NEDEN
VATAN PARTİSİ
Hayatımı düzenlerken, Mustafa Kemal
Atatürk ve rahmetli babam tarafından bana verilen büyük görev beni yönlendiren
en büyük etken oldu: Cumhuriyet’i korumak ve kollamak.
Tıp fakültesini bitirip de diplomamı
alınca, babamın elin öpmüş ve ben bu diplomayı senin sayende aldım; hakkını
nasıl ödeyeceğim bilemiyorum dediğimde babam, “Hayır
oğlum, sen bu diplomayı Cumhuriyet sayesinde aldın. Sen bana değil, Türk
Milleti’ne ve Cumhuriyet’e borçlusun. Eğer ömür boyu Cumhuriyeti korur ve
kollarsan, milletine zengin fakir demeden hizmet edersen, ancak o zaman borcunu
ödeyebilirsin” dedi.
Babam haklı idi. Ben Tunceli’nin
Çemişgezek ilçesinde doğmuşum. Çocukluğum baba memleketi olan Hozat ve
Çemişgezek’te geçti. Büyüklerimden 1938 öncesi Tunceli’nin durumu hakkında çok
şey diledim. O yıllarda Devlet otoritesi tam olarak tesis edilemediği için
başta Seyit Rıza ve ona bağlı eşkıyalar yöre halkına çok zulüm ve katliamlar
yapmışlar. Askerlerimizi, devlet memurlarını öldürmüşler. Cumhuriyet’in
imkânlarının yöre halkına sunulmasına mani olmaya çalışmışlar. 1938 yılından
sonra isyanın bastırılması ile birlikte yöre halkı Cumhuriyet’in nimetlerine
kavuşmuş. Babam da bu dönemde gerekli eğitimi alarak polis olmuş.
Eğitimin önemini kavrayan babam benim Tıp
Fakültesini bitirmem için çok fedakârlıkta bulundu. Ben bu sayede doktor oldum,
öğretim üyesi oldum. Eğer Cumhuriyet olmasaydı, ben şimdi Tunceli’de bir
ağanın veya şıhın yanaşması olacaktım. Cumhuriyet sadece beni değil tüm yöre
halkını kulluktan kurtarıp, özgür bir vatandaş yaptı. Bize haysiyet ve onur
kazandırdı. Rahmetli babam onun için her fırsatta biz çocuklarına Cumhuriyet’in
önemini ve faydasını anlatmış ve Cumhuriyet’in birer bekçisi olarak
yetiştirmişti.
Babam, orta okulu bitirdiğimde, “Maarif
Vekaleti” tarafından basılan Atatürk’ün Büyük Nutku’nu hediye etti. Nutuk 3
cilt halinde basılmıştı. İkinci cildin sonunda Atatürk’ün gençliğe hitabesi
vardı. Bu hitabedeki “Birinci vazifen Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni
ilelebet Muhafaza ve müdafaa etmektir” ifadesini defalarca okumuşumdur. Babamın
doktor olmamı Cumhuriyet’e borçlu olduğumu söylediği o anı ve Atatürk’ün
gençliğe hitabesinde bizlere verdiği talimatı hiç unutmadım. Verdiğim siyasi kararlarda bu iki hususu hep göz
önünde tuttum.
Vatan partisine girmemin ana sebebi de
Cumhuriyeti koruma ve kollama arzusudur. Bu kararı vermeden önce,
Türkiye’nin AKP iktidarı zamanında sürüklendiği son durumu
değerlendirdim. Gördüğüm manzara şöyle idi:
Özellikle son 12 yıl içinde, Mustafa Kemal
Atatürk’ün önderliğine kurduğumuz Cumhuriyet’in temelleri sarsıldı. Hainler
kahraman, kahramanlar hain olarak gösterildi. Atatürk ve İnönü “ayyaş” diye
nitelendirildi.
AKP iktidar döneminde, Türk Milleti’nin
karşı karşıya kaldığı tehditler arttı ve büyüdü; sorunlar dev boyutlara ulaştı.
Çözüm süreci adı altında, emperyalizmin
uşağı PKK’ya ve bölücü çevrelere verilen tavizler sonucu milli birliğimiz
bozuldu. Vatan toprakları bölünmenin tehdidi altına girdi.
Demokratik devlet yapımız bozuldu. İrticai
bir diktanın kurulmasının adımları atıldı ve bu adımları atanlar çok yol aldı.
Devlet eli ile insanlar zengin edildi.
Yoksulluk arttı. İnsanlar bir kilo makarnaya, bir kilo bulgura, bir çuval
kömüre muhtaç hale geldi. Borç arttı, tarım ve sanayi büyüyemedi. Eti, samanı
dışarıdan almaya mahkûm olduk. Pazarlar ithal mallardan geçilmez oldu.
Dereler, ormanlar, yer altı
zenginliklerimiz ona buna peşkeş çekildi. Devletin elindeki iktisadi kuruluşlar
yok pahasına yandaşlara veya yabancılara satıldı. Bankaların büyük kısmı
yabancıların eline geçti. Haberleşme sistemleri, limanlar bizim olmaktan çıktı.
Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet iddiaları çok
ciddi kanıtları ile birlikte başbakan, bakanlara kadar uzandı.
Medya susturuldu, fikir ve basın özgürlüğü
yok edildi. Üniversiteler bilimsellikten uzaklaşmaya başladı.
Cumhuriyeti, Atatürk ilkelerini,
ulusal çıkarları, özgürlüğü, bağımsızlığı savunan aydınlar, bilim adamları,
yazarlar ve yüzlerce subay tutsak edilip susturulmaya çalışıldı.
Emperyalizmin sömürüsü artarak devam
ediyor. Cumhuriyet’in eserleri, sanayi kuruluşları, tarım alanları, ormanlar,
dereler, doğal zenginlikler yabancıların veya onların işbirlikçilerinin eline
geçiyor. Sendikalar etkisizleştirilip, işçiler sahipsiz bırakılıyor. Yoksulluk
artıyor, gelir dağılımı bozuluyor. İşçi, memur, esnaf ve çalışanlar ekmek ve
hak için direnemez hale geliyor.
Türkiye bölünmeye ve bir etnik cehenneme
doğru sürükleniyor. Ülkenin bir bölümünde yaşayan yurttaşlarımız eli kanlı
terör örgütünün insafına terk ediliyor. Milli birlik bozuluyor, sınırlar
tartışılır hale geliyor.
İktidar medyayı ele geçirmiş;
televizyonlara, gazetelere yerleşmiş etki ajanları tarafından halk kandırılıyor
uyutuluyor. İslâm inancı aldatmanın vasıtası haline getiriliyor. Eğitim
bilimsellikten uzaklaştırılıp, sorgulayan, araştıran, bilimi yol gösterici
olarak kabul edilen nesiller yerine biat etmeyi alışkanlık haline getiren
nesiller yetiştiriliyor.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
Cumhuriyet’i kuran ve bize bağımsız, özgür bir vatan hediye eden büyüklerimiz
aşağılanıyor. Mütareke döneminde ve bağımsızlık savaşımızı verdiğimiz
zamanlarda emperyalistlerle işbirliği yapan hainler kahraman olarak tanıtılmaya
çalışılıyor.
Bütün bu olumsuz gelişmelerin sebebi batı
emperyalizminin ve onun işbirlikçilerinin yönettiği veya en azından
yönlendirdiği partilerin icraatları sonucu oluştu. Şunu bilmek gerekir: Türk
devriminin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmasındaki amacı
“Müdafaa-i Hukuk”u sağlamaktı. Yani, Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme
karşı korumak esastı. Bunun için gerekli olan da “istiklâli-i tam” ve
“hâkimiyet-i milliye” idi. Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme karşı
savunamayan, tam bağımsızlığı ve milletin egemenliğini kayıtsız şartsız
gerçekleştirmeyi kendisine hedef edemeyen hiçbir parti Cumhuriyet’i
savunamazdı.
Mustafa Kemal, batılı emperyalist güçlere
çok açık bir şekilde tavır koymuş, açık ve seçik olarak demiştir ki :
“…İstiklâl-i tam, bizim bugün, deruhte
ettiğimiz vazifenin ruh-u aslisidir; bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı
deruhte edilmiştir. (…) İstiklâl-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali,
iktisadi, askeri, harsi, ve ilh, her hususta istiklâl-i tam ve serbesti
demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve
memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlden mahrumiyet demektir….”
Son yıllarda gelişen olaylar ve içinde
bulunduğumuz durum dikkate alındığında, Cumhuriyet’i korumak ve kollamak arzusu
içinde olan bir kimse sessiz kalamazdı. Ben de vatan, millet ve Cumhuriyet
düşmanları ile mücadele etme kararı aldım. Mücadelenin ancak bir siyasi parti
içinde yapılırsa başarılı olacağını düşündüm ve mevcut partileri yukarıda
anlatmaya çalıştığım esaslar dâhilinde değerlendirdim.
Yıllarca
içinde bulunduğum MHP ilk değerlendirdiğim parti oldu. Bu değerlendirmeyi
yaparken özellikle Devlet Bahçeli’nin söylemlerine değil, icraatlarına baktım. Çünkü biliyordum ki, “Âyinesi iştir kişinin lafa
bakılmaz” Bu değerlendirmeye, 57. Hükümetin icraatlarına bakarak yapmak
gerekiyor.
DSP-MHP-ANAP hükümetin ilk icraatlarından
birisi Türkiye’yi AB kapısına bağlamak oldu. Kopenhag Kriterleri’nin eksiksiz
yerine getirilme şartı konan Helsinki belgesine imza atıldı. Kopenhag belgesine
göre ‘azınlık haklarının korunması’ önem taşıyordu. Bu belge Türkiye açısından
sıkıntı yaratabilecek özellikte idi. AB çevreleri bu ifadeden yola çıkarak
Türkiye’deki Kürtlere azınlık hakları tanınması gündeme getirebilirdi. Nitekim
gelişmeler de bu yönde oldu.
Bahçeli, Helsinki’de attığı imza ile
“ulusal egemenlikten” vazgeçtiğini şu cümlelerle açıkladı:
“Bir devlet egemenlik haklarının bir
kısmından feragat ederek bu uluslararası topluluğun eşit hak sahibi bir üyesi
olmaktadır.” Bu ifade Cumhuriyet’in temeli olan tam bağımsızlık ve milli
egemenlik ilkesine aykırı bir tutumu gösteriyordu ve adeta bir itiraf
belgesiydi.
Helsinki imzasına en çok sevinenler ise
ayrılıkçı Kürtler oldu. Bu imzadan sonra, PKK, Türkiye’nin AB’ne alınması
için gösteriler yaptı. 57. Hükümet PKK’yı sevindirmişti.
Katılım Ortaklığı Belgesi’nin içeriği
doğrultusunda hazırlanan Ulusal Program’ın Kıbrıs ile ilgili kısmında
Denktaş’ın sürekli vurguladığı “iki egemen devlet” kavramı yerine, “ortaklık”
kavramı kullanılmaktadır. Bu belgeden sonra Denktaş giderek yalnızlığa
itilmiştir.
Güneydoğu’da kurulması düşünülen kukla
devletin adım adım gerçekleşmesinde Çekiç Güç’ün büyük rolü oldu. Çekiç Güç’ün
süresi Devlet Bahçeli’nin başbakan yardımcısı olduğu hükümetlerin teklifi ile
tam 7 kere uzatıldı. Çekiç Güç’ün Irak’ın parçalanmasını ve orada kukla bir
devletin kurulmasını kolaylaştırdığı, dolayısıyla da Türkiye’nin parçalanmasına
yol açan gelişmeleri hazırladığı unutulmamalıdır.
Bahçeli’nin Cumhuriyet’in temellerini
sarsan icraatlarına daha fazla örnek vermek mümkündür. Apo’yu asacağım diye
milliyetçilerden oy toplamış ama sözünde durmayarak, Apo’nun asılması için
gerekli olan TBMM kararının alınmasını Ecevit ve Yılmaz ile birlikte
önlemiştir.
Bahçeli, MHP içindeki Enis Öksüz, Ali
Güngör, Abdülhaluk Çay, Sadi Somuncuoğlu, Ozan Arif gibi Türkçüleri partiden
uzaklaştırmıştır. 8. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği
Kurultay’ının Kıbrıs’ta toplanmasını önlemiş ve Rauf Denktaş’a verilecek olan
büyük desteği engellemiştir. Bu kurultay en son Antalya’da toplanmış ve daha
sonra da toplanmaz olmuştur.
Tayyip Erdoğan iktidarını başlatan 3 Kasım
seçimleri de Bahçelinin aldığı bir karar sonucudur. “11. Kocayayla Türkmen
Kurultayı”ında çadır içinde otururken kendisine gelen bir telefon üzerine
dışarı çıkmış ve konuşmasını tamamladıktan donra içeri girip 3 Kasım’da seçime
gidileceğini açıklamıştır. Bu seçim sonucu oluşan AKP iktidarının Türkiye’yi
getirdiği nokta da ortadadır.
Bahçeli, MHP’nin yurt dışındaki Türklerle
olan ilgisini azaltmıştır. Ortaya çıkan boşluğu da Fethullah Hoca ve ekibi
almıştır. Bu ilgisizliği o boyuta ulaştırmıştır ki, Türkmenler ABD
askerleri tarafından Telafer’de katledilirken sesini bile çıkarmamıştır.
Bu örnekler dikkat alınca yıllarca
desteklediğim, parti programının yazılmasında katkıda bulunduğum partinin artık
Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edemeyeceğine ve temel amacım olan Cumhuriyet’i
koruyacak adımlar atamayacağına karar verdim.
Cumhuriyeti
kuran ve kurucusu Atatürk olan CHP, özellikle son yıllarda bir değişim
gösterdi. Başkanları tarafından açıkça 1930’ların partisi olmadıkları,
eski CHP’nin gittiği ve yeni CHP’nin geldiği ifade etti. Y-CHP, çözüm adı verilen bölünme sürecini
daha iyi gerçekleştireceğini ilan etti. Partinin üst kademelerine Atatürk
çizgisinde olmayan insanlar getirildi.
Cumhurbaşkanı adayı olarak CHP ile
yakından uzaktan ilgisi olmayan birisi seçildi. Mahalli seçimlerde gösterilen
adaylar CHP’nin ilkelerinden uzak kimseler oldu. Gidişattan memnun olmayan
insanlara umut olamadı. ABD ve F tipi cemaat ile olan ilişkiler sıkılaştırıldı.
“Dersimli Kemalim” diye bağırarak adeta Cumhuriyet’e isyan etti.
Vatan Partisine kaydımı yaptırırken,
kararımı belirleyen hususlar sadece bu iki partinin ve genel başkanlarının
özellikleri değildi. Cumhuriyeti savunduğunu iddia eden bir partinin, bu
iddiasını gerçekçi olduğunu kabul etmem için, bazı özeliklerinin bu partide
olması gerekirdi.
Cumhuriyet’i savunmak ancak Kemalist
Devrimi devam ettirmek ile mümkündür. Bunu başaracak partinin, Kemalizmin
prensipleri diyebileceğimiz 6 Ok’un işret ettiği ilkeleri programına alması
gerekir. Bu ilkelere inanmayan ve bu ilkeler doğrultusunda çalışmayan hiçbir
parti Kemalist Devrimi sürdüremez. Cumhuriyetimizin
sonsuza kadar yaşamasının sırrı bu 6 Ok’ta gizlidir. 6 Ok rehber olmaya devam
etmelidir.
Kemalizmin ilkelerinin özünde “müdafaa-i
hukuk” yani emperyalizme karşı milletin egemenliğini, milletin maddi, manevi
değerlerini savunmak vardır. Bunun yolu da tam bağımsızlıktan geçer. Kurtuluş
Savaşı sonrasında Müdafaa-i Hukuk ruhuna uygun olarak, Mustafa Kemal ve
arkadaşları tarafından, tam bağımsız sanayileşmeden yana tutumları, sonraki
yıllarda antiemperyalist ve tam bağımsız özelliğini kaybetmiş ve ‘milli
İktisat’ devri kapanmıştır. Bu devrin tekrar açılması gerekir.
Üretmeden, sanayii ve tarımı geliştirmeden
tam bağımsızlık olmaz. Mustafa Kemal endüstrinin gelişmesine, üretime büyük
önem vermiştir. 1937 yılında şöyle diyor:
“Endüstrileşmek en büyük milli davalarımız
arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları
memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız,
işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi
kıymetlendirebilmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı Türkiye
idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir. Bu kanaatle, beş yıllık ilk
sanayi planının geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç
fabrikasını da süratle başarmak ve yeni plan için hazırlanmak icabeder.
“…Bundan sonrası için, bütün
tayyarelerimizin ve motorlarının memleketimizde yapılması ve harp hava
sanayimizin de bu esasa göre inkişaf ettirilmesi iktiza eder.”
Üretmeden güçlü olmak, güçlü olmadan
bağımsız kalmak mümkün değildir. Kemalist devrimi sürdürme gayesini taşıyan bir
partinin ‘planlı ekonomiyi’, ‘milli iktisadı’, sanayileşmeyi, karma
ekonomiyi, üretimi programının esası yapmalıdır.
Atatürk
İlkelerinden milliyetçiliğin özünde emperyalizme karşı mücadele etmek vardır. Biz bu ülkede milliyetçiyim diyerek iktidara gelen
siyasetçilerin, topraklarımızda yabancılara üs verdiğini; ikili anlaşmalarla
egemenliğimizi yabancılarla paylaştığını, ekonomimizi yabancıların arzularına
terk ettiğini; milli ordumuzu yabancıların iradesine bağladığını biliyoruz.
Böyle bir milliyetçilik anlayışını kabul etmemiz mümkün değildir.
Milliyetçiliğe yeniden emperyalizme karşı tam bağımsızlık içeriğinin
kazandırılması gerekir.
Özgürlüğün özünde özgür düşünce vardır.
Ülkeler, düşünce özgürlüğünü sağladıkları ve bilimin yol göstericiliğini
kabullendikleri oranda ileri giderler ve bağımsız toplumlar olurlar. Laiklik
bunun için gereklidir. Kemalist devrimi sürdürmenin yolu da laiklik ilkesine
uymakla mümkündür.
Başta Doğu Perinçek Rahmetli babamın ve Türk’ün büyük Ata’sının bana yüklediği, Türk
Cumhuriyet’ini ve Türk İstiklâl’ni koruma ve kollama görevini yapabilmem için
içinde bulunmam gereken partinin özelliklerini böylece sıralamış oldum. Bu
özelliklere sahip tek parti vardı: Vatan Partisi.
olmak üzere tüm yöneticileri Kemalist
Devrim için bedel ödemiş, Türkiye Cumhuriyet’inin bağımsızlığını, Türk
Milleti’nin özgürlüğünü savunmada zafiyet göstermemiş kimselerdi. Parti
programının özünü ise, 6 Ok oluşturuyordu; amblemi ise, bilimin aydınlığını ve
üretimi temsil ediyordu. Yukarıda yazdığım özelliklerinin tamamına sahip
yegâne parti Vatan Partisi idi. Bu nedenle Vatan Partisi’ne gönül rahatlığı ile
ve gurur duyarak kaydımı yaptırdım.
Tüm
vatanseverleri, özgürlüğe, bağımsızlığa, bilimin aydınlığına, barışa,
kardeşliğe inanları ve sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, tüm mazlum
milletleri emperyalizme karşı savunmak isteyenleri Vatan Partisi’ne davet
ediyorum.