8 Nisan 2015 Çarşamba

NEDEN VATAN PARTİSİ

Hayatımı düzenlerken, Mustafa Kemal Atatürk ve rahmetli babam tarafından bana verilen büyük görev beni yönlendiren en büyük etken oldu: Cumhuriyet’i korumak ve kollamak.

Tıp fakültesini bitirip de diplomamı alınca, babamın elin öpmüş ve ben bu diplomayı senin sayende aldım; hakkını nasıl ödeyeceğim bilemiyorum dediğimde babam, “Hayır oğlum, sen bu diplomayı Cumhuriyet sayesinde aldın. Sen bana değil, Türk Milleti’ne ve Cumhuriyet’e borçlusun. Eğer ömür boyu Cumhuriyeti korur ve kollarsan, milletine zengin fakir demeden hizmet edersen, ancak o zaman borcunu ödeyebilirsin” dedi. 

Babam haklı idi. Ben Tunceli’nin Çemişgezek ilçesinde doğmuşum. Çocukluğum baba memleketi olan Hozat ve Çemişgezek’te geçti. Büyüklerimden 1938 öncesi Tunceli’nin durumu hakkında çok şey diledim. O yıllarda Devlet otoritesi tam olarak tesis edilemediği için başta Seyit Rıza ve ona bağlı eşkıyalar yöre halkına çok zulüm ve katliamlar yapmışlar. Askerlerimizi, devlet memurlarını öldürmüşler. Cumhuriyet’in imkânlarının yöre halkına sunulmasına mani olmaya çalışmışlar. 1938 yılından sonra isyanın bastırılması ile birlikte yöre halkı Cumhuriyet’in nimetlerine kavuşmuş. Babam da bu dönemde gerekli eğitimi alarak polis olmuş.

Eğitimin önemini kavrayan babam benim Tıp Fakültesini bitirmem için çok fedakârlıkta bulundu. Ben bu sayede doktor oldum, öğretim üyesi oldum. Eğer Cumhuriyet olmasaydı, ben şimdi Tunceli’de bir ağanın veya şıhın yanaşması olacaktım. Cumhuriyet sadece beni değil tüm yöre halkını kulluktan kurtarıp, özgür bir vatandaş yaptı. Bize haysiyet ve onur kazandırdı. Rahmetli babam onun için her fırsatta biz çocuklarına Cumhuriyet’in önemini ve faydasını anlatmış ve Cumhuriyet’in birer bekçisi olarak yetiştirmişti.

Babam, orta okulu bitirdiğimde, “Maarif Vekaleti” tarafından basılan Atatürk’ün Büyük Nutku’nu hediye etti. Nutuk 3 cilt halinde basılmıştı. İkinci cildin sonunda Atatürk’ün gençliğe hitabesi vardı. Bu hitabedeki “Birinci vazifen Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet Muhafaza ve müdafaa etmektir” ifadesini defalarca okumuşumdur. Babamın doktor olmamı Cumhuriyet’e borçlu olduğumu söylediği o anı ve Atatürk’ün gençliğe hitabesinde bizlere verdiği talimatı hiç unutmadım. Verdiğim siyasi kararlarda bu iki hususu hep göz önünde tuttum.

Vatan partisine girmemin ana sebebi de Cumhuriyeti koruma ve kollama arzusudur.  Bu kararı vermeden önce,  Türkiye’nin AKP iktidarı zamanında sürüklendiği son durumu değerlendirdim. Gördüğüm manzara şöyle idi:
Özellikle son 12 yıl içinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğine kurduğumuz Cumhuriyet’in temelleri sarsıldı. Hainler kahraman, kahramanlar hain olarak gösterildi. Atatürk ve İnönü “ayyaş” diye nitelendirildi.

AKP iktidar döneminde, Türk Milleti’nin karşı karşıya kaldığı tehditler arttı ve büyüdü; sorunlar dev boyutlara ulaştı.

Çözüm süreci adı altında, emperyalizmin uşağı PKK’ya ve bölücü çevrelere verilen tavizler sonucu milli birliğimiz bozuldu. Vatan toprakları bölünmenin tehdidi altına girdi.

Demokratik devlet yapımız bozuldu. İrticai bir diktanın kurulmasının adımları atıldı ve bu adımları atanlar çok yol aldı.

Devlet eli ile insanlar zengin edildi. Yoksulluk arttı. İnsanlar bir kilo makarnaya, bir kilo bulgura, bir çuval kömüre muhtaç hale geldi. Borç arttı, tarım ve sanayi büyüyemedi. Eti, samanı dışarıdan almaya mahkûm olduk. Pazarlar ithal mallardan geçilmez oldu.

Dereler, ormanlar, yer altı zenginliklerimiz ona buna peşkeş çekildi. Devletin elindeki iktisadi kuruluşlar yok pahasına yandaşlara veya yabancılara satıldı. Bankaların büyük kısmı yabancıların eline geçti. Haberleşme sistemleri, limanlar bizim olmaktan çıktı.

Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet iddiaları çok ciddi kanıtları ile birlikte başbakan, bakanlara kadar uzandı.

Medya susturuldu, fikir ve basın özgürlüğü yok edildi. Üniversiteler bilimsellikten uzaklaşmaya başladı.

Cumhuriyeti,  Atatürk ilkelerini, ulusal çıkarları, özgürlüğü, bağımsızlığı savunan aydınlar, bilim adamları, yazarlar ve yüzlerce subay tutsak edilip susturulmaya çalışıldı.

Emperyalizmin sömürüsü artarak devam ediyor. Cumhuriyet’in eserleri, sanayi kuruluşları, tarım alanları, ormanlar, dereler, doğal zenginlikler yabancıların veya onların işbirlikçilerinin eline geçiyor. Sendikalar etkisizleştirilip, işçiler sahipsiz bırakılıyor. Yoksulluk artıyor, gelir dağılımı bozuluyor. İşçi, memur, esnaf ve çalışanlar ekmek ve hak için direnemez hale geliyor.

Türkiye bölünmeye ve bir etnik cehenneme doğru sürükleniyor. Ülkenin bir bölümünde yaşayan yurttaşlarımız eli kanlı terör örgütünün insafına terk ediliyor. Milli birlik bozuluyor, sınırlar tartışılır hale geliyor.

İktidar medyayı ele geçirmiş;  televizyonlara, gazetelere yerleşmiş etki ajanları tarafından halk kandırılıyor uyutuluyor. İslâm inancı aldatmanın vasıtası haline getiriliyor. Eğitim bilimsellikten uzaklaştırılıp, sorgulayan, araştıran, bilimi yol gösterici olarak kabul edilen nesiller yerine biat etmeyi alışkanlık haline getiren nesiller yetiştiriliyor.

Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’i kuran ve bize bağımsız, özgür bir vatan hediye eden büyüklerimiz aşağılanıyor. Mütareke döneminde ve bağımsızlık savaşımızı verdiğimiz zamanlarda emperyalistlerle işbirliği yapan hainler kahraman olarak tanıtılmaya çalışılıyor.

Bütün bu olumsuz gelişmelerin sebebi batı emperyalizminin ve onun işbirlikçilerinin yönettiği veya en azından yönlendirdiği partilerin icraatları sonucu oluştu. Şunu bilmek gerekir: Türk devriminin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmasındaki amacı “Müdafaa-i Hukuk”u sağlamaktı. Yani, Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme karşı korumak esastı. Bunun için gerekli olan da “istiklâli-i tam” ve “hâkimiyet-i milliye” idi. Türk Milleti’nin haklarını emperyalizme karşı savunamayan, tam bağımsızlığı ve milletin egemenliğini kayıtsız şartsız gerçekleştirmeyi kendisine hedef edemeyen hiçbir parti Cumhuriyet’i savunamazdı.

Mustafa Kemal, batılı emperyalist güçlere çok açık bir şekilde tavır koymuş, açık ve seçik olarak demiştir ki :

“…İstiklâl-i tam, bizim bugün, deruhte ettiğimiz vazifenin ruh-u aslisidir; bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı deruhte edilmiştir. (…) İstiklâl-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, askeri, harsi, ve ilh, her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlden mahrumiyet demektir….”

Son yıllarda gelişen olaylar ve içinde bulunduğumuz durum dikkate alındığında, Cumhuriyet’i korumak ve kollamak arzusu içinde olan bir kimse sessiz kalamazdı. Ben de vatan, millet ve Cumhuriyet düşmanları ile mücadele etme kararı aldım. Mücadelenin ancak bir siyasi parti içinde yapılırsa başarılı olacağını düşündüm ve mevcut partileri yukarıda anlatmaya çalıştığım esaslar dâhilinde değerlendirdim.

Yıllarca içinde bulunduğum MHP ilk değerlendirdiğim parti oldu. Bu değerlendirmeyi yaparken özellikle Devlet Bahçeli’nin söylemlerine değil, icraatlarına baktım. Çünkü biliyordum ki, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” Bu değerlendirmeye, 57. Hükümetin icraatlarına bakarak yapmak gerekiyor.

DSP-MHP-ANAP hükümetin ilk icraatlarından birisi Türkiye’yi AB kapısına bağlamak oldu. Kopenhag Kriterleri’nin eksiksiz yerine getirilme şartı konan Helsinki belgesine imza atıldı. Kopenhag belgesine göre ‘azınlık haklarının korunması’ önem taşıyordu. Bu belge Türkiye açısından sıkıntı yaratabilecek özellikte idi. AB çevreleri bu ifadeden yola çıkarak Türkiye’deki Kürtlere azınlık hakları tanınması gündeme getirebilirdi. Nitekim gelişmeler de bu yönde oldu.

Bahçeli, Helsinki’de attığı imza ile “ulusal egemenlikten” vazgeçtiğini şu cümlelerle açıkladı:

“Bir devlet egemenlik haklarının bir kısmından feragat ederek bu uluslararası topluluğun eşit hak sahibi bir üyesi olmaktadır.” Bu ifade Cumhuriyet’in temeli olan tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkesine aykırı bir tutumu gösteriyordu ve adeta bir itiraf belgesiydi.

Helsinki imzasına en çok sevinenler ise ayrılıkçı Kürtler oldu. Bu imzadan sonra,  PKK, Türkiye’nin AB’ne alınması için gösteriler yaptı. 57. Hükümet PKK’yı sevindirmişti.

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin içeriği doğrultusunda hazırlanan Ulusal Program’ın Kıbrıs ile ilgili kısmında Denktaş’ın sürekli vurguladığı “iki egemen devlet” kavramı yerine, “ortaklık” kavramı kullanılmaktadır.  Bu belgeden sonra Denktaş giderek yalnızlığa itilmiştir.

Güneydoğu’da kurulması düşünülen kukla devletin adım adım gerçekleşmesinde Çekiç Güç’ün büyük rolü oldu. Çekiç Güç’ün süresi Devlet Bahçeli’nin başbakan yardımcısı olduğu hükümetlerin teklifi ile tam 7 kere uzatıldı. Çekiç Güç’ün Irak’ın parçalanmasını ve orada kukla bir devletin kurulmasını kolaylaştırdığı, dolayısıyla da Türkiye’nin parçalanmasına yol açan gelişmeleri hazırladığı unutulmamalıdır.

Bahçeli’nin Cumhuriyet’in temellerini sarsan icraatlarına daha fazla örnek vermek mümkündür. Apo’yu asacağım diye milliyetçilerden oy toplamış ama sözünde durmayarak, Apo’nun asılması için gerekli olan TBMM kararının alınmasını Ecevit ve Yılmaz ile birlikte önlemiştir.

Bahçeli, MHP içindeki Enis Öksüz, Ali Güngör, Abdülhaluk Çay, Sadi Somuncuoğlu, Ozan Arif gibi Türkçüleri partiden uzaklaştırmıştır. 8. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultay’ının Kıbrıs’ta toplanmasını önlemiş ve Rauf Denktaş’a verilecek olan büyük desteği engellemiştir. Bu kurultay en son Antalya’da toplanmış ve daha sonra da toplanmaz olmuştur.

Tayyip Erdoğan iktidarını başlatan 3 Kasım seçimleri de Bahçelinin aldığı bir karar sonucudur. “11. Kocayayla Türkmen Kurultayı”ında çadır içinde otururken kendisine gelen bir telefon üzerine dışarı çıkmış ve konuşmasını tamamladıktan donra içeri girip 3 Kasım’da seçime gidileceğini açıklamıştır. Bu seçim sonucu oluşan AKP iktidarının Türkiye’yi getirdiği nokta da ortadadır.

Bahçeli, MHP’nin yurt dışındaki Türklerle olan ilgisini azaltmıştır. Ortaya çıkan boşluğu da Fethullah Hoca ve ekibi almıştır. Bu ilgisizliği o boyuta ulaştırmıştır ki,  Türkmenler  ABD askerleri  tarafından Telafer’de katledilirken sesini bile çıkarmamıştır.

Bu örnekler dikkat alınca yıllarca desteklediğim, parti programının yazılmasında katkıda bulunduğum partinin artık Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edemeyeceğine ve temel amacım olan Cumhuriyet’i koruyacak adımlar atamayacağına karar verdim.

Cumhuriyeti kuran ve kurucusu Atatürk olan CHP, özellikle son yıllarda bir değişim gösterdi.  Başkanları tarafından açıkça 1930’ların partisi olmadıkları, eski CHP’nin gittiği ve yeni CHP’nin geldiği ifade etti.   Y-CHP, çözüm adı verilen bölünme sürecini daha iyi gerçekleştireceğini ilan etti. Partinin üst kademelerine Atatürk çizgisinde olmayan insanlar getirildi.

Cumhurbaşkanı adayı olarak CHP ile yakından uzaktan ilgisi olmayan birisi seçildi. Mahalli seçimlerde gösterilen adaylar CHP’nin ilkelerinden uzak kimseler oldu. Gidişattan memnun olmayan insanlara umut olamadı. ABD ve F tipi cemaat ile olan ilişkiler sıkılaştırıldı. “Dersimli Kemalim” diye bağırarak adeta Cumhuriyet’e isyan etti.

Vatan Partisine kaydımı yaptırırken, kararımı belirleyen hususlar sadece bu iki partinin ve genel başkanlarının özellikleri değildi. Cumhuriyeti savunduğunu iddia eden bir partinin, bu iddiasını gerçekçi olduğunu kabul etmem için, bazı özeliklerinin bu partide olması gerekirdi.

Cumhuriyet’i savunmak ancak Kemalist Devrimi devam ettirmek ile mümkündür. Bunu başaracak partinin, Kemalizmin prensipleri diyebileceğimiz 6 Ok’un işret ettiği ilkeleri programına alması gerekir. Bu ilkelere inanmayan ve bu ilkeler doğrultusunda çalışmayan hiçbir parti Kemalist Devrimi sürdüremez. Cumhuriyetimizin sonsuza kadar yaşamasının sırrı bu 6 Ok’ta gizlidir. 6 Ok rehber olmaya devam etmelidir.

Kemalizmin ilkelerinin özünde “müdafaa-i hukuk” yani emperyalizme karşı milletin egemenliğini, milletin maddi, manevi değerlerini savunmak vardır. Bunun yolu da tam bağımsızlıktan geçer. Kurtuluş Savaşı sonrasında Müdafaa-i Hukuk ruhuna uygun olarak, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından, tam bağımsız sanayileşmeden yana tutumları, sonraki yıllarda antiemperyalist ve tam bağımsız özelliğini kaybetmiş ve ‘milli İktisat’ devri kapanmıştır. Bu devrin tekrar açılması gerekir.

Üretmeden, sanayii ve tarımı geliştirmeden tam bağımsızlık olmaz. Mustafa Kemal endüstrinin gelişmesine, üretime büyük önem vermiştir. 1937 yılında şöyle diyor:

“Endüstrileşmek en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız, işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirebilmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı  Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir. Bu kanaatle, beş yıllık ilk  sanayi planının geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikasını da süratle başarmak ve yeni plan için hazırlanmak icabeder.
“…Bundan sonrası için, bütün tayyarelerimizin ve motorlarının memleketimizde yapılması ve harp hava sanayimizin de bu esasa göre inkişaf ettirilmesi iktiza eder.”

Üretmeden güçlü olmak, güçlü olmadan bağımsız kalmak mümkün değildir. Kemalist devrimi sürdürme gayesini taşıyan bir partinin ‘planlı ekonomiyi’,  ‘milli iktisadı’, sanayileşmeyi,  karma ekonomiyi, üretimi programının esası yapmalıdır.


Atatürk İlkelerinden milliyetçiliğin özünde emperyalizme karşı mücadele etmek vardır. Biz bu ülkede milliyetçiyim diyerek iktidara gelen siyasetçilerin, topraklarımızda yabancılara üs verdiğini; ikili anlaşmalarla egemenliğimizi yabancılarla paylaştığını, ekonomimizi yabancıların arzularına terk ettiğini; milli ordumuzu yabancıların iradesine bağladığını biliyoruz. Böyle bir milliyetçilik anlayışını kabul etmemiz mümkün değildir. Milliyetçiliğe yeniden emperyalizme karşı tam bağımsızlık içeriğinin kazandırılması gerekir.

Özgürlüğün özünde özgür düşünce vardır. Ülkeler, düşünce özgürlüğünü sağladıkları ve bilimin yol göstericiliğini kabullendikleri oranda ileri giderler ve bağımsız toplumlar olurlar. Laiklik bunun için gereklidir. Kemalist devrimi sürdürmenin yolu da laiklik ilkesine uymakla mümkündür.

Başta Doğu Perinçek Rahmetli babamın ve Türk’ün büyük Ata’sının bana yüklediği, Türk Cumhuriyet’ini ve Türk İstiklâl’ni koruma ve kollama görevini yapabilmem için içinde bulunmam gereken partinin özelliklerini böylece sıralamış oldum. Bu özelliklere sahip tek parti vardı: Vatan Partisi.

olmak üzere tüm yöneticileri Kemalist Devrim için bedel ödemiş, Türkiye Cumhuriyet’inin bağımsızlığını, Türk Milleti’nin özgürlüğünü savunmada zafiyet göstermemiş kimselerdi. Parti programının özünü ise, 6 Ok oluşturuyordu; amblemi ise, bilimin aydınlığını ve üretimi temsil ediyordu.  Yukarıda yazdığım özelliklerinin tamamına sahip yegâne parti Vatan Partisi idi. Bu nedenle Vatan Partisi’ne gönül rahatlığı ile ve gurur duyarak kaydımı yaptırdım.

Tüm vatanseverleri, özgürlüğe, bağımsızlığa, bilimin aydınlığına, barışa, kardeşliğe inanları ve sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, tüm mazlum milletleri emperyalizme karşı savunmak isteyenleri Vatan Partisi’ne davet ediyorum.