toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589'u kentlerde, 35.461'i köylerdedir.

Türkiye'de 1927 yılında okuma yazma oranı erkeklerde %7, kadınlarda %04 iken, Harf Devrimi'nden 7 yıl sonra (1935) bu oran %19.2'ye çıkmıştır. Bu oran Harf Devremi öncesinin 3 katı kadardır.  


Çocuklarımızın ve gençlerimizin bilimin ışığı ile aydınlanması ve çağdaş bilgilerle donatılması için çaba gösteren başta başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum ve öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmeler Gününü kutluyorum. 

23 Kasım 2015 Pazartesi

SAĞ VE SOL

Türk insanının yıllardır sağlıklı kararlar vermesine engel olan en önemli şey, sol ve sağ kavramlarıdır.  Kendisini dindar kabul eden ve milli kültüre sahip çıktığını düşünen halkımız yaklaşık 65 yıldır sağcı bildiği partilere oy veriyor. Bu sağcı partilerin uyguladığı ekonomik programları ise hiç dikkate almıyor.

Sol düşünce, halkımız tarafından adeta mahkûm edilmiş durumda. Sol, halkın büyük çoğunluğu tarafından komünistlik ve dinsizlik olarak kabul ediliyor. Bunda elbette solcuyum diyen bazı kimse ve kurumların dini ve milli değerlere karşı saygısız ve duyarsız olmasının rolü var ama bize kalırsa esas problem halkın solu da komünizmi de, sosyalizmi de, kapitalizmi de doğru olarak bilmemesi.

Yıllardır verdiği oylarla dinini ve milli değerlerini korumaya çalışan halkımız güç verdikleri iktidarların uyguladıkları ekonomik programlar nedeni ile neler olduğunu fark etmiyorlar:

Türkiye’nin sömürüldüğünü, halkın soyulduğunu fark etmiyorlar.

Yönetimi zenginlere ve onlarla işbirliği yapanlara teslim ettiklerini fark etmiyorlar.

Kendilerinin yoksullaşırken zenginlerin daha da zenginleştiğini fark etmiyorlar.

Gelir dağılımının giderek bozulduğunu, gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin giderek arttığını fark etmiyorlar.

Türkiye’nin ormanlarının, topraklarının, derelerinin, madenlerinin yabancılara ve onların işbirlikçilerine peşkeş çekildiğini fark etmiyorlar.

Kendi çocuklarının zor şartlarda ve eksikliklerle dolu okullarda okurken, zenginlerin çok daha iyi okullarda okuduğunu fark etmiyorlar.

Yoksul ve orta gelir düzeyindeki kimselerin zorluklarla okuttukları çocuklar iş bulamazken, zenginlerin çocuklarının daha okulları bitmeden işlerinin hazır olduğu fark etmiyorlar.

Kendileri evlerine ekmek götürmede zorluk yaşarken, zenginlerin evlerinde türlü türlü yemekler piştiğini fark etmiyorlar.

Kendileri sürekli borç içinde olduklarını fark etmedikleri gibi, ülkenin ve devletin de borç batağına sokulduğunu fark etmiyorlar.

İktidara getirdiklerinin emperyalist güçlerle iş birliği yaptığını fark etmiyorlar.

Milliyetçi, muhafazakâr diye oy verdiklerinin vatan topraklarının bölünmesine göz yumduklarını fark etmiyorlar.

İktidara sahip olanların hırsızlık, yolsuzluk yapıp halkın parasını çaldıklarını fark etmiyorlar.

İşçiler, emekliler, işsizler yoksulluk sınırının altında yaşadıklarını fark etmiyorlar.

Çocuklarının iyi eğitim almadığını, karınlarının doymadığını, iyi beslenemediklerini, sanat ve spor imkânlarından yoksun kaldığını fark etmiyorlar.

Bunları fark etmeden sağcı bildikleri partileri destekleyip duruyorlar. İşin bir acı yanı da, kendisini solcu diye tanıtan başta CHP olmak üzere bazı partilerin de küresel sermayenin ekonomik programlarını savunduklarını fark etmiyorlar.

Kendisini sağcı kabul eden halkımız dinini ve milli kültürünü koruyorum sanarak kendisini emperyalist dünyanın sömürüsüne açık hale getiriyor.

Türk insanının sağlıklı seçimler yapabilmesi sağ ve sol kavramlarının yanlış değerlendirilmesi nedeni ile mümkün olmuyor.

Halkımıza sesleniyorum:

Bu sağ, sol laflarını bir kenara bırakın. Unutmayın, sizi dindar ve muhafazakâr kılığına girerek aldatıyorlar. Milletin ekonomik çıkarlarını koruyamayan, vatanını koruyamayan, ülkesinin değerlerini koruyamayan, yoksulluğu önleyemeyen, refahı yayamayan, hırsızlığı ve yolsuzluğu yol edinmiş, kul hakkı alırken Allah’tan korkmayan kimseler sağcıyım dese ne olur, solcuyum dese ne olur. Yalana ve yalancıya kanmadan parti seçin.  

Önünüze gelecek olan seçim sandığını iyi değerlendirin, kendinizi ve çocuklarınızı yalancıya, hırsıza, işbirlikçiye teslim etmeyin.


20 Kasım 2015 Cuma

ATATÜRK’ÜN İZİNDE OLMAK

Uzun süredir Türkiye’de bir Atatürkçülük ve Kemalizm tartışması sürüp gidiyor. Bu tartışmalar bile Atatürk’ü ve onun öğretisini bir türlü kavramadığımızı gösteriyor.

Mustafa Kemal’i anlamak için Onun yaptıklarını iyi değerlendirmek lazım. Onun üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı verdiği kurtuluş savaşı, saltanata karşı demokratik devrim ve toplumu ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü.

Kuva-yı Milliye,  aslına dünyanın tanıştığı ilk Halk Kurtuluş Ordusu’dur. Müdafaa-i Hukuk ise sadece Türk milletinin haklarını emperyalizme karşı koruma öğretisi değildir. Müdafaa-i Hukuk, mazlum milletlerin için bir kurtuluş beyannamesidir.

Kurtuluş savaşının batılı güçlere karşı verilmiş olması Türkiye halkının milliyet duygularını pekiştirmiş ve bu mücadelenin esnasında saltanat erbabının ve padişahın emperyalizm ile işbirliği yapış olması Türk İnkılabını demokratik kılmıştır.

Atatürk hem ihtilalcidir hem de inkılapçıdır. İhtilalcidir çünkü başkaldırıyı padişaha karşı yapmıştır. İnkılapçıdır çünkü Türk toplumu dönüştürmüştür. Verdiği kurtuluş savaşı ağır bastığı için devrimciliği yeteri kadar göz önünde tutulmamıştır.

Atatürk devriminin temel özelliği demokratik olmasıdır. O, Anadolu İhtilalini kongrelerle, şuralarla, meclislerle ve halkı ile birlikte yapmıştır.   Her zaman TBMM’nin emrinde olmuştur. Yunan kuvvetleri Sakarya’ya kadar geldiğinde bile başkomutanlık yetkisi TBMM’den almış ve ondan sonra düşmanı Sakarya’da durdurmuştur.

Mustafa Kemal’in şansızlığı ölümünden sonra İnönü Atatürkçülüğünün Türkiye’ye egemen olmasıdır. İnönü, Atatürk’ün milli demokratik devrimini sürdürmede çok yetersiz ve isteksiz kalmıştır. Demokratik devrim, totaliter bir bürokrasi diktasına ve “muassırlaşma” hamleleri de “alafırangalığa” dönüşmüştür.

Bugünlerde Atatürk’ü yerenler de övenler de gerçek Mustafa Kemal’i değil, hayallerindeki Mustafa kemali yeriyor veya övüyorlar.

Atatürk’ün temel düşüncesi emperyalizme karşı müdafaa-i Hukuk ve tam bağımsızlık, dikta anlayışına karşı da Milli egemenliktir. Alafrangalığın yani batı dünyasının taklitçiliğin ise Atatürkçülük ile ilgisi yoktur. O, her zaman milli kültürü savunmuştur.

Eğer Atatürk’ün izindeyiz diyorsanız tutacağınız yol, milli demokratik devrim yoludur. Bu yola yalnız gidilmez. Bu yolda ilerlemek isteyenlerin bir siyasi parti bünyesinde çalışması gerekir.


AKP karşı devrimci bir partidir. CHP’nin ise Atatürk ile ilgisi kalmamıştır; emperyalizmin piyonlarının savunucusu durumuna düşmüştür. MHP’nin ise bir etkinliği kalmamıştır ve bu parti de antiemperyalist özellikte değildir. Ben Atatürkçüyüm diyenlerin toplanacağı ve milli demokratik devrim için mücadele edeceği parti Vatan Partisidir. Toplanılacak yer orasıdır.

18 Kasım 2015 Çarşamba

HAYAL VE GERÇEK

Bilinen bir hikayedir; Mecnun aşık olduğu Leyla’yı bulmak için çöllerde dolaşırken bir gün Leyla ile karşılaşır ama sevinmez ve mutlu olmaz. Leyla bunun nedenini sorar. Mecnun cevap verir: “Ben Leyla için çöllere düştüm, hayatımı onu bulmaya adadım. Şimdi seni buldum ama sen benim aradığım Leyla değilsin.”

Aslında Mecnun kendi hayal dünyasında mevcut bir güzele aşıktır. Aşık olduğu kızı Leyla sanır ama onun ile karşılaşınca hayalindeki kızın o olmadığını anlar.

CHP’ye oy veren seçmenlerin de Mecnun gibi; kafalarında bir CHP var, ona oy verdiklerini sanıyorlar ama oy verdikleri parti CHP değil. CHP sandıkları parti YCHP ama haberleri yok.

CHP Türkiye Cumhuriyet’ini kuran partidir. Müdafaa-i Hukuk doktrini ile ve milli demokratik devrimi tamamlamak için kurulmuş bir partidir. İlkeleri ve amaçları bellidir. CHP’nin özü tam bağımsızlık ve milli egemenliktir.

YCHP ise tam bağımsızlığı bir kenara koyup emperyalist güçlerin lideri ABD’nin piyonluğunu yapmaya çalışıyor.

Türkiye’yi bölmeye çalışan ABD bu amaçla kullandığı iki örgüt var: F tipi örgüt ve PKK (HDP).

YCHP bir yandan HDP ile görüşmeler yapıp onu halkın gözünde legalize etmeye ve hoş göstermeye çalışırken diğer yandan F tip örgüte adeta gövdesini siper ediyor.


ABD’nin kara gücüm dediği PKK ve onun uzantısı olan PYD ile silahlı mücadele yürütürken, YCHP PYD’yi savunan ve destekleyen beyanatlar veriyor.

YCHP’li gençler HDP’li (PKK) gençler ile birlikte üniversitelerde güvenlik birimleri oluşturmaya kalkıyor.

Gerçek CHP’nin içinde olması gereken Atatürkçüler, yurtseverler, ulusalcılar YCHP’den teker teker kovuluyor, onların yerine Kürt milliyetçileri, liboşlar, cemaatçiler, küresel sermayenin adamları, Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayanlar, tescilli ajanlar, sorosçular, Atatürk’ü katliamcı ilan edenler partiye dolduruluyor.

Atatürk ilkelerine, 6 oka, tam bağımsızlığa, sahip çıkmayan, Türk milletinin ve Türk vatanının bölünmez bütünlüğünü savunmayan, küresel güçlere karşı milli ekonomiyi programına koyamayan, Atatürk’ün “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz” demesine rağmen cemaati koruyup kollayan, Türk Milletini anayasadan çıkarma teşebbüslerini hoş gören bir parti artık CHP değildir.


CHP’ye oy verdiğini sanan vatandaşlarımızın artık daldıkları hülyadan uyansınlar. Oy verdikleri parti CHP olmaktan çıkmıştır. Bu vatandaşlarımız verdikleri oylarla gerçek CHP’nin şiddetle karşı olması gereken söylem ve eylemlerine destek oluyorlar. Düşündükleri  CHP artık yok, bunu bilsinler.

17 Kasım 2015 Salı

G 20 GERÇEĞİ

Türkiye G 20 toplantısına ev sahipliği yaptı. Bu toplantıya dünyanın en büyük ekonomisine sahip 19 ülke ve Avrupa birliği Komisyonu katıldı. Türkiye ekonomik büyüklük sıralamasında geçmiş yıllarda 17. Sırada iken, son yıllarda uygulanan yanlış ekonomik programlar soncu 19. sıraya inmiş durumda. İleriye doğru yapılan tahminle ise, Türkiye’nin ilk 20 ülke arasından çıkacağı şeklinde.

İstihdam yaratmayan, borç ve dış açıkları büyüten sıcak paraya dayalı büyüme modeli, iç ve dış faktörlerin etkisiyle giderek işlemez hale gelince, Türkiye ekonomisi irtifa kaybetmeye başladı. IMF projeksiyonları Türkiye’nin, GSYH’ye göre ülke sıralamasında bu yıl 2 basamak düşerek 19’unculuğa ineceğini gösteriyor. Asıl kalkınmışlığın ve halkın refah düzeyinin göstergesi sayılması gereken kişi başına GSYH’ye göre sıralamada ise Türkiye’nin bu yıl yine 2 basamak inerek 67’nciliğe kadar düşeceği tahmin ediliyor.

2012’de Türkiye,  TÜİK’e göre 10 bin 497 dolar, IMF’ye göre 10 bin 523 dolar olan kişi başına milli geliri ile 64’üncü sırada yer alıyordu. 2013’te ise Türkiye IMF’ye göre 10 bin 815 dolar olan ancak TÜİK’in 10 bin 782 dolarla daha da düşük açıkladığı kişi başına GSYH ile 65’inciliğe geriledi. 2014’te ise OVP’deki 11 bin 277 dolarlık hedefe karşılık IMF,  9 bin 920 dolarlık kişi başına milli gelir öngörüyor. Bu da Türkiye’nin 2 basamak daha düşerek 67’nciliğe inmesi anlamına geliyor. Bu da AKP’nin 12 yılı aşan iktidarında “hızlı büyüme” masallarına rağmen halkın refah düzeyini dünyanın gerisinde bıraktığının; dünya ile karşılaştırmada göreli olarak halkı yoksullaştırdığının kanıtı…

Kişi başına düşen gelirdeki bu gerilemenin yanında gelir dağılımında da bozulmalar oldu. Yoksulluk artarken dolar milyarderlerinin sayısı arttı. Para belirli ellerde toplandı.

AKP’nin iktidar olduğu 13 yıllık dönemde, ekonomi çıkmaza sokuldu. Üretim artırılamadı ama borçlar artırıldı. Dış borçlar tutarı 400 milyar doların üstüne çıktı. Devlet borçlandı, özel sektör borçlandı, esnaf borçlandı, halk borçlandı. Borçlar ödenemez duruma geldi.

Yoksulluk ve yolsuzluk arttı. İnsanlar fakirliğe mahkûm edildi. İşsizlerin sayısı arttı. Sanayi ve tarım üretimi yavaşladı. İthal mallar piyasayı doldurdu. Saman bile ithal eder hale geldik. Dış ticaret açığı rekorlar kırdı. Açığı yüksek faizli borçlarla kapatır olduk.

Kamuya ait fabrikalar, işletmeler özelleştirildi. Ormanlar, yer altı zenginlikleri dereler yağmalandı. Özel sektöre ait birçok fabrika, tesis ve kurum yabancıların eline geçti.

Yapılan özelleştirmelere ve alınan borçlara rağmen ekonomik olarak büyüme sağlanamadı. Eğitime, sağlığa yeteri kadar para ayrılamadı. Zenginlerin gittiği hastaneler ve okullar yoksullarınkinden çok farklı hale geldi. Siyaset insan için değil, para için yapılır oldu.

Borçlanmaya dayanan bir ekonomik düzen ile kalkınma da olmaz, sosyal adalet de sağlanamaz. Çare, özellikle yüksek katma değerli ve rekabet edebilir malların üretiminden geçer.

Kısa süre içinde borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine geçmezsek, bundan sonraki G 20 toplantılarına katılmak bir hayal olacaktır.

15 Kasım 2015 Pazar

KATİLLER BELLİDİR
İnsanlar ölüyor; bombalarla ölüyor, kurşunlarla ölüyor, boğazı kesilerek ölüyor, boğularak ölüyor, açlıktan ölüyor, sefaletten ve hastalıktan ölüyor. Milyonlarca insan da evinden yurdundan göç etmek mecburiyetinde kalıyor.
En son Beyrut ve Paris’te patlayan bombalarla 2oo’e yakın insan öldü. Teröristlerine saldırıları sonucu daha çok insan öleceğe benziyor.
Kimdir bu teröristler? Ne istiyorlar? Silahları nereden buluyorlar? Neden öldürüyorlar? Bunları kim kullanıyor? Bu soruların cevaplarını iyi bilmek lazım.
Dünyadaki masum ölümlerin en büyük sebebi kapitalistlerin bitmez, tükenmez ihtiraslarıdır. Paraya duymuyorlar. Dolara doymuyorlar. Zenginleştikçe daha da zengin olmak istiyorlar. Yoksulları iliklerine kadar sömürmek istiyorlar.
Bunlar için petrol insan kanından daha kıymetlidir. Petrole, doğal gaza ve ucuz ham maddeye ulaşmak için yapmayacakları şey yoktur. Kendi ürettikleri mallar ülkeler arasında serbestçe dolaşsın isterler ama üçüncü dünya ülkelerin mallarına gümrük duvarları, kota duvarları örerler. İnsanları ucuz işçi kaynağı olarak görürler. İnsan emeğini sömürmekte hiç bir mahzur görmezler.
Zengin kapitalist ülkelerin sömürü düzenini devam ettirmede en büyük engel milli devletlerdir. Onun için milli devletleri kontrol etmek isterler. Bunun için, IMF’yi, Dünya Bankasını’nı, Dünya Ticaret Örgütü’nü ve diğer uluslar arası kurumları kullanırlar. İktidarları ve onların politikalarını değiştirirler. Daha olmadı, milli devletleri parçalarlar, iç karışıklıklar çıkarırlar. Etnik, ve dini inanç farklılıklarını toplumlar arasında düşmanlık yaratmak için kullanırlar.
Ülkeler içinde kendi emellerine hizmet edecek siyasi partileri, dernekleri, vakıfları desteklerler. Medyayı kontrol altına alırlar.
Etki ajanlarını televizyonlara, gazetelere yerleştirirler. Toplumun beynini yıkarlar, insanları kendi ülkesine ve kendi vatandaşlarına düşman haline getirirler.
Ülkeleri parçalamak ve zayıf düşürmek için ya paralı askerler ya da terör örgütlerini kullanırlar. Terör örgütü yoksa kendileri kurarlar.
Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya demokrasi getireceğiz diye milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular. Milyonlarca insan da evinden yurdundan kaçmak mecburiyetinde kaldı. Ortadoğu’yu kana buladılar. PKK, PYD, IŞİD, El Kaide, El Nusra hep bunların kurup destekledikleri ve bir ölüm makinesi olarak kullandıkları örgütlerdir. Hiç düşünmediler ki terör bomerang gibidir, sonunda geri gelir ve kullananı da vurur. Paris’te de böyle oldu.
Başta ABD ve İsrail olmak üzere kapitalist ülkeler ellerini ayaklarını Ortadoğu’dan çekmedikçe ve milli devletleri parçalama ve istikrarsızlaştırma politikalarından vazgeçmedikçe terör de akan kan da durmaz.
Eyup S. Karakaş

11 Kasım 2015 Çarşamba

AKİT KİMİN ARTIĞI?

Atatürk asla zalim değildir ve hiç kimseye zulmetmemiştir. O, müdafaa-i hukuk anlayışı ile Türk Milletinin hakkını, hukukunu ve vatanını savunmuştur. Bunun için kutsal bir mücadele vermiştir.

Bu mücadeleyi verirken elbette bazı kimselerin canını yakmıştır. Yakmasa mıydı yani? Yakmasaydı da ülke işgal altında mı kalsaydı? İstanbul İngilizlerin, İzmir Yunanlıların mı olsaydı? Halk yoksul ve cahil mi kalsaydı? İnsanlar padişahın kulu olmaya devam mı etseydi? Yalancı hocalar, şeyhler din istismarına devem mı etseydi? Emperyalist ülkeler içimizdeki işbirlikçilerle birlikte milletimizi sömürmeye devem mı etseydi?

Atatürk can yakmıştır, iyi ki de yakmıştır!

Türk Milletini padişahın kulu olmaktan çıkarmış, Türk insanını özgür ve eşit haklara sahip birer birey yapmıştır. Padişahın ve onun yardakçılarının canını yakmıştır.

İngilizleri, Fransızları, İtalyanları ve Yunanlıları ülkeden kovmuş ve şanlı bayrağımızı vatan topraklarının her köşesinde dalgalanır hale getirmiştir. Bu ülkelerin hepsinin canını yakmıştır.

Türk Milletini önce Anadolu’nun ortasına hapsedip sonra da Asya’ya sürmek isteyen tüm emperyalist güçlerin ve onların ülke içindeki uşaklarının canını yakmıştır.

Kendisi yabancı bankerlerden borç alarak inşa ettirdiği saraylarda lüks içinde yaşayıp halkını yoksulluğa, sefalete, hastalığa ve açlığa mahkûm eden padişahın ve onun yardakçılarının canını yakmış ve onları ülkeden kovmuştur.

Halkın dini duygularını ve inançlarını istismar edip insanlar üzerinde hâkimiyet kurup onları kandırıp sömüren yalancı hocaların, şeyhlerin canını yakmıştır.

Emperyalist ülkelerin zenginleri ile işbirliği içinde Türk halkını sömüren sülüklerin canını yakmıştır.

Türk milletinin aydınlanmasını istemeyen, halkın cehaletinden yararlanan sahte hocaların canını yakmıştır.

Benim merak ettiğim Akit denen paçavranın Atatürk’ün canını yaktığı bu hain, namussuz, Türk düşmanı, soysuzların hangisinin veya hangilerinin artığı olduğudur. Kimin veya neyin artığı olursa olsun, AKİT gibi vatan, millet Atatürk düşmanlarının eninde sonunda canı yanacaktır. Bunlar için kurtuluş yoktur.


10 Kasım 2015 Salı

ATATÜRK VE TAM BAĞIMSIZLIK

Mustafa Kemal büyük bir devrimci idi. Onun devrimlerinin en büyük özelliği milli olma özelliği taşımasıdır. Yaptığı devrimlerin özünde tam bağımsızlık ve milli egemenlik vardır.

Yapılan devrimlerle devlet bağımsız hale gelmiş; Millet padişahın kulu olmaktan çıkıp özgür ve eşit vatandaş olmuş; iktisat, savunma ve eğitim millileştirilmiş; bilim ve fen milletin ışık kaynağı haline gelmiş; halk cehaletten kurtarılmış; insanların refahı artmıştır.

Yapılan devrimler Türk Milletinin özgürlüğü, mutluluğu ve refahı için yapılmıştır.

Türk milletinin tanımı ise 1924 anayasasında yapılmıştır: "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık itibariyle Türk denilir». 

Atatürk'ün en büyük eserim dediği Türkiye Cumhuriyeti Türk milletinin milli devletidir. Bu devletin temel iki özelliği ise, tam bağımsızlık ve milli egemenliktir.

Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.” diyen Atatürk iktisadi bağımsızlığı da sağlamış ve bu sayede Türk ekonomisi büyük atılımlar yapmıştır.
İktisadi bağımsızlığın temelleri İzmir İktisat Kongresinde atılmıştır. O kongrede alınan kararların özeti şöyledir:
Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir.
El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.
Devlet yavaş yavaş iktisadi görüşleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektörler tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.
Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir Devlet Bankası kurulmalıdır.
Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir.
Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır.
Demiryolu inşaat programına bağlanmalıdır.
Bu kararlar uygulamaya konur ve kısa zamanda çok büyük başarılar elde edilir.
Mali bağımsızlığı sağlamak için Eti Bank, Sümerbank, Denizbank, Merkez Bankası, T.C. Ziraat Bankası, Sanayi Ve Maaadin Bankası, Emlak Ve Eytam Bankası isimleri farklı amaçlar için farklı bankalar kurulur.
Sanayileşmeye ve tarımsal gelişmeye büyük önem verilir. Kısa sürede şu başarılar elde edilir:
Enflasyon olmadan % 10 büyüme hızı elde edilmiştir. Bütçe denk olmuştur. İthalat ihracat dengesi sağlanmıştır.
GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır.
1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuştur. Ağır sanayi üretim %152, toplam sanayi üretim, %80 artmıştır. Demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış, Şeker üretimi 200 misli artmıştır. Madencilikte üretim artışları ise şöyledir: Kömür: % 100, krom: % 600, diğer madenlerde % 200.
1926 yılında: Tayyare ve Motor Türk AŞ, 1928 yılında Kayseri Uçak Fabrikası kuruldu.
Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı; yünlü dokuma ihtiyacının % 83'ü, pamuklu dokuma ihtiyacının % 43'ü, kağıt ihtiyacının % 32'si, cam ve cam eşyanın % 63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmıştır.
Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır. 1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır. 1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış, onarılmıştır.
1923-1939 döneminde milli gelir yüzde 8.6 büyüdü. Sanayi kesimi yılda ortalama % 10.3 oranında büyüdü.
Osmanlı borçlarından başka borç yoktur çünkü bütün bunlar öz kaynaklarla yapılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ve kısa sürede bu başarıların elde edilmesi bir Türk Mucizesidir. Bu mucize Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliği sayesinde gerçekleşmiştir. Atatürk'ü ne kadar büyük minnetle ve şükranla ansak gene de azdır.






9 Kasım 2015 Pazartesi

ATATÜRK’Ü ANMAK
10 Kasım’lar Atatürk’ü minnetle, şükranla, rahmetle ve onun sözlerinden ve yaptıklarından ders alarak andığımız günlerdir.
Mustafa Kemal Atatürk devrimciliği ve milliyetçiliği şahsında birleştiren ve tüm icraatlarını böylece gerçekleştiren bir büyük dâhidir. Yaptıkları ile sadece milletimize değil, bir önder olarak tüm mazlum milletlere hizmet etmiştir. Onu emperyalizmin güdümünden çıkamayan bugünkü devlet adamları ile kıyas etmek ise, en azından çok büyük bir ayıp ve yanlışlıktır.
19 Mayıs 1919’da Türk Milleti’nin kaderini değiştirmek üzere Samsun’a çıktığındaki durum bilinirse, yaptıklarının kıymeti daha iyi anlaşılır.
19 Mayıs 1919 tarihinde durum şöyle:
Osmanlı Devleti 1. Cihan Harbinde yenilmiş ve şartları çok ağır olan Mondros Mütarekesini imzalamış. İstanbul, İzmir, Adana ve daha birçok ilimiz işgal altında. Ordu dağıtılmış, silahları elinden alınmış. Azınlıklar isyan halinde ve milletin kötülüğü için çalışmakta.
Halk yıllar süren savaşlardan dolayı bitkin halde. Savaşacak erkelerin çoğu diğer savaşlarda şehit olmuş. Kalanlar hastalıklı ve yorgun. Padişah ve çevresi ise kendi geleceklerini kurtarmak için İngilizlere yalvarmakta. İtilaf devletleri ise, Türkleri Anadolu’nun ortasında yaşamaya mahkûm etme kararlılığı içinde.
İşte bu şartlarda başlatılan ve tam bağımsızlığı ve milli egemenliği hedef edinen milli mücadele Büyük önderin askeri ve siyasi dehası ve Türk Milletinin mücadele azmi sayesinde başarıya ulaştı. Bugünkü özgür ve bağımsız devletimizi işte bu dâhiye ve bu büyük mücadele azmine borçluyuz.
Cumhuriyet kurulduğunda memleketin hali şöyleydi:
Ekonomik durum içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş. Duyun-u Umumiye devlet içinde devlet durumunda. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un hatta kiremit bile dışarıdan geliyor. Avrupa için açık pazar halindeyiz.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş. Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı'da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı 90.000. Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok.
Çocukların sadece 1/4'i okula gidebiliyor. Halk cahil. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyor. Toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyor. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci var.
Toplam sanayi kuruluşu 282. Bunların yalnızca %9'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki emek ve sermayenin % 15'i Türklerin, % 85'i yabancıların ve azınlıkların. Madenler, limanlar, demiryolları yabancıların elinde. Sanayinin ağırlığı gıda, dokuma ve dericilik oluşturuyor. Osmanlı'dan sadece dört fabrika kalmış: Hereke ipek dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy bez ve Beykoz Deri fabrikaları. İktisatçımız, mühendisimiz yok denecek kadar az. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi, büyük kentlerde var.
Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat hikâyesi anlaşılıyor. Tarihi eserler yurt dışına kaçırılıyor, kıymeti bilinmiyor. Birçok dini cemaat hayata yön vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları çok fazla. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme ve devşirmelere bırakılmış. Türkler devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, asker, çiftçi olabilmiş.
İşte Osmanlı’nın bize bıraktığı miras bu. Özetlersek:
Bağımlı devlet, padişahın kulu olmuş bir millet, yabancılar ve onların uzantıları devlete hâkim durumda, işgal edilmiş vatan, savaşlardan kırılmış ve cehalet, sefalet ve hastalıklardan bunalmış bir halk, üretmeyen ekonomi ve sömürü.
Bu tablo bilinmeden ve iyi değerlendirilmeden Atatürk’ü ve onun devrimlerini anlamak mümkün değildir. Atatürk’ü andığımız her an Osmanlı’dan kalan bu mirası da akla getirmek şarttır. Nereden nereye geldiğimiz bilinmeden devrimlerin değeri anlaşılamaz.

5 Kasım 2015 Perşembe

SEÇİM HİLELERİ
1 Kasım seçimleri hile vardı, yoktu tartışmaları ile son buldu. Oy ve Ötesi isimli bir gönüllü gurup seçimlerin hilesiz bitmesi için büyük çaba gösterdi Bu ve benzeri guruplar ve kurumlar daha çok seçim esnasında bir hile olmasın diye uğraştı ama esas hileler ve aldatmacalar seçimlerden önce yapıldı.
1. Hile: seçimlerdeki en büyük hile % 10’luk barajın mevcudiyetidir. Bu baraj nedeni ile insanlarımızın büyük çoğunluğu gönlündeki partiye değil, ona yakın sandığı ve barajı geçeceğine inandığı partilere oy verdi. Bu baraj hilesi Türk demokrasisinin en büyük ayıbı ve eksikliğidir. Türk halkının mecliste tam olarak temsil edilmesini önlemektedir.
2. Hile: Cumhurbaşkanı RTE’nin AKP yöneticisi gibi çalışması ve bu partiye oy toplamasıdır. Oy toplamak için yaptığı toplantılar ve verdiği beyanatlar yetmiyormuş gibi örtülü ödeneğini de seçim çalışmaları için kullandığına dair iddialar vardır. Tarafsız olacağına dair namusu üzerine yemin etmiş olan sayın cumhurbaşkanımızın bu davranışları da birer seçim hilesidir.
3. Hile. Hükumet ve belediyeler iktidar partisinin hizmetine girmiştir. Devlet imkânları AKP için kullanılmıştır. Bazı belediye başkanları, belediyelerin imkânlarını mensup oldukları partiler için seferber etmiştir.
4. Hile: İktidar partisi hile ve baskı ile bir havuz medyası oluşturmuş ve bu havuza dâhil televizyon ve gazeteler sürekli iktidar partisinin propagandasını yapmıştır. Havuz dışında kalan televizyon ve gazeteler de seçime sanki sadece 4 parti giriyormuş gibi yayın yapmış ve diğer partileri halkın gözünden saklamıştır.
5. Hile: Gazete, televizyonlarda ve sosyal medyada gerçek dışı bilgiler halka sunulmuş ve bazı partiler mağdur edilmiştir. Bazı partilerin seçime girmeyeceği veya başka bir partiyi destekleyeceği yalanları sıkça kullanılmıştır.
6. Hile: Anket şirketleri de halkın nabzını tutmak yerine halkı yönlendirecek sonuçlar yayınlamışlar ve seçmeni bazı partilere yönlendirmişlerdir.
7. Hile Seçime katılan partilerin bazılarına yüklü miktarlarda hazine yardımı yapılırken çoğu parti bu yardımdan mahrum bırakılmıştır. Bu partiler kıt imkânlarla seçime hazırlanmışlardır.
8. Hile: İş adamları işlerine gelen partilere örtülü veya açık yardımlar yapmış ve bu şekilde partilerin eşit şartlarda seçim yarışına katılmaları engellenmiştir.
Bu kadar yaygın hile ve aldatmacanın yapıldığı bir seçim, elbette ki Türk halkının gerçek temayüllerinin oluşmasını ve sandığa yansımasını önlemiştir. Bu hilelerin olmaması için yasal düzenlemelere gitmek şarttır.
Parlamentodaki partiler, gerçekten demokrasiye inanıyorlarsa, öncelikle barajı kaldırmalı, siyasi partileri ve seçim hükümlerini düzenleyen kanunları değiştirmelidir. Bunları yapmadıkları takdirde, bize demokrasi yanlısı nutuklar atmasınlar, inandırıcı olamazlar.
Eyup S. Karakaş

4 Kasım 2015 Çarşamba

HALKIN KARARI

1 Kasım seçimleri, sonucunda AKP tek başına iktidar oldu. Bu demektir ki bugüne kadar uygulanan ekonomik politikalar devem edecek.

AKP’nin uyguladığı ekonomik politikalar aslında ABD’nin ve diğer zengin ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine, bazen siyasi, bazen ekonomik baskılarla uygulattığı politikalardır. Bu politikaların özünü liberalleşme ve küreselleşme teşkil eder.

Bugünkü iktisadi ve siyasi sistem 12 Eylül’ün ve onun iki aktörü olan Kenan Evren ve Turgut Özal’ın eseridir. Bu iki isme Kemal Derviş’i de eklemek gerekir.  Onların bizi getirdiği noktada, siyasal olarak halk yönetimden uzaklaştı;  ekonomik olarak da eşitsizlik arttı.

Siyasal olarak halkın yönetimden uzaklaşmasının iki ana sebebi var: Siyasal partiler ve seçim kanunları. Partiler lider sultası altına girdi. Halkın parti yönetimini etkileme gücü azaldı. Liderleri de toplumdaki zengin kesimler belirler oldu. Medya zenginlerin kontrolüne girdi. Algı operasyonları ile halk yanlış yönlendirilmeye başlandı. Halk,  kendisini kendisi için yönetemez duruma düştü. Halk, zenginler tarafından, zenginler için yönetilmeye başlandı.

Ekonomik olarak liberal politikaların uygulanması, Dünya Bankası ve IMF’nin etkisi ile kemerlerin sıkılıp emekçilerin gelirlinin düşürülmesi, dünya finans çevrelerine kapıların açılması, gümrüklerin AB kontrolüne verilmesi ve özelleştirmeler toplumda eşitsizliğin artmasına, zenginlerin daha da zengin, fakirlerin de daha da fakir olmasına yol açtı. İşsizlik arttı. Servet, gelir ve fırsat eşitliği azaldı. Milli gelirin paylaşılmasında emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı.

İşsiz sayısı 7 milyona, asgari ücretle çalışanların sayısı da 5 milyona ulaştı. Bunlara asgari ücretle yaşamaya çalışan 10 milyon emekliliği de eklersek hayatını zorlukla sürdürenlerin sayısı 22 milyona ulaşıyor.  Bu ekonomik ve siyasal sistemin sonucu ise, 22 milyonu aşan işsiz ve açlar ordusu…

Toplumdaki eşitsizlik sadece gelirde ve servette değil, fırsat eşitsizliği de var. Zenginin çocuğu iyi okullarda okuyabilir; vakıf üniversitelerine girer, mezun olunca da zaten işi hazırdır. Yoksulun çocuğu ise 40-50 kişilik sınıflarda, imkânları kısıtlı okullarda okur, üniversiteye girmek için çabalar, üniversiteyi zor şartlarda bitirir sonra da iş kapılarında bekler durur.

Fırsat eşitsizliği sosyal hareketliliği sınırlar; sınıf toplumu oluşur. Bu durum milli birliği de zedeler.

İşte bu ekonomik şartlar altında 1 Kasım seçimleri yapıldı. AKP, CHP ve MHP hemen hemen aynı ekonomik politikaları savunarak seçmenin karşına çıktı. Bu partilerin liberalleşmeye, küreselleşmeye, karşı bir söylemlerini duymadık. Kim kazanırsa kazansın, kaybedecek olan yoksul halk kitleleri ve emekçiler olacaktı; öyle de oldu.

Halk kendisini daha da fakir, zengini ise daha da zengin yapacak partiyi belirlemiş oldu; o kadar. Muhafazakârım diyen de, solcuyum diyen de milliyetçiyim diyen de anlaşıldı ki, yoksul halktan çok zengini ve gelişmiş ülkelerin ekonomisini düşünüyor. Hiçi biri toplumdaki eşitsizliği azaltacağım demiyor.

Ekonomik sorunların temelinde malî bağımsızlığın yok olması yatıyor. Türkiye Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi tam bağımsızlığa kavuşmadıkça ne ekonomik ne de siyasi sorunlarına cevap bulabilir. Tam bağımsızlığı sağlayacak ve sürdürecek olan tek parti vardır; o da Vatan Partisidir. Çare Vatan Partisindedir.


Ne yazık ki, bu seçimde de halk sadece kimlerin kendisini yoksul bırakacağını seçti, o kadar!

1 Kasım 2015 Pazar

3 FARKLI 1 KASIM

1 Kasım 1922'de kabul edilen bir kanunla, halifelik ve saltanat birbirinden ayrılıp, saltanat kaldırıldı. Böylece, Osmanlı Devleti hukukî olarak sona ermiş ve Türk inkılâplarının en önemlilerinden biri gerçekleştirilmiştir.

Saltanatın kaldırılması ile, İstanbul'daki Osmanlı Hükümeti istifa etti. Son padişah Vahdettin, 17 Kasım 1922'de İngilizlere sığınıp İstanbul'u terk etti. Bunun üzerine Osmanlı sülâlesinden Abdülmecit Efendi, Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile halife seçildi.

Saltanatın kaldırılması ile 600 yıl süren Osmanlı hanedanın saltanatı sona erdi. Ülkede tek egemen güç TBMM oldu. Egemenlik sultanlardan Türk Milletine geçti. TBMM tek yasal güç oldu. Daha sonra yapılacak olan devrimlere yasal güç sağladı. Türk Milleti kul olmaktan çıktı, ülkesinin eşit vatandaşları haline geldi.
1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edildiği tarihtir. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu.

Latin harflerinin kabulü ile birlikte ülke çapında başlatılan eğitim seferberliği hız kazandı. Okullaşma ve okuma yazma oranı çok arttı. Millet Mektepleri kurularak yetişkin halkın da okuma yazma öğrenmesi sağlandı. Tek tip eğitime geçildi. Eğitimde bilimsel düşünce egemen oldu. Üniversite reformu yapılarak ülke genelinde bilimin egemen olmasına çalışıldı.

1 Kasım 2015 tarihinde yapılan seçimde AKP büyük bir çoğunlukla tek başına iktidar oldu. 7 Haziran seçimlerine göre oylarını büyük oranda artırdı.

Bu artışın nedenini anlamak için 7 Haziran ile 1 Kasım tarihleri arasında gelişen üç olayı iyi değerlendirmek gerekir.

7 Haziran seçimleri sonrası Muhalif partiler bir araya gelip hükumet kuramadılar. Böyle bir hükumetin kurulması teorik olarak mümkün olsaydı bile pratik olarak gerçekleşmesi imkansızdı. HDP’nin meclise girmesi, bazı çevrelerin beklentisinin aksine, AKP muhalifi bir koalisyonun gerçekleşmesini önledi. MHP, bu parti ile koalisyon ortaklığına girmeyeceğini haklı olarak dile getirdi. PKK’nın siyasal uzantısı olan bir parti ile koalisyon gerçekleşmeyeceğini düşünemeyen çevrelerin HDP’yi meclise sokma gayreti ters sonuç verdi.

Seçim sonuçlarına etki eden en önemli olay ise, AKP’nin HDP(PKK) ile yürüttüğü açılım sürecini sonlandırması ve 24 Temmuz tarihinde TSK’nin terör örgütüne karşı operasyon başlatması idi. PKK’ya karşı başlatılan bu mücadelenin muhalefet tarafından “saray savaşı”  olarak nitelendirilmesi sonucu, TSK’nin, polislerimizin, korucularımızın şehitler vererek yürüttüğü bu savaş, AKP’nin başarı hanesine yazıldı.

ABD’nin Türkiye’yi bölmek için kullandığı ikinci piyon olan F tipi terör örgütüne karşı da AKP bir savaş yürütmeye başladı. Bu örgütün medya dahil ayaklarına darbeler indirildi. Muhalefetin F tip örgüte sahip çıkması da AKP’nin işine yaradı.


Türk Milleti, AKP’nin yaptıklarını bir anda unuttu ve istikrara önem verdi. ABD piyonları ile mücadele eden partiyi ödüllendirdi. Bu  sonucun ortaya çıkmasında 2 büyük muhalefet partisinin kime ve neye hizmet ettiğinin anlaşılmaması büyük rol oynadı.