30 Mayıs 2015 Cumartesi

TÜRK MİLLETİ KAZANDI


Türk Millet 29 Mayıs 2015 tarihinde yeni bir zafer kazandı. Adana Meydan savaşını kazanan ulusumuz bir devrin sonunu da getirdi. Tayyip Erdoğan'ın saltanatını yıktı ve egemenlik benimdir dedi.

Dün Adana'da kaybedenler de vardı, kazananlar da vardı:

Türk Milleti'ni anayasadan silmek isteyen AKP, CHP, HDP koalisyonu kaybetti; Türk adını anayasadan çıkartmamaya yemin etmiş olan Vatan Partisi kazandı.

Sultanlığı, derebeyliği, mafya düzenini savunanlar kaybetti; millet hakimiyetini savunanlar kazandı.

Memleketi keyiflerine ve çıkarlarına göre yönetmeye kalkanlar kaybetti; hukukun üstünlüğünü savunanlar kazandı.

ABD, ve AB'nin emir kulları kaybetti; özgürlük aşkı içinde tam bağımsızlığı savunanlar kazandı.

Yalancılar, sahtekarlar, yolsuzluk batağındakiler kaybetti; namuslular, dürüst insanlar kazandı.

Türk Milleti'nin fabrikalarını, işletmelerin, bankalarını, ormanlarını, derelerini madenlerini satanlar, ülkeyi borç batağına sokanlar kaybetti; üreten Türkiye'yi, milli sanayii, işçinin, köylünün emeğini savunanlar kazandı.

Yandaşlar, yalakalar, satılık kalemler, CIA'nın borazanları kaybetti; Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Necip Hablemitoğluları kazandı.

Diktaya, soyguna, esarete boyun eğenler kaybetti, özgürlüğü, onuru, insanca yaşamayı savunanlar, Haziran direnişinin şanlı kahramanları kazandı.

Yeni Türkiye diyenler kaybetti, Yeniden Türkiye Cumhuriyeti diyenler kazandı.

Vahdettinler, Damat Feritler, Sait Mollalar, Seyit Rızalar, Şeyh Saitler kaybetti; Namık Kemaller, Talat Paşalar, MUSTAFA KEMALLER kazandı.

Bu zafer, Sakarya zaferi gibidir; büyük taarruz başlamıştır, Başkomutanlık meydan muharebesinin kazanılması yakındır.

Selam olsun bu zaferi bize kazandıran Mustafa Kemal'in askerlerine, selam olsun Adana'nın yiğit halkına.

Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı

26 Mayıs 2015 Salı

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

Türk toplumunda eşitsizlik giderek artıyor. Servet, gelir ve fırsat eşitsizliği toplumdaki dayanışma ve birlik olma arsusunu azaltıyor. Siyasi ve ekonomik sistem zaenginlerce belirlendiği sürece bu eşitsizlik daha da artacağa benziyor.

Gelir dağılımdaki bozukluk son 13 yılda daha da arttı. İktidar orta ve fakir halka değil, zenginlere hizmet etti. Özellikle de yandaş iş adamları servetlerine servet kattı. Yoksulluk arttı. Yoksulların payına da kömür makarna düştü.

Ekonomideki bu gidiş fırsat eşitsizliğini de artırdı. Yoksul ve orta hallilerin çocukları ile zenginlerin çocukları aynı şartlarda artı eğitim almıyor. Özel okullar çoğaldı. Paralı üniversitelerin sayıları arttı. Seçme sınavlarıın sağladığı fırsat eşitliği giderek bozuldu.

Parası olan anne babanın çocuklarına özel hoca tutuluyor, iyi dershanelere gidiyor. Sınıf mevcutları az, öğretmenleri seçilmiş oklullarda okuyor. Bu çocuklar elbette yoksul ailelerin çocuklarına göre çok daha şanslı. Üniversite eğitimi alma şansları çok daha yüksek. İcabında özel üniversitelere veya yurt dışına gidebiliyor. Üniversiteyi bitirdiklerinde de işleri hazır.

Bu durum kabul edilemez. Sosyal devlette bütün çocuklar eşit şartlar içerisinde eğitim almalıdır. Bunun için Vatan Partisi'nin bir planı vardır ve Milli Hükümet kurulduğunda aşağıdaki program uygulanacaktır. Çocuklarının daha iyi bir geleceğe sahip olmasını isteyen halkımız bu seçimde Vatan Partisi'ne destek vermelidir.

"Parasız Eğitim ve Spor 

Anaokulundan üniversite sonuna kadar parasız eğitim, kültür ve spor hizmeti sağlanacaktır. Eğitimde öğrencilerden ve ailelerinden katkı payı, yardım ve benzeri adlarla para alınamaz. Ailesinden uzakta öğrenim gören, kimsesiz veya yardıma muhtaç öğrencilerin beslenme, giyim, uygarca eğlenme ve kültür ihtiyaçlarını devlet karşılayacaktır. 

Cumhuriyet Eğitiminin Birliği ve Felsefesi

Millî Hükümet, Cumhuriyet’in devrimci felsefesi kılavuzluğunda, bağımsız, toplumcu, demokratik, laik, bilimsel ve halkçı ekonominin ihtiyaçlarına cevap veren, tek bir eğitim sistemi uygulayacaktır. Bu bağlamda emperyalist çıkar sistemine eleman yetiştiren bugünkü eğitim sistemi temelden değiştirilecektir. Türkçemizi iyi bilen, yurtsever, halka hizmet aşkıyla dolu, devrimci, özgür düşünceli, yaratıcı, başı dik, haksızlığa direnen, cesur, barışçı, dayanışmacı, emeğe saygılı, kamu mülkiyetine özen gösteren, paylaşmacı, insanlığa kardeşlikle bağlı, yetenekli, bilgili, sorumlu, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirilecektir. Müzik, resim, tiyatro gibi kültür ve sanat derslerine ve faaliyetine önem verilecektir. Köy Enstitüleri tecrübesi, çağdaş eğitimin ihtiyaçlarına uygun olarak değerlendirilecektir.

Millî Hükümet, öğrenciyi ve öğretmeni, eğitimin merkezine yerleştirecektir.

Özel Kesime ve Tarikatlara Ait Eğitim Kurumları Kamulaştırılacak
Cumhuriyet Devrimi Kanunları’na göre yasadışı olan tarikatlara ve vakıflara ait okullar ve yurtlar ile bütün özel okullar, özel üniversiteler ve özel eğitim kurumları kamulaştırılarak, Cumhuriyet eğitiminin halka hizmet eden kurumları haline getirilecek, Eğitimin Birliği (Tevhidi Tedrisat) sağlanacaktır. "

Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı

23 Mayıs 2015 Cumartesi

KAYSERİ'YE NE OLDU

İnanmak mümkün değil. Kayseri nasıl bu hale geldi? Şehirde dolaşıyorum ve irkiliyorum, şaşırıyorum. Mağaza isimleri İngilizce, tabelalar İngilizce; siteler var adı İngilizce; selamlar İngilizce, mesajlar İngilizce.  Olacak şey değil ama olmuş. Bunun sorumlusu ise İngilizce eğitim.

Kargalar bülbül gibi ötmeyi öğrenemez ama bir Norveçli İngilizceyi öğrenebilir ve konuşabilir. Türkler de İngilizce öğrenebilir ve konuşup yazabilir. Bu ayrı bir konudur, bağımsız bir ülkede yabancı dille eğitim yapmak farklı bir konudur.  Yabancı dille eğitim yapan bir millet yaşayabilir mi? Şüpheli...

Üniversitede, lisede İngilizce eğitim yapmak için çocuklarımızın bir yılı hazırlık sınıfı adı altında heba ediliyor. Bir yılın sonunda bu çocukların İngilizce ders takip etmesi, not tutması, anlatılanları tam olarak anlamsı mümkün değildir. Meramını İngilizce anlatması mümkün değildir. Hocaların çoğu da zaten yeterli İngilizce bilgisi olmadığından verimli ders anlatamamakta ve sıkışınca Türkçe konuşmaya başlamaktadır.

Adı üniversite olan kurumlarda yüz binlerce öğrenciye eziyet ediyoruz. Bu gençler eziyet çekiyorlar çünkü düşüncelerini dile aktaramıyorlar. Türkçe düşünüp, İngilizce ifade etmenin zorluklarını yaşıyorlar.

İngilizce eğitim yaygınlaştıkça hem eğitim kalitesi düşmekte hem de çocuklarımız, gençlerimiz ve yetişkinlerimiz kendileri gibi değil, Amerikalı gibi olmak istiyorlar. Dille birlikte kültürde yabancılaşıyor. Bunun sonucunda, bin yılı aşkın bir süredir Türk şehri olan Kayseri'de öyle manzaralar ortaya çıkıyor ki, insan acaba ben Amerika'da mıyım diye Türkiye'de miyim, karar veremiyor.

Çare İngilizce eğitime son vermektir. İlk okuldan başlayark yabancı dile öğretilebiir ama eğitim Türkçe olur.

Vatan Partisi bunun sözünü veriyor. Milli Hükumet programında aynen şöyle yazıyor:

"Millî Hükümet, “Türkiye’yi kurtarmak için Türkçe’yi kurtarma” bilinciyle, bütün yurttaşlarımızın dilimizi iyi bilmesini sağlayacak uzun süreli bir seferberlik yürütecektir. Anaokulundan üniversite sonuna kadar eğitim ve öğretim dili Türkçe olacaktır. Yabancı diller, yetkin ölçülerde öğretilecektir. 

Millî Hükümet, kamu yönetiminde, eğitimde, yayın alanında, ticarette, sanayide, kültürde, sanat, eğlence ve sporda yabancı dillerin Türkçe’yi bozan etkilerini önlemek, Türkçemizin bir uygarlık ve bilim dili olarak gelişme olanaklarını değerlendirmek amacıyla “Türkçe’yi Geliştirme Yasası”nı çıkaracak ve uygulayacaktır. Başta TRT Kanunu olmak üzere görsel, yazılı ve sözlü basınla ilgili yasalar, bu amaca uygun olarak yeniden düzenlenecektir. Türkiye’de kurulan bütün şirketlerin, basın kuruluşlarının, derneklerin ve diğer kurumların yabancı dillerden isim, unvan, marka vb kullanmaları önlenecektir.

Türkçenin ve Türk kültürünün öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için, yurtta ve dünyanın önemli kentlerinde “Yunus Emre Enstitüleri” kurulacaktır."

Vatan Partisi dışında bu konuda bir söylemi olan parti yok. Dilde ve kültürde yozlaşma ve yabancılaşma istemeyenlerin Vatan Partisi'ni oyları ile desteklemesi gerekir.

Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı

21 Mayıs 2015 Perşembe

ÖLÜM VE SÜRGÜN

Osmanlı'nın son zamanları ölüm, sürgün, kan ve göz yaşı ile doludur. Rus yayılmacılığı nedeni ile, Balkanlar'da, Kafkasya'da milyonlarca insan öldürülmüş veya sürgün edilmiştir. Bu felaketlerin en büyüklerinden birisi Kafkasyada yaşanmıştır.
Kafkas halkları (Çerkez, Abaza, Nogay, Karaçay, Kabartay, Balkar, Oset, Çeçen-İnguş, Dağistan) 1836 yılından itibaren Rus yayılmacılığına karşı yurtlarını kahramanca direnmeye başladılar ve başlangıçta çok da başarılı oldular.
Kırım savaşında Osmanlının yenilgiler alası üzerine Rus orduları doğuya yöneldi ve Kafkasya'da katliamlara arttı. Ruslar, Çerkezler için köylerinde hayatlarını sürdürmeyi imkansız kılacak saldırılar, katliamlar, zulümler yaptılar. Köyler talan edildi, insanlar öldürüldü, hayvanlara, mallara el konuldu. Tarlalar yakıldı, evler yıkıldı.
Çerkezler kahramanca direnmelerine rağmen sonunda yenilgiyi kabul ettiler. 21 Mayıs 1864 tarihinde Ruslar zaferlerini ayinlerle kutladılar. 21 Mayıs tarihin en karanlık günlerinden birisi oldu.
Rusların bu zalim tutumu nedeni ile 1830'lu yıllardan itibaren yüz binlerce Kafkasyalı Osmanlı topraklarına doğru göçtü. Göçmenlerin sayısı tam olarak bilinmemesine rağmen rakamnın 1 200 000 olduğu tahmin edilmektedir. Bu insanların 400 000 kadarı yollarda açlıktan, sefaletten, hastalıktan ölmüş ancak 800 000'ni Osmanlı topraklarında iskan edilebilmiştir. Böylece, Anadolu toprakları bir büyük kavme daha ev sahipliği yapmaya başlamış oldu.
Rus yayılmacılığı sonucu 1820-1864 yılları arasında katledilen yüz binlerce Çerkez'e Allah'tan rahmet diliyoruz ve 21 Mayıs gününü lanetle anıyoruz.
Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı
DİRENİŞ SÜRMELİDİR

Uyanış olmadan direniş olmaz. Bursa'daki metal işçileri uyanmış ve direnişe başlamışlardır. Direniş, emeği sömüren sermayeye karşıdır, işçi haklarını savunmayan sendikalara karşıdır, emeğin değil, paranın hakimiyetindeki siyasi ve ekonomik sisteme karşıdır.

İşçiler emekten değil, sermayeden yana tavır alan sendikadan haklı olarak istifa ediyorlar. İş bırakma eylemlerini sendika ile birlikte değil, sendikaya rağmen yapıyorlar. 

Direniş sürmelidir. Sürmelidir ki, tüm Türkiye emeğin değerini anlasın ve teslim etsin. Onun için "Her yer Renault, her yer Bursa, her yer direniş" diyoruz. 

Son yıllarda metal iş kolunda ücretler % 70 oranında düştü. Bu düşüşün büyük kısmı ise AKP iktidarı zamanında oldu. Bu düşüş nedeni ile 5 000 TL civarında olması gereken maaşlar bin 500 ila 2 bin lira civarına indi. İşçilerin çalıştığı otomotiv fabrikaları kârlarını artırdı ama işçisini düşünmedi. Onların haklarını vermedi. İşçiler banka kredileri ve kredi kartları kıskacına düştü. Böylece bankalar da emekçiler üzerinden para kazandı. İşçiler mağdur ama fabrikalar kârlı, bankalar kazançlı. 

Bütün bunların sebebi siyasi ve ekonomik sistemin paraya sahip olanlarca düzenlenmesi ve yönetilmesidir. Siyaset, para odaklı hale geldi. Emekçilerin fakirleşmesi, yoksulluğun ve işsizliğin artmasının suçlusu her ne kadar ekonomik gibi görünse de siyasi sistemin aldığı kararlar, çıkardığı yasalar, yaptığı düzenlemeler ekonomik sistemi belirler; esas suçlu siyaseti yönetenlerdir. Günümüzde siyaset zenginlerin kontrolündedir ve onun için milli gerlirden emeğin aldığı pay giderek azlmakta, sermayenin aldığı pay ise büyümektedir. 

Son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti tam bir çöküş hali yaşıyor. İktidar yanlısı iş adamları giderek zenginleşirken, işsiz ve yoksul sayısı giderek artıyor. Tarım ve sanayiden eğitime her şey dibe vurmuş halde. Yandaşlar ihaleleri kapıyor, dereleri kapıyor, ormanları kapıyor, fabrikaları kapıyor, tesisleri kapıyor, arsaları kapıyor; devletin tüm imkanlarını kullanıyor. Bu ortamda direnişin sadece metal işçileri ile sınırlı kalması düşünülemez. Milletin daha büyük bir direniş sergilemesi yakındır. 

7 Haziran seçimleri emekçiler için bir fırsattır. Emekten, üretimden, haktan hukuktan yana bir iktidar oluşmalıdır. Aksi takdirde Türkiye büyük çalkantılara gebe hale gelir. 

Programına üretim ekonomisini, emekçinin haklarının verilmesini ve eşitsiliğin azaltılmasını alan Vatan Partisi Meclis'e girmelidir ve iktidara ortak olmalıdır. Türkiye'yi düzlüğe ve esenliğe ancak Vatan Partisi'nin programı ve kadroları ile çıkabilir. 

17 Mayıs 2015 Pazar

19 MAYIS VE MİLLİ DEVLET
19 mayıs 1919, Türk tarihindeki en önemli günlerden birisidir. Bu tarihte Osmanlı Devleti ve Türk Milletinin durumunu hatırlamak gerek. Atatürk anlatıyor:
“Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda.
Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta.
Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette.
Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâf Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.”
Mücadele bu ortam ve şartlarda başladı. Bu mücadele vatan topraklarının düşmandan temizlemek, tam bağımsızlığı ve milli egemenliği sağlamak için yapıldı ve başarıldı. Başarının adı Türkiye Cumhuriyetidir.
Türkiye Cumhuriyeti Türk milletinin milli devletidir. Milli devlet bizim için bir kaledir. Bu kale, bağımsızlığımızın, milli egemenliğimizin, refahımızın ve bekamızın teminatıdır. Hükümranlığımızın ve bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağımız bu kalede dalgalanıyor. Başımız dik, alnımız açık geziyorsak bu kale var olduğu içindir.
İşte bu nedenle Türk Milletinin düşmanlarının hedefinde bu kale vardır. Yıkılmak istenen milli devletimizdir, Türkiye Cumhuriyetidir.
Etnik kimlik bahanesi ile, mezhep farklılığı bahanesi ile bölüp yıkmak istedikleri işte bu kaledir. Federasyon planları bu kaleyi yıkmak için yapılıyor. Açılım süreci dedikleri proje bu kalenin temellerini hedef alıyor.
Ülkemizin doğal kaynaklarını, dağlarını, madenlerini, derelerini, pazarlarını, emeğini ucuza kapatmak için kalemize, milli devletimize saldırıyorlar. Küreselleşme adı altında, Türkiyeyi batı sermayesinin egemenliği altına almak istiyorlar. Bunun için üretmemizi istemiyorlar. Bunun için bizi borçlandırıyorlar.
Vatan Partisi olarak kararlıyız ve “Kutsal İsyan”ı başlattığımız günün 96. yılında milletimize söz veriyoruz:
Ülkeyi böldürmeyeceğiz; borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine geçeceğiz. Milli devletimizi sonsuzluğa kadar koruyup, kollayacağız.
Eyup S. Karakaş
Vatan Partisi Kayseri İl Başkanı

14 Mayıs 2015 Perşembe

12 EYLÜL VE EVREN

Türkiye'de gelişen olayları değerlendirirken geniş açıdan bakmak lazım. Bazı kilometre taşlarını dikkate almadan değerlendirme yapmak doğru olmaz. Bana kalırsa bu kilometre taşları şunlardır:

İstanbul'un fethi, Viyan'ya ulaşmamız, "Şark Meselesi", Mondros, Sevr, Sakarya, Lozan, Hatay, Kıbrıs ve 12 Eylül ve BOP.

Türklerin Viyana'ya kadar ilerlemnesi Batı için bir şark meselesi yarattı. Türklerin geldikleri Orta Asya'a sürülmesi veya hiç değilse, Anadolu'ya hapsedilmesi çalışmaları başladı. Birinci Cihan Harbi onlara bu fırsatı verdi. Önce Mondros imzalandı. İşgaller başladı. Sevr dayatıldı ve Osmanlı Hükümetine kabul ettirildi.  Sakarya'ya kadar geriledik. 

Osmanlı'nın son dönemlerinde 5-6 milyon Müslüman, Türk öldürüldü, bir o kadarı da Anadolu'ya göç etmek mecburiyetinde kaldı. 

Sakarya bir dönüm noktası oldu. Batı askeri durduruldu ve geri çekilme mecburiyetinde bırakıldı. Daha sonra zafer kazanıldı ve Sevr'i yırttık ve Lozan'ı kabul ettirdik. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ama Şark Meselesi yok olmadı.

Bir diğer önemli husus Kıbrıs'a yaptığımız müdaheledir. Bu müdahale sonucunda Kıbrıs'ın bir kısmı Batı'nın egemenliğinden çıktı. Bu olay Batı açısından çok önemliidi. Haddimizi aşmıştık. Haddimizi bildirmek için önce askeri ambargo, arkasından ekonomik ambargo uygulandı. Türkiye 70 sente muhtaç hale getirldi. Sol-sağ çatışmaları da işte bu dönemde hız kazandı, binlerce insanımız öldü. Toplum ayrıştırıldı, milli birlik bozuldu. Ekonomik sıkıntılar arttı. Bütün bunlar kendiliğinden olmadı. Batı'nın olayların gelişmesinde rolü olmadığını düşünmek ise safdillik olur. Batı'nın ajanları, işbirlikçileri sağdan da, soldan da insanları öldürdüler. İnsanları intikam alma arzusu içine soktular. Kavgalar, katliamlar başladı. Adeta yapılması düşünülen bir ihtilalin halk oyu tarafından kabul görmesi için ortam hazırlandı. 

12 Eylül bu ortamda yapıldı ve dolayısı ile geniş halk kitleleri nazarında büyük destek buldu. Rus emperyalizmi karşıtı olan ülkücüler ile Batı emperyalizmi karşıtı devrimciler hapse atıldı. Çok büyük işkenceler yapıldı. Hapislerde insanlar öldü. Dışarıdaki gençler ve halk depolitize edildi. Emperyalizmden söz eden kalmadı. 

Özel, iktidar oldu. Liberal ekonomi anlayışı siyasete hakim oldu. Borçlanma ekonomisi başladı, yüksek faizler nedeni ile para kaybetmeye başladık. Borsa kuruldu, Batı finans çevreleri borsa aracılığı ile bizden para götürmeye başladı. İthalat, ihracat dengesi bozuldu, sürekli cari işlem açığı vermeye başladık. Özelleştirmeler sonucu çok sayıda kamu kuruluşu yabancıların eline geçti. Gümrüklerimizin kontrolünü Avrupa'ya verdik. İthalat arttı, tarım ve sanayi yeterince gelişmedi. 

12 Eylül derde deva olmadı. "Şark Meselesi"nin  uygulayıcıları göreve devam etti ve halen de devam ediyor. Türkiye 3 büyük tehdit ile karşı karşıya kaldı: Bölücülük, irticai dikta ve ekonomik kriz.

Bu üç tehditin oluşmasında 12 Eylül önleyici değil, kolaylaştırıcı oldu. İrtica'nın artmasında 12 Eylül yönetiminin çok büyük vebali vardır. Fethullah Hoca 12 Eylülün ilk günlerinde sanık olarak aranırken bundan vazgeçildi ve serbestçe çalışmasına izin verildi. Adıyamanlı hoca Çanakkale'ye sürülmüştü, Adıyaman'a dönmesine ve çalışmalarına devam etmesine müsaade edildi. Din dersleri mecburi kılındı. Cemaat yurtlarının çalışmaları kolaylaştırıldı. 12 eylül yönetimin bu tutumuna ABD'li uzmanların komünizme karşı dini kullanmalarını önermelerinin büyük etkisi oldu. Yeşil kuşak ve ılımlı İslam projeleri birer ABD projesidir. Sovyetler dağılıncaya kadar uygulanan yeşil kuşak projesi, Sovyetler dağılınca ılımlı İslâm'a dönüştürüldü. Fethullah Hoca kullanılmaya başlandı. 

Atatürk geniş halk kitlelerine yanlış tanıtıldı. Onun tam bağımsızlık ve milli egemenlik düşüncesi dile getirilmedi. 

Bölünme tehditine de 12 Eylül çare olamadı. İlk PKK kitle eylemleri 1984'te oldu; yani 1980'den hemen sonra. Kürtçenin yasaklanması, Kürtler üzerine uygulanan baskı, işkenceler halkın bir kısmının PKK'ya destek vermesini sağladı. PKK da bir Batı projesidir ve ABD, AB ve İsrail tarafından desteklenmektedir. Bunun kesin delilleri de ortadadır. Bugünlerde de ne kadar Batı uşağı entel varsa onlar PKK'nın meclise girmesi için çaba gösteriyor.

Üçüncü büyük tehlikenin de kaynağı 12 Eylül sonrası uygulanan ekonomik programlardır. Yukarıda bu durumu anlatmaya çalışmıştım. 

Tayyip Diktatörlüğü bir Batı projesidir. 12 Eylül yönetimin, daha sonraki hükumetlerin ve özellikle Abdullah Gül, Kemal Derviş,  Hüsamettin Özkan ve Devlet Bahçeli'nin sorumluluğu büyüktür.  Tayyip, bunlar sayesinde bu noktaya gelmiştir.  Başbakan olmasının temelleri 12 Eylül'de atılmıştır. 

Sevr, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ismi ile hortlamıştır, Türkiye Cumhuriyet'i bağımsızlığından büyük tavizler verilmiştir. Milli Egemenlik zedelenmiştir. Vatan topraklarından bir kısmı bizden kopmak üzeredir. 

Bu noktaya gelmemizde dış güçlerin etkisinin olmadığı iddia etmek safça bir düşünüş olur. Olaylar tesadüfen gelişmez. Her olayın aktörleri vardır. Bunlar dışarıda da olabilir, içeride de olabilir. İçeridekiler gafil de olabilir, hain de olabilir. 

7 Haziran Seçimleri bu bakımda çok önemlidir. Aktörler iş başındadır. Oyların bu 3 büyük tehditi (İrtica, bölücülük ve ekonomik kriz) yok edecek partilere ve kadrolara verilmesi şarttır.

Üreten ve birleşen, tam bağımsız Türkiye dileklerimle.....

10 Mayıs 2015 Pazar

EVREN, ÖZAL VE DERVİŞ


Bugünkü iktisadi ve siyasi sistem 12 Eylül’ün ve onun iki aktörü olan Kenan Evren ve Turgut Özal’ın eseridir. Bu iki isme Kemal Derviş’i de eklemek mümkündür.  Onların bizi getirdiği noktada, siyasal olarak halk yönetimden uzaklaştı;  ekonomik olarak da eşitsizlik arttı ve sonuçta sınıf toplumu haline dönüştük.

Siyasal olarak halkın yönetimden uzaklaşmasının iki ana sebebi var: Siyasal partiler ve seçim kanunları. Partiler lider sultası altına girdi. Halkın parti yönetimini etkileme gücü azaldı. Liderleri de  toplumdaki zengin kesimler belirler oldu. Medya zenginlerin kontrolüne girdi. Algı operasyonları ile halk yanlış yönlendirilmeye başlandı. Halk,  kendisini kendisi için yönetemez duruma düştü. Halk, zenginler tarafından, zenginler için yönetilmeye başlandı.

Ekonomik olarak liberal politikaların uygulanması, Dünya Bankası ve IMF’nin etkisi ile kemerlerin sıkılıp emekçilerin gelirlinin düşürülmesi, dünya finans  çevrelerine kapıların açılması, gümrüklerin AB kontrolüne verilmesi ve özelleştirmeler  toplumda eşitsizliğin artmasına, zenginlerin daha da zengin, fakirlerin de daha da fakir olmasına yol açtı. İşsizlik arttı. Servet, gelir ve fırsat eşitliği azaldı. Milli gelirin paylaşılmasında  emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı.

İşsiz sayısı 6.5 milyona, asgari ücretle çalışanların sayısı da 5 milyona ulaştı. Bunlara asgari ücretle yaşamaya çalışan 10 milyon emekliliği de eklersek hayatını zorlukla sürdürenlerin sayısı 20 milyona ulaşıyor.  Bu ekonomik ve siyasal sistemin sonucu ise, 20 milyonu aşan işsiz ve açlar ordusu…

Toplumdaki eşitsizlik sadece gelirde ve servette değil, fırsat eşitsizliği de var. Zenginin çocuğu iyi okullarda okuyabilir; vakıf üniversitelerine girer, mezun olunca da zaten işi hazırdır. Yoksulun çocuğu ise 40-50 kişilik sınıflarda, imkânları kısıtlı okullarda okur, üniversiteye girmek için çabalar, üniversiteyi zor şartlarda bitirir sonra da iş kapılarında bekler durur. Fırsat eşitsizliği sosyal hareketliliği sınırlar; sınıf toplumu oluşur. Bu durum milli birliği de zedeler.

Haziran direnişi ekonomik ve siyasal sisteme karşı açık bir tepki idi ama gelişmeler  bu tepkinin tam anlaşılmadığını gösteriyor. Rahatsızlık devam ediyor. Halk tedirgin ve hayatında, gidişattan memnun değil. Yakında bir seçim var ama meclisteki partilerden hiçbirisi, bu tabloya yola açan, siyasal ve ekonomik sistemi değiştireceklerini söylemiyorlar. Aynı düzenin davam etmesini arzuluyorlar. Bu partiler iktidara gelirse, işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik devam edip gidecek.  CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Kemal Derviş ve Dünya Bankası’ndan sitayişle bahsetmesi  CHP’nin AKP politikalarını devam ettireceğinin bir işaretidir.

Bu durumdan kurtulmanın yolu, siyasal sistemi ve ekonomik sitemi yeniden düzenlemekten geçiyor.  Türkiye, halk egemenliğini sağlayacak yapısal değişiklikler yapmalıdır. Rehber bellidir: Atatürk ilkeleri.  

Ekonomik olarak devletçi ve halkçı politikalar uygulanmalıdır. Karma ekonomi esas olmalıdır. Devlet eli ile insan zengin etme politikalarından vazgeçilmelidir. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlayacak önlemler alınmalıdır. Emek yoğun sanayinin yanında ileri teknoloji gerektiren sanayinin de gelişmesi sağlanmalıdır.


Bu programlar Vatan Partisi’nin seçim bildirgesinde vardır. Halkın egemen olduğu bir yönetimi  ve refahın artarak tabana yayılmasını isteyen halkımızın Vatan Partisi’ni oyları ile meclise taşıması gerekir. Milli Meclis ve Milli Hükümet Türkiye’nin çaresidir.

8 Mayıs 2015 Cuma

3 MAYIS VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

3 Mayıs tarihi yıllardır “Türkçülük  Günü” olarak kutlanır. Böyle günlerde Türk Milliyetçiliğinin ne olduğu konusunda tartışmalar yapılması da normaldir. Bu tartışmalarda sorulması gereken soru şudur:

Türk Milliyetçisi neyi savunmalı? Nasıl davranmalı?

Türk milliyetçisi, her şeyden önce Türk Milleti’nin çok sayıda kavmin birleşmesi sonucu oluşmuş çok büyük bir topluluk olduğunu bilir. Atatürk’ün şu sözüne inanır:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri, propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar birkaç düşman aleti, mürteci,  beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde elemden başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı ortak maziye ve tarihe sahiptirler.”

Türk Milliyetçisi için iki büyük amaç vardır: Türk Milletin bağımsızlığı ve Türk Milletin refahı ve mutluluğu.

Türk milliyetçisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Ya istiklâl ya ölüm” parolası ile kurulduğunu bilir. Dilinden Mehmet Akif’in  “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” mısraı eksik olmaz. Özgürlük ve bağımsızlık temel hedefidir.

Bağımsızlık ancak milli devlet varsa vardır. Milli devlet, yani Türkiye Cumhuriyeti Türk istiklalinin teminatıdır, Türklüğün kalesidir. Türkçülerin ilk görevi Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak olmalıdır.

Vatan olmazsa, egemenlik olmazsa devlet de olmaz. Vatanın her taşı kutsaldır ve korunur. Egemenlik ise Türk milletinindir; ortak kabul etmez. Güneydoğu Anadolu’muz bizden koparmaya çalışıldığında; 152 adamız Yunanistan tarafından işgal edildiğinde sessiz kalanlardan Türk Milliyetçisi olmaz.

Bağımsızlık sadece siyasi anlamda olmaz. Gerekli olan tam bağımsızlıktır. Ekonomik olarak bağımsız olmayan bir millet hür değildir, egemen değildir. Türk Milliyetçisi, ekonomisinin Dünya Bankası, İMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalistlerin üçüncü dünya ülkelerini yönetmek için kullandığı kuruluşların politikalarını değil, kendi milli politikasını uygular. Para politikalarını, tarım politikalarını, sanayileşme politikalarını kendisi belirler. Kemal Dervişlerden bakan yapmaz.

Türk milliyetçisi, fabrikaların, ticari işletmelerin, bankaların, tarlaların, arsaların yabancılara satılmasını istemez, satışlara karşı durur. Sanayi, tarım milli olsun ister. İthal mal kullanmaz, yerli malı tercih eder. Yerli üretimin artması için çabalar.

Türk milliyetçisi, ülkesinde yabancı asker istemez, yabancı üs istemez, yabancı tesis istemez. Milli güvenliğini başka ülkelere ihale etmez. NATO’ya karşıdır. Gerekirse yabancı askerleri deniz atar, başına çuval geçirir. Çekiç Güç’e izin vermez.

Türk milliyetçisi, eğitimin milli olmasını ister. Yabancı dille eğitime karşı çıkar. Yabancı dille eğitim yapan okulların kapanması için mücadele eder. Türkçeyi bayrak bilir, gönderinden indirmez. Kendi müziğine, kendi kültürüne sahip çıkar.

Vatan’ın doğasına ve doğal kaynaklarına sahip çıkar. Derelerin, ormanların, denizlerin yer altı zenginliklerin Türk milletinin malı olduğuna inanır. Bunlara sahip çıkar; ona buna, yabancılara peşkeş çekilmesine izin vermez.

“Andımız”ın okullarda söylenmesi yasaklanınca, T.C. ibaresi tabelalardan kalkınca isyan eder. Tepkisini gösterir. Bunu yapanlara hayatı zehir eder. Vatanın bağımsızlığını temsil eden bayrağın gönderinden indirilmesine izin vermez. İndirene gerekli cezayı verir.

Türk milliyetçisi, milletinin refahını, geleceğini düşünür. Eğitime büyük önem verir. Okullaşmanın artmasına, bilimin aydınlığının ülkeyi aydınlatmasına çaba gösterir. Milli güvenliğin de milli refahın da bilgi ve eğitim ile mümkün olduğu bilincindedir.

Türk milliyetçisi olmak zordur; laf ile milliyetçi olunmaz. Milliyetçilik, bilinçle olur, bilgi ile olur, fedakârlıkla olur, sevgi ile olur. Türk Vatanı, Türk İstiklâli, Türk Milletinin egemenliği  tehlikeye girdiğinde göğsünü siper etmeyenden milliyetçi olmaz.

5 Mayıs 2015 Salı

CELLADINDAN MEDET UMMAK

Siyasi partiler 7 Haziran seçimleri için vaatlerini bir biri arkasından açıklarken gözden kaçan bir olay oldu. Kemal Kılıçdaroğlu Kemal Derviş ile görüştü ve CHP iktidara gelirse ekonomi yönetimini Derviş’e teslim edeceğini açıkladı. Türkiye ekonomisini Derviş’e emanet etmek demek, Türkiye’yi ABD’nin yönetimine bırakmak demektir.

Emperyalizm yüzyıllardır bütün kıtaları iliğine kadar sömürdü, yerli halklara zulmetti, uygarlıkları kuruttu. Başka ülkelerin toprağına, emeğine, hammaddesine ve pazarına el koyan emperyalizm, geçmiş yıllarda bu kötülüklerini ülkeleri işgal ederek ve askeri güç kullanarak yapmışken 20. Yüzyıldan itibaren strateji değiştirdi.

Üçüncü dünya ülkeleri artık bağımsız birer devlet oldu. Bayrakları gönderlerde dalgalanıyor ama sömürü devam ediyor. Bu ülkelerdeki yöneticiler şu veya bu şekilde ABD ve AB’nin istediği insanlar oluyor. Olmazsa ihtilâller yaptırılıyor. Gerekirse satın alınıyor. Amaç aynı, o ülkenin ham maddelerini ucuza kapatma, ucuz iş gücünden faydalanma, kendi ürettikleri malları pahalıya satma.

ABD üçüncü dünya ülkelerinin ekonomilerini yönlendirirken IMF’yi, Dünya Bankası’nı  ve Dünya Ticaret örgütünü kullanır. Özellikle 2000 yılından sonra emperyalizm yeni bir yöntem uygulamaya başladı; adını da küreselleşme koydu. Üçüncü dünya ülkelerine küreselleşme politikaları bu kurumlar aracılığı dayatıldı. Küreselleşme sonucunda, teknolojinin ve paranın ülkeler arasında kolaylıkla dolaşacağı, dünya halklarının bütünleşeceği, ulaşım ve iletişim maliyetlerinin azalacağı, üçüncü dünya ülkelerinin ürettiği malları kolaylıkla pazarlayacağı ve zenginliği dünyaya eşit bir şekilde yayılacağı söylendi ama gerçek böyle olmadı.

ABD ve bazı AB ülkeleri hızla zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri göreceli olarak daha da fakirleşti. Batılı ülkelerin finans çevrelerince borçlandırılıp yüksek faiz ödemeye mahkum edildi. Ham maddeleri ucuza kapatıldı, bu ham maddeler kullanılarak üretilen ürünler bu ülkelere pahalıya satıldı. Bu ülkelerdeki ucuz iş gücünden faydalanıldı, insanlar fakir bırakıldı. Üçüncü dünya ülkelerinde sadece kaba kuvvete dayanan sanayinin gelişmesine izin verildi ama ileri teknoloji kullanan endüstrinin gelişmesine izin verilmedi. Sonuçta, aslında ülkeleri zengin olan üçüncü dünya ulusları fakir kaldılar.

İşte Kemal Derviş’in Türkiye’deki rolü de bu olacaktır. ABD’nin istediği ekonomik programlar uygulanacaktır. Bu geçmişte de böyle olmuştur. Derviş’in programının esasları bellidir: Kemer sıkma, özelleştirme  ve serbest piyasa ekonomisi.

Türkiye’nin borcu çok arttı, bu nedenle ABD’nin finans sektörünün bir tahsildara ihtiyacı ortaya çıktı. Bu tahsildar da Kemal Derviş olacak. Geçmişte geldi, tahsildarlık görevini yaptı ve gitti.

Derviş, AKP’nin iktidar olmasında da büyük rol oynadı. DSP’yi ikiye bölerek Ecevit hükümetini zayıflattı. Bu arada tesadüf bu ya, Erbakan’ın yanından ayrılan başta Abdullah Gül olmak üzere bazı milletvekilleri ANAP’lılar ile birlikte AKP’yi kurdular. Bahçeli’de bir telefon görüşmesi sonrası 3 Kasım’da erken seçim yapılmalıdır dedi ve bu şekilde AKP iktidar oldu.

DSP’nin bölünmesi, AKP’nin kurulması, önce Kemal Derviş’in erken seçim gerekir demesi arkasından Bahçeli’nin 3 Kasım’da seçim istemesi üzerinde uzun uzun düşünülesi gereken olaylardır.


AKP tesadüfen iktidar olmamıştır. Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan, Abdullah Gül ve Devlet Bahçeli’nin uyguladığı politikalar AKP’yi iktidar yapmıştır. AKP, iktidar  olduktan sonra da ABD ve AB politikalarının uygulayıcısı olmuştur. Sonuçta, borç alarak devam eden ve sonunda borç batağına saplanan bir ekonomi ve bölünme aşamasına gelmiş bir Türkiye. CHP’nin de bulduğu kurtarıcı ise Kemal Derviş. Güler misin? Ağlar mısın?