31 Mayıs 2014 Cumartesi

31 MAYIS DİRENİŞ GÜNÜ

31 Mayıs Gezi  direnişinin başladığı gündür. Bu günü tüm dünya “DİRENİŞ GÜNÜ” olarak kutlamalıdır.

Gezi Parkı Ruhu bu günde doğdu. Bu ruh beton , AVM, yağma ve ranta karşı bir direniş olarak ortaya çıktı. Daha sonra iktidarın baskı ve zulmüne karşı bir ayaklanmaya dönüştü.

Gezi Ruhu sadece bir direniş değil aynı zamanda bir çağrıdır. Ayrışma ve düşmanlığa karşı, kardeşlik ve sevgiye çağrıdır.

Gezi Ruhu iktidarın insanları tek tip yapmak istemesine karşı kişisel çoğulculuğa çağrıdır.

Gezi Ruhu egemenlerin hâkimiyetine karşı halkın iktidarına çağrıdır.

Gezi Ruhu halkın sömürülmesine dur demeye çağrıdır.

Gezi  Ruhu geleceği dogmatik saplantılarla değil, bilimsel yöntemlerle inşa etmeye çağrıdır.

Gezi ruhu yağmaya, talan soyguna dur demeye çağrıdır.

Gezi Ruhu zulme, baskıya, aşağılanmaya çağrıdır.

Ve nihayet, Gezi Ruhu bize özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, ulusal güvenliğimizi sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışanlara karşı Mustafa Kemalleri görev  yapmaya  çağrıdır.


Bu çağrı halkımızın büyük çoğunluğunda cevap bulmuştur ve Gezi Ruhu Direnişine dönüşmüştür. Bu direniş zulüm, soygun, talan bitip de gerçek demokrasi kuruluncaya kadar devam edecektir.  O güne kadar “Direniş Günü” olarak kutlanacak olan 31 Mayıs, o günden sonra “Direniş Bayramı” olarak kutlanacaktır. Şimdiden kutlu olsun.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

İKİ BÖLÜCÜ PARTİ

Özgürlük için, adalet ve refah içinde yaşamak için ilk şart “ulus devlet”tir. Ulus devletin devamlılığı ise ulusal birliğe bağlıdır. Herkes şunu bilmelidir ki, ulusal birlik bozulursa ulus devlet yıkılır ve bu yıkıntının altında herkes kalır. Bu yıkıntı depremde oluşacak enkazdan da daha büyük acılara yol açar. Ne bağımsızlık kalır ne de özgürlük.

Ulusal birliğimizi iki tür siyaset tehdit etmektedir: Etnik kimlik ve dini inanç, daha açık anlatımla, mezhep farklılıkları üzerinden yapılan siyaset.

Türkiye’de iki siyasi parti var ki Türkiye’de bu tarz bölücü ve ayrıştırıcı, dolayısıyla milli birliğimizi bozucu politikalar uyguluyorlar. Birisi AKP, diğeri ise HDP.

HDP ve onun silahlı işbirlikçisi PKK’nın politika ve eylemleri halkımızı Türk-Kürt diye böldü. Binlerce insanın ölümüne neden oldu. Kalkınmayı engelleyip sefaleti artırdı. Şimdilerde hükumetin de göz yumması ile hâkim oldukları yerlerde çocuk kaçırıyor, askerleri, polisleri kurşunluyor, yok kesiyor, iş makinelerini yakıyor, kendilerine muhalif olanları baskı altına alıyor. Oralarda Hükümet’in  Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesini  kaldırması örgütün işlerini kolaylaştırıyor. Adeta AKP ve HDP (PKK) iş birliği içindeler.

Öte yandan AKP hükümeti ve onun başı, insanlarımızı mezheplerine göre ayırma çabasını yoğunlaştırıyor. Kendisine yönelik toplumsal muhalefeti Alevilerin Sünnilere karşı eylemi gibi göstermeye çalışıyor. Yüzü maskeli  teröristleri alevi militanı olarak topluma lanse ediyor. Böylece Sünni insanlarımızın yaygın desteğini almaya çalışıyor.

Bu ayırımcı, bölücü iki parti şimdilerde cumhurbaşkanlığı için anlaşmış gibi görünüyor. Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak, BDP de arzu ettiği demokratik özerkliğe kavuşacak ki bu özerkliğin sonu da bağımsız devlet olacak.

Şimdi bu iki durumun da gerçekleştiğini düşünün. Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesinin zayıflaması ile terör örgütünün ahlak, hak, hukuk bilmez eylemlerinin nasıl artığını görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nin otoritesi tam olarak kalkınca, kan gövdeyi götürecek. Baskıcı rejim altına yöre halkı sindirilip Apo'nun kölesi yapılacak. Çünkü bunlar arzularını silah yolu ile kabul ettirmeyi öğrendiler. Vah direnenlerin başına.

Bölünmeden,  hak, hukuk ve refah içinde yaşamak istiyorsak bu iki bölücü partiye dur dememiz gerekir. Ya biz onları durduracağız ya da onlar bizim birlikteliğimizi, kardeşliğimizi, özgürlüğümüzü  yok edecekler.


Bu konuda en önemli gün 10 Ağustos’tur. Bizi tekrar birleştirecek,  etnik ayırım ve mezhep farkı gözetmeksizin hepimiz kucaklayacak ve Türkiye Cumhuriyetinin ebediyen yaşaması için mücadele edecek birisini Cumhurbaşkanı seçmeliyiz. Unutmayalım,  bu konuda hepimiz görev düşüyor… 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

OSMANLI HAYRANLIĞI!

Son zamanlarda bir Osmanlı hayranlığı başladı ve giderek de artıyor. Bir yandan da Cumhuriyet ve onun kazanımları kötülenip aşağılanıyor. Hal böyle olunca da bir padişah aranıyor ve bulunuyor: Recep Tayyip Erdoğan.

Köln’de RTE “Son Osmanlı Padişahı Hoş Geldin” pankartı ile karşılanmış. Bu pankart bağımsız ve özgür birey olmaktansa bir padişaha kul olma arzusunun ifadesidir.

Peki,  Osmanlıdan bize ne miras kaldı, yazalım:

Başta İstanbul, İzmir, Adana olmak üzere vatan toprakları işgal edilmiş;
Ordu dağıtılmış, silahlarına el konmuş;
“Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta.”
Ekonomik durum içler acısı bir halde.
Kapitülasyonlar belimizi bükmüş.
Duyun-u Umumiye devlet içinde devlet durumunda.
Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un hatta kiremit bile dışarıdan geliyor.
Avrupa için açık pazar halindeyiz.
Toplam sanayi kuruluşu 282. Bunların yalnızca %9'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki emek ve sermayenin % 15'i Türklerin, % 85'i yabancıların ve azınlıkların.
Madenler, limanlar, demiryolları yabancıların elinde. Sanayinin ağırlığı gıda, dokuma ve dericilik oluşturuyor.  
Osmanlı'dan sadece dört fabrika kalmış: Hereke ipek dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy bez ve Beykoz Deri fabrikaları.
İktisatçımız, mühendisimiz yok denecek kadar az.  
Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi, büyük kentlerde var.
Çocukların sadece 1/4'i okula gidebiliyor.
Halk cahil. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyor.  
Toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var.
İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyor.
Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci var.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak.
Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş.  
Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı'da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı 90.000.  
Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok,
Halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok.
Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, medrese ehlinin, bilgisine terk edilmiş durumda.
Akılcı ve bilimsel düşünce yok.
Türkçe ihmal edilmiş.
Sözcükler unutulmuş.
Türkçe, Osmanlıca denilen bir dile dönüşmüş.
Arapça, Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş.
Arapça alfabe kullanılıyor.
Birçok dini cemaat hayata yön vermeye çalışıyor.
Mezhep çatışmaları çok fazla.
Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda.
Din istismarı çok yaygın.
600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş.
Yönetim dönme ve devşirmelere bırakılmış.
Türkler devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, asker, çiftçi olabilmiş.

Özetlersek, bize kalan miras şu:
Bağımlı  devlet; yabancılar ve onların uzantıları devlete hakim durumda;  işgal edilmiş vatan; savaşlardan kırılmış bir halk; cehalet; sefalet; hastalıklı bir halk; üretmeyen ekonomi.


Şimdi bu Osmanlı hayranlarına sormak lazım, bu günlere geri mi dönmek istiyorsunuz. Hiç acele etmeyin; AKP’nin uyguladığı politikalar sonunda adım adım istekleriniz gerçekleşiyor. Siz yakında RTE’nı padişah olarak başınıza geçirirsiniz; o da, Mustafa Kemal Atatürk’ün geldikleri gibi giderler deyip kovduğu işgal ordularını geri çağırır. Tabii Mustafa Kemal’in askerleri size izin verir ise…

23 Mayıs 2014 Cuma

GÜN AYRIŞMA DEĞİL, BİRLEŞME GÜNÜDÜR

İstanbul Okmeydanı’nda dünden bu yana yaşananlar endişe edici bir boyuta ulaştı. Bu olayların Türk Ulusunu bölmek isteyen çevrelerin bir oyunu olduğundan hiç şüphe etmemek lazım. Ne yazık ki, bu çevreler milli birliğimizi bozmada çok başarılı oldular. Bir yandan Türk- Kürt ayırımını diğer yandan alevi-sünni ayırımını provoke ediyorlar.

AKP’nin insanları dini inançlarına göre ayırması ve değerlendirmesi, farklı dini inançlarda olanlara saygılı olmaması alevi-sünni çatışmasını isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Öte yandan etnik milliyetçilik üzerinden siyaset yapan BDP milli birliğimizi yok etmede epeyce yol aldı. Kürtçülük üzerinden yapılan ve terör ile beslenen politikalar yüzünden çok can kaybı verdik, çok insanımız sefalet içinde kaldı.

AKP’nin ve BDP’nin dini inançlar ve etnik kimlik üzerinden yaptıkları politikalara bir an önce son vermelidirler. Bu ülkede en çok muhtaç olduğumuz şey milli birliktir. Güvenliğimizin de, kalkınmamızın da, refahımızın da temelinde ulusal birlik vardır.

Gün ayrışma değil, birleşme günüdür. Provokatörlerin oyununa gelmemeliyiz.  

Birleşmeliyiz; yasalar önünde eşit olmada birleşmeliyiz; kardeşlikte birleşmeliyiz; çağdaş toplum olma çabaları için birleşmeliyiz;  refahı bölüşmede birleşmeliyiz; emperyalizme karşı mücadelede birleşmeliyiz. Bölünme hiç birimizi mutlu etmez. Etse etse ulusumuzun düşmanlarını eder.

Gene unutmayalım ki, temelinde adalet, laiklik, ulusal birlik ve demokrasi olan ulus devletimiz, hepimizi içinde barındıran bir büyük şemsiyedir. Ancak bu şemsiye altında özgür ve mutlu olabiliriz. Huzuru, refahı ve özgürlüğü isteyen herkesin ulusal birliğimizi ve ulus devletimizi koruması ve kollaması gerekir.


Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, birinci vazifemiz, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.” 

22 Mayıs 2014 Perşembe

EVET DİKTATÖRSÜN!

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben şöyle demiş: "Bu ülkenin başbakanına, diktatör yakıştırması yapanlar var. Diktatör yakıştırması yapanlar şu an karşımda. Tayyip Erdoğan diktatör olacak sen meydanlarda dolaşacaksın öyle mi? Diktatörün olduğu yerde bunu yapamazsın" 

Bu soru akla şunu getiriyor: Hitler diktatörlüğe giderken muhalefet partileri ve onların başkanları yok muydu? 

Elbette vardı. Hatta Hitler başbakan olduğunda onun karşısında değil yanında Franz Von Papen vardı ama Von Papen’in varlığı Hitlerin diktatör olmasını önlemedi. Birçok diktatör demokratik yollarla iktidara geldi ve daha sonra zaman içinde muhalefeti bertaraf edip tam anlamı ile diktatör oldu. Şu anda Kılıçdaroğlu’nun ana muhalefet partisi başkanı olarak var olması Recep Tayyip Erdoğan’ın adım adım diktatörlüğe gittiği gerçeğini değiştirmez.

Bir yönetici,

kuvvetler ayrılığı ilkesini hiçe sayıp devletin üç kuvvetini de elinde tutuyorsa;
istediği kanunu bir gecede çıkarabiliyorsa;
yargıyı ayak bağı olarak görüp onun kontrol altına almaya çalışıyorsa;
yargı kararlarını dinlemiyor ve hatta ona meydan okuyorsa;  
rüşvet, hırsızlık ve haksız kazanç sağladığına dair iddiaları araştırmak isteyen hakim ve savcıların yerini değiştirip yargının kendisi aleyhinde soruşturma yapmasını engelliyorsa;
Sayıştayın denetleme raporlarının TBMM’ne gelmesini engelliyorsa;  
muhalefet liderlerinin konuşmalarını veren televizyonların bu yayınlarını değiştirebiliyorsa;
muhalif gazetecileri işinden ediyorsa; gazete ve televizyon sahiplerine baskı uyguluyorsa;
kendi propagandasını yapması için ülke içindeki çoğu medya kuruluşunu yandaşlarının alması için diğer iş adamlarından para toplayıp havuz oluşturuyorsa;
kendisine bağlı yargı deneti,mi dışında bir örgüt oluşturuyorsa;
Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok değerli mensuplarını, gazetecileri, bilim adamlarını “kumpas”  sonucu tutsak ediyorsa;
hazine arazilerini, devlete ait işletmeleri yasa dışı yollar ile yandaş iş adamlarına veriyorsa;
işçilerin hak aramasını önlemek için sendikaları etkisiz hale getiriyorsa;
yüksek yargı mensuplarını, sivil toplum örgütü başkanlarını azarlayıp onlara hakaret edebiliyorsa,
bu yöneticiye diktatör denir.


Sayı başbakan eğer bu saydıklarımı yapıyorsa, evet o da bir diktatördür.

20 Mayıs 2014 Salı

“HELALİ HARAMI YERSİN SEÇMEZSİN”

Bu nasıl Müslümanlıktır, dünya malına gözü doymuyor. Türk Liraları yetmiyor, evinin içini dolarlarla, avrolarla dolduruyorsun. Komisyon almadan ihale onaylamıyorsun. Yıllardır milletin malını yok pahasına ona buna satıyorsun. Dün tabanı delik ayakkabın vardı şimdi dibi delik küpün var. Bir türlü dolmuyor.

Yıllar önce, Pir Sultan Abdal senin gibilere seslenmiş ama sen bu seslenişin anlamını da zor kavrarsın. Keşke alevi diye Müslümanlığını beğenmediğin Pir Sultan Abdal’ın ahlakının yüzde biri sende olsaydı. Biz bu dünyada rahat ederdik, sen de öbür dünyada. Öbür tarafta zebaniler rüşvet de almaz; bakalım ne yapacaksın…

Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün
Yalan dünya senin olsa ne fayda
Akibet alırlar tatlı canın
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda 

Söylersin de söz içinde şaşmazsın
Helâli haramı yersin seçmezsin
Nasibin kesilir de sular içmezsin
Akar çaylar senin olsa ne fayda 

Söylersin de el içinde sözün var
Yeler çalışırsın oğlun kızın var
Bu dünyada üç beş arşın bezin var
Bedestenler senin olsa ne fayda 

Bir gün alır götürürler evinden
Hakk´ın kelâmını koyma dilinden
Kurtulaman Ezrail´in elinden
Dünya dolu malın olsa ne fayda 

Pir Sultan Abdal´ım çıktık oturduk
Kaza lokmasını burda yetirdik
Dünya bizim diye çektik getirdik
Yalan dünya bizim olsa ne fayda


Pir Sultan Abdal

18 Mayıs 2014 Pazar

ATATÜRK'Ü ANMAK...

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik Ve Spor Bayramı hepimize kulu olsun.

Bugün, Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulana politikaların sonuçlarını hatırlatmak ve Mustafa Kemal Atatürk'ü minnetle, şükranla ve özlemle anmak istiyorum. Onun bıraktığı koltuğa oturanlara ve oturmak isteyenlere baktıkça kahroluyorum. Umarım Türk Ulusu cumhurbaşkanını belirlerken onda Atatürk’ün özelliklerinden kaçının bulunduğuna dikkat ederler.

Osmanlı Devleti yıkılmış ve yerine ulusal egemenliğe dayanan Türkiye Cumhuriyet'i kurulmuştur. Büyük bir mücadele sonunda hayatta kalan İnsanlar hasta ve yorgun, ülke yanmış, yıkılmış, yetişmiş insan sayısı çok az, sanayi yok gibi bir şey, çok şey dışarıdan ithal ediliyor, halk yoksulluk ve sefalet içinde; işte bu ortamda kısa süre içerisinde yapılanların bir özetini aşağıda veriyorum:

Sanayileşme:
  1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuştur.
  Ağır sanayi üretim %152, toplam sanayi üretim, %80 artmıştır.
  Demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış,
  Şeker üretimi 200 misli artmıştır. 
  Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı;
  Yünlü dokuma ihtiyacının % 83'ü,
  Pamuklu dokuma ihtiyacının % 43'ü,
  Kağıt ihtiyacının % 32'si,
  Cam ve cam eşyanın % 63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmıştı

1926 yılında: Tayyare ve Motor Türk AŞ kuruldu.
1928 yılında: Kayseri Uçak Fabrikası;
1938 yılına kadar; 15 Junkers A 20 uçağı,
15 adet ABD Hawk muharebe uçağı,
15 adet Gotha irtibat uçağı,
Toplam 112 uçak üretildi.
1925 yılında, İstanbul'da Uçak Fabrikası; 24 adet uçak üretildi. 
Madencilikte üretim artışları:
  Kömür: % 100,
  Krom: % 600,
  Diğer madenlerde % 200.
Bankacılık:
  1924'de ulusal banka sayısı: 19
      (15'i yabancıların)
  1934'de ulusal banka sayısı: 39
      (9'u yabancıların)
1923 ve 1928 yıllarındaki ithalat:
  Yatırım malları: % 6, % 36 (altı kat artmış)
  Ham madde % 13; %35 ( yaklaşık üç kat artış)
  Tüketim malları: % 81; % 29 (üç kata yakın azalış)
Mali politikalar:
  Enflasyon olmadan % 10 büyüme hızı elde edilmiştir.
  Bütçe denk olmuştur.
  İthalat ihracat dengesi sağlanmıştır.
  Kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır.
  Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.
Ulaşım:
  Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır.
  1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır.
  1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış, onarılmıştır.
  Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır.
  1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır.
  1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış, onarılmıştır.
Tarım:
  Pamuk üretimi:
       1920: 20.000 ton, 1927: 120.000 ton
  Tütün üretimi:
       1923: 20.500 ton, 1927: 64.400 ton
  Üzüm üretimi:
       1923: 37.400 ton, 1939: 40.000 ton
  Buğday üretimi:
       1923: 972.000 ton, 1939 3.696 000 ton
Sağlık Politikaları:
  Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir avuç Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiştir.
  1924-1931 yılları arasında; 40.000 trahomlu, 5 milyon sıtmalı, 350.000 veremli tedavi edilmiştir.




BORÇLANDIRIP KÖLE YAPMAK!

Dün akşam Halk TV’de Uğur Dündar’ın programını izliyordum. Madencilerden birisi  “borç içindeyiz, işimizi kaybedersek borcumuzu ödeyemeyiz diye işveren ne derse kabul ediyoruz” dedi. Aklıma Lozan Konferansı sonunda Lord Curzon’un İnönü’ye söylediği ve asla unutulmaması gereken şu sözleri geldi.

Bir akşam, İngiltere temsilcisi ve Konferans Başkanı Lord Curzon, ABD temsilcisi Mr. Child ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyaret eder. Havadan sudan konuştuktan sonra Lord Curzon asıl konuya gelir, konferansın iyi gitmediğinden şikâyet eder ve ayrılmadan önce tane tane, üstüne basa basa şunları söyler:

“Bir neticeye varacağız ama, biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Her dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyor, hepsini reddediyorsunuz.

En sonunda şu kanata vardık ki ne reddederseniz, her birini cebimize atıyoruz.
Ülkeniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende vardır, bir de şu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz, hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız, harap bir ülkeyi nasıl kurtaracaksınız?

İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size gösterecek, önünüze koyacağız.” 

Atatürk zamanında borçlanmamaya çok dikkat edilmiştir. Borçlanmayı bir yana bırakın, Osmanlı’dan kalan borçlar bu dönemde ödenmiştir. Denk bütçe ve cari işlem açığı vermemeye çok dikkat edilmiştir. Bu politikalar sonunda, % 10 kalkınma hızı sağlanmış, enflasyon sıfır olmuş ve GYMH 3 katına çıkmıştır.

Atatürk öldükten sonra batılı güçlere tavizler verilmeye başlanmış ve borç alınarak kalkınmaya çalışılmıştır. Özellikle T. Özal ülkeyi borç batağının içine sokmuş e adeta batılı güçlere mahkum etmiştir.

2002 yılında başa gelen iktidar bir yandan devletin borcunu artırmış, diğer yandan özel sektörü borçlanması için teşvik etmiştir. Halkı yoksullaştırarak kredi kartı kullanmaya ve tüketici  kredisi almaya mecbur etmiştir. Alınan borç paralarının büyük kısmı yol AVM, “recidence”, “tower” yapımı için kullanılmış; halk tüketime teşvik edilmiştir. Sürekli artan cari işlem açıkları borcu da artırmıştır.

Rakamlar şöyle:

Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net 253 milyar lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükseldi. Aynı dönemde kamunun dış borcunun TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 milyara yükseldi. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu 2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya yükseldi. Yani Cumhuriyetin ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on yılda 316 milyar lira eklendi. AKP, on yılda devleti önceki 80 yıldakinden daha fazla borçlandırdı.
2012 sonu itibariyle kamunun toplam 563 milyar TL’lik iç ve dış borcu ile özel sektörün 226 milyar dolarlık dış borcu birlikte düşünülünce Türkiye’nin toplam borç yükü, 1 trilyon TL’ye yaklaşıyor, bu da 564 milyar dolarlık bir büyüklüğe işaret ediyor.”

Erdoğan döneminde ailelerin borç yükü katlandıkça katlandı. Tüketici kredileri ve bireysel kredi kartları ile yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255 milyara yükseldi. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012 sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar liraya yükseldi.”

Borçlandırarak yönetme ve ülkeleri ve halkı köleleştirme siyaseti batılı güçlerin sıklıkla uyguladıkları bir politikadır. Batılı güçlerin içerideki uzantısı olan şimdiki iktidar da hem ülkeyi hem de halkı borçlandırdı ve adeta insanlarımızı köle yaptı.

Gariban madencileri ekmek parası uğruna ölüme bu kölelik götürdü. İşsiz kalırım, borcumu ödeyemem, evime ekmek götüremem, çocuğumu okutamam endişesi, insanları iktidara ve zalim işverenlere mahkum etti. İnsanlarımız,  işveren madene inin dedi, güvenlik önlemlerinin yeterli olmadığı bile bile  maden indi; şu sendikacıları seçin dedi, o sendikanın kendilerini korumayacağını, haklarını savunmayacağını bile bile o sendikaya oy verdi; AKP mitingine katılacaksınız dedi, o partinin ne mal olduğunu bile bile mitinge gitti. Başbakandan yumruk yiyen madenci o yüzden “başbakan istemeden vurmuştur” dedi.

İktidar bu halde iken maalesef muhalefet partileri de halka ümit veremiyor. Bu borçlardan halkı nasıl kurtaracak, açıklamıyor. Ücretleri nasıl artıracak, insanımızı namerde muhtaç durumdan nasıl kurtaracak izah etmiyor. Gelecek korkusunu insanların kalbinden silemiyor.

Türk Ulusu bu iktidarı da bu muhalefeti de bir kenara bırakıp kendi kaderini kendisi belirlemesi lazım. Atatürk’ün Amasya Tamiminde dediği gibi  “Milleti, gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır”.


15 Mayıs 2014 Perşembe

KATİL ORTADA, TARTIŞMAK DEĞİL DİRENMEK GEREK

Soma’daki elim olayda resmi rakamlara göre 283, resmi olmayan rakamlara göre 4oo üzerinde insanımızı kaybettin. Yaşarken kıymetini bilmediğimiz bu canları şimdi toprağın altından alıp gene toprağın altına veriyoruz. Sadece Türk Ulusu’nun değil, insanları milliyet, dini inanaç ayırımı gözetmeden seven tüm insanların kalbi kan ağlıyor. 

Bu üzüntü içerisinde bu katliamın sorumlusunun kim olduğu tartışılıyor. Oysa katil ortada, tartışmaya ne gerek var.

Pamukova’da, Reyhanlı’da, Taksim’de, Eskişehir’de, Ankara’da insanlarımızı gençlerimizi, çocuklarımızı kim öldürdü ise, şimdiki sorumlu odur.
Şehit olan mehmetciklerimize  kelle deyip, onların katiline sayın diyen, ve  o katil ile Türk Ulusu’nun geleceğini planlayan, onun ile birlikte anayasa yapmaya kalkan kim ise, şimdiki sorumlu da odur.
Güneydoğu Anadolu’yu teröristlerin at oynattığı bir yer haline kim getirdi ise, şimdiki sorumlu da odur.
Kahraman askerlerimizi, aydınlarımızı, bilim adamlarımızı, gazetecilerimizi hapse atan kim ise, şimdiki sorumlu odur.
Ulusumuzu etnik kökenlerine, dini inançlarına ve mezheplerine göre ayrıştırmaya ve bölmeye kim çalıştı ise, şimdiki sorumlu da odur.
Yargıyı tahakküm altına alarak istediği kararları çıkartıp, istemediklerini çıkartmayan kimse şimdiki sorumlu da odur.
Telekom’u, SEKA’yı, Deniz İşletmeleri’ni, Sümer Holding’i, TEKEL’i, ETİ BANK’ı, Şekerbank’ı, PETKİM’i, TEDAŞ’ı, Ereğli Demir Fabrikası’nı, İskenderun Demir Fabrikası’nı, limanları, sosyal tesisleri özelleştirme adı altında ona, buna peşkeş çeken kim ise şimdiki sorumlu da o.
Dağlarımızı, madenlerimizi, derelerimizi, ormanlarımızı yandaşlara kim verdi ise, şimdiki sorumlu da odur.
Şehirlerimizi  rant uğruna beton ve taş yığını haline kim getirdi ise, şimdiki sorumlu da odur.
TOKİ marifeti ile yandaş müteahhitleri kim zengin etti ise, şimdiki sorumlu da odur.
Medyayı baskı altına alıp, basın özgürlüğünü kim yok etti ise, şimdiki sorumlu da odur.
Milletten çaldığı paraları evinde istifleyen ve ortaya çıkacağını anladığı zaman sıfırlamaya çalışan kim ise şimdiki sorumlu da odur.
Hırsızları, rüşvet alanları koruması altına kim aldı ise, şimdiki sorumlu da odur.
İktidarını korumak için seçim hileleri kim yaptı ise, şimdiki sorumlu da odur.
İnsanları Allah ile kim aldatıyor ise, şimdiki sorumlu da o. Ulusal bayramlarımızın kutlanmasını önlemeye kim çalıştı ise, şimdiki sorumlu da odur.
T. C. ibaresini kim kaldırmaya çalıştı ise, şimdiki sorumlu da odur.
Vatandaşlarını sevip, değer vereceğine,  dolarlara, avrolara hayranlık duyan, onları seven kim ise, şimdiki sorumlu da odur.
Vatandaşlarını azarlayıp, hakaret eden ve hatta dövüp yanından kovan kim ise, şimdiki sorumlu da odur.

Bu sorumluya karşı milletin direnme hakkı doğmuştur. Bu şahıs istifa edene kadar tüm insanlarımızın diktaya, zulme karşı koymak ve devletimiz ve vatanımız dâhil tüm ulusal değerlerimizi korumak için mücadele etmesi şart olmuştur.

19 Mayıs tarihine birkaç gün kala, parolamız yeniden “Ya istiklâl, ya ölüm” olmalıdır.


14 Mayıs 2014 Çarşamba

KAZA DEĞİL KATLİAM

Soma’da meydan gelen elim olayda hayatlarını kaybeden madencilerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Milletimizin ve tüm insanlığın başı sağ olsun.

Bu olay bir kaza değil bir katliamdır. Bu katliamın sorumluları da katilleri de bellidir. Bunların hemen istifa etmesi gerekir.

İnsan sevgisi yerine para sevgisi ile hareket eden şimdiki  yönetim bu katliamdan sorumludur.

Memleketin madenlerini özelleştirme adı altında yandaşlara peşkeş çekenler;  taşeronlaşmayı teşvik edenler;  sendikaları  işçi haklarını savunamaz duruma düşürenler; maden ocaklarında yeterli denetim yapmayanlar;  güvenlik tedbirlerindeki yetersizliklere göz yumanlar bu katliamın baş sorumlularıdır.

Başbakan’ın  sanayi  devrimi  öncesi  İngiltere’deki  maden kazalarından örnek verip ölümleri madenciliğin doğasına bağlamaya kalkması insanlarımızı aptal yerine koymaktır. Aslında bu bir itiraftır. Demek ki, madencilerimiz 150 yıl öncedeki şartlar içerisinde çalışıyorlarmış.

Olan zavallı halkımıza olmuştur ama halkımızın da bu ölümlerde sorumluluğu vardır. Yıllardır işçinin değil işverenin yanında olanlara oy veriyorlar. Emekçileri savunan insan ve kurumlara değer vermiyorlar. Hakları yendiğinde direniş gösteremiyorlar. Fakirliği kader bilip zenginlerin temsilcilerini iktidara getiriyorlar. Namaz kıldığını sandıkları politikacılara dindar diye destekliyorlar;  oyları ile destekledikleri bu sözüm ona dindarların hırsızlıklarına, haksızlıklarına göz yumuyorlar.  Sonra da oturup ağlıyorlar.

Bu tip üzücü olayların olmaması için öncelikle yöneticilerimizin insanı sevmesi ve sayması, dürüst olası, edepsiz olmaması,  bilimi kendisine rehber edinmesi,  yönetime gelmeyi  zengin olmak için değil, halkına hizmet etmek için  istemesi  gerekir. 


Şimdiki yönetim anlayışı ile daha çok canımız kaybolur. Fakirler ölen yakınları için ağlarken, zenginler daha çok zengin olur. 

13 Mayıs 2014 Salı

GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEZ

Bundan önceki yazımda, Danıştay’daki tören ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Danıştay Başkanı’nın ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın kendilerinden beklendiği gibi hareket ettiğini yazmıştım. Bugün de, MHP genel başkanı Sayın Devlet Bahçeli, gurup toplantısında kendisinden beklenen bir konuşma yapmış. Muhalefet partisi başkanı olarak Başbakanın davranışını tenkit etmiş, diğer yandan da adeta başbakanın davranışını haklı gösterecek biçimde Sayın Metin Feyzioğlu’nu sert ifadelerle eleştirmiş. Sayın Devlet Bahçeli’nin buna benzer davranışlarına daha önce de şahit olduk.

Sayın Devlet Bahçeli,  Feyzioğlu’nun konuşmasını uzun ve siyasi içerikli bulmuş ve bunun da Tayyip Erdoğan’ı tahrik ettiğini söylemiş.  Bana kalırsa Feyzioğlu az bile söylemiş. Memleketin 12 senede geldiği noktaya bakınca Barolar Birliği Başkanın’ın böyle bir konuşma yapmasını çok normal ve hatta gerekli buluyorum.

12 yıl içinde, ülke bölünme noktasına gelmiş;  “Özerklik isteriz”  haykırışları TBMM’in içinde dahi duyulur olmuş; Türkiye Cumhuriyet’inin temelleri sarsılmış; Ülkenin birikimleri, fabrikaları, bankaları, hizmet sektörünün büyük bir kısmı yabancıların eline geçmiş; milli birlik yok olma noktasına gelmiş; en az 20 milyon insan yoksulluk sınırı altında yaşar olmuş; ormanlar, dereler, madenler peşkeş çekilmiş;  hazine arazileri yağmalanmış; devletin, özel sektörün ve vatandaşların borçları zirve yapmış; TSK’in  kahraman evlatları, memleketin yazarları, aydınları, bilim adamları sahte delillerle tutsak edilmiş; basın özgürlüğü yok edilmiş; yargı bağımsızlığını yitirmiş; kuvvetler ayrılığı prensibi yok olmuş;  hırsızlık ve rüşvet en üst kademelere kadar çıkmış; bölücü başı Apo Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarını, anayasasını belirler duruma gelmiş. 

Bütün bunlar olurken Devlet Bahçeli ne yapmış, bilmekte fayda var.

Devlet Bahçeli sadece konuşmuş, salıdan salıya maç anlatan spiker gibi olayları anlatmakla yetinmiş. Adeta, bütün bunların müsebbibi olan kişinin ve örgütünün rahat çalışması için “milliyetçileri” ve ülkücü gençleri eve hapsetmiş. İnsanların demokratik haklarını kullanmasını bile istememiş. Şimdi de, sadece kaybolan  hak ve hukukun yeniden sağlanması  için değil, ülkenin bu kötü gidişine dur demek için mücadele eden Feyzioğlu’nun önünü kesmeye çalışıyor.

Biz Devlet Bahçeli’den ümidimizi kestik. Onun için diyoruz ki, gölge etme başka ihsan istemez.


Bence, Devlet Bahçeli ve Faruk Loğoğlu gibilerin çabası beyhudedir. Sayın Feyzioğlu, her geçen gün biraz daha milletimizin aradığı lider olma özelliğini kazanıyor ve milletimizin ümidi olmaya başlıyor. Kendisine başarılar diliyorum ve mücadelesine  yılmadan devam etmesini diliyorum.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

BEKLENDİĞİ GİBİ!

Danıştay’ın 146. Yılını kutlama töreninde herkes kendinden beklendiğini yaptı.

Türkiye Barolar Birliği başkanları yılda iki kere protokol önünde konuşma fırsatı bulur. İlki Adli Yıl Açılış Töreni’nde, diğeri de Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ilk konuşmasını Yargıtay’da yapmıştı. Bugün de Danıştay’ın 146. Yıldönümü münasebeti ile düzenlenen törende konuştu. Sayın Feyzioğlu kendisinden beklendiği gibi Hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı, devlet yönetimi ve sosyal devlet anlayışı ile ilgili olarak kendisinin ve Barolar Birliği’nin görüşlerini anlattı. Konuşma metni incelendiğinde görülecektir ki, bu konuşma tam olarak Metin Feyzioğlu’ndan beklendiği gibidir.

Sayın Başbakan da kendisinden beklendiği gibi Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına çok sert tepki vermiştir. Her zamanki gibi öfkelenmiş ve öfkesine hâkim olamayarak Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasına müdahale etmiş, onu yalancılıkla suçlamış ve edepsizlikle itham etmiştir. Sayın başbakanın bu tutumu da ondan beklenecek bir davranıştır.

Töreni  izlemekte olan Sayın Abdullah Gül’ün başbakanın peşine takılıp onun ile birlikte toplantıyı terk etmesi de kimseyi şaşırtmamıştır. Böylelikle Cumhurbaşkanlığı süresince Recep Tayyip Erdoğan’a hiçbir zaman hayır diyemeyen Sayın Gül  bu sefer de başbakana hayır diyememiş ve onun isteğini yerine getirmiştir.
Danıştay Başkanı Zerrin Güngör de beklendiği gibi, kendi misafirlerinin azarlanmasına, hakaret görmesine ses çıkarmamış; bir devlet adamına yakışmayan, fevri bir davranış gösteren başbakanı adeta korumuştur. Metin Feyzioğu’nun konuşmasını eleştirerek adeta başbakana mazeret üretmiştir.

Bu davranışların hiçbirisi biz şaşırtmadı. Herkes kendi özelliğini davranışlarına gerçekçi biçimde yansıtmış oldu. Bizler de bu insanları bir kez daha tanımış olduk; daha doğrusu onlar hakkında verdiğimiz hükümlerde yanılmadığımızı anladık..


9 Mayıs 2014 Cuma

BENİM ADAYLARIM:  ONUR ÖYMEN VE YUSUF HALAÇOĞU

Ağustos ayı içerisinde yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak aday tartışmaları giderek artıyor. Nasıl bir cumhurbaşkanından çok kimin olacağı tartışılıyor. Havuz medyası ve bazı çevreler başka kimse olamazmış gibi Erdoğan ve Gül’den başkasının adını bile anmıyor. O olmazsa diğeri, diğeri olmazsa o… Oysa her ikisi de Türk Ulusu'na yakışan adaylar değil.

Türkiye Cumhurbaşkanı,  her şeyden önce Türk olmanın bilincini ve gururunu taşımalıdır ve göğsünü gere gere “Ne mutlu Türküm diyene” diyebilmelidir.
Başkanı olacağı devletin temel ilkelerine sadık olmalıdır.
Laiklik ile, hukuk devleti ile ulus devlet anlayışı ile kavgalı olmamalıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesine sadık olmalıdır.
Ülkenin ve milletin birliğine sahip çıkmalıdır.
Anayasanın ilk 4 maddesinin öneminin farkında olmalı, değiştirilmesini aklının ucundan  bile geçirmemelidir.
Yurttaşlara etnik kimliğine, dini inancına, mezhebine göre ayırım yaparak farklı davranmamalıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda olmalıdır.
Temel insan hak ve hürriyetlerine saygılı olmalıdır.
Yeterli bilgi ve devlet tecrübesine sahip olmalıdır.
Geçmişinde şaibe olmamalıdır. Dokunulmazlık onun için bir zırh olmamalıdır.

Bütün bu özellikleri taşıyan iki ismi önermek istiyorum. İlki CHP içinden sayın Önur Öymen, diğeri  ise, MHP içinden sayın Yusuf Halaçoğlu.
Sayın Onur Öymen,  Dış İşleri Bakanlığı müsteşarlığına kadar yükselmiş, farklı ülkelerde elçi olarak ülkemizi temsil etmiş çok kıymetli bir diplomattır. Diplomatik ve siyasi hayatı başarılarla doludur.  Her biri diğerinde değerli  5 adet basılı kitabı vardır. CHP Bursa milletvekilliği yapmıştır.

Yusuf Halaçoğlu, farklı üniversitelerde öğretim üyesi ve yönetici olarak görev almış değerli bir bilim adamıdır. Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapmış ve çok değerli eserlere imza atmıştır. Türk Tarih Kurumu başkanlığını bıraktıktan sonra siyasi hayat girmiştir; şu anda MHP Kayseri milletvekilidir. Çok sayıda bilimsel kitabı ve yayınlanmış makalesi vardır.


Bakalım CHP ve MHP’nin adayı kim olacak.  Benim adaylarım bunlar. İkisi de birbirinden değerli iki Türk insanı. İkisinin de çok iyi bir cumhurbaşkanı olacağına inanıyorum. 

7 Mayıs 2014 Çarşamba

KARA SAYFA

Yüksek Seçim Kurulu mahalli idareler seçimlerinin resmi sonuçlarını yayınladı. AKP % 44 civarında oy alarak birinci parti olmuş. Bu sonuç, Türk Milleti’nin tarihinin kara bir sayfasıdır. Utanılacak bir durumdur ve izahı da zordur.

Ülkeyi bölünme noktasına getiren;
Cumhuriyet'in temellerini sarsan;
devlete ait kuruluşları yok pahasına satan;
ülkeyi borca boğan;
sanayileşmeyi, tarımı, hayvancılığı geliştiremeyen;
en az 20 milyon insanı yoksulluk sınırı altında yaşatan;
üniversiteleri medreseleştiren;
bilimin, bilimsel düşüncenin gelişmesini sağlayamayan;
kentlerimizi betonlaştıran;
hazine arazilerini eşe dosta peşkeş çeken;
ormanlarımızı, derelerimizi yok eden;
cari işlem açığını rekor düzeylere ulaştıran;
bölücü başını adam yerine koyup onun ile anayasa yapmaya kalkan;
TSK’nin kahraman evlatlarını, aydınlarını, bilim adamlarını tutsak eden;
basın özgürlüğünü yok eden;
eğitimi yaz boz tahtasına çeviren;
rüşvet ve hırsızlık batağında çırpınan;
kuvvetler ayrılığını yok edip demokrasiye büyük darbe vuran ve sürekli yalan söyleyen bir iktidarın ve bir şahsın halk nazarında bu oranda rağbet görmesi ulusumuz için utanç vesilesidir.


Bu sonuçla ülke geri dönülmez biçimde demokrasiden ve cumhuriyetten uzaklaşıp tek adam hakimiyetine girebilir. Umarım önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi bu kara sayfanın silinmesinin başlangıcı olur.

6 Mayıs 2014 Salı

CUMHURİYET’TEN SALTANATA

Türk Milleti’nin batılı emperyalist güçlere karşı verdiği bağımsızlık ve kurtuluş savaşı aslında bir isyandır. Bu isyan, sadece onu Anadolu’nun ortasında tutsak bir ulus olarak yaşatmak isteyen dış güçlere değil, 600 yıl süren Osmanlı hâkimiyetine de karşıdır.

Mustafa Kemal Atatürk TBMM’de yaptığı bir konuşmada bu durumu şöyle dile getirmiştir.

“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milleti'nin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.

Türk Milleti de kan dökerek, can vererek kudretle ve zorla egemenliği elde etmiştir.

Son yıllardaki gelişmeleri dikkate alınca acaba Atatürk aşağıdaki iddiasında yanılmakta mıdır diye düşünmeye başladım.

“Millet egemenliğini almıştır ve isyan ederek almıştır.
Alınan egemenlik, hiç bir neden ve biçimde terk edilemez; geri verilemez. Bırakılamaz.
 Bu egemenliği tekrar geri alabilmek için, almak için kullanılmış araçları kullanmak gerekir.”

Bu ifadesi ile Atatürk, Türk Ulusu’nun kan dökerek, can vererek elde ettiği egemenliği elinden bırakması için, Türk Milleti’ne egemen olmak isteyenlerin de kanlarını akıtması gerektiğine işaret etmiştir.  Ne yazık ki saltanatın son bulması ve cumhuriyet idaresinin kurulması ile elde ettiğimiz egemenliğimiz yavaş yavaş belirli bir ismin ve zümrenin eline geçmektedir.

Egemenliğin en önemli şartı, devlet erklerinin (yasama, yürütme ve yargı) otoritesini ve yetkisini milletten almasıdır. Basın özgürlüğünün olmadığı, insanların haber alma haklarının ihlal edildiği, medyanın baskı altında tutulduğu seçim hilelerinin yapıldığı bir ortamda oluşan ve siyasi partiler kanunu gereği tek adam tarafından belirlenen milletvekillerinin oluşturduğu bir meclis bir kişinin sözü ile yasalar çıkarıyor ise; yargı, yürütmenin ve belirli odakların kontrolünde ise; yürütme yargı denetimine tabi tutulamıyorsa; kuvvetler ayrılığı kalmamışsa; özgürlükler kısıtlanmışsa, ulusal egemenliğin varlığından söz etmek gerçekçi olmaz.

Önümüzdeki seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa, Osmanlı padişahlarına bile nasip olmayan yetkileri kullanabilir. Adeta saltanat geri gelmiş gibi olabilir.


Ağustos ayı içerisinde yapılacak seçimlerde ulusumuz ya cumhurbaşkanını seçecek ya da sultanını. Ya cumhuriyete devam diyecek ya da saltanatı geri getirecek. 

4 Mayıs 2014 Pazar

3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK BAYRAMI VE ATATÜRK

1944 yılında Nihal Atsız Orhun dergisinde devrin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na açık mektup yayınlar ve devlet kadrolarına yerleşmiş Sovyetler yanlısı komünist kadrolardan şikayet eder. Şikayet edilenlerden birisi de Sabahattin Ali’dir. Sabahattin Ali Nihal Atsız aleyhine dava açar.

26 Nisan 1944 tarihinde davanın duruşmaları başlar. 3 Mayıs’ta Nihal Atsız’ı seven ve sayan gençler Ulus meydanında toplanır ve büyük bir gösteri yaparlar. Gençler polisin çok sert müdahalesi ile karşılaşırlar ve dövülürler.  Daha sonraki günlerde bu nümayişe katılanlardan 165 kişi Nihal Atsız ile birlikte tutuklanır ve “tabutluklara” gönderilerek işkenceye maruz kalırlar. Tutuklananlar arasında Alparslan Türkeş, Fethi Tevetoğu, Hasan Ferit Cansever, Nejdet Sancar, Zeki Velidi Togan,  Reha Oğuz Türkkkan gibi isimler de vardır.

Gösterilerin yapıldığı ve Nihal Atsız’ın tutuklandığı 3 Mayıs tarihi daha sonraki yıllarda “Türkçülük Bayramı” olarak kutlanmaya başlar. Günümüzde de Türk milliyetçileri bu günü bayram olarak kutlamaktadır.  Bu bayramı kutlayan ve kendilerine Türk milliyetçisi kabul eden herkesin en büyük Türk Milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı bilmesi gerekir.

Atatürk’de Türk milliyetçiliği fikrinin oluşmasında 3 ismin büyük rolü olmuştur. Türklük bilincinin başlamasında ve gelişmesinde Namık Kemal’in büyük rolü vardır. Namık Kemal sayesinde vatanseverliğin ve milliyetçiliğin ulusal tarih ile beslediğinin bilincine varmıştır. Bu bilinç ile ileriki yıllarda Türk tarihi üzerinde yoğun çalışmaları olmuştur.

“Türklük bilincinin dil, tarih ve kültür ekseninde gelişmesindeki en büyük etkiyi Ziya Gökalp yapmıştır. Ziya Gökalp’ın Türklüğün ırk ve kavim birlikteliğinden çok kültür (hars) temelinde oluştuğuna inanıyordu. Türkçülüğün Esasları isimli kitabında bu konu üzerinde yoğun bir şekilde durur. Bu kitabında “Demek ki, toplumsal nitelikler, bedensel kalıtım ile geçmez; yalnız eğitim yolu ile geçer. Öyleyse kavimselliğin ulusal özyapı bakımından da hiçbir rolü yok demektir.” Demiştir.

Atatürk’ü etkilen üçüncü isim Yusuf Akçura’dır. Yusuf Akçura’ya göre iki tür Türkçülük vardır: Demokratik ve emperyalist Türkçülük. Akçura demokratik Türkçülüğü benimsemişti ve Türk milleti için istenen hakların diğer milletlere de verilmesi gerektiğini savunuyordu. Türkiye’nin modern bir devlet olması için “feodallerle”, “yobazlarla” mücadele edilmesini gerekli görüyor ve toprak reformu üzerinde duruyordu.

Çok kısa olarak anlatmaya çalıştığım bu üç değerli fikir adamının da etkisi ile Atatürk’ün Türkçülük anlayışı şekillendi.  Elbette bu şekillenmede diğer bazı düşünürlerin de rolü olmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün millet anlayışını şu iki sözü ile anlatmak mümkündür:

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri, propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır.” Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar birkaç düşman aleti, mürteci,  beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde elemden başka bir tesir hasıl etmemiştir.”  Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı ortak maziye ve tarihe sahiptirler.”

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını anlatmak için en sağlıklı yol onun aşağıdaki sözlerin iyi değerlendirilmesi gerekir.

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.”

“Bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.”
“Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür.”

“Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”

“Tarihi, vukuat, hâdisat ve müşahadat hep insanlar ve milletler arasında, hep milletin hâkim olduğunu göstermiştir. “Milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen, yine milliyet hissinin öldürülemediği ve gene kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez.”

“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim.  Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.”


“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin okullarında birçok vesilelerle eser halinde tespit edilmiştir.”

“Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyetinin temel dileği olarak temin edeceğiz.”

“Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklâlden yoksun bir millet, medenî insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez. Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklâl ya ölüm!”

“Millet egemenliğini almıştır ve isyan ederek almıştır.  Alınan egemenlik, hiç bir neden ve biçimde terk edilemez; geri verilemez. Bırakılamaz.”

Özetlersek, Atatürk ırkçı değildir. İnsanlık için milliyet fikrinin sürekli var olacağına inanır. Türklük için, kültürü, dili, tarih bilincini önemli bulur.  Milleti için bağımsızlığı ve özgürlüğü vazgeçilmez hususlar olarak kabul eder.  Sömürmeye de sömürülmeye de karşıdır; antiemperyalisttir. Egemenliğin millette olmasını şart olarak kabul eder.

Kendisini Türkçü kabul eden herkesin en büyük Türk milliyetçisi Atatürk’ü çok iyi tanıması ve onun izinden gitmesi gerekir.


2 Mayıs 2014 Cuma

UYANIN ARTIK!

Taksim’e çıkmak için mücadele veren sevgili işçiler, emekçiler, siz esesleniyorum:

Çok geç kaldınız çok.

Fabrikalar özelleştirildi, yok pahasına satıldı, sesiniz çıkmadı;
Hazine arazileri yandaşlara peşkeş çekildi, sesiniz çıkmadı;
Kentler betonlaştırılıp arazi rantları sağlandı, sesiniz çıkmadı;
Ormanlar yok edildi, sesiniz çıkmadı;
Sendikacılık öldürüldü, sesiniz çıkmadı;
Sosyal haklarınız elinizden alındı, sesiniz çıkmadı;
Sendikasızlaştırıldınız, sesiniz çıkmadı;
Taşeron işçi oldunuz, sesiniz çıkmadı;
Boğaz tokluğuna çalıştırıldınız, sesiniz çıkmadı;
Kredi kartı borcunda boğuldunuz, sesiniz çıkmadı;
Ülkeyi bölüme noktasına getirdiler, sesiniz çıkmadı;
Kahramanlarımızı, aydınlarımızı, bilim adamlarımızı, sizin için çabalayanları tutsak ettiler, sesiniz çıkmadı;
Ülkenin kaynaklarını yiyip bitirdiler, sesiniz çıkmadı;
Ülkeyi soyup soğana çevirdiler, sesiniz çıkmadı;
Milletin a…...na koyacağız dediler sesiniz çıkmadı;

1 Mayıs geldi diye Taksim’e çıkmaya kalktınız onu da beceremediniz. Oysa, o meydana PKK’lılar, “hepimiz Ermeni’yiz” diyenler ellerini kollarını sallayıp çıkabiliyor. Bunun nedenini bile düşünmediniz.

İşçiler, memurlar, köylüler, esnaflar, rençberler, emekliler sözüm hepinize; sizler iktidardakileri dindar kabul edip, onların her yaptığını onaylarsanız bu günlerinizi de arar hale geleceksiniz.


Uyanın artık…