28 Mart 2015 Cumartesi

BORÇLANMA EKONOMİSİNİN SONUNA GELDİK


1980’li yılarda başlayan borç ekonomisinin sonu görüldü. Deniz bitti, gemi karaya oturdu. Küreselleşme sevdası ve buna paralel uygulanan sömürüye açık ekonomik programlar Türkiye’yi borç batağına sapladı.


Halkımız borçlandı; kredi kartları hariç Aralık 2014 itibariyle 282 milyar TL’ye ulaşan tüketici kredisi borçları kredi kartlarının da ilavesiyle, 356 milyar TL’ye yaklaşmış durumda. 2002 yılında 85.5 milyar dolar uluslararası yatırım pozisyon açığımız varken, 2014 yılında bu açık  431.2 milyar dolara yükseldi. 12 yılda 345.7 milyar dolar arttı. Uluslar arası yatırım pozisyonu açığı MB tarifi ile, Türkiye’nin yabancılardan  alacakları ile yabancılara olan borçları arasındaki farktır. Bu borcun yaklaşık 280 milyar doları özel sektöre ait, kanlı ise kamunun borcu. Bu yıl içinde ödenmesi gereken borç miktarı ise 200 milyar dolar civarında; buna 50 milyar dolar da cari açığın finansmanını eklersek yıl sonuna kadar 250 milyar dolara ihtiyaç var.


Biz bu borçlanma ekonomisine 1980 İhtilâlini takiben görev başına gelen Özal ile başladık. Küresel güçlerin telkini ile uygulanan ekonomik politikalar Türkiye’nin para kaybetmesine, yani sömürülmesine yol açtı.


Özal döneminde gider bütçesi, bilinçli olarak gelir bütçesine göre çok yüksek tutuldu. Fark, yüksek faizli borçlanma ile kapatıldı. En önemli kayıp bu yüksek faizli kredilerin alınması ile oldu. Aynı yıllarda İstanbul Menkul Kıymetler Borsası kuruldu. Batılı finans çevreleri, bu borsa yolu ile de Türkiye’den dolar çektiler ve çekmeye de devam ediyorlar. Türk Lirası döviz karşısında değerli tutuldu ve bu şekilde ithalat arttı, ihracat o oranda artmadı. Dış ticaret açığı yolu ile de para kaybettik. Özelleştirmeler ve satışlar sonucu birçok işletme ve şirket yabancıların eline geçti. Bu yabancıların kar transferi yapması de döviz kaybına neden olmakta.


Özal ile başlayan, ABD’nin ve AB’nin bize dikte ettirdiği ekonomik programlar özellikle son yıllarda daha da kötü bir tablo oluşmasına neden oldu. Borç arttı, cari işlem açığı arttı; tasarruf ve yatırım ise yeteri kadar artmadı. Sonuçta artan sadece borç olmadı, yoksulluk da, işsizlik de arttı. Bu millet artık bu yükü taşıyamaz duruma geldi.


Kurtuluş, borç ekonomisini terk edip, üretim ekonomisini başlatmaktan geçiyor. Bunun için, halkın refahına öncelik veren milli direnme ekonomisini yapılandırmak gerekir.
Planlı kalkınma modeli uygulanmalıdır.
İMF ve küresel güçlerin diğer araçları ile irtibat kesilmelidir.
Türk Lirası gerçek değerini bulmalıdır.
 Borsa’ya çeki düzen verilmelidir.
Bankacılık yeniden düzenlenmelidir.
Nereden buldun kanunu çıkarılmalıdır.
Vergi reformu yapılıp vergi yükü yoksul ve orta gelirli insanlardan zenginlere aktarılmalıdır. Özellikle ileri teknoloji gerektiren ve yüksek katma değerli mal üreten sanayi geliştirilmelidir.
Özelleştirmelere son verilmeli, KİT’nin verimli çalışması sağlanmalıdır.
Tarım desteği üretimi artırıcı yönde olmalı ve bu destek artırılmalıdır. 
Kamu sektörü yeniden canlandırılmalıdır.
Taşımacılıkta, deniz ve demir yoları ağırlık kazanmalıdır.
Doğal kaynaklar ve madenler insan yararı gözetilerek değerlendirilmelidir.
Ücret ve maaş politikaları çalışanlar lehine yeniden düzenlenmelidir.


Bu politikaları uygulayacak tek parti VATAN Partisidir.

22 Mart 2015 Pazar

AKP YAPMADI, SEN YAPTIN

AKP’ye oy veren arkadaşım, sana sesleniyorum. Sen aslında oy vermedin vekâlet verdin. AKP bir şey yapmadı, sen yaptın. Vekilin yaptığı her icraat sana yazılır. Sen yaptın kabul edilir.

Bak, ülke adım adım bölünmeye gidiyor. Dün bebek katili dediğimiz Apo şimdilerde Türk milletinin geleceğini planlıyor. TBMM’ne, hükümete emirler veriyor. Tehditler savuruyor. Hem de bunu meydanlarda Türk polisinin koruması altında düzenlenen mitinglerde yapıyor. Buna bu imkânı sen verdin. Ülkeyi sen bölüyorsun. Bebek katilini sen şımartıyorsun.

Türk Silahlı Kuvvetlerine kumpası sen kurdu. Çok değerli subaylarımızı sen tutsak ettin. Ordumuzu sen tasfiye etmeye kalktın. Aydınlarımız sen hapsettin. Yazarları, gazetecileri sen susturdun. Haber alma özgürlüğünü sen yok ettin. F tipi örgüte ne istedilerse verdin. Milletini değil, CIA’yı sevindirdin. Milletin güzide evlatlarına tuzakları sen kurdun. Yargıya güveni sen yok ettin.

Cumhuriyet’in temellerini sen sarstın. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’ye utanmadan sen ayyaş dedin. Atatürk’ü, sen Yezit ilan ettin.

Yoksulluğu, sefaleti sen artırdın. Gelir, fırsat ve servet eşitsizliğini sen artırdın. Parası olmayanın gittiği okula bak, parası olanın gittiği okula bak. Bu farkı sen yarattın. Yoksulun çocuğu üniversite önlerinde beklerken, zenginin çocuğu özel üniversiteleri bitirip meslek sahibi oluyor. Fakirin çocuğu üniversiteyi bitirse bile iş bulmak için aylarca, yıllarca bekliyor. Parası olan çok donanımlı, lüks hastanelerde tedavi görüyor. Parası olmayan sıralarda bekliyor. Bütün bu durumlara sen sebep oldun.

Devlet, millet borca batmış durumda. Ülke sömürge ülkesine döndü. Sürekli dış ticaret açığı veriyoruz. Açığı borçla kapatıyoruz. Sanayi üretimi yavaşladı, tarım üretimi geriledi. Dışarıdan yiyecek almazsak aç kalacağız. Bunu yapan da sensin. Ekonomiyi sen bu hale getirdin.

Kamuya ait ne varsa yok pahasına sattın. Fabrikaları, işletmeleri, bankaları, hastaneleri,  ormanları, dereleri, madenleri yok pahasına ona buna verdin. Eli zengin ettin, kendini fakir düşürdün. Devlet eliyle zengin yarattın. İhaleleri hep belirli kişilere yüksek fiyattan verip devleti zarara uğrattın.

Komşularımızla arayı sen bozdun. Irak’ta yüz binlerce insan katledilirken, Müslüman kadınların ırzına geçilirken ABD askerleri için sen dua ettin. Onlara sen yardım ettin. Suriye’nin iç işlerine karıştın,  terörü besledin, binlerce insanın ölümüne, binlerce insanın evinden yurdundan göç etmesine sen sebep oldun. Ermenistan ile iyi geçineceğim diye Azeri kardeşlerimizi sen küstürdün.

Egedeki 16 edayı sen Yunanistan’a verdin. Bak şimdi oralarda Yunan bayrağı dalgalanıyor. Bunu sen yaptın. Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’ı sen yalnız bıraktın. Güney Kıbrıs’ı sen AB üyesi yaptın.

Rüşveti yöneticiler almadı, sen aldın, hırsızlığı vekillerin değil sen yaptın. Yalanı sen söyleyip halkı kandırdın. Bunları vekilin yaptı ama aslında sen yaptın. Vebalin çok büyük.

 Bak, senin seçtiğin Cumhurbaşkanı "aldatıldım" diyor. Aslında aldatılan o değil, sen aldatıldın; sen aldatılıyorsun. 7 Haziran senin için bir dönüm noktası olsun. Artık aldatılma, gerçekleri gör. Unutma, "sözkonsu olan VATAN ise gerisi teferruattır."


Önümüzde 7 Haziran seçimleri var. Senin kabahatin çok. Kendini bağışlatmak istiyorsan vekilini iyi seç Unutma, vekilin her yapacak olduğunu aslında sen yapacaksın. Siyaseti meslek edinip, halkı kandırarak oy toplayıp sonra da cebini dolduranlara vekâlet verme. Ülkeyi bölmeye çalışanlara vekalet verme. Katillerle birlikte Türk’e anayasa yapanlara vekâlet verme. Ülkenin kıymetlerini, sermayesini, topraklarını yabancılara teslim edenlere vekâlet verme. Türkiye’nin geleceğini karartanlara vekâlet verme. Eğer verirsen olacaklardan sen sorumlusun. Unutma vekil ne yaparsa yapsın o yapılanların hesabını asil verir.
NEDEN VATAN PARTİSİ

Hayatımı düzenlerken, Mustafa Kemal Atatürk ve rahmetli babam tarafından bana verilen büyük görev beni yönlendiren en büyük etken oldu: Cumhuriyet’i korumak ve kollamak.

Tıp fakültesini bitirip de diplomamı alınca, babamın elin öpmüş ve ben bu diplomayı senin sayende aldım; hakkını nasıl ödeyeceğim bilemiyorum dediğimde babam, “Hayır oğlum, sen bu diplomayı Cumhuriyet sayesinde aldın. Sen bana değil, Türk Milleti’ne ve Cumhuriyet’e borçlusun. Eğer ömür boyu Cumhuriyeti korur ve kollarsan, milletine zengin fakir demeden hizmet edersen, ancak o zaman borcunu ödeyebilirsin” dedi. 

Babam haklı idi. Ben Tunceli’nin Çemişgezek ilçesinde doğmuşum. Çocukluğum baba memleketi olan Hozat ve Çemişgezek’te geçti. Büyüklerimden 1938 öncesi Tunceli’nin durumu hakkında çok şey diledim. O yıllarda Devlet otoritesi tam olarak tesis edilemediği için başta Seyit Rıza ve ona bağlı eşkıyalar yöre halkına çok zulüm ve katliamlar yapmışlar. Askerlerimizi, devlet memurlarını öldürmüşler. Cumhuriyet’in imkânlarının yöre halkına sunulmasına mani olmaya çalışmışlar. 1938 yılından sonra isyanın bastırılması ile birlikte yöre halkı Cumhuriyet’in nimetlerine kavuşmuş. Babam da bu dönemde gerekli eğitimi alarak polis olmuş.

Eğitimin önemini kavrayan babam benim Tıp Fakültesini bitirmem için çok fedakârlıkta bulundu. Ben bu sayede doktor oldum, öğretim üyesi oldum. Eğer Cumhuriyet olmasaydı, ben şimdi Tunceli’de bir ağanın veya şıhın yanaşması olacaktım. Cumhuriyet sadece beni değil tüm yöre halkını kulluktan kurtarıp, özgür bir vatandaş yaptı. Bize haysiyet ve onur kazandırdı. Rahmetli babam onun için her fırsatta biz çocuklarına Cumhuriyet’in önemini ve faydasını anlatmış ve Cumhuriyet’in birer bekçisi olarak yetiştirmişti.

Babam, orta okulu bitirdiğimde, “Maarif Vekaleti” tarafından basılan Atatürk’ün Büyük Nutku’nu hediye etti. Nutuk 3 cilt halinde basılmıştı. İkinci cildin sonunda Atatürk’ün gençliğe hitabesi vardı. Bu hitabedeki “Birinci vazifen Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet Muhafaza ve müdafaa etmektir” ifadesini defalarca okumuşumdur. Babamın doktor olmamı Cumhuriyet’e borçlu olduğumu söylediği o anı ve Atatürk’ün gençliğe hitabesinde bizlere verdiği talimatı hiç unutmadım. Verdiğim siyasi kararlarda bu iki hususu hep göz önünde tuttum.

Vatan partisine girmemin ana sebebi de Cumhuriyeti koruma ve kollama arzusudur.  Bu kararı vermeden önce,  Türkiye’nin AKP iktidarı zamanında sürüklendiği son durumu değerlendirdim. Gördüğüm manzara şöyle idi:
Özellikle son 12 yıl içinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğine kurduğumuz Cumhuriyet’in temelleri sarsıldı. Hainler kahraman, kahramanlar hain olarak gösterildi. Atatürk ve İnönü “ayyaş” diye nitelendirildi.

AKP iktidar döneminde, Türk Milleti’nin karşı karşıya kaldığı tehditler arttı ve büyüdü; sorunlar dev boyutlara ulaştı.

Çözüm süreci adı altında, emperyalizmin uşağı PKK’ya ve bölücü çevrelere verilen tavizler sonucu milli birliğimiz bozuldu. Vatan toprakları bölünmenin tehdidi altına girdi.

Demokratik devlet yapımız bozuldu. İrticai bir diktanın kurulmasının adımları atıldı ve bu adımları atanlar çok yol aldı.

Devlet eli ile insanlar zengin edildi. Yoksulluk arttı. İnsanlar bir kilo makarnaya, bir kilo bulgura, bir çuval kömüre muhtaç hale geldi. Borç arttı, tarım ve sanayi büyüyemedi. Eti, samanı dışarıdan almaya mahkûm olduk. Pazarlar ithal mallardan geçilmez oldu.

Dereler, ormanlar, yer altı zenginliklerimiz ona buna peşkeş çekildi. Devletin elindeki iktisadi kuruluşlar yok pahasına yandaşlara veya yabancılara satıldı.

Bankaların büyük kısmı yabancıların eline geçti. Haberleşme sistemleri, limanlar bizim olmaktan çıktı.

Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet iddiaları çok ciddi kanıtları ile birlikte başbakan, bakanlara kadar uzandı.

Medya susturuldu, fikir ve basın özgürlüğü yok edildi. Üniversiteler bilimsellikten uzaklaşmaya başladı.

Cumhuriyeti,  Atatürk ilkelerini, ulusal çıkarları, özgürlüğü, bağımsızlığı savunan aydınlar, bilim adamları, yazarlar ve yüzlerce subay tutsak edilip susturulmaya çalışıldı.

Emperyalizmin sömürüsü artarak devam ediyor. Cumhuriyet’in eserleri, sanayi kuruluşları, tarım alanları, ormanlar, dereler, doğal zenginlikler yabancıların veya onların işbirlikçilerinin eline geçiyor. Sendikalar etkisizleştirilip, işçiler sahipsiz bırakılıyor. Yoksulluk artıyor, gelir dağılımı bozuluyor. İşçi, memur, esnaf ve çalışanlar ekmek ve hak için direnemez hale geliyor.

Türkiye bölünmeye ve bir etnik cehenneme doğru sürükleniyor. Ülkenin bir bölümünde yaşayan yurttaşlarımız eli kanlı terör örgütünün insafına terk ediliyor.

Milli birlik bozuluyor, sınırlar tartışılır hale geliyor.
İktidar medyayı ele geçirmiş;  televizyonlara, gazetelere yerleşmiş etki ajanları tarafından halk kandırılıyor uyutuluyor. İslâm inancı aldatmanın vasıtası haline getiriliyor. Eğitim bilimsellikten uzaklaştırılıp, sorgulayan, araştıran, bilimi yol gösterici olarak kabul edilen nesiller yerine biat etmeyi alışkanlık haline getiren nesiller yetiştiriliyor.

Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’i kuran ve bize bağımsız, özgür bir vatan hediye eden büyüklerimiz aşağılanıyor. Mütareke döneminde ve bağımsızlık savaşımızı verdiğimiz zamanlarda emperyalistlerle işbirliği yapan hainler kahraman olarak tanıtılmaya çalışılıyor.

Bütün bu olumsuz gelişmelerin sebebi batı emperyalizminin ve onun işbirlikçilerinin yönettiği veya en azından yönlendirdiği partilerin icraatları sonucu oluştu. Şunu bilmek gerekir: Türk devriminin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmasındaki amacı “Müdafaa-i Hukuk”u sağlamaktı. Yani, Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme karşı korumak esastı. Bunun için gerekli olan da “istiklâli-i tam” ve “hâkimiyet-i milliye” idi. Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme karşı savunamayan, tam bağımsızlığı ve milletin egemenliğini kayıtsız şartsız gerçekleştirmeyi kendisine hedef edemeyen hiçbir parti Cumhuriyet’i savunamazdı.

Mustafa Kemal, batılı emperyalist güçlere çok açık bir şekilde tavır koymuş, açık ve seçik olarak demiştir ki :
“…İstiklâl-i tam, bizim bugün, deruhte ettiğimiz vazifenin ruh-u aslisidir; bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı deruhte edilmiştir. (…) İstiklâl-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, askeri, harsi, ve ilh, her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlden mahrumiyet demektir….”

Son yıllarda gelişen olaylar ve içinde bulunduğumuz durum dikkate alındığında, Cumhuriyet’i korumak ve kollamak arzusu içinde olan bir kimse sessiz kalamazdı. Ben de vatan, millet ve Cumhuriyet düşmanları ile mücadele etme kararı aldım. Mücadelenin ancak bir siyasi parti içinde yapılırsa başarılı olacağını düşündüm ve mevcut partileri yukarıda anlatmaya çalıştığım esaslar dâhilinde değerlendirdim.

Yıllarca içinde bulunduğum MHP ilk değerlendirdiğim parti oldu. Bu değerlendirmeyi yaparken özellikle Devlet Bahçeli’nin söylemlerine değil, icraatlarına baktım. Çünkü biliyordum ki, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” Bu değerlendirmeye, 57. Hükümetin icraatlarına bakarak yapmak gerekiyor.

DSP-MHP-ANAP hükümetin ilk icraatlarından birisi Türkiye’yi AB kapısına bağlamak oldu. Kopenhag Kriterleri’nin eksiksiz yerine getirilme şartı konana Helsinki belgesine imza atıldı. Kopenhag belgesine göre ‘azınlık haklarının korunması’ önem taşıyordu. Bu belge Türkiye açısından sıkıntı yaratabilecek özellikte idi. AB çevreleri bu ifadeden yola çıkarak Türkiye’deki Kürtlere azınlık hakları tanınması gündeme getirebilirdi. Nitekim gelişmeler de bu yönde oldu.

Bahçeli Helsinki’de attığı imza ile “ulusal egemenlikten” vazgeçtiğini şu cümlelerle açıkladı:
“Bir devlet egemenlik haklarının bir kısmından feragat ederek bu uluslararası topluluğun eşit hak sahibi bir üyesi olmaktadır.” Bu ifade Cumhuriyet’in temeli olan tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkesine aykırı bir tutumu gösteriyordu ve adeta bir itiraf belgesiydi.

Helsinki imzasına en çok sevinenler ise ayrılıkçı Kürtler oldu. Bu imzadan sonra,  PKK, Türkiye’nin AB’ne alınması için gösteriler yaptı. 57.Hükümet PKK’yı sevindirmişti.

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin içeriği doğrultusunda hazırlanan Ulusal Program’ın Kıbrıs ile ilgili kısmında Denktaş’ın sürekli vurguladığı “iki egemen devlet” kavramı yerine, “ortaklık” kavramı kullanılmaktadır.  Bu belgeden sonra Denktaş giderek yalnızlığa itilmiştir.

Güneydoğu’da kurulması düşünülen kukla devletin adım adım gerçekleşmesinde Çekiç Güç’ün büyük rolü oldu. Çekiç Güç’ün süresi Devlet Bahçeli’nin başbakan yardımcısı olduğu hükümetlerin teklifi ile tam 7 kere uzatıldı. Çekiç Güç’ün Irak’ın parçalanmasını ve orada kukla bir devletin kurulmasını kolaylaştırdığı, dolayısıyla da Türkiye’nin parçalanmasına yol açan gelişmeleri hazırladığı unutulmamalıdır.

Bahçeli’nin Cumhuriyet’in temellerini sarsan icraatlarına daha fazla örnek vermek mümkündür. Apo’yu asacağım diye milliyetçilerden oy toplamış ama sözünde durmayarak, Apo’nun asılması için gerekli olan TBMM kararının alınmasını Ecevit ve Yılmaz ile birlikte önlemiştir.

Bahçeli, MHP içindeki Enis Öksüz, Ali Güngör, Abdülhaluk Çay, Sadi Somuncuoğlu, Ozan Arif gibi Türkçüleri partiden uzaklaştırmıştır. 8. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultay’ının Kıbrıs’ta toplanmasını önlemiş ve Rauf Denktaş’a verilecek olan büyük desteği engellemiştir. Bu kurultay en son Antalya’da toplanmış ve daha sonra da toplanmaz olmuştur.

Tayyip Erdoğan iktidarını başlatan 3 Kasım seçimleri de Bahçelinin aldığı bir karar sonucudur. “11. Kocayayla Türkmen Kurultayı”ında çadır içinde otururken kendisine gelen bir telefon üzerine dışarı çıkmış ve konuşmasını tamamladıktan donra içeri girip 3 Kasım’da seçime gidileceğini açıklamıştır. Bu seçim sonucu oluşan AKP iktidarının Türkiye’yi getirdiği nokta da ortadadır.

Bahçeli, MHP’nin yurt dışındaki Türklerle olan ilgisini azaltmıştır. Ortaya çıkan boşluğu da Fethullah Hoca ve ekibi almıştır. Bu ilgisizliği o boyuta ulaştırmıştır ki,  Türkmenler  ABD askerleri  tarafından Telafer’de katledilirken sesini bile çıkarmamıştır.

Bu örnekler dikkat alınca yıllarca desteklediğim, parti programının yazılmasında katkıda bulunduğum partinin artık Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edemeyeceğine ve temel amacım olan Cumhuriyet’i koruyacak adımlar atamayacağına karar verdim.

Cumhuriyeti kuran ve kurucusu Atatürk olan CHP, özellikle son yıllarda bir değişim gösterdi.  Başkanları tarafından açıkça 1930’ların partisi olmadıkları, eski CHP’nin gittiği ve yeni CHP’nin geldiği ifade edildi.   Y-CHP, çözüm adı verilen bölünme sürecini daha iyi gerçekleştireceklerini ilan etti. Partinin üst kademelerine Atatürk çizgisinde olmayan insanlar getirildi. Cumhurbaşkanı adayı olarak CHP ile yakından uzaktan ilgisi olmayan birisi seçildi. Mahalli seçimlerde gösterilen adaylar CHP’nin ilkelerinden uzak kimseler oldu. Gidişattan memnun olmayan insanlara umut olamadı. ABD ve F tipi cemaat ile olan ilişkiler sıkılaştırıldı. “Dersimli Kemalim” diye bağırarak adeta Cumhuriyet’e siyan etti.

Vatan Partisine kaydımı yaptırırken, kararımı belirleyen hususlar sadece bu iki partinin ve genel başkanlarının özellikleri değildi. Cumhuriyeti savunduğunu iddia eden bir partinin, bu iddiasını gerçekçi olduğunu kabul etmem için, bazı özeliklerinin bu partide olması gerekirdi.

Cumhuriyet’i savunmak ancak Kemalist Devrimi devam ettirmek ile mümkündür. Bunu başaracak partinin, Kemalizmin prensipleri diyebileceğimiz 6 Ok’un işret ettiği ilkeleri programına alması gerekir. Bu ilkelere inanmayan ve bu ilkeler doğrultusunda çalışmayan hiçbir parti Kemalist Devrimi sürdüremez. Cumhuriyetimizin sonsuza kadar yaşamasının sırrı bu 6 Ok’ta gizlidir. 6 Ok rehber olmaya devam etmelidir.

Kemalizmin ilkelerinin özünde “müdafaa-i hukuk” yani emperyalizme karşı milletin egemenliğini, milletin maddi, manevi değerlerini savunmak vardır. Bunun yolu da tam bağımsızlıktan geçer. Kurtuluş Savaşı sonrasında Müdafaa-i Hukuk ruhuna uygun olarak, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından, tam bağımsız sanayileşmeden yana tutumları, sonraki yıllarda antiemperyalist ve tam bağımsız özelliğini kaybetmiş ve ‘milli İktisat’ devri kapanmıştır. Bu devrin tekrar açılması gerekir.

Üretmeden, sanayii ve tarımı geliştirmeden tam bağımsızlık olmaz. Mustafa Kemal endüstrinin gelişmesine, üretime büyük önem vermiştir. 1937 yılında şöyle diyor:
“Endüstrileşmek en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız, işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirebilmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı  Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir. Bu kanaatle, beş yıllık ilk  sanayi planının geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikasını da süratle başarmak ve yeni plan için hazırlanmak icabeder.
“…Bundan sonrası için, bütün tayyarelerimizin ve motorlarının memleketimizde yapılması ve harp hava sanayimizin de bu esasa göre inkişaf ettirilmesi iktiza eder.”

Üretmeden güçlü olmak, güçlü olmadan bağımsız kalmak mümkün değildir. Kemalist devrimi sürdürme gayesini taşıyan bir partinin ‘planlı ekonomiyi’,  ‘milli iktisadı’, sanayileşmeyi,  karma ekonomiyi, üretimi programının esası yapmalıdır.

Atatürk İlkelerinden milliyetçiliğin özünde emperyalizme karşı mücadele etmek vardır. Biz bu ülkede milliyetçiyim diyerek iktidara gelen siyasetçilerin, topraklarımızda yabancılara üs verdiğini; ikili anlaşmalarla egemenliğimizi yabancılarla paylaştığını, ekonomimizi yabancıların arzularına terk ettiğini; milli ordumuzu yabancıların iradesine bağladığını biliyoruz. Böyle bir milliyetçilik anlayışını kabul etmemiz mümkün değildir. Milliyetçiliğe yeniden emperyalizme karşı tam bağımsızlık içeriğinin kazandırılması gerekir.

Özgürlüğün özünde özgür düşünce vardır. Ülkeler, düşünce özgürlüğünü sağladıkları ve bilimin yol göstericiliğini kabullendikleri oranda ileri giderler ve bağımsız toplumlar olurlar. Laiklik bunun için gereklidir. Kemalist devrimi sürdürmenin yolu da laiklik ilkesine uymakla mümkündür.

Rahmetli babamın ve Türk’ün büyük Ata’sının bana yüklediği, Türk Cumhuriyet’ini ve Türk İstiklâl’ni koruma ve kollama görevini yapabilmem için içinde bulunmam gereken partinin özelliklerini böylece sıralamış oldum. Bu özelliklere sahip tek parti vardı: Vatan Partisi.

Başta Doğu Perinçek olmak üzere tüm yöneticileri Kemalist Devrim için bedel ödemiş, Türkiye Cumhuriyet’inin bağımsızlığını, Türk Milleti’nin özgürlüğünü savunmada zafiyet göstermemiş kimselerdi. Parti programının özünü ise, 6 Ok oluşturuyordu; amblemi ise, bilimin aydınlığını ve üretimi temsil ediyordu.

Yukarıda yazdığım özelliklerinin tamamına sahip yegâne parti Vatan Partisi idi. Bu nedenle Vatan Partisi’ne gönül rahatlığı ile ve gurur duyarak kaydımı yaptırdım.
Tüm vatanseverleri, özgürlüğe, bağımsızlığa, bilimin aydınlığına, barışa, kardeşliğe inanları ve emperyalizme karşı sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, tüm mazlum milletleri savunmak isteyenleri Vatan Partisi’ne davete ediyorum.

20 Mart 2015 Cuma


 ELİ KANLI ÖRGÜTÜ MECLİSE SOKMA KAMPANYASI

Son zamanlarda HDP'yi yani PKK'yı allayıp, pullayıp, sol maskeler takıp meclise sokma kampanyası hız kazandı. 

Bu kampanyayı yürütenler neye hizmet ettiklerinin farkında mıdırlar? HDP'yi  meclise sokmak demek, Abdullah Öcalanı meclise sokmak demektir; PKK'yı meclise sokmak demektir. 

HDP barajı geçerse, AKP çoğunluğu sağlayamazmış. Kafaya bak!  AKP'yi azaltmak için bölücülere destek olunacak. 

Türkiye'yi bölünme çizgisine taşıyan AKP-PKK ortaklığı değil mi? HDP'nin AKP'nin suç ortağı olduğu neden inkar ediliyor. İkisi el ele verip açılımı yürütmüyor mu? Daha dün Dolmabahçe'de Türk Bayrağı'nın altında utanmadan, Türkiye'yi bölme ve Cumhuriyeti yıkma planlarını açıklamadılar mı? 

Bu kampanyayı organize eden ABD'dir, AB'dir. Tüm olanaklarını HDP'yi meclise sokmak için seferber etmişlerdir. Bu ülkeler her türlü maddi ve siyasi desteği Türkiye'yi bölmek için bölücülere veriyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir eşbaşkanı Tayyip Erdoğan ise diğeri Selahattin Demirtaş ve Apo'dur. 

"AKP'den kurtulma" sloganı ile PKK'yı kurtarma ve meşrulaştırma operasyonu yapılıyor. Vatansız solcular ve liboşlar da bu operasyonda rol alıyor.  Alivi vatandaşlarımız aldatılmaya çalışılıyor.

Herkes aklını başına alsın, AKP'den de, PKK'dan da kurtulmanın tek yolu var.  Kurtuluş için, bölünmeyi durdurup milli birliği sağlamak için, Vatan Partisi'nin TBMM'ne girmesi gerekir. Hesapların bu gerçeğe göre yapılması lazım.

15 Mart 2015 Pazar

14 MART VE TIBBİYELİ HİKMET

Yıllardır 14 Mart günü Tıp Bayramı olarak kutlanır. Bu sene de AKP’nin sağlık politikalarının sağlık çalışanları ve Hekimler üzerinde yarattığı sıkıntılar nedeni ile buruk olarak kutlandı.

14 Mart 1827'de, II. Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet'in önerisiyle ilk cerrahhanenin, Şehzadebaşı'daki Tulumbacıbaşı Konağı'nda Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adıyla kurulması, Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Tıp Bayramı’nın 14 Mart’ta kutlanmasının ana nedeni budur.

1919'un Mart ayında, İstanbul'da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti. İşgalcilere karşı ayaklanmak ve okulu kurtarmak için çareler arayan öğrenciler; okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart'ı topluca kutlamaya karar verdiler. Tıbbiye 3. sınıf talebesi olan Hikmet Bey önderliğinde büyük bir gösteri yaparak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı astılar. İşgal kuvvetleri bu duruma müdahale ettilerse de durduramadılar.

Olayın yıldönümü olan 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıldönümü ve bugünkü Tıp Bayramı'nın sebebini oluşturdu.

Bu olaydan sonra,  Hikmet Bey, Sivas Kongresi’ne katılmak üzere Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak seçildi.  İstanbul’dan kaçarak Sivas’a gitti. Kongreye İstanbul’dan katılan üç delegeden birisiydi. Sivas Kongresi’nde, Mustafa Kemal'e hitaben yaptığı konuşması ile tanındı.

Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışmasında söz olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada

« Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz”  demiştir. Duyduğu coşku ve heyecanla söylenmiş bu sözler, kongre salonunda büyük etki yaratmıştır.

Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirmiştir:

«Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır,’" diyerek Hikmet Bey’e dönmüş ve "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!»

Mustafa Kemal'in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: "Var ol Paşam!.." demiş ve Mustafa Kemal’in elini öpmüştür.

Sivas Kongresi’nden sonra Tıbbiyeli Hikmet, yakın arkadaşı Yusuf Bey (Balkan) ile birlikte, Dr. Adnan Adıvar’ın başhekim olduğu Ankara Cebeci Askeri Hastanesi’nde, bakteriyoloji uzmanı Tabip Albay İbrahim Tali Bey (Öngören)’in başında bulunduğu laboratuvarda aşı yapımında çalıştılar.  İki arkadaş, İbrahim Tali Bey’le beraber kendi üzerlerinde tifüs aşısı denenmesini, gönüllü olarak kabul ettiler. Gösterdikleri bu fedakârlık üzerine, Mustafa Kemal tarafından Hikmet ve Yusuf Beyler’e rütbe verilmiş ve maaş bağlanmıştır.

Hikmet Bey daha sonra Boran soyadını almış ve Askeri hekim olarak Türk milletine hizmete devam etmiştir. Tıp Bayramı kutlamalarında Hikmet Boran saygı ve minnetle anılmalıdır. Ruhu şad olsun.


12 Mart 2015 Perşembe

DİRENME HAKKI

İnsanların doğuştan gelen doğal hakları vardır ve bu hakları devlet korumakla yükümlüdür.  Seçimle işbaşına gelen iktidarların giderek artan bir biçimde güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, çoğulculuk, hukuk devleti, basın özgürlüğü gibi demokrasinin öz değerlerini ortadan kaldıran ‘seçilmiş otoriterlik’ rejimlerine kaymaları karşısında halkın direnme hakkı olduğu kabul dilmiştir.

Bu görüş 1776 Amerikan ve 1789 Fransız ihtilallerini de büyük ölçüde etkilemiştir. 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ise şu ifadeler yer alır:  “Bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal, devredilmez haklarını sağlamak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Halk bu amaçtan sapan yönetimi değiştirmek ve devirmek ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak hakkına sahiptir.”

1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 2. maddesi baskıya karşı direnme hakkını bir temel insan hakkı olarak görür: 26 Ağustos 1789 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Bildirgesi”nin 2.maddesi şöyle der: “Her politik birleşmenin amacı; doğal ve dokunulamaz insan haklarını korumaktır. Bunlar; özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır.” 

Direnme hakkı,  10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç bölümünde şu şekilde ifade edilir.  “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır.”

Bütün bunları hatırlatmak istedim çünkü, Türkiye’de iktidar seçim ile iş başına gelmiştir ama giderek otoriterlik özelliği artmaktadır. Yargı bağımsızlığı yok ediliyor; kuvvetler ayrılığı prensibi askıya alınıyor; hukuk devletinden uzaklaşılıyor; basın özgürlüğü, insanların haber alma özgürlüğü yok ediliyor;  düşünce özgürlüğü hiçe sayılıyor; gösteri ve yürüyüş hakkını kullanan gençler tutuklanıyor.

Bunun son örneğini Kayseri’de gördük. Haziran direnişine katılan ve yüzbinlerce insan gibi Tayyip Erdoğan yönetimini eleştiren slogan atan bir gencimiz tutuklanıp hapsedildi. Bu gencin tek suçu “Diktatör Tayyip” diye slogan atanlarla birlikte olması. Aykutalp Avşar arkadaşımız bizim gözümüzde bir hürriyet kahramanıdır.

Bir yöneticiye diktatör demek fikir özgürlüğünün bir parçasıdır ve aslında hakaret değil,  bir eleştiridir. Bu tip tutuklamalar ancak özgürlüklerin kısıtlandığı ülkelerde olur.


Önümüzde 7 Haziran seçimleri var. Umarım bu seçimler demokratik özelliğini giderek kaybeden ve otoriterlik özelliği artan iktidarın değişmesini sağlar. Bu mümkün olmaz ve seçimler sonucunda AKP ve Tayyip Erdoğan iktidarlarını sürdürür ve devletin korumakla mükellef olduğu insan haklarını yok edici davranış ve uygulamalarını artırırsa, milletin direnme hakkı doğar. Bu önemli gerçeği kimse göz ardı etmemelidir.

7 Mart 2015 Cumartesi

TESADÜF BU YA!

Tesadüf bu ya, diktatörlerin çoğu demokratik yollardan iktidara gelmiş ve iktidarı eline geçirdikten sonra diktatör olmuşlar. Bunlardan birisi de Hitler. Diktatörlerin hayatı çok benzerlikler gösteriyor.

Tesadüf bu ya;  Hitler Nasyonel  Sosyalist işçi Partisi (Nazi) başkanlığına geldikten sonra yaptığı bir konuşmadan  dolayı halkı şiddet kullanmasını tahrik ettiği için hapse mahkum olmuş. Hapishanede imtiyazlı bir muamele görmüş. Ona nehre bakan bir oda verilmiş. Misafirlerini odasında kabul edebiliyormuş.

Tesadüf bu ya; Hitler de demokrasinin sağladığı imkânları kullanarak iktidara gelmiş. 1932 yılında yapılan seçimlerde Nazi Partisi  % 37.4 oranında oy almış. Tesadüf bu ya, bu yüksek oyu almasında Almanya’da yaşanan ekonomik krizin büyük rolü olmuş. Bu seçim sonucunda Hitler 30 Ocak 1933 yılında başbakan olmuş.

Tesadüf bu ya; Hitler iktidara gelir gelmez,  ilk hedefi kadrolaşarak devletin bütün kurumlarını etkisi altına almak olmuş.

Tesadüf bu ya; yargıyı kontrol altına alarak muhalifleri tutuklatmaya başlamış. Özel Halk Mahkemeleri kurmuş ve bu mahkemelerden istediği kararları çıkartmış.

5 Mart tarihinde yapılmış olan seçimlerde, tesadüf bu ya devletin bütün imkanlarını Nazi Partisi lehine kullanmış ve oyunu çok artırmış.

Tesadüf bu ya; iktidarını diktatörlüğe dönüştürmek için iş adamlarına çok baskı uygulamış. Krupp vasıtasıyla iş adamlarına “Ya siz bu parayı vereceksiniz veya bu parayı biz sizden zorla alacağız” diye mesaj yollamış ve iş adamlarında büyük miktarlarda maddi destek almış.

Tesadüf bu ya; Hitler de hem başbakan hem de devlet başkanı yetkilerinin kendisinde olmasını çok istemiş. Hindenburg  ölünce, yapılan bir halk oylaması ile Hitler hem devlet başkanı hem de başbakan konumuna gelmiş.

Tesadüf bu ya; Hitler de kamuoyunu etkilemek için basının çok büyük güce sahip olduğunu biliyormuş. Bu nedenle kendisine yardım etmeye hazır iş adamlarının desteğini alarak gazetelerin çoğuna hâkim olmuş. Kendisini destekleyen gazetelerin  tirajı  hızla artmış ve günlük 30 milyona ulaşmış.

Tesadüf bu ya; Hitler sanat dünyasını da baskı altına almış. Büyük bestecilere sansür uygulamış; orkestra şeflerinin işine son vermiş.

Tesadüf bu ya;  Hitler de dini inançları kendi lehine kullanmış. Katolik kiliselerine baskı uygulamış.  Protestanların kendi rejimini desteklemesini sağlamış.  Tesadüf bu ya; Hitler de din ve vicdan özgürlüğüne ve laikliğe karşıymış.

Tesadüf bu ya; Hitler de kadın erkek eşitliliğine karşıymış.  Ona göre kadının görevi evde oturup çocuk yetiştirmekmiş.

Tesadüf bu ya; diktatörlerin sonu hiç iyi olmamış. Çoğu halkın ayaklanması sonucu asılarak veya linç edilerek öldürülmüş. 


Garip değil mi?

2 Mart 2015 Pazartesi

ALGI YÖNETİMİ

Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız bir deyim var: “Algı yönetimi”. Seçimler yaklaştıkça bu deyimin daha sık kullanıldığını ve uygulandığına tanık olacağız. Çünkü algı yönetiminden amaç insanların akılcı ve gerçekçi düşünmesini önleyip, seçimlerini algıyı yönetenin istediği gibi yapmasını sağlamaktır.  Bu yöntemle, kişi kendi çıkarına olmayan bir karar verir ama bu yanlışlığın farkında olmadığı için mutludur ve aldığı kararı, yaptığı seçimi savunabilir.

Algı yönetimi an sık  pazarlamacılar tarafından kullanılır. Çağdaş pazarlama bize algıları şekillendirme sanatını ve bilimini öğretmiştir. Bu bilgileri yeterince kaynağa sahip olanlar (özellikle zenginler) kolaylıkla kullanabilir. Eğer mallar bu yöntemlerle pazarlanabiliyorsa, fikirler, özellikle de siyaseti yönlendiren fikirler de algı yönetimi kullanılarak pazarlanabilir.

Türkiye’de iktidarı elinde tutan kesim bu gerçeği yıllar önce anlamış ve algılar yaratarak halkın kendi iktidarlarının devamı için seçimler yapmasını sağlamıştır.  

Algı yönetimi için iki büyük silah vardır: Medya ve eğitim.

İktidarın eğitim sistemi ile bu kadar sık oynaması, dini eğitime bu kadar fazla önem vermesi hep bu algı yönetiminin gereğidir.Bu eğitim sistemi ile çocuklar, gençler, araştıran, sorgulayan, şüphe eden, gerçeğe bilimsel yöntemlerle ulaşmaya çalışan fertlerden çok, duyduğuna inanan, hocanın, şeyhin, cemaat önderinin, gazetecilerin, yazarların sözlerini şüphe etmeksizin kabul eden fertler olarak yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu özellikteki insanları ikna etmek, yönlendirmek, kandırmak kolaydır.

İktidarın medyaya olan baskısını ve havuz oluşturarak, medyanın belirli kişilerin satın almasının sağlanmasını da bu algı yönetimine bağlamak gerekir. Toplumda oluşturulan yanlış algıların temel kaynağı bu yandaş ve satılmış medyadır. Seçimlerin yaklaşması ile birlikte bilgi kirliliği ve saklanan, gizlenen bilgiler artacaktır. Amaç, halkı akılcı ve gerçekçi düşünmekten uzaklaştırmak ve iktidar lehine seçim yapmasını sağlamaktır.

Toplumda sık kullanılan algı yöntemlerini üçü çok önemlidir. Bunları “anneler ağlamasın”, “AKP dindarların partisidir” ve “ekonomik istikrar var”.

Anneler ağlamasın diyerek vatan toprakları ve o bölgede yaşayan halkımız terör örgütüne teslim ediliyor ama halk farkında değil. Anneler ağlamıyor diye seviniyor.

Dindarlık algısı o derecede yaygınlaşmış ki, halkın bir kesimi “çalıyorlar ama camiye gidiyorlar”, “biraz da Müslümanlar çalsın” diyebiliyorlar ve ortaya saçılan bunca hırsızlıklara ve yolsuzluklara karşın bu iktidara sırf onları dindar kabul ettikleri için oy vereye devam ediyorlar.

Yoksulluk sınırının altına milyonlarca insan yaşıyor, insanlar çocuğunu okutmada, hatta evine ekmek götürmede zorluk yaşıyor ama ekonomik istikrarın bozulmasından da endişe duyuyor. Gelir, servet ve fırsat eşitliği çok bozulmuş, zengin daha zengin, fakir daha fakir olmuş ama fakirler ekonomik durumdan memnun. İstikrar bozulmasın diye kendilerini yoksul bırakan iktidarı desteklemeye devam ediyor.


Bütün bunlar algı yönetimi ile sağlanıyor. Yıllarca insanları cahil bıraktılar; biat kültürünü yerleştirdiler; medyayı ellerine aldılar; yazarları, düşünürleri(!) satın aldılar ve bu ortamı yarattılar.  Bu halk düşmanları ile yapılacak mücadelenin alanı insanların beyni olmalıdır. Uyarmaya, uyandırmaya, bilgilendirmeye ve bilinçlendirmeye devam etmeliyiz ve bunu da hızla yapmalıyız. Meydanı soygunculara, bölücülere, yalancılara bırakmamalıyız.

1 Mart 2015 Pazar

VATANA İHANET  DAHA NASIL OLUR?

Vatana ihanet bu değilse, nedir? AKP ve PKK anlaşmış, PKK silah bırakacakmış, karşılığında da anayasa ve yazalar değiştirilip PKK’ya devlet kurması için toprak hediye edilecekmiş. Benim bu mutabakattan anladığım bu… Masanın bir tarafında Recep Tayyip Erdoğan’a vekaleten Yalçın Akdoğan, masanın diğer yanında ise, Öcalan’a vekaleten Sırrı Süreyya Önder; bu isimler tarihin kara sayfasında yerini almıştır.

Bu bir silahsızlandırma değil, tam tersine Türkiye Cumhuriyeti’ne silah doğrultmadır. Cumhuriyet’i yıkmaya kararlı olanların bu kararlarını uygulamak için tasarladıkları bir plandır. Millet aptal yerine konulmakta, anneler ağlamasın, PKK silahsızlaşıyor diye diye PKK gibi eli bebek, genç, yaşlı insanlarımızın ve Mehmetçiklerimizin kanı ile ıslanmış bir terör örgütüne vatan toprağı ve halkımızın bir kısmı teslim edilmeye kalkılıyor.

Tayyip Erdoğan’ın 400 milletvekilini neden istediği ortaya çıktı. Bu milletvekillerinin görevi şimdiden hazır; el kaldıracaklar, PKK ve AKP projesini onaylayacaklar. Anayasa değişecek, milli devlet yok edilecek, bir kukla devletin kurulmasının adımı atılacak. Ey halkım, şimdi soruyorum size: 400 Milletvekilini Erdoğan’a verecek misin? Bu oyuna alet olacak mısın? 

Yeter artık! Bu oyunları görün artık!

Anlaşılan o ki, AKP ve PKK küresel güçlerin hâkimiyeti altındadır. Emperyalizmin ülkemize olan saldırısı hız kazanmıştır. Önümüzdeki seçimler bu saldırıları sonlandırma için büyük bir fırsattır. Türkiye’yi bölmek ve Cumhuriyet’i tasfiye etmek isteyen partilere oy verilmemelidir.

Bu AKP-PKK oyununa karşı MHP ve Vatan Partisi sert biçimde tepki vermiş ve bir çağrı yaparak Cumhuriyet’i, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi korumaya olan kararlılıklarını dile getirmişlerdir. Cumhuriyetin kurucusu olan CHP ise, bu ihanete karşı çıkmamış ve bu mutabakatı adeta desteklemiştir. Halkımız 7 Haziran’da sandığa gidince bunları elbette dikkate alacaktır.


Eyup S. Karakaş