30 Nisan 2014 Çarşamba

1 MAYIS’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

İşçi hakları da diğer hak ve özgürlükler gibi, halkların otoriteye ve mevcut düzene karşı yaptıkları kitlesel eylemler ile kazanılmıştır.

XVIII. yüzyılın sonlarında Fransa halkı yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşarken sarayda yaşayanlar ve asiller halkın durumundan habersiz ve ilgisizdi. Kilise devlet üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışırken bir yandan da koyduğu din vergileri ile halkı daha da fakirleştiriyordu. 

Fransa Devrimi işte bu ortamda halkın ayaklanması ile meydana geldi. Bu devrim ile sadece Fransa’da değil diğer ülkelerde de devlet sistemlerinin, devlet anlayışlarının ve hukuk kuralları değişti. Temel insan hak ve özgürlüklerinin temelleri atıldı. 

“İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi”nin kabul edildiği 26 Ağustos 1789 insanlık tarihinin en önemli günlerinde birisidir. Bu bildirge ile insanların özgür ve eşit haklara sahip olduğu;  mülk edinme, baskılara direnme, ehliyetlerine göre devlet kuruluşlarında görev alabilme gibi haklarının olduğu; yasalarda bulunmayan bir suçtan dolayı cezalandırılamayacağı; kuvvetler ayrılığının gerekeli olduğu ilan edildi. Ayrıca, egemenliğin millete ait olduğu da bildiride yer aldı.

İnsanlık bu devrimi gerçekleştiren Fransa halkına çok şey borçludur. Dökülen kanlar boşa gitmemiştir. İnsanlık kazançlı çıkmıştır.

“1 Mayıs Uluslararası İşçi Günü” de böyle bir halk hareketinin sonucudur.  1800’lü yılların sonlarına doğru işçiler haftada 6 gün ve günde 12 saat olan çalışma sürelerinin günde 8 saate indirilmesi için mücadele başlattılar. İşçiler ve tüm çalışanlar ABD’nin Şikago kentinde 1 Mayıs’tan itibaren gösterilere başladılar. Bu gösteriler 4 Mayıs’a kadar devam etti. Bu tarihte kanlı Haymarket olayı meydana geldi. Polisler göstericilerin üzerine ateş açtı ve 4 gösterici öldü.

Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi.


Zamanla 8 saatlik iş günü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazandı. 

1 Mayıs’ın ruhunda işçi hakları vardır. Gerek işçi hakları gerekse tüm temel hak ve özgürlükler ancak hukukun üstün olduğu, kuvvetler ayırımın var olduğu, demokratik, laik ve tam bağımsız, ulus devletlerde sağlanabilir ve korunabilir.

Yukarıdaki  ilkeleri savunmayan hiçbir hareket işçi haklarını savunuyor olamaz.  Etnik ayırımcı politikalar sürdürenler;  laik devlet anlayışını değiştirmeye çalışanlar; hukukun üstünlüğünü,  her türlü özgürlüğü, bağımsızlığı, adaleti, ulus devleti, milletin ve devletin birliğini, halkaların kardeşliğini, insanların eşitliğini savunmayanların 1 Mayıs’ta Taksim’de bulunmaya hakları yoktur.  Ulusun ve ülkenin birliğine inanmayanların; temel hak ve özgürlükleri savunmayanların;  insanları kardeş bilmeyenlerin;  kalbi sevgi yerine nefret ile dolu olanların; bölücülerin, yıkıcıların o meydanda yeri yoktur.


İnsanlığı özgürlüğe, refaha, insanca yaşamaya taşımak için canlarını vermiş, kanlarını akıtmış olanları millet ve dini inanç ayırımı gözetmeden saygı ile selamlıyorum.  İnsanlığa özgürlüğü, refahı, insanca yaşamayı çok gören, kendisini farklı ve üstün görüp diğer insanlara hükmetmeye çalışan, insanların haklarını devletin gücünü de kullanarak gasp eden, diktatörlüğe heveslenip halkına zulüm edenleri de nefretle kınıyorum.  1789 yılından bu yana bu despotlara karşı direnme hakkımızın olduğunu da herkese hatırlatıyorum.

29 Nisan 2014 Salı

İÇ İŞLERİMİZE MÜDAHALE İMİŞ!

Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Ankara  temasları sırasında hükümete çok sert eleştiriler yöneltti. 

Çankaya Köşkü'nde başladığı eleştirilerine ODTÜ'de de devam eden Gauck, "Söylediklerimi içişlerine müdahale olarak algılamayın" diyerek, yargı bağımsızlığından internetin kısıtlanmasına, medyaya uygulanan baskıdan MİT yasası ve Gezi protestolarına kadar birçok konuda mesaj verdi. 
Batı dünyası kralların, derebeylerinin, kiliselerin hakim olduğu; insanların birbirlerini etnik ayırımlar, din ve mezhep farklılıkları yüzünden katlettikleri dönemleri yaşadı. İnsanlar zulüm gördü, aşağılandı. Özellikle Fransız devriminden sonra, ulus devletlerin de kurulması ile egemenlik halka geçti. Monarşinin yerini Cumhuriyet aldı. Toplum demokratikleşti. Yürütme, yasama ve yargı kuvvetleri birbirlerinden ayrıldı. Hukuk devleti anlayışı içinde eşitlik, kardeşlik fikri gelişti. Temel hak ve özgürlükler kabul edildi. Sosyal devlet anlayışı yaygınlaştı..

Ulusal egemenlik, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayırımı, temel insan hak ve özgürlüklerine saygı, kanun önünde eşitlik evrensel değerler haline geldi.

Batılı ülkeler bu evrensel değerlerden uzaklaşan devletleri uyarmayı o ülkenin iç işlerine karışmak olarak kabul etmezler. Alman Cumhurbaşkanının sözlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Suriyeli muhaliflere silah dahil her türlü lojistik yardımı yaparken, siyasi destek verirken Türkiye’nin ileri sürdüğü gerekçe Suriye yönetimin kendi halkına demokratik haklarını vermemesidir. Oradaki durumu bu ülkenin iç işleri kabul etmeyip müdahaleye kalkarsanız birileri de gelir sizi uyarır. Yargı bağımsızlığı der, kuvvetler ayrılığı der, özgürlüklerin kısıtlanmasından bahseder, hukukun üstünlüğünden söz eder; demokrasinin vazgeçilmezlerini size anlatır.


Acı olan şudur ki,  iktidar yalakası bazı sözüm ona aydınlar, yazarlar, televizyon televizyon gezip iktidarı övenler Alman Cumhurbaşkanının dile getirdiği ülkemizin bu önemli sorunları halktan gizlemeye çalışmaktadır. Halkı aydınlatma görevini yerine getireceklerine halkı uyutma çabası içindedirler. Bunlar için önemli olan aldıkları maaştır, ulufedir, makamdır. Mütareke döneminin satılık yazarlarını aratır hale gelmişlerdir.

28 Nisan 2014 Pazartesi

DİKTATÖRLÜĞE GİDEN YOLLARDAKİ TAŞLARI TEMİZLEMEK!

Başbakan, diktatörlüğe giderken ayağına takılacak taşları teker teker temizliyor. Ermenilere verdiği taziye mesajını bu açıdan değerlendirmek gerekir. 

Mesajı okuyunca,  aklıma Cüneyt Zapsu’nun Recep Tayyip Erdoğan için ABD’de söylediği  “Süpürmeyin, kullanın” sözü geldi. Başbakan, taziye dileyerek, ABD ve AB’nin siyasi çevrelerinden yükselen aleyhindeki söylemlere karşı “ben hala kullanılabilirim” mesajı vermiş oldu.

Kullanılabilirim yani, Ermenilere taviz verebilirim, Kıbrıs’ta Rum isteklerini kabul edebilirim, Güneydoğu’da, daha sonra bağımsız devlete dönüşecek olan, özerk bir yapıya izin verebilirim. Ortadoğu’da ABD projelerinin eş başkanı olmaya devam edebilirim.  Verilen mesaj budur.

Dışarıya bu mesaj verilirken içeride de diktatör olmanın önündeki engeller kaldırılmaya çalışılıyor.

Diktatörlüğe giden yol, demokrasiyi kullanarak iktidar olmaktan geçiyor. RTE iktidar olduğu için medyayı, iş çevrelerini hatta sendikaları kendisine tabi kılabildi. İktidar olduğu için, yargıyı siyasallaştırabildi. İktidar olduğu için TSK’ni, Akademik çevreleri susturabildi.

Önümüzde Başkanlık seçimleri var. RTE bu seçim sonucunda başkan olarak iktidarını güçlendirmek isteyecektir. Seçimi kazanmak onun en büyük hedefidir.

BDP ile işbirliği yapmadan seçilmesinin mümkün olmadığını bildiği için etnik ayırımcılık yapan bu partiye taviz verecektir.
Anayasa değiştirilmeden azınlık ırkçılarının isteklerinin yerine getirilmesi mümkün değildir. Onun için, başkan olduktan sonra da dar bölge seçim sisteminden yararlanarak anayasayı değiştirebilecek milletvekili sayısına erişmeyi planlamaktadır.


RTE’nin tüm hesapları öncelikle Cumhurbaşkanı olmak üzerine kurulmuştur. Son seçimlerde, hırsızlığın, arsızlığın, bölücülüğün, hainliğin halk tarafından desteklendiğini görünce doğrusu başkanlık seçimi sonucundan da endişe etmeğe başladık. 

Umarım RTE’nin planları bu seçim ile bozulur; aksi takdirde Türkiye çok daha karanlık günlere sürüklenir.

11 Nisan 2014 Cuma

MİT ve GESTAPO

TBMM’nin gündemini meşgul eden ve yoğun tartışmalara neden olan, MİT yeniden düzenlemeyi amaçlayan kanun tasarısı ile ilgili haberleri okurken, aklıma Hitler’in adına GESTAPO denilen gizli polis teşkilatı geldi.

Gestapo 1933 yılında Goering tarafından kuruldu. 10 Şubat 1934 tarihinde çıkarılan bir yasa ile bu örgüt Alman yargısının yetki alanından çıkarıldı. Hangi suçu işlerlerse işlesinler yargılanmayacaklardı. Son kanun tasarısı kabul edilirse MİT de bir bakıma yargı denetiminden çıkmış olacak.

Bu benzerlik Hitler’in nasıl diktatör olduğu sorusunu akla getiriyor.  Hitler diktatör olarak Almanya’nın başına geçmedi. Hitler seçim kazanmadan iktidar olamayacağını biliyordu. Biliyordu ki, demokrasiyi tahrip edip diktatör olmak için demokrasinin sağladığı imkânlardan faydalanmak lazım. O da öyle yaptı ve demokrasi oyunu oynadı.

1929 yılında ABD’den başlayan ekonomik kriz Almanya’yı da etkisi altına almıştı. Bu nedenle mevcut iktidar yıpranmıştı. Hitler çok yoğun bir seçim çalışması yaptı. Seçim kampanyası için büyük özel sektörden çok güçlü bir mali destek aldı. Özel sektör yöneticileri yardım etmedikleri takdirde Nazi iktidarında çok sıkıntı çekeceklerini biliyorlardı.

Hitler 30 Ocak 1933 tarihinde başbakan oldu. İktidar olur olmaz ilk hedefi kadrolaşarak devletin tüm kurumlarını etkisi altına almak oldu. Komünist ve sosyal demokrat parti mensuplarına baskı uyguladı. Binlerce insan tutuklandı, idam edilenler oldu.  Vatan ihanet suçu Alman İmparatorluğu’nun normal mahkemelerinin yetki alanında çıkarıldı, özel mahkemeler yetkili kılındı. Hâkimler emir altında kararlar vermeye başladı. Hangi suça hangi cezanın verileceğine bizzat Hitler karar veriyordu.

Almanya’da korku imparatorluğu egemen olmuştu. Halk bu duruma tepki göstermeye korkuyordu çünkü tepki gösterince başlarına ne geleceğini biliyorlardı.

Hitler’in iktidara gelmesinde ve diktatör olarak kalmasında özel sektörün katkısı büyük oldu. Hitler, Krupp firmasına büyük devlet desteği sağladı ve bu firmanın büyümesini sağladı. Başta bu Krupp olmak üzere birçok firma Hitlere destek oldu. Olmayanlar baskı altına alındı, iflasa sürüklendi. Hitler, Krupp aracılığı ile iş adamlarına şu mesajı gönderi: “Ya siz bize bu parayı vereceksiniz veya bu parayı biz sizden alacağız”

Cumhurbaşkanı Hindenburg  2 Ağustos 1934 tarihinde öldü. Bu ölüm üzerine hükümet bir kararname çıkararak cumhurbaşkanlığı yetkilerini başbakana devretti.  Bu konuda hazırlanan yasa 19 Ağustosta referanduma sunuldu. Referandumda hayır propagandası yapmak isteyenler Gestapo tarafından susturuldu. Alman halkı bu referandumu onayladı. Hitler hem cumhurbaşkanı hem de başbakan konumuna geldi. Aynı zamanda Başkomutan da oldu. Bütün silahlı kuvvetler mensuplarına ve devlet memurlarına Hitler’e bağlılık yemini ettirildi.

Hitler kamuoyunun oluşmasında basının büyük rol oynadığını biliyordu. Daha 1933 yılında “İmparatorluk Basın Odası” isimli bir kurum oluşturdu. Naziler, bu kurumu kullanılarak bir basın imparatorluğu kurdu. Başlangıçta 59 gazete Naziler lehine yayın yaparken bu sayı bir yıl sonra 86’ya çıkarıldı. Bu gazetelerin tirajı da başlangıçta780 000 iken bir yıl sonra 3 000 000’a yükseldi. 500’den fazla gazete de kapatıldı.

Basını ele geçiren Hitler, halkın düşünce yapısını ve siyasi eğilimlerini istediği gibi değiştirdi. Basın imparatorluğu kurmasında en büyük yardım ve katkıyı Krupp’tan aldı.

Böylece, devletin bütün kurumlarını, silahlı kuvvetleri, özel sektörü, yargıyı, basını tamamen hâkimiyeti altına almış oldu. Artık tam anlamı ile diktatördü. Demokrasiyi rafa kaldırdı çünkü artık ona ihtiyacı kalmamıştı.

Hitler’in nasıl diktatör olduğunun bilinmesinde son yıllardaki gelişmeleri değerlendirmek açısından büyük fayda var.

Bu konuda Atatürk’ün değerlendirmelerini de sunmak isterim:

“Ne komünizm ne de faşizm, bu iki ideoloji de memleketimizin, milletimizin gerçeklerine, karakterine asla uymaz. … Ne faşizmin, ne de nazizmin sonu yoktur. Ben belki bunu görecek kadar yaşayacak değilim. Ama aramızda onların sonunu görebilecek olanlar vardır. Bu ülkeler bir defa bu yola girdiler mi bir daha geri dönemezler. Halkı ve gençliği sürekli olarak heyecan içinde tutmak için durmadan silahlanmak, sağa sola tehditler savurarak ayakta kalmak zorundadırlar. Bu işin sonucu ise savaştır. Ve bu savaşın sonunda ne faşizmin, ne de nazizmin ayakta kalmasına imkân görmüyorum.”


9 Nisan 2014 Çarşamba

YENİ CHP'İN NERESİ YENİ?

Bir komplo soncu istifa eden CHP’in başına Kılıçdaroğlu geçince CHP’in yenileceğini söyledi ve daha sonraki dönemlerde de partisinden “Yeni CHP” olarak bahsetti. Doğrusu eskisinin suçu ne idi, yenisinde ne gibi değişiklikler planlandı ve yapıldı tam olarak anlayamadık.

CHP Atatürk önderliğinde kurulmuştur ve onun ilkeleri de bizzat Atatürk tarafından belirlenmiştir.

Nedir onlar?

Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Milliyetçilik ve İnkılapçılık. Bunların ne anlama geldiğini anlamak için Atatürk’ün söylemlerine ve icraatlarına bakmak gerekir.

Cumhuriyetçilik:

Atatürk, hâkimiyeti Osmanlı sülalesinden alıp Türk Milleti’ne vermiştir. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olması gerektiğine inanmıştır. Atatürk'e göre, bunu gerçekleştirecek olan devlet modeli ise cumhuriyettir. Esas olan devlet erkinin kaynağının millet olmasıdır.

Ulusal egemenliğe çok büyük bir önem vermiştir. Hürriyet için de, adalet için de, eşitlik için de ulusal egemenlik lazımdır ve bu da ancak cumhuriyetin varlığı ile mümkün olur.

Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat'î mânasiyle millî egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir. Toplumumuzda, devletimizde hürriyet sonsuzdur. Ancak onun hududu, onu sonsuz yapan esasın korunmasıyla mevcut ve çevrilidir.”

Türkiye Cumhuriyetinin sonsuzluğa kadar yaşayacağına inanıyordu. Çünkü onu çok güvendiği Türk gençliğine emanet etmişti.

Halkçılık:

Halkçılık,  Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında şu şekilde tanımlanmıştır: "Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır. Sınıf, aile fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.“

Devletçilik:

Atatürk bu ilkenin amacını   diyerek açıklamaktadır.
Bu ilkeden amaç, ekonominin güçlendirilmesi ve millileştirilmesidir. Ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara devletin girmesini öngören ilkedir.

Milliyetçilik:

Atatürk, “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz” demiştir. Ömrü Türk milletine hizmet etmekle geçmiştir. Mensubu olmakla gurur duyduğu ulusu için en önemli hususun bağımsızlık olduğuna inanmıştır. İstiklâl mücadelesinin başlangıcındaki düşüncesi şöyle idi:

“...Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz.
 Oysa, Türk Ulusu’nun onur ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
 Öyle ise ya bağımsızlık, ya ölüm. İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

Bu mücadelenin sonunda kurulan Cumhuriyet’in temelinin Türk kahramanlığı ve Türk kültürü olduğunu 10. Yıl Nutkunda belirtmiştir.

Türk tarihine ve Türkçeye büyük önem vermiştir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu önemden kaynaklanmıştır.

Atatürk milliyetçiliği ırkçılık karşıtıdır, özgürlükçü ve eşitlikçidir, demokrasiyi hedefler, dünya ile barışıktır, başka milletleri ne hakir ne de üstün görür.

İnkılapçılık:

Atatürk yaptığı devrimlerle Türk Ulusunu çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne taşımaya çalışmıştır. Onun devrimcilik anlayışı durağan değildir. Akıl ve bilimin rehberliğinde sürekli gelişimin gerekliliğine inanır.

“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim açmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen eremediğimizi; fakat asla ödün vermediğimizi akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. 

Zaman sür'atle ilerliyor. Milletlerin, toplumların kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur.

Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra benimsemek isteyenler; bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Bunlar CHP’in temel ilkeleridir. CHP yenilendi demek için bu ilkelerin de değişmesi gerekir. 

Şimdi merak ettiğim şey şu: Kılıçdaroğlu, bu ilklerden hangisini beğenmedi ki CHP’i yenilemeye kalktı.


4 Nisan 2014 Cuma

BU SEÇİMLER NE KADAR DEMOKRATİKTİR? NE KADAR MEŞRUDUR?

Diktatör olma hevesi ve çabası içindeki birinin yönettiği bir ülkede seçimler ne kadar demokratik olabilirse o kadar demokratik olur. Bu bakımdan bu seçimlerin demokratik bir ortamda yapıldığını iddia etmek yanlıştır.

Demokrasinin önemli şartları vardır. Ülkede kuvvetler ayrılığı prensibi gerçek olacak; hukukun üstünlüğü olacak; temel insan hakları her vatandaş için geçerli olacak, halkın iradesi dürüstçe ve baskılardan uzak bir şekilde yapılan seçimler ile ortaya çıkacak ve devletin üç kuvveti de otoritesini milletten alacak.

Özellikle 12 Eylül referandumundan sonra yargı yönetimin kontrolüne girmiştir. Bunun sonucu, yurtseverler ve TSK’nin değerli komutanları tutsak edilmiştir. Dışarıda kalanlar üzerinde ise baskı oluşturulmuştur. Evrensel hukuk kuralları çiğnenmiş ve haklar gasp edilmiştir.

Yasama organı yani TBMM bir kişinin kontrolüne girmiştir. Bu kişinin istemesi ile bir gece de kanun çıkarılmaktadır.

Siyasi ve siyasi olmayan muhalefet baskı altında tutulmuştur. Örgütlenme özgürlüğü dikkate alınmamıştır.

Basın-yayın organları satın siyasi otorite tarafında satın alınarak veya devlet organlarının baskısı altına sokularak özgür medya yok edilmiştir. İnternet üzerinden haberleşmelere yasaklar getirilmiş ve halkın haber alma hürriyeti kısıtlanmıştır.

Muhalif partilerin elinde olan belediyelere baskılar uygulanmış. Bu belediyelerde yolsuzluklar olduğuna dair algılar oluşturulmuştur. Merkezi yönetimden bu belediyelere yeterli destek verilmemiştir.

Kuvvetler ayrılığının olmadığı, başta halkın haber alma ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere temel insan haklarının kısıtlandığı, devlet erklerinin baskı aracı olarak kullanıldığı bir ortamda yapılan bir seçime demokratik demek mümkün değildir.


Bu şartlarda yapılan bu seçimler halkın gerçek iradesini yansıtmamıştır. Demokratik değildir;  meşruluğu da tartışılabilir.

3 Nisan 2014 Perşembe

İSLAMIN ŞARTI BEŞTİR, ALTI DEĞİL

AKP’nin ülkeyi içine sürüklediği duruma ve başbakan ve bakanlar hakkında ortaya çıkan tüm yolsuzluk ve rüşvet haberlerine rağmen seçim sonuçlarının bu şekilde çıkmasının iki temel nedeni olabilir: Birincisi, toplumun cehaleti ve mahalle baskısı; ikincisi ise seçimlerin demokratik biçimde yapılmayışı.

Cehalet bize Osmanlı’dan mirastır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim hamlesi maalesef daha sonraki yıllarda hızını kaybetmiş ve bugünkü toplum yapımız ortaya çıkmıştır. Eğitim durumumuzu ortaya koymak için OECD ülkeleri ile bazı kıyaslamalar yapmak gerekir.

Yüksek öğrenim alanların oranı açısından Brezilya’dan sonra en kötü ülkeyiz. Lise seviyesinde eğitim alanların oranı bakımından Meksika’dan sonra en kötü ülkeyiz. Anaokuluna başlayan çocuklar esas alındığında ise, sonuncuyuz. Öğretmen başına düşen öğrenci sayımız ise, fazla; bu bakımdan da sondan dördüncüğüz. OECD ülkeleri içinde öğrenci başına yapılan harcama miktarı en düşük ülke Türkiye’dir.

Açılımı  “Uluslar arası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA istatistiklerine göre de durumumuz hiç iç açıcı değil. 15 yaşındaki çocuklar üzerinde yapılan değerlendirmeye göre Türkiye matematik alanında 44’üncü, okuma alnında 43’üncü ve fen alanında ise 42’inci olmuştur.

Eğitim bu olunca toplumun aklını kullanma yeteneği de düşük olmaktadır. Böyle toplumlarda insanlar, her türlü seçimini özgür düşünce ile değil, kamuoyu baskısı ile yaparlar.

Türkiye’de insanlar kendilerini dindar olma veya en azından dindar görünme mecburiyetinde hissetmektedir. Bu dindarlığın da gerçek Müslümanlıkla olan uygunluğu da tartışılabilir. Toplumda itibar kazanmak için, erkeklerin birbirlerine göstererek camiye gitmesi,  Cuma namazlarını kaçırmaması, oruç tutması, birbirlerini Allah’ın adı ile selamlaması, Umre’ye, gitmesi, konuşmalarında sık sık “İnşallah, maşallah” demesi, alkol içmemesi gerekmektedir. Kadınlar ise muhakkak başlarını örtmelidir. Ayrıca,  bu dindarlığın bir şartı olarak, insanlar AKP’ye oy vermeli ve Tayyip ne yaparsa yapsın, ne derse desin destek onu desteklemelidir. Böyle yapılmazsa itibar kaybı olmaktadır.

Toplumda öyle bir kanaat oluşturulmaktadır ki, sanki Tayyip Erdoğan’a oy vermek İslam’ın şartlarından birisidir. Bizim bildiğimiz İslam’ın şartı beşti, şimdi altı oldu. Kendisini dindar hisseden veya öyle görünmek isteyen insanlar AKP destekçisi oldu. O kadar oldu ki evlerde bulunan paralar için “cihat için toplanmış paralardır, sevaptır” dendi.

İnsanlar bir bakıma bu dünya için veya bu ülke için değil, öbür dünya için oy kullandı. Kim bilir, belki de verdikleri oyla cennete kapı açtıklarını sandılar.

Elbette İslamın gereklerini yerine getirmek güzel bir şeydir ama Allah için yapılırsa. Lütfen sözlerimi yanlış anlamayın.

Cehalet toplum baskısı ile birleşince seçim sonuçları da böyle oldu. Toplum cehaletten kurtulmadıkça ki, bu cehalete dinimizi tam olarak bilmemeyi de katabiliriz, seçim sonuçları hep umut kırıcı çıkacaktır.


Yarın da seçimlerin demokratik biçimde yapılmadığını anlatmaya çalışacağım.

2 Nisan 2014 Çarşamba

ALGI YÖNETİMİ

2014 seçimlerinde büyük bir algı yönetimi yaşadık. Kamuoyu özellikle de iktidara muhalif olan kesimler AKP oylarında büyük bir düşüş olacağı beklentisi içine sokuldu. Seçim sonrasında, ilk saatlerde, AA ajansı kullanılarak AKP oyları gerçek rakamın üzerinde duyuruldu. Düşüş bekleyenlerde hayal kırıklığı yaratıldı. 
Daha sonra da yandaş medya ve yazarlar Tayyip’in zafer kazandığını ilan ederek toplumda yanlış algı oluşturdular.

Bu izlenim verildi ama bu seçimde çok oy alan dört partinin oy oranları 2011 seçim sonuçları ile karşılaştırılmadan Tayyip’in zafer kazanıp kazanmadığına karar vermek hata olur.

2011 rakamları (yüzde olarak):

AKP: 49.9
CHP: 25.9
MHP: 13.1
BDP (bağımsızlar): 6.6

2014 rakamları:

AKP: 44.1
CHP: 28.6
MHP: 15.9
BDP+HDP: 6.5

Bu rakamlardan anlaşıldığı gibi AKP oy oranında 5.4’lük bir düşüş söz konusudur. Bu partinin 2 milyondan daha fazla bir oy kaybı olmuştur. CHP oylarını artırmış, MHP ve BDP de ise kayda değer bir değişiklik olmamıştır.

AKP düşüşe geçmiştir, bizim üzüldüğümüz nokta ülkenin içinde bulunduğu içler acısı duruma göre AKP'nin oylarındaki azalmanın az olmasıdır. 

Bu azalmanın hızlanarak devam etmesi ise, Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkmak isteyen, bağımsızlıktan, kardeşlikten, özgürlükten, bilimden, refahın eşit dağılımından, hukukun üstünlüğünden; milli, demokratik, laik, hukuk devletinden ve Türk Milletinin diğer çağdaş toplumlardan daha ileri olmasından yana olan yurtseverlerin çabasına bağlıdır. 

O halde, moral kaybı göstermeden çalışmaya devam etmek gerekir.

Parolamız: Durmak yok, mücadeleye devam.


Rehberimiz: Mustafa Kemal Atatürk

1 Nisan 2014 Salı

BU SEÇİMİ SADECE BÖLÜCÜLER KAZANDI

12 yıldır iktidarda olan AKP’nin Türkiye’yi getirdiği nokta içler acısı olmasına rağmen % 44 oy alabilmiştir. İçler acısı diyorum çünkü bu 12 yıl sonunda görünen manzara şudur:

Devleti yönetme anlayışı demokrasiden çok uzaklaştı. Kuvvetler ayrılığı prensibi yok oldu. Yasama, yürütme ve yargı tek elde toplandı. Hukuk alt üst oldu. Kurulan kumpaslarla, yalancı kanıt ve tanıklarla yurtsever aydın ve askerler hapse atıldı. TSK tavsiye sürecine doğru sürüklendi.

Temel hak ve özgürlükler kısıtlandı. Medya ya baskı altına alınarak veya satın alınarak iktidarın sözcüsü durumuna getirildi. Yetmedi, internet aracılığı ile yapılan haberleşmelere de kısıtlama getirildi.

Sanayi ve hizmet sektörü yabancıların eline geçti. Cumhuriyet’in eserleri satıldı. İstihdam oranı % 44.3 ile OECD sıralamasında en alt düzeye indi. Yoksulluk sınırı altına yaşayanlar % 17 seviyesine geldi. Yani milyonlarca insan yoksulluğa mahkûm oldu. Her 4 çocuktan biri açlık sınırının altında kaldı. Gelir dağılımı bozuldu; ülkeler sıralamasında 131’inciliğe düştük.

Ülkenin sanayi kuruluşları, sigorta şirketleri, bankaları, iletişim firmaları, liman işletmeleri,  tarımı, madenleri, suları ya satıldı ya da satılıktır. Kendi ülkemizde yabancılar için çalışan işçi durumuna düştük.  İhracatımız ithalatımızı karşılayamıyor. Tarım ürünleri ithalatına bir yılda 10 milyar dolar ödedik. Sürekli Cari işlem açığı veriyoruz, mecburen borçlanıyoruz. Sürekli faiz ödüyoruz: bir yılda 50 milyar dolar.

Sağlık alanında tedavi hizmetlerinin özelleştirilmesi dışında bir şey yapılmadı. Bebek ölümlerinde OECD ülkeleri arasında birinci sırada kaldı. Çocuk sağlığında 97’inciyiz. Beslenmede dünya ülkeleri arsında 53’üncüyüz.

İnsani gelişmede 83’üncüyüz. İnsan haklarında 78’inciyiz. Can güvenliğinde 65’inciyiz. Demokraside 89’uncuyuz. Basın özgürlüğünde 106’ıncıyız. Cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. Sıradayız.

Yanlış dış politikaları sonucu ülkemizin çıkarları korunamadı. Etrafımızdaki ülkelerin hemen hepsi ile düşman olundu.

12 yıl önce bitmek üzere olan terör, verilen tavizler sonunda zirve yaptı. Yönetim, terörü teröristlerin isteklerini kabul ederek durdurmaya çalıştı. İstekler şimdilik demokratik özerkliğe kadar geldi, bunu bağımsızlığın takip edeceği belli oldu. Ülke bölünme noktasına gelmiş oldu.

Türklük ve Türk milliyeti ayaklar altına alındı, Cumhuriyetimizin kurucusu ve sonsuzluğa kadar yol göstericimiz olması gereken Atatürk’e ayyaş denildi. Cumhuriyetin kazanımları ve temelleri sarsıldı.

Hükümet üyelerinin, başbakanın ve onların yakınlarının hırsızlık yaptığı, rüşvet yediği, haksız kazanç elde ettiğinin kanıtları ortaya çıktı.

Bu tablo dikkate alındığında AKP’nin büyük oy kaybına uğrayacağı sanıldı ama olmadı. Halkımızın nerde ise yarısı bütün bu olumsuzluklardan memnun olduğunu verdiği oylarla belli etti. Bu seçimlerin galibi olarak AKP ilan edildi.

Bana kalırsa, bu seçimleri AKP’ye oy veren vatandaşlarımız dâhil tüm ulusumuz kaybetti. Kazanan ise sadece bölücüler oldu.


Eyup Karakaş: YA ÇAĞDAŞ TOPLUM  YA DA ORTA ÇAĞ KARANLIĞIBir yan...

Eyup Karakaş: YA ÇAĞDAŞ TOPLUM  YA DA ORTA ÇAĞ KARANLIĞI Bir yan...: YA ÇAĞDAŞ TOPLUM  YA DA ORTA ÇAĞ KARANLIĞI Bir yanda temel insan haklarını, özgürlüğü, kardeşliği, eşitliği, bilimi, üretkenliği, kanun...