25 Eylül 2017 Pazartesi

SİLAHLA KURULMAK İSTENEN DEVLET SİLAHLA ÖNLENİR

Amerika ilk defa 1991 yılında Irak’a askeri müdahalede bulundu. Bununla yetinmedi kitle imha silahları üretiyor bahanesi ile 2003 yılında ikinci müdahalesini yaptı ve geldi Ortadoğu’ya çöreklendi. O tarihten bugüne kadar bu bölgede 3 milyona yakın insan öldü. Ölenlerin çoğunluğu ihtiyar, genç, kadın, çocuk sivil insanlardı. Milyonlarca insan ise evinden, vatanından göç etmek mecburiyetinde kaldı.

Demokrasi getireceğini söyleyen Amerika bu bölgeye silah getirdi, ölüm getirdi, sürgün getirdi, göz yaşı getirdi, kan ve barut kokusu getirdi.

Şimdi artık amaç net bir şekilde ortaya çıktı: Amerika ve İsrail burada yeni bir devle kurmak istiyor. Adı Kürdistan ama aslı ikinci İsrail. Bu devlet kurulursa Türkiye, İran, Irak ve Suriye Amerika ve İsrail’in komşusu olacak. Bütün bu kan ve göz yaşı işte bunun için.

Durum çok ciddi. Silahların konuştuğu bir döneme girdik. Yeni devlet silahla kuruluyor, önlenmesi de ancak silahla olacak gibi. TSK’ne güvenimiz tam, Mehmetçiği sonuna kadar destekliyoruz.

HÜKÜMETİN GEVŞEKLİĞİ

Keşke iş bu raddeye gelmeseydi. Hükümetin yanlış ve gevşek politikaları durumu ciddileştirdi. Bölge ülkeleri ile iyi geçinip ABD ve İsrail’e karşı ortak cephe oluşturacağına Esat’ı düşman, Barzani’yi dost ilan etti. İran’ı Fars yayılmacılığı yapmakla suçladı. Irak merkezi hükümeti yerine Barzani’yi muhatap aldı.

Barzani 25 Eylül’de referanduma gideceğini açıkladıktan sonra ise gözle görülür, etkin ve caydırıcı bir önlem almadı. Oysa Vatan Partisi MKK 17 Haziran’da bir toplantı yaparak Hükümete bazı önderiler sunmuştu. Hükümetin görmezden geldiği öneriler özetle şöyleydi:


Ankara’daki Erbil Temsilciliği, Kürdistan’ın bağımsızlığına yönelik referandum kararı kaldırılana kadar kapatılmalıdır. Irak Kürt Bölgesel Yönetimine, “Kürdistan’ın bağımsızlığı için referandum” kararından vazgeçmediği takdirde ilk yaptırım olarak Habur Kapısının kapatılacağı bildirilmelidir. Irak hükümeti ile ortak uygulamalar konusunda görüşmelere başlanmalı ve alınan kararlar ilan edilmelidir. Türkiye hükümeti, komşuları Suriye, Irak, İran, Azerbaycan ile uygulanacak siyaset ve yaptırımları görüşmek için bu ülkeler katında girişimde bulunmalıdır.

Bunlardan hiç birisi yapılmamıştır ve sonuç olarak Referandum maalesef gerçekleşmiştir.

KOMŞULARLA İŞBİRLİĞİ ŞART

Memnun olunacak husus İran, Irak ve Suriye’nin referandumu tanımayacaklarını ilan etmeleri ve bazı önlemler almaya başlamalarıdır. İran bir yandan sınırda askeri tatbikatlar yaparken diğer yandan kapılarını Barzani’ye kapatmıştır. Irak merkezi hükümetinin aldığı önlemler arasında en önemlisi Kerkük petrollerini kendisine devredilmesini aksi takdirde silahlı müdahale yapacağını açıklamasıdır. Son olarak Şam hükümetinden beklenen açıklama geldi. Referandumu tanımadığını ilan eden Suriye'den yapılan açıklamada, "Biz sadece birleşik bir Irak'ı tanıyoruz. Irak'ın bölünmesine yol açacak herhangi bir süreci reddediyoruz" denildi.

ESAS AMAÇ NE?!

Dört tarafı Türkiye, İran, Suriye ve Irak Merkezi yönetimi ile çevrili olan Barzanistan’nın kurulması ve yaşaması bir hayaldir. ABD ve İsrail bunu iyi biliyorlar ama gene de Barzani’yi bağımsızlığını ilan etmesi için gizli açık destekliyorlar. Akla şu soru geliyor. Başarısız olunacağı biline biline neden Barzani destekleniyor? Esas amaç nedir?

Amerika Ortadoğu’da yenildi. Muhtemelen yakın zamanda çekip gidecek ama geride istikrasız, silahların konuştuğu, etnik parçalanmaların olduğu bir Türkiye, İran, Irak ve Suriye bırakmak istiyor. Bunun içinde bölge Kürtlerini ateşe atıyor, feda ediyor.

MİLLİ HÜKÜMET ŞART OLDU

Kılıçdaroğlu ve Akşener’in beyanatlarını okudunuz mu bilmem. Ne ikinci İsrail’den söz ediliyor ne de ABD’nin kanlı elinden. AKP Türkiye’yi yönetemez durumda ama muhalefet de bu halde.


Türkiye başından AKP’yi atmalı ve yerine muhakkak milli bir hükümeti getirmelidir. Yaklaşan seçimler bu bakımdan çok önemlidir. 

22 Eylül 2017 Cuma

BU BİR SAVAŞ İLANIDIR

MGK kararı, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Bekir Bozdağ'ın açıklamaları ve sınırdaki askeri hazırlıklar aslında bir savaş ilanıdır. Türkiye çok önemli günlerin arifesindedir. Batı emperyalizmine karşı yürütülen savaşın daha da büyüyeceği anlaşılıyor.

Böyle kritik günlerde ene önemli husus iç cephenin güçlü tutulmasıdır. Milli birliği bozucu ve milli direnci zayıflatıcı her türlü eylem ve söylemden uzak durmak gerek.

Milli birlik iç cephenin güçlü tutulması için şarttır. Bizi birleştirecek olan vatanseverlik ve milli şuurdur. Özellikle iktidarın ve ana muhalefet partisinin bu hususa dikkat etmesi gerekir. 

Milletimiz vatan topraklarını hedef alan tehlike, tehdit ve saldırının esas kaynağını ne olduğunu bilmelidir.

Dün kime ve kimlere karşı savaşarak Cumhuriyet’i kurduysak bugünkü düşman da odur. Dün görünüşte bağımsızlık savaşını Yunanlılara karşı vermiştik ama aslında düşman İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Batı emperyalizmiydi. Bugün de PKK, PYD, FETO ile savaşıyoruz ve muhtemelen Barzani’nin çapulcuları ile de savaşacağız ama esas düşman Amerika ve İsrail’in başını çektiği Batı emperyalizmi…

Türkiye bu savaşı yürütürken NATO içinde kalamaz. NATO düşman güçlerin bir ittifakıdır. NATO içinde kalarak bu güçleri engellememiz mümkün değildir.  

Türkiye öncelikle ABD askerlerini vatan toprakları dışına çıkarmalıdır. İncirlik, Diyarbakır ve Kürecik'i ABD askerlerine kapatmadıkça siyasi ve ekonomik hangi tedbirleri alırsak alalım Barzani ve ABD’nin diğer piyonları ile yapılan mücadele etkili olmaz.

PYD’nin de YPG’nin de Barzani’nin de en büyük destekçisi Amerika ve İsrail’dir. Amerika binlerce ton malzemeyi bu örgütler kime karşı kullansın diye veriyor? Elbette Türkiye’ye karşı. İncirlik bu örgütlere destek vermenin merkezi durumunda. Ve biz hâlâ buna müsaade ediyoruz. Olacak şey değil.


Komşularımız ile her alanda iş birliğini artırmalıyız ve artık şu Esad düşmanlığından vaz geçmeliyiz. Unutmayalım aynı düşmana karşı savaşıyoruz. 

21 Eylül 2017 Perşembe

AHLAKSIZCA BİR YALAN

Vatan partisi Genel Başkanı Ulusal Kanal’daki bir programda söyledikleri şunlar:

“Türkiye’nin dinamikleri ve mecburiyetleri AKP iktidarını ve Tayyip Erdoğan’ı önüne kattı ve götürüyor. Bakın en son Almanya’da şöyle bir yazı çıktı. Önemli bir gazetede, şimdi gazetenin adını unuttum. Bir arkadaş aktardı bana Almanya’da, artık şunu diyorlar, “Artık Tayyip Erdoğan İslamcı Kemalist oldu, İslami Kemalist oldu.” Amerika basını zaten bunu hep yazıyordu. Yani Tayyip Erdoğan’ı Kemalistler teslim aldı, esir aldı, önlerine kattılar, götürüyorlar şeklindeki tahliller Amerika’nın Foreign Policy, New York Times, Herald Tribune gibi ciddi gazetelerinde çıkıyordu. Benim ağzımdan da bunları yazdılar Amerikan basını. Şimdi Almanlar da aynı analizi yapmaya başladı.”

ABC internet gazetesi ve ODATV haber siteleri Perinçek’in bu ifadesine dayanarak Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e ait bir tespit izlenimi veren “Erdoğan İslami Kemalist oldu” başlığıyla paylaştıkları haberler yaydılar.

Sayın Perinçek’e ait olmayan “Erdoğan İslami Kemalist oldu” tespitini sanki Perinçek yapmış gibi yansıtmak ahlaksızca söylenmiş bir yalandır.

KEMALİZMİ BİLMEYEN KEMALİSTLER

Bu yalana mal bulmuş mağribi gibi sarılanlara bakıyorum da hemen hepsi Atatürk’ten ve onun temel görüşlerinden bihaber olmasına rağmen, kendilerini Kemalist sanan Tanzimat kafalı kimseler. Bunlar için Atatürkçülük laiklikten ibaret. Laikliği de çoğu kez dinsizlikle karıştırırlar.

Bu vesile ile iki konu üzerinde durmak isterim:

Türkiye’de iki grup insan var ki, bunlar Atatürk’ü İslam dinine ve din adamlarına tümüyle karşıymış gibi takdim ederler. Kimdir bunlar derseniz; Türkiye’nin kurtuluşunu dinsel ilkeler çerçevesinde görenler ile Tanzimat kafalı, batıcı tipler. Oysa her iki grup da yanılmaktadır. Atatürk yalnızca siyasal iktidarın dine dayalı olmasına karşıydı. Dindar bir Müslüman pekâla Kemalizm’i savunabilir.

Kemalizm’in temelinde bağımsızlık ve anti-emperyalizm vardır. Batılılar Atatürk’ü Batı’ya karşı kafa tutan ve Batı’nın Türkiye üzerindeki egemenliğine ve etkisine son veren insan olarak bilirler. Erdoğan’a Kemalist yakıştırması buradan kaynaklanıyor.

Batı Türkiye’deki son gelişmelerden son derece rahatsız. “Erdoğan İslami Kemalist oldu” tespiti bu rahatsızlığın ifadesi.

TÜRKİYE KEMALİZM’İN YOLUNA GİRECEKTİR

Türkiye, Batı’nın piyonları PKK ve FETO ile amansız bir mücadele veriyor. Suriye’nin ve Irak’ın toprak bütünlüğü için bölge ülkeleri ve Rusya ile yakın işbirliği içine girdi, İkinci İsrail (Kürdistan) devletinin kurulmaması için Fırat Kalkanı harekatını yaptı, Hava savunma sistemini Rusya’dan alıyor. Bir yandan Çin ile ilişkilerini geliştirirken diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmanın hazırlıklarını yapıyor.
Batılı emperyalistleri rahatsız eden bu gelişmelerden dolayı Erdoğan için “İslami Kemalist oldu” tespitini yapıyorlar. Aslında Erdoğan’ın değil Türkiye’nin Kemalizm’e dönmesinden korkuyorlar.

Bize göre Erdoğan “Kemalist” değildir ama Türkiye’nin gerçekleri onu Atatürk yoluna doğru sürüklemektedir. Bu yola girmekte ayak sürürse bu sel onu siler süpürür. Hiçbir güç artık Türkiye’yi Kemalizm’e giden yoldan geri çeviremez. Bu husus artık var veya yok olma meselesi haline gelmiştir.


Türk milletinin geleceğini artık gerçek Kemalistler belirleyecektir. 

20 Eylül 2017 Çarşamba

NEDİR BU ATATÜRK DÜŞMANLIĞI

AKP iktidarının ve ona destek veren dincilerin Cumhuriyet ve onun kurucusu Atatürk ile hesaplaşmaları bir türlü bitmiyor. İktidarın Millî Eğitim Bakanlığı’nın son uygulamaları ile Atatürk karşıtlığı zirve yaptı. Müfredatta Atatürk’e yer verilmemesi, kutlanacak günler arasından milli bayramların çıkarılması kabul edilecek şeyler değil. Bu davranışlar en azından nankörlüktür.

Atatürk’ü inkâr etmek çok büyük bir ayıp. Atatürk hiçbir şey yapmamışsa yeni bir Türk devleti kurmuştur. Bu Türk tarihinin en önemli olaylarından birisidir. Bu devlet sayesinde Türkiye kendi sınırları içerisinde özgür ve bağımsız olmuştur. Vatan topraklarında Türk milleti egemense bu Cumhuriyet ve Atatürk sayesindedir.

Atatürk bu milletin kalbine çıkmayacak şekilde yerleşmiştir. Hiçbir parti Atatürk düşmanlığı yaparak iktidarını sürdüremez. AKP’nin bu uygulamaları iktidar sürelerini kısaltır ama asla Atatürk’e ve Cumhuriyet’e zarar vermez.

Atatürk karşıtı bu davranışları Vatan Partisi Genel Başkanı sayın Perinçek “aptalca” bulduğunu beyan etmiş. Eminim birçok insan bu görüşe katılır ve Perinçek’e hak verir.

YA ATATÜRKÇÜ GEÇİNENLER!

İşin garibi kendisini Atatürkçü sanan ve iktidarın bu eylemlerine tepki gösteren bazı kimse ve çevrelerin de Atatürk karşıtı eylemler içinde olmasıdır. Bunlar iyi niyetli olsalar bile Atatürkçülüğün ne olduğunu bilmediklerinden yanlışlıklar içinde kendilerini hapsediyorlar.

Atatürk’ün vefatından sonra Atatürk ile hiç ilgisi olmayan çeşit çeşit Atatürkçülük ortaya çıktı. Yıllarca çocuklarımıza Atatürk’ü tanıtacağız diye sadece onun hayat hikayesini anlattık. Devrimlerinin özünden ve ilkelerinden söz etmedik.

Atatürk tam bir devrimci idi. O, gerçekleştirdiği devrimle emperyalizme karşı, özgürlükçü ve bağımsız bir demokratik bir milli devlet kurdu. Bu devlet Müdafaa-i Hukuk doktrini doğrultusunda kuruldu.

Bu devletin ve yapılan devrimin en belirgin özelliği anti-emperyalist oluşudur. Bu devrimle Türk milleti çağdaş bilimlerin ışığında, bilimsel yöntemler kullanılarak çağdaş bir toplum haline dönüştürüldü.

MÜDAFAA-İ HUKUK

Müdafaa-i Hukuk doktrininin iki temel esası var: Tam bağımsızlık ve Milli Egemenlik. Bağımsızlık üzerine Nutuk’ta unutulmayacak sözler söylemiştir. Birkaçını buraya alalım: “Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz.”

Dahası var: “Milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, muamelatına, istiklâline unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale ettirmeyiz! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun istiklâlini muhafaza ediyor ve ilelebet edecektir.”

Atatürkçü geçinen siyaset esnafının ve bazı sözüm ona fikir adamlarının Atatürk’ten nasıl uzak olduklarını anlamak için onun bağımsızlıktan ne anladığını anlatan şu cümleleri hatırlatmak gerek: “Tam istiklâl denildiği zaman, tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel vs. Her hususta tam istiklâl, tam serbestlik denilmektedir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin hakiki manasıyla bütün istiklâlinden mahrumiyeti demektir.”

Bu iktidar Atatürkçüyüm demiyor ama Atatürkçüyüm diyen partiler topraklarımızda emperyalistlere üs vermedi mi? İkili anlaşmalar yaparak, bölünmez olması gereken bağımsızlığımızı parça parça edip zedelemedi mi? Milli ordumuzu yabancıların iradesine bağlı kılmadı mı? Ekonomimizi, yabancı ekonomilerin ve güçleri arzu ve iradesine uygun bir yola sokmadı mı? Hâlâ bazı Atatürkçüyüm diyen bazı partiler ve kişiler bu tavizleri ve yanlışlıkları Atatürkçülük adına utanmadan savunmuyorlar mı? Bu parti ve kişiler gerçek anlamıyla Kuva-yı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk Mustafa Kemalciliğinde çok uzak değiller mi?

ÖNCE VATAN VE BAĞIMSIZLIK

Atatürkçüyüm diyen her fert ve her kurum öncelikle tam bağımsızlığa sahip çıkmalıdır.  Tam bağımsızlığa sahip çıkmayan hiç kimse ben Atatürkçüyüm diye ortaya çıkmasın.

Hele de ülke içindeki adaleti dış güçlerden bekleyen, IMF ve Dünya Bankası’nın has adamını ekonomi bakanı yapacağını söyleyen, mevcut iktidarı dış güçlere şikâyet eden, Batı ittifakından çıkmamak için son nefesine kadar mücadele edeceğini söyleyen, vatan topraklarını bölmek isteyenlerle ve milletimizi yeniden ümmet haline dönüştürmek isteyenlerle birlikte kurultay düzenleyenlerden Atatürkçü olmaz.


İktidarı Atatürk karşıtı eylemlerle eleştirenlerin dönüp bir de kendisine bakması gerek.

11 Eylül 2017 Pazartesi

DEVRİMLER YARIM KALMAMALI

Şu habere dikkatinizi çekerim. Lütfen dikkatle okuyunuz:

“Bölgenin en büyük aşiretlerinden biri olan Ertuşi’nin lideri İskender Ertuş’un inşaat mühendisi oğlu Şeref Ertuş, yaşamını AK Parti eski ilçe başkanı ve işadamı Muhsin Aydın’ın kızı ile birleştirdi. 2 gün, 2 gece süren düğüne, Kaymakam ve Belediye Başkan Vekili Abdulselam Öztürk, Garnizon Komutanı Albay Tefik Abaşıoğlu, İlçe Emniyet Müdürü Adil Metin, CHP ve HDP eski Hakkari Milletvekili Esat Canan ile aralarında İran ve Irak’tan gelen misafirlerinde bulunduğu yaklaşık 4 bin kişi katıldı. 200 koyun kesilip, misafirlere, kavurma pilav ve cacık ikram edildi.

Birçok yerel sanatçının okuduğu Kürtçe türküler eşliğinde uzun halayların çekildiği düğünde aşiret lideri Ertuş, davetlilere dolar taktı. Bu düğünde 'Mendil serme' geleneği de kaldırılıp, yerine para takmak isteyen davetlilere zarf verildi ve para takmak isteyenler parayı zarfa bırakıp damadın yanında bulunan kutuya bıraktı. Yaklaşık 1 milyon lira paranın geldiği düğünde, geline yaklaşık 15 kilo altın takıldı.

Gelinin bileklerinde yer kalmayınca da bilezikler beline bağlandı. Aşiret lideri İskender Ertuş, düğün sonunda kendilerini yalnız bırakmayan davetlilere teşekkür etti.”

Bu haber de gösteriyor ki, Atatürk’ün arzuladığı devrimler tamamlanmamıştır. Şeyh, cemaat haberleri de ayrıca gerçeğin kanıtlarıdır.

TOPLUMU DEĞİŞTİRME PROJESİ

Atatürk devrimlerinin en önemli yanları modern rejimin tam bağımsızlığa, millet egemenliğine, cumhuriyet hükümet türüne, din-devlet ayırımına dayanan prensipleridir. Bu prensiplerle uyuşmayan bütün eski örgütlenmeler, kurumlar, adetler, gelenekler kökten davranışlarla kaldırılmıştır. Bunun için en büyük mücadele gericiliğe ve cehalete karşı verildi.  

Bütün bu köklü değişikliklerin amacı Türkiye halkını çağdaş ve gelişmiş bir topluma dönüştürmekti. Bunun için tüm halkı Türk Milleti olarak birleştirdi. Ümmet millete, reaya ise kanun önünde eşit vatandaşlara dönüştü. Kulluk bitti, efendilik başladı.

1924 Anayasa’sındaki şu tarif çok önemlidir: "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık itibariyle Türk denilir».


Atatürk, sınıfsız bir toplum düzenini özlüyordu; say’ın yani emeğin her mesleki faaliyette aynı değere sahip olmasını, emeğin en üstün değer tanınmasını, sınıf çelişkilerinin kalkmasını istiyordu. Feodal düzene, toprak ağalığına karşıydı.

Çağdaş ve gelişmiş bir toplum için en büyük engel olarak gerici, yobazları görüyordu. Onlara bakış açısı şöyleydi: “Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz.”

Atatürk toplumun siyasi, askeri ve ekonomik bağımsızlığı olmadan çağdaş bir topluma dönüşemeyeceğini biliyordu. Ekonomik kalkınmayı dış tesirlerden uzak, Türkiye’nin öz kaynaklarına dayanan bir politika ile sağladı. Refahı artırırken sınıflar arası uçurumları yok etmeye çalıştı.

Atatürk’ün asıl başardığı iş, toplumsal değişimlerin yapılabilmesi için gerekli olan yeni bir yön belirlemesi ve ortamı oluşturmasıdır.

TÜRK DEVRİMİ SAHİPSİZ DEĞİL

Atatürk böyle bir ortam oluşturdu ama ne yazık ki, ondan sonra gelen yönetimler bu devrimlerin özünü ve önemini kavrayamadıkları için, devrimleri devam ettirmek bir yana toplumsal yapıyı geriye taşıdılar. Gericilik hortladı, feodal düzen yıkılamadı, sermaye sınıfı ile emekçiler arasındaki uçurum büyüdü, etnik be mezhep farklılıkları ile millet bölünmeye çalışıldı. Bunlar yetmedi, şimdilerde de milletin tekrar ümmetleşmesi için çalışılıyor.


Türk Milleti Ata’sının devrimlerini tamamlamaya mecburdur. Bunu başaracak gücü de vardır. Atatürk öldü ama Aşık Veysel diyor ki, “Zannetme ağlayan gülmez, Aslan yatağı boş kalmaz, Yalınız gidenler gelmez”. Evet Atatürk bir daha gelmeyecek ama aslan yatağı da boş değil. Atatürk’ün boşalttığı yatakta şimdi Vatan Partisi var. Vatan Partisi Türk devrimini tamamlamaya ant içmiş vatanseverlerin partisidir. Muhakkak başarılı olacaktır. 

9 Eylül 2017 Cumartesi

İHANET ÇALIŞTAYI

Atlantik Sistemi Türkiye’yi sıkıştırmak için her yolu kullanıyor. Amaçları belli, dün Sevr’i kabul ettirememişlerdi, şimdi ikinci Sevr’in peşindeler. İkinci bir İsrail olacak olan kukla “Kürt Devleti”nin kuruluşuna engel olmamamızı ve vatan topraklarının bir kısmını bu devlete terk etmemizi istiyorlar.  

Bu amaçla Berlin Potsdam Üniversitesi’ne bağlı Lepsiushaus Potsdam ve European Academy Berlin 15-18 Eylül günlerinde Berlin’de, "Geçmişte ve Bugün Avrupa’nın Ermeni Soykırımına Yaklaşımı" başlığı altında “Ermeni ve Türk Akademisyenlerinin katılacağı bir “Çalıştayı” düzenliyorlar.

Bu çalıştayın amacı belli: Ermeni soykırımı iddiasını tekrar gündeme getirmek; Soykırım iddiasını Kürt konusuna bağlamak ve PKK'ya yönelik operasyonları haksız göstermek;  'Soykırım devam ediyor' algısı oluşturmak; ABD'nin Suriye ve Irak'ın kuzeyinde kurmak istediği terör devletlerine yönelik Türkiye'nin kararlı tutumunu zaafa uğratmak; Türk milletini soykırımcı ilan ederek milletin birliğini bozmak ve özgüvenini sarsmak.

Bu konuda en sert tepki Vatan Partisi’nden ve onun Genel Başkanı Doğu Perinçek’ten geldi. Önce Doğu Perinçek bir açılmama ve uyarı yaptı, arkasından Genel Başkan Yardımcıları Prof. Dr. Semih Koray, Prof. Dr. H. Zafer Kars ve Av. Nusret Senem 'soykırım' çalıştayına karşı basın açıklaması yaptı. Bu basın açıklamasını önemli bulduğum için burada tekrarlamak istiyorum:

“University of Michigan, Lepsiushaus Potsdam, Sabancı Üniversitesi ve University of Southern California-Dornsife’ın birlikte düzenledikleri “Ermeni ve Türk Akademisyenleri Çalıştayı 2017”nin 14-17 Eylül tarihleri arasında Berlin’de gerçekleştirilmesi planlanmaktaydı. Başlığı “Bugünün İçindeki Geçmiş: Ermeni Soykırımına Avrupa’nın Yaklaşımları” olan çalıştayın açılışında ilk konuşmayı Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hülya Adak’ın yapması tasarlanmıştı. Çalıştayın programında Bilgi Üniversitesi, Kemerburgaz Üniversitesi, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi ve Koç Üniversitesi mensubu olan konuşmacılar yer almaktaydı. Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Dr. Doğu Perinçek’in “Sabancı Üniversitesi’ni vatana ve bilime sadakate çağıran” basın toplantısıyla başlattığı kampanya sonucunda Türk üniversitelerinden bu çalıştaya katılıma karşı tepkiler çığ gibi büyüdü. Bunun sonucunda Sabancı Üniversitesi’nin logosu çalıştay program ve sitesinden kaldırılırken, Prof. Dr. Hülya Adak programdan çekildi. Sabancı Üniversitesi, kendi sitesinden bu çalıştaya ev sahipliği yapmadığını açıkladı. Çalıştay tarihleri 15-18 Eylül olarak değiştirildi. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi mensubu olan öğretim üyesi programdan çekilirken, Koç Üniversitesi programda mensubiyeti Koç Üniversitesi olarak gözüken öğretim üyesinin kendi üniversiteleriyle kurumsal bir ilişkisinin kalmamış olduğunu açıkladı. YÖK, Sabancı Üniversitesi’nin çalıştaya katılımı konusunda sorumlu bir tutum alarak görevini yerine getirdi. Vatan Partisi’nin müdahalesiyle kısa sürede elde edilen bu sonuçları olumlu bulmaktayız.

Bu çalıştay, uluslararası hukuka aykırı bir önyargıyı dayatma toplantısıdır. “Ermeni Soykırımı” önyargısını benimsemiş olmak, çalıştaya katılmanın önkoşuludur. Önyargı, Ortaçağ’a ait bir kavramdır. Bilim özgürlüğü, önyargılara karşı mücadele ederek kazanılmıştır. Önyargı, özgürlüğün değil, yasaklamanın aracıdır. Bilimde “önyargı özgürlüğü” yoktur. Bu çalıştayda bilime tek bir işlev yüklenmektedir. O da bilimin ülkemizi zaafa uğratmaya yönelik bir siyasal propaganda aracı olan sözde “Ermeni Soykırımı”nı dayatmanın örtüsü olarak kullanılmasıdır. Çalıştaya Türk üniversitelerinden ya da Türk kökenli öğretim üyelerinin katılımına özen gösterilmesi de, bütünüyle bu örtüyü pekiştirmek amacıyladır.

Soykırım hukuki bir kavramdır. Parlamentolar, üniversiteler, çalıştaylar, “soykırım hükmü” kuramazlar. AİHM Perinçek-İsviçre Davası Büyük Daire ve 2. Daire kararlarına göre 1915 olayları “Yahudi soykırımı” sınıflamasına girmemektedir. “Soykırım hükmü” ancak eylemin yapıldığı ülkenin yetkili mahkemesi veya yetkili uluslararası ceza mahkemesi tarafından verilebilir. Ortada böyle bir hüküm yokken, sanki varmış gibi “Ermeni Soykırımı”ndan söz etmek, “soykırım” kavramının amaçlı olarak çarpıtılmasıyla uluslararası hukukun çiğnenmesinden başka bir anlam ifade etmez.

“Ermeni Soykırımı” yalanı, 1980’lerden bu yana sözde “Kürdistan”, özde “İkinci İsrail”in kurulması amacı için kullanılmaktadır. Bu psikolojik savaşın hedefi, Türk Ordusu’nun yaptırım gücü kullanmasını engellemek ve Türkiye’yi vatanını savunamaz hale getirmektir. Çalıştayın özellikle “Ermenilerin ve Kürtlerin kaderleri arasındaki kenetlenmeyi” konu alan 5. Paneli, bu hedefin doğrudan ifadesinden başka bir şey değilidir. Çalıştayın, sözde “Kürdistan’ın Bağımsızlığı” Referandumunun gündemde olduğu, ABD’nin PKK-PYD’yi ağır silahlarla donattığı ve ülkemizde iç cepheyi bölme çabalarını yoğunlaştırdığı bir dönemde düzenlenmesi, bu etkinliğin doğrudan Türkiye’ye karşı düzenlenmiş olduğunu çıplak biçimde gözler önüne sermektedir.


Üniversitelerimizde bilim ve Türkiye karşıtlığına özgürlük tanınamaz. Bilim, vatan ve hukuk karşıtlığıyla malul böyle bir çalıştaya katılım, katılanların siciline kara bir leke olarak geçecektir. Biz, ülkemizdeki hiçbir üniversite ve öğretim üyesinin ne bugün, ne de yarın böyle utanç verici bir duruma düşmesini arzu etmiyor ve hâlâ çalıştay programında yer alan katılımcıları ve kurumlarını bu çalıştaydan çekilmeye davet ediyoruz.”

4 Eylül 2017 Pazartesi

“BİR YANIM KURT KUŞ YEMİŞ Bİ YANIM BİHABERDİR”

Radyodan Aysun Gültekin’i dinliyorum; o muhteşem, yanık sesi ile çok sevdiğim uzun havayı söylüyor:

“Bu haber ne haberdir
Sinem Gabar gabardır
Bir yanım kurt kuş yemiş
Bir yanım bihaberdir”

Türkiye’nin çelişkileri bundan daha iyi anlatılamaz. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da bir yanını yanı kurt kuş yerken, diğer yan bunda habersiz yaşıyor.

VATAN SAVAŞI VE BİHABERLER

En büyük çelişki vatan savaşında.  Kahraman Mehmetçiklerimiz ve polislerimiz 40 derece güneşin altında, sırtlarında kilolarca teçhizat ülke bölünmesin, vatan bütünlüğü kaybolmasın, Türk milleti vatanın her karış toprağına egemen olsun diye kanı, canı pahasında savaşıyor. Ülkenin diğer yanı bundan habersiz, vur patlasın çal oynasın eğleniyor. İçinde bulunan tehdit ve tehlikeleri ya bilmiyor ya da umurunda değil.

Daha da acı olanı, bir takım gafil ve hainler de Mehmetçiğin katilleri ile yollarda, meydanlarda beraber eylem yapıyor.

EKONOMİK ÇELİŞKİLER

Ekonomik çelişki de oldukça derin. Zenginler zenginleşmekte, zenginlerin en zenginleri daha da zenginleşmekte, yoksulların sayısı artmakta ve giderek daha da yoksullaşmakta. 15 milyon insanımız yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin boyutları büyümekte. Kadınlarımızın durumu daha da vahim; cinsiyet eşit(siz)liğinde 122. Sıradayız.

Yoksulluk sınırında yaşayan çocuk sayısı Türkiye’de yüzde 24.6. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında üçüncü sırada. Türkiye’de her 4 çocuktan biri açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7. Bebek ölümlerinde 1’inci sıradayız. Bizde binde 17 (2008) iken, OECD ortalaması 4.6.


HAL BÖYLE OLUNCA:

Kimisi evine götüreceği ekmeğin fiyatını bile hesap ederken kimisi en lüks lokantalarda yiyip de yemek beğenmiyor.

Kimisi çocuğunun okul masraflarını karşılayamamanın acısını çekerken kimisi çocuğunu en pahalı özel okullara gönderiyor, yetmezmiş gibi özel hocalar tutuyor. Yoksullun çocuğu okurken de zorlanıyor, okulu bitirip iş ararken de; zenginin çocuğu iyi okullarda rahat rahat okuyor, okul bitince de zaten işi hazır oluyor.

Kimileri ülkenin fabrikalarını, işletmelerini, topraklarını, derelerini, madenlerini, limanlarını satıyor, kimileri de bunlardan habersiz televizyonda saçma sapan programlar izliyor.

Daha somut örnek verirsek, Rahmi Koç Atlantik’i geçecek özellikte, dünyanın en pahalı uçaklarından birisini alırken, Renault işçisi geçim derdi içinde kıvranıyor.

SINIF VE MİLLET ÇELİŞKİSİ

Böyle bir toplumda yaşıyoruz ama bu sorunların farkında değiliz. Siyasilerimizin de, gazetecilerimizin de, sözde aydınlarımızın da gündeminde bunlar yok. Halkımız ise yoksulluğu ve eşitsizliği kabullenmiş durumda. Bu dünyadan ümidini kesmiş, öbür dünya için çabalıyor. Zenginler de bundan istifade dünyalıklarını artırıyor.

Bütün bunların altında sınıf çelişkisi yatıyor. Emekçiyi kurt kuş yerken, sermaye sınıfı çalışanın durumundan bihaber, refah ve keyif içinde yaşıyor.

Benzer çelişki milletler arasında da var. Sömüren ülkeler var, sömürülen ülkeler var. “Mazlum devletler” dün de vardı, bugün de var.

Dünyanın ekonomik kaderi bankacıların ve çokuluslu şirketlerin insafına terk edilmiş durumda. Bunlar da kurt kuş olmuş mazlum milletleri yiyor.


1 Eylül 2017 Cuma

ATLANTİK SİSTEMİNE SON!

Atatürk 16 Mart 1923’te Adana’da çiftçilerle konuşurken şunları söylemiş:

“…vatanımızı yoksulluğa, memleketi yıkıntıya sürükleyen çeşitli sebepler içinde, en kuvvetlisi ve en önemlisi, ekonomik bağımsızlıktan yoksunluğumuzdu. (…..)  Devletler şimdiye kadar bize şu veya bu meselelerde gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar; lakin ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. (…..) Bu tutsaklığa katlanan mevki sahibi kimseler memnundu, çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık sağlamışlardı; fakat gerçekte milleti manen miskinlik çukuruna atmışlardır. Bunlar ekonomik mahkumiyeti anlamayan bahtsız hayvanlardı…”

Atatürk kimi kastediyor diyorsanız söyleyelim: Osmanlının son dönemindeki Ülkeyi borç batağına sokup sonra da ekonomiyi “Düyunu-u Umumiye”e teslim eden padişahları,  isimli padişahları, halk fakirlikten kırılırken yalılarda müzik, şiir sefaları ile gönül eğlendiren paşaları, Anadolu topraklarının büyük kısmına egemen olup halkı maraba olarak çalıştıran toprak ağalarını, fakir Türk köylüsünden aşar adı altında topladıkları paraları iç eden mültezimleri…

Osmanlı’nın son dönemindeki geriliğin esas nedeni Türkiye’nin Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline gelmesidir. Padişahlar, paşalar ve diğer yöneticiler Türkiye’nin tarım, ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altına soktular. Uyguladıkları açık kapı ve aşırı borçlanmaya dayanan ekonomik siyasetler kendilerini zengin etti, Türk halkının yoksulluğunu ise artırdı.

Padişahlar, paşalar ve zadeganlar saraylarda, köşklerde sefa sürerken Türkler tezekten yapılma evlerinde oturdular, başkalarının topraklarında amelelik, kasaba ve şehirlerde kahvecilik, hamallık ve suculuk yaptılar.

Avrupa’dan alınacak yardımla ve borçla Türk toplumunun Batı uygarlığına katılacağını sandılar. Batı sermayesini Türk toplumunu soymasına izin verdiler.

TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE

Kurtuluş savaşı sadece Türk milletinin vatanını işgalden kurtarmak için yapılmadı ve sadece ordular arası bir savaş değildi. Türk milletinin askeri ile sivili ile bu topraklarda egemen olmak ve bağımsız yaşamak için Batı’nın emperyalist güçlerine karşı topyekûn mücadele etti ve zaferi kazandı.  

Nedir tam bağımsızlık diyorsanız, Atatürk cevap versin: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri ve her hususta tam bağımsızlık ve serbestlik kasdolunmaktadır.”

İktisadi ve mali bağımsızlığını kazanan Türkiye sanayiini hızla geliştirmeye başladı. O yılları Yüksek Mühendis Şükrü Er’den öğrenelim: “… 1927 ‘de Türkiye’de ilk otomobil ve kamyon fabrikasının kurulduğunu kaç Türk vatandaşı bilir? Şimdi ben 1930 yılında 4.000 işçiyle faaliyete geçen bu fabrikada, günde 55 binek otomobili ve 10-15 kamyon imal ediliyordu desem, kaç kişi ciddiyetle inanır?”

“…vaktiyle uçak fabrikası kurduk, 150 uçak mühendisi yetiştirdik, o günün tekniğine uyan uşaklar imal ettik, Hollanda’ya bile sattık…” (Dünya, 21-22 Aralık 1978)

Batı Sistemi’ne bağımlılığını yok eden Türkiye Avrupa sermayesinden borç ve tavsiye almadan bu başarıları elde etti. Özellikle 1930’lu yıllarda devletçilik ve planlı kalkınma modeli ile sanayiini, ticaretini ve tarımını hızla geliştirdi.

YENİDEN BATI EGEMENLİĞİ

II. Cihan Harbinden sonra yeniden Batı Sisteminin etkisine giren ve özellikle 1980’den sonra uygulanan borçlanma ve özelleştirme esasına dayanan ve ülke kapılarını Avrupa sermayesine ve mallarına sonuna kadar açan Türkiye, Osmanlı’nın son dönemindeki duruma geri döndü. Yeniden borç batağına saplandık. Buna karşın ne sanayimizi, ne de tarımımızı istenilen noktaya taşıyabildik. Zenginlerimiz arttı ama zenginliğimiz artmadı. İşçi, köylü gene yoksul; gençlerin dörtte biri ise işsiz geziyor.

Kendi uçağını, otomobilini yapan Türkiye’den cumhurbaşkanının zenginlere yerli otomobil yapın diye yalvardığı bir Türkiye’ye geldik. Batı Sistemi içimizdeki işbirlikçilerle ve kontrol altına aldığı yöneticilerle bizi bu duruma getirdi.

ÇIKALIM KURTULALIM

Batı Sistemi veya başka bir değişle Atlantik Sistemi bizi sömürmekle kalmıyor, vatanımızı bölmek için de her türlü alçaklığa başvuruyor. AKP yönetimindeki Türkiye bölünmemek için Batı ile savaşırken o sistemin sömürmek için bize dayattığı liberal politikaları uygulamaya devem ediyor. Çelişki büyük. AKP iktidarı bu çelişkinin farkında ama belki de kişisel ekonomik nedenlerle borçlanma ekonomisinde üretim ekonomisine geçemiyor.

Türkiye’nin Atlantik sistemi içinde kalarak vatan bütünlüğünü koruması ve ekonomisini düzeltmesi mümkün değil. En kısa sürede bu sistemden çıkıp tam bağımsızlığımıza yeniden kavuşmalıyız. Türkiye’nin Atlantik ikliminde gelişip büyümesi imkânsızdır.


Türk milleti tam bağımsızlığı sağlayacak ve Türkiye’yi Atlantik Sisteminden çıkaracak partileri iktidar yapmaya mecburdur.