28 Ocak 2015 Çarşamba

İNSANI ÖNEMSEYEN BİR SİSTEME DOĞRU

Son yıllarda, birçok ülke ve ortamda değişik biçimlerde isyan hareketleri görüyoruz. Nerede ise tüm dünyaya hâkim olan kapitalizm, ülkeler ve halklar arsındaki gelir, servet ve fırsat eşitsizliğini artırdı. Bir yandan ekonomiler büyürken bir yandan da eşitsizlik arttı. Sermayenin hâkimiyeti her yanı sardı. Bu ortamda kazanan sermaye ve finans çevreleri oldu.

Böyle bir dünyada haksızlığa ve servet paylaşımındaki bu bozukluğa tepkilerin oluşmaması mümkün değildi. Nitekim birçok ülkede halk ve özellikle de genç kitle adeta isyan halinde tepkilerini dile getirdi. Tunus ve Mısır’daki diktatörlere karşı gençlerin ayaklanmaları, Türkiye’deki Haziran direnişini, İspanya’daki olayları, ABD’deki “Wall Street’i işgal et”  hareketini, G-8’lerin toplantılarındaki protestoları bu açıdan değerlendirmek gerekir. Hatta ABD başkanı Obama bile “İnanabileceğimiz bir değişim” vaadi ile iktidar oldu.

Milyonlarca insan yoksullaşırken, hem onları ve hem de bu insanlara ait doğal kaynakları sömüren bir avuç insana ve onların temsilcisi siyasetçilere karşı büyük bir tepkinin oluşması kaçınılmazdı.

Türkiye’deki Haziran direnişi iktidarı değiştirecek bir sonuca ulaşmadı. Bunda CHP ve MHP’nin yanlış tutumu büyük rol oynadı. Bu partiler Haziran ruhunun rüzgârını arkalarına alacaklarına, onu frenleyecek uygulamalar yaptılar. Özellikle CHP’nin mahalli seçimlerinde gösterdiği adaylar ve daha sonra her iki partinin gösterdiği cumhurbaşkanı adayı Haziran Direnişi’nin ateşini söndürdü. Kendilerinin de iktidara ulaşmasını engelledi. Bu bakımdan sermayenin hizmetinde olan AKP’nin ekmeğine yağ sürdüler.

Yunanistan’daki seçim sonuçlarını da bu açıdan değerlendirmek lazım. Yunan halkı tepkisini sandıkta gösterdi ve onlara umut veren genç bir politikacıyı iktidara taşıdı. Bu sonuç sermayenin sömürdüğü, eşitsizliğin bunalttığı tüm halklar için bir umut kaynağı oldu. Kapitalist sistemin öldüğü tartışmaları yapılan bir ortamda SYRİZA’nın seçimi kazanması yeni sistem arayışlarının güçleneceğini gösteriyor.  

Ekonomik sistemleri politik sistemlerden ayrı düşünmek mümkün değil. İnsanlar artık paranın değil insanın önem kazandığı ekonomik ve siyasi bir sistem istiyor. Bunu gerçekleştireceğine dair halkına umut veren her siyasi parti iktidara gelebilir. Tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi…


Temennimiz, Türkiye’de de buna benzer bir hareketin canlılık kazanması ve servetin değil, insanın hizmetinde olan bir iktidarın oluşmasıdır. Muhalefetteki CHP, MHP ve HDP’nin böyle bir söylemi de, bu söylemi gerçekleştirecek potansiyeli de yok gözüküyor. Umudumuz tükenmedi; halkımız bu zorluğun da şu veya bu şekilde üstesinden gelecektir. Bu durum kaçınılmazdır.

24 Ocak 2015 Cumartesi

OBAMA’NIN “BİRLİĞİN DURUMU” KONUŞMASI VE BİZ

ABD Başkanı Obama, “Birliğin Durumu” konuşmasının büyük kısmını ekonomiye ayırdı. Kongre’den orta ve az gelirli Amerikalıları güçlendirecek vergi reformu, asgari ücretin artırılması ve ücretsiz yükseköğrenim için destek istedi.

Konuşmasındaki bazı önemli noktaları hatırlatmak istiyorum:

 "Eğer tam zamanlı çalışarak 15 bin dolardan daha az para kazanıp, ailenizi bununla  geçindirebileceğinize gerçekten inanıyorsanız, gidip bir deneyin! Yoksa milyonlarca çalışkan Amerikalının ücretini artırmak için (kanun geçirme yönünde) oy kullanın"

"En zengin yüzde 1'in edinilmiş mal varlıkları için vergi ödemekten kaçınmasını sağlayan yasa boşluklarını kapatalım. Buradan gelecek parayı daha fazla ailenin çocuk bakımı ve eğitim masraflarına yardım etmek için  kullanabiliriz. Çalışan Amerikalılara gerçekten yarayacak bir vergi sistemine ihtiyacımız var"

 "2020'ye geldiğimizde açılan her üç iş pozisyonundan ikisi yükseköğrenim gerektirecek. Üçte ikisi. Ama biz hala çok sayıda zeki ve mücadeleci Amerikalının maliyetinden ötürü eğitim alamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu adil olmadığı gibi geleceğimiz için akıllıca da değil. İşte bu nedenle Kongre'ye bölgesel yüksekokulların maliyetini sıfıra indirecek 'cesur' bir plan gönderiyorum"

“Kanser ve şeker hastalığını ortadan kaldırmamızı sağlayacak yeni bir ulusal tıp yasası başlatacağım.”
“Çalışanlara gerçekten fayda sağlayacak yeni bir vergilendirme yasasına ihtiyacımız var.”
Son zamanlarda, toplum içindeki eşitsizliğin ve sermayenin belirli ellerde birikmesinin toplumda yarattığı olumsuzluklar üzerinde sıklıkla durulmaya başlandı. Özellikle Nobel Ödülü sahibi Joseph E. Stiglitz ve Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin yazdığı kitaplar konuya olan dikkati daha da artırdı. Obama da bundan etkilenmiş olacak ki, Amerikan toplumundaki eşitsizliği azaltıcı ekonomik ve sosyal programla açıklamaya kendisini mecbur hissetti.
Açıkladığı programlardan özellikle vergi sisteminde düşünülen değişiklikler, asgari ücretin artırılması, orta ve az gelirli insanlar için eğitim maliyetinin düşürülmesi, sağlık sigortasının yaygınlaştırılması bu açıdan önemlidir. Hele, kongre üyelerine  "Eğer tam zamanlı çalışarak 15 bin dolardan daha az para kazanıp, ailenizi bununla  geçindirebileceğinize gerçekten inanıyorsanız, gidip bir deneyin!” şeklinde meydan okuması çok dikkate değerdir.
Bizim ülkemizde eşitsizlik çok daha ileri düzeydedir. Gelir dağılımı çok bozuktur. Yoksul bir ortamdaki zeki, becerikli, çalışkan insanların yükselme ihtimali zengin çocuklara göre çok daha azdır. Hem gelir ve servet eşitsizliği hem de fırsat eşitsizliğinin olması topluma büyük maliyet yüklemektedir.  Eşitsizliğin olduğu yerde verimin ve üretimin düştüğü bir gerçektir. Ekonomiye etkisi kötü yöndedir.  
Eşitsizlik olan bir toplumda hak ve adalet duygusu da zayıflamaktadır. Hak ve adalet duygusunun azaldığı toplumlarda da birlik ve beraberliğin sarsılması normaldir. Obama’nın “Birliğin Durumu” başlıklı konuşmasında eşitsizliği azaltacak önlemlerden bahsetmesi bu bakımdan doğaldır.
 Bizim ülkemizde ise, durum daha kötü olmasına rağmen ne iktidardan, ne de muhalefetten bu konuda  ortaya bir görüş sunulmamakta. İktidar, bir yanda diktacı tutumunu artırıp, iktidarını sağlama almaya çalışırken diğer yanda bölücülerle pazarlık yapmakla meşgul. İki büyük muhalefet partisi ise ancak Erdoğan ve Davutoğlu’na laf yetiştirmeye çalışıyor. Bir diğer parti ise, arkasına eli kanlı bir örgütü almış, ülkeyi, milleti bölmeye çabalıyor. Açın, yoksulun, işsizin derdi ile uğraşan yok. Asgari  ücretle çalışan bir baba evine nasıl ekmek götürüyor, çocuklarını nasıl eğitiyor, nasıl barınıyor düşünen ve çare sunan yok.

Ulus olarak yeni bir siyasi harekete ihtiyacımız olduğu muhakkak. Bu siyasi hareketin eşitsizliği azaltmak ve refahı artırıp yaygınlaştırmak için uygulayacağı program Atatürk’ün Altı Okunda mevcut: Halkçılık ve Devletçilik. Devlet, ekonomik sistemi yoksulları düşünerek yeniden organize etmelidir. Sosyal yatırımlar artırılmalıdır. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği yok edilmelidir. Bunu ancak Mustafa Kemal’in izinde olan bir siyasi anlayış başarabilir.

20 Ocak 2015 Salı

PARA PARAYI ÇEKER

Uluslararası Çalışma Örgütü “2015 Dünya İstihdam Raporu’nu açıkladı. Buna göre işsi sayısı tüm dünyada artmaya devam ediyor. 2019 yılında işsiz insan sayısının 212 milyon rakamına ulaşması bekleniyor. 

Raporda gelir eşitsizliğinin de artmaya devam ettiği vurgulandı. Dünyadaki en zengin % 10’luk dilimde yer alanların, toplam gelirin yüzde 30 ila 40’ını kazandığı, en düşük yüzde 10’luk dilimdekilerin ise toplam gelirin ancak yüzde 2 ila 7’sini kazandığı vurgulandı.

Bu durum zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakir olmaya devam ettiğini gösteriyor.  Çünkü para parayı çekiyor. Bu yüzden  yoksulluk sınırının hatta açlık sınırının altında milyonlarca insan var. Milyonlarca çocuk açlıktan ölüyor.

Bu tablonun sebebini sermayenin tüm dünyada hâkim olmasında aramak lazım. Gelir seviyesi en üstte olan % 1’lik gurup dünya siyasetine ve ekonomik sistemine hâkim durumdalar. Yasalar, ekonomik düzenlemeler onların isteği doğrulusunda belirleniyor. Para aşağıdan yukarı doğru pompalanıyor.

Davos toplantıları bu sistemi korumanın ve geliştirmenin yollarını belirlemek için yapılıyor.

Bu sitemin koruyucusu başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerdir. Sistemi korumak için sadece ABD yüz binlerce asker besliyor, silah sistemlerini sürekli yeniliyor. ABD’li zenginler kendi halklarını sömürdükleri yetmezmiş gibi gelişmekte olan ülke halklarını da sömürüyor.

Gelişmekte olan ülkelerde içinde uluslararası sermayenin çıkarlarını bozan ülke olursa, o ülkenin yöneticileri “şeytan”, “kaçık”, “psikolojik yönden sakat” ilan ediliyor.  Ulusal çıkarları savunan, sermaye ve işgücünün büyük kısmının halkın ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak isteyen ulusalcı, halkçı iktidarlar darbe yolu ile veya askeri müdahalelerle yıkılıyor.

Mısır’da Nasır, Libya’da Kaddafi, Irak’da Saddam, Panama’da Manuel Noriga ABD müdahaleleri ile iktidardan uzaklaştırıldı. Suriye’ye de bu nedenle müdahale edildi.  Granada, Haiti, Vietnam bu nedenle işgal edildi. Küba’ya bu nedenle baskı, ambargo uygulandı. Bu örnekleri artırmak mümkündür. Bütün bu müdahaleler için demokrasi, insan hakları gibi gerekçeler kullanıldı.

Bu müdahaleleri haklı göstermek için bazı insanlar ve ülkeler insanlık düşmanı olarak takdim edildi. Kendi yaptıkları katliamlar, tecavüzler kat kat fazla olmasına rağmen terör örgütlerinin yaptıkları ki bu örgütlerin bir kısmı kendi kontrollerindedir, kamu oyuna abartılarak anlatılarak korku uyandırılıp, askeri müdahalelere gerekçe yaratıldı.

Türkiye’deki gelişmeleri de bu gözle görmek gerekir. Türkiye’de de sermaye duruma hâkimdir. Hangi parti iktidar olursa olsun, iktidarın icraatları en üst gelir düzeyindeki %1’lik guruba yarar.  Medyayı bu %1 yönetir, seçimleri bu % 1 yönlendirir. Ulusalcı, halkçı kararlar alan iktidarlar şu veya bu şekilde düşürülür. 12 Eylül darbesini, 28 Şubat’ı ve 3 Kasım seçimlerini ve seçim sonrası oluşan AKP iktidarını bu açıdan değerlendirmek gerekir. 


Bu sermaye zorbalığına karşı çareyi Atatürk’ün yolunda ve altı okta bulmak mümkündür. Üzücü olan şudur; altı oku ambleminde taşıyan CHP, bu ilkeleri temsil etme ve uygulama özelliğinde değildir. Altı okta bizi yeniden bizi birleştirecek ulusalcı, halkçı, devletçi, devrimci, laik düşünceli  kadrolara ve bu kadroların hâkim olduğu siyasi bir harekete ihtiyacımız var. Parola “Tam Bağımsızlık” ve “Ulusal Egemenlik” olmalıdır.

16 Ocak 2015 Cuma

“REKLAM ARASI!”

Son zamanlarda Osmanlı hayranlığı görünüşü içinde Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığını adeta moda oldu. Önüne gelen Osmanlıyı övüp, Cumhuriyeti yeriyor. Son olarak da AKP milletvekili bu Cumhuriyet’in sağladığı imkanlarla vekil olup, Anayasayı koruyacağına dair yemin etmiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti için Osmanlı Devletinin reklam arasıdır demiş ve reklam arasının da bittiğini söylemiş. Son 12 yılda geldiğimiz nokta bu ve bu nokta kabul edilir gibi değil.

Şunu açık biçimde söylemek lazım: Osmanlı devletini Türkiye Cumhuriyetini kuranlar yıkmadı; Osmanlı Devleti artık yaşayamaz duruma geldiği için Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Osmanlının son durumunu anlamak için 19 Mayıs 1919’a dönmek gerekir. O tarihteki manzara şu:

Birinci Cihan Savaşı sona ermiş, Osmanlı devleti yenilmiş. Şartları ağır bir mütareke imzalamış. Ordular tasfiye edilmiş, silahları ellerinden alınmış.

Vatan toprakları işgal altında.  İngiliz ve Fransız orduları İstanbul ve Marmara bölgesini, Yunan orduları İzmir ve Ege bölgesini işgal etmiş. Gaziantep, Urfa, Maraş, Adana’da Fransız askerleri var. Kuzey Doğu Anadolu’da Rus işgali devam ediyor. Karadeniz bölgesinde Rum Pontus çeteleri katliam yapmakta. 

Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.

Halk yoksul, perişan, hastalıklı. 

Padişah ve Hükümet çareyi İngilizlere yalvarmakta bulmuş. İngiliz himayesini istemekle meşgul. Onlar için önemli olan, saltanatı korumak ve kendi geleceklerini sağlama almak.


İşte bu şartlarda bir milli mücadele verildi ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. “Reklam arası” verilmeseydi, ülkenin büyük kısmı işgal altındaydı ve Türk Milletine Anadolu’nun ortasında dar bir alan kalmıştı. Bağımsızlık yoktu; bağımsızlık olmadığı için şeref ve haysiyet de yoktu. AKP’li milletvekilinin reklam arasına son verip dönmek istediği tablo işte bu tablodur. 

Aslında Osmanlı’ya özlem duyanlar Kurtuluş savaşında Türk’ün şamarını yiyen emperyalistler ve onların içimizdeki işbirlikçileridir. Bunlar boş hayaller peşindedirler çünkü Atatürk’ün dediği gibi “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”.  Mustafa Kemal’in askerleri sonsuza kadar Türk’ün İstiklâlini ve Cumhuriyetini koruyacaktır.

8 Ocak 2015 Perşembe

TERÖRÜN KAYNAĞINI BATIDA ARAMAK GEREKİR


Paris katliamı, bizim terör ve terörist kavramlarını tartışmamıza vesile olmalıdır. Özellikle terörün sebep ve kaynaklarının iyi tartışılması gerekir. Paris katliamı bir ilk değildir, son da olmayacaktır. Dünyanın haline bakılınca bunun açık bir gerçek olduğu görülür.

Bu yazdıklarımdan terörü aklamaya çalıştığım anlamını lütfen çıkarmayın. Ben sadece terörün kaynaklarını ve teröristlerin nasıl yetiştiği konusundaki görüşleri yansıtacağım.

Terör, aslında mevcut sisteme karşı silahlı bir isyandır. Globalleşen dünyada terör ülke, etnik kimlik, dini inanç farklılıklarını aşarak tüm dünya için büyük bir tehdit haline gelmiştir.

Özellikle 11 Eylül saldırısından sonra terör ve terörist kavramları bir örgüt ya da bir toplulukla değil doğrudan İslamiyet ile özdeşleştirilmeye başlandı. Bu "İslamcı Terör" veya "İslami Terör" olarak isimlendirilen eylemlerin doğru ve gerçekçi analizini yapmadan konuya çözüm getirmek imkansızdır.

Siyasi İslamcılar tarafından gerçekleştirilen bu saldırıların gerekçelerine bakıldığında nedenler ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerden birincisi, Müslümanların yaşadığı ülkelerde "Cihat"ı kutsayan eğitimin devam etmesi; ikincisi ise bu kutsallaştırılmış "cihat" eylemlerini başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin, sömürü düzenini devem ettirmek için kullanması hadisesidir.

Yüz yıllardır Asya'yı, Afrika'yı, Ortadoğu'yu sömüren batılı güçler, bu bölge halkının sömürüye karşı direncini kırmak için,  insanlar arasındaki etnik, dini inanç, mezhep ve ekonomik farklılıklarını kullanmışlar ve insanları birbirlerine kırdırmışlardır. Bunların örneği geçmişte çoktur. Şu sıralarda da Afganistan'da, Pakistan'da, Irak'ta, Suriye'de her gün yüzlerce insan hayatını kaybetmeye devam ediyor. Kışkırtma, örgütlenme ve silahlar ise batı kaynaklı. Ülkemizde de etnik kimlik ve mezhep üzerinden siyaset yapılması sonucu 4oooo'den fazla insan öldü.

Kışkırtmanın ve örgütlenmenin batı kaynaklı olduğunu anlamak için İslamcı  ve etnik yapılanmaların hangi ülkeler tarafından desteklediğine  bakmak gerekir. Öncelikle de Türkiye'ye bakmalı. Şeyh Sait isyanı, Dersim isyanı, PKK hareketi İngiltere, ABD ve Fransa gibi ülkelerin desteğini alarak gerçekleşmiştir. Bu ülkeler İslami cemaatleri kontrol altına alarak bunları Cumhuriyet aleyhine kullanmaktadırlar. İngiltere sadece Türkiye'de değil, Büyük Britanya'nın tümünde bu cemaatleri yönlendirmekte ve kullanmaktadır. 

ABD, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra Afganistan'da, Irak'ta Suriye'de büyük katliamlar yapmış, mezhep ayrılıklarından faydalanarak insanları birbirine düşman etmiştir. Sadece Irak'ta bir milyonun üzerinde insan hayatını kaybetmiş, insanlar evlerinden, yurtlarından uzak yaşamaya mahkum edilmiştir.

Batılı güçler, bir yandan terörü yok edeceğiz bahanesi ile ülkeleri işgal ederken, bombalarla binlerce insanı öldürürken diğer yandan İslam'ın siyasallaşmasını teşvik etmiştir. Müslüman halkın silahlanmasına yardım etmiş ama aydınlanmasına izin vermemiştir. Bu ülkelerde hakim olan şey cehalet, sefalet ve yoksulluk ve despotizmdir.

Batılı güçler İslam ülkelerindeki "cihat"ı kutsayan eğitimin yaygınlaşmasını teşvik ederken bir yandan da "cihat" yapmak için bir araya gelen insanları ve örgütleri kullanıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi yüzyıllardır sürdürdükleri sömürüye devam ediyorlar. Bu ülkelerin uyguladıkları iktisadi sistem yani kapitalizm ile dünya üzerindeki eşitsizliği artırarak, yoksulluğu İslam ülkelerinin kaderi haline dönüştürüyorlar. Zengin daha zengin, fakir daha fakir oluyor. On binlerce insan Pakistan'dan, Afganistan'dan Irak'tan kalkıp Avrupa kapılarına bu yüzden dayanıyor.  

İslam ülkelerine baktığımızda genellikle gördüğümüz tablo şudur: İnsanlar cahil, yobaz, yoksul; devlet ise, bir zümrenin veya bir şahsın elinde; bu şahıs ve zümre de batılı güçlerin kontrolünde. Sürekli ölüm ve sürgünler....

Bu tablo Batı'nın eseridir. Batı, terörün mağduru değil, uygulayıcısıdır. İnsanları yıllarca sömürürseniz, cehaleti yenecek eğitimi teşvik etmezseniz, gerçek demokrasi yerine kukla yönetimleri desteklerseniz, terörü örgütleyip dış politikanızı yürütmek için kullanırsanız sonu bu olur.

İslam ülkelerinin kurtuluşu ve terörün son bulması için tutulması gereken yol Atatürk'ün yoludur. Atatürk ülkesi işgal altında iken bile terörü bir yöntem olarak kullanmamış, önce milli devletini ve milli ordusunu kurmuş ve önce işgale son vermiştir. Kurulan Türkiye Cumhuriyet'ine laik ve halk egemenliğine dayanan demokratik bir yapı kazandırmıştır. Tam bağımsızlığı esas düstur edinmiştir. Cehalet ile mücadele etmek için  milli eğitime büyük önem vermiştir. Halkına rehber olarak bilimi göstermiştir. Etnik ve mezhep farklılıklarını bir kenara bırakarak birliği ve kardeşliği sağlamıştır.

Atatürk'ün yolunu tutacaklarsa yapmaları gereken şudur:  Kendi milli  devletlerine sahip çıkacaklar; devletin tam bağımsız, laik, demokratik hukuk devleti olmasını sağlayacaklar; etnik ve dini inanç farklılıklarını düşmanlığa değil kardeşliğe dönüştürecekler; cehaleti yenmek için çağdaş eğitime önem verecekler; bilimin rehberliğini kabul edecekler.

Teröre daha fazla kurban vermek istemiyorlarsa, batılı devletlerin sömürüye son vermeleri, bu ülkelerin aydınlanmasına yardım etmeleri ve bu ülkelerde gerçek demokrasinin oluşmasına katkı bulunmaları gerekir. Silah ihraç edeceklerine bilgi ve teknoloji ihraç etmelidirler. Bu ülkelerin  çağdaş dünyanın bir parçası olmasını sağlamalıdırlar. Bunları yapmazlarsa, Paris'te, Londra'da, Nevyork'ta daha çok bomba patlar ve daha çok insan ölür.

7 Ocak 2015 Çarşamba


Hey Onbeşli türküsünü hemen herkes bilir ama onun bir ağıt olduğunu bilmeden kalkıp oynar. Bu yanlışlığı sayın Prof. Dr. Bingür Sönmez gidermeğe çalışmış. Lütfen dinleyiniz.

http://www.youtube.com/watch?v=Wlnfm2ut-vk

3 Ocak 2015 Cumartesi


DÖRT BÜYÜK SORUN

Vah Türkiyem vah! Yeni yıla yığınla sorunu sırtında taşıyarak girdi. Bu sorunlar 200-300 yıllık sorunlar. Bunlardan kurtulmak için 90 yıl önce çok büyük bir mücadele verdik. Anneler ağlamasın demeden kan döktük, baş verdik toparağımzı işgalden kurtardık; egemenliğimizi elimize aldık; devletimizi kurduk.

Cumhuriyetin ilk yıllarında en büyük savaş cehalete karşı verildi. Çünkü biliniyorduk ki, her türlü bela cehaletten kaynaklanır. İlk yılların atılımı maalesef 1940'lı yıllardan sonra yavaşladı.

Bu nedenle 2015'e 4 büyük sorun ile birlikte girdik:
Cehalet ve bilgi kirliliği;
milli birliğin bozulması ve bölünme;
irticai despotizm;
eşitsizlik ve yoksulluk.

Özelikle son 12 yıllık icraatlar bu sorunları büyüttü ve çözülmesi güç hale getirdi. İktidarı ve muhalafeti ile mevcut siyasi yapı değişmedikçe bu meselelerimiz daha büyük tehditlere dönüşecek gibi duruyor.

Cehaleti yenmenin yolu çocuklarımızı iyi eğitmekten, halkımızı aydınlatmadan geçiyor. Okullaşma oranımız düşük, okula giden çocuklarımıza sağlıklı düşünmeyi, bilimsel olmayı öğretemiyoruz; bilimin önemini kavratamıyoruz. Çocuklar bir takım bilgileri sorgulamadan ezberleyerek okul bitiriyor. Üniversitelerimiz bilim üretemiyor. Bilimi, teknolojiyi dışarıdan alıyoruz. Bilgi ve teknoloji üreten toplumların müşterisi durumundan kurtulamıyoruz.

Ceheletimizi fırsat bilen etki ajanları sürekli bilgi kirliliği yaratıyor. Türkiye'nin ve dünyanın gerçekleri üerine sis perdesi çekilip gizleniyor. Televizyonlar toplumu ya yanlış yönlendiriliyor ya da dizilerle, yarışma ve evlilik programları ile oyalıyor. Ekranlar Cumhuriyet ve Türklük düşmanı, bölücü, yobaz, dış ülkelere hizmet eden satılmışlarla dolu. Adeta hain pazarı kurulmuş, televizyon televizyon transfer olup geziyorlar. Devlet ise halkının doğru bilgilenmesini sağlayacağına bunların işini kolaylaştırmakla meşgul.

Biz Cumhuriyet'i kuraken etnik kimliklerimizi, mezheplerimizi bir kenara koyduk ve Türklük fikri etrafında birleştik. Anayasamıza vatandaşlık bağı ile bağlı olanlan herkes Türktür diye madde koyduk. Ata'mız Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk denir dedi. Ne mutlu Türküm diyene dedi. Çünkü Osamanlının nasıl parçalandığını iyi bilyorduk. Bir ve beraber olunca emperyalizme karşı duracağımıza, haklarımızı koruyacağımıza inanıyorduk. "Müdafa-i Hukuk" için Kuvayi Milliye"nin gerektiğine inanıyorduk. İnanıyorduk inanmasına ama  özellikle siyasi sistemin ve medyanın da katkısı ile etnik bölücülük büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Topraklarımız üzerindeki hakimiyetimiz zayıflatıldı, sıra ayrı bir devletin kurulmasına geldi.

Halkımızın dini dugularını ve inancını istismar eden bir siyasi yapılanma son yıllarda güç kazandı ve Halk egemenliği bir kişinin egemenliğine dönüşmeye başladı. Demokrasimiz yerini yavaş yavaş irticai despotizm aldı. Hem de bu, demokrasi isteriz feryatları ile yapılıyor. Bölünmenin, despotizmin adı ileri demokrasi oldu.

Ülkemiz maalesef kalkınmakta olan ülke sıfatından kurtulamadı. Üretimi ihmal eden bir ekonumi ile bu noktaya geldik. Sanayi üretimimiz artırılmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki atılım yavaşladı. Yüksek katma değerli ve ileri teknolojik mallar üretemiyoruz çünkü AR-GE çalışmalarımız çok yetersiz. Tarımımız da geri kalınca samanı, soğanı bile dışardan alacak hale geldik.


Halkımzı yoksul. Gelir dağılımı çok bozuk. Siyasi sistem ve iktisadi sistem  toplumun en üst gelir gurubunun kontrolünde. Vergi kanunları, çalışma şartlarını belirleyen düzenlemeler zenginlerin istediği gibi oluyor. Ürün maliyetleri işçilerin aylıkları azaltılarak sağlanıyor. Taşaron işçlik yaygınlaşıyor. Sendikalar etkisizleşiyor.

Milletin madenleri, dereleri, ormanları, kentlerin arsaları zenginlere ucuza devredilip onların daha da zengin olması sağlanıyor. İhaleler zenginler lehine çalışıyor. Zenginler giderek zenginleşirken, yoksullar da giderek fakirleşiyor.

Bu 4 büyük sorun ancak Cumhuriyetin ilk yıllarındaki anlayış ve gayret ile çözülür. Kurtuluş, Kuvayi Milliye'yi oluşturmaktan ve meselerler üzerine cesurane biçimde gitmekten geçiyor. Milli güçlerin ilk yapacağı şey, siyaseti yeniden düzenlemek olmalıdır. Sorunlar büyüktür ama ümitsiz değidir. Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki kanda mevcuttur.