29 Ekim 2018 Pazartesi


“TÜRK İNKILABI EŞSİZDİR”

Bu yazıyı Osmanlıcılık oynayanlar, Osmanlıya geri dönelim diyenler, saray ve köşklerde çevirdikleri filmlerle Osmanlı devletini zengin ve güçlü gösterenler fakat halkın sefaletini, yoksulluğunu, cahilliğini hastalıklarını gizleyenler ibret alsın diye yazılmıştır.

OSMANLININ MİRASI:

23 Nisan 1920’de TBMM açılır ve millet kendi kaderini belirlemeye başlar. İstiklal Savaşı sona erer.  Zafer sonrası 29 Ekim 1923’ tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu resmen ilân edilir. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın mirasını devralır.

Ekonomik durum içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş. Duyun-u Umumiye devlet içinde devlet durumunda. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un hatta kiremit bile dışarıdan geliyor. Avrupa için açık pazar halindeyiz.

Toplam sanayi kuruluşu 282 adet. Bunların yalnızca %9'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki emek ve sermayenin %15'i Türklerin, % 85'i yabancıların ve azınlıkların. Madenler, limanlar, demiryolları yabancıların elinde. Sanayinin ağırlığını gıda, dokuma ve dericilik oluşturuyor. Osmanlı'dan sadece dört fabrika kalmış: Hereke ipek dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları. İktisatçımız, mühendisimiz yok denecek kadar az. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi, büyük kentlerde var.

Çocukların sadece 1/4'i okula gidebiliyor. Halk cahil. Erkeklerin % 93'ü, kadınların % 99'u okuma yazma bilmiyor. Toplam 4770 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var. İlkokullarda 337.618, ortaokullarda 5905 ve liselerde toplam 1241 öğrenci öğrenim görüyor. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci var.

Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası olmuş. Hurafeler din diye öğretiliyor. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede bir üniversite (darülfünun) var. Bu kurum da çağın özelliklerinden uzak bir halde. Akıl ve bilim unutulmuş. Basılan ve okunan kitap sayısı çok az. 1729-1830 yıllarında Osmanlı'da basılan kitap sayısı 180; aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı 90.000.  Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, tiyatro yok, spor yok…

Halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, medrese ehlinin, bilgisine terk edilmiş durumda. Akılcı ve bilimsel düşünce yok.

Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat hikayesi anlaşılıyor. Tarihi eserler yurt dışına kaçırılıyor, kıymeti bilinmiyor.

Türkçe ihmal edilmiş. Sözcükler unutulmuş. Türkçe, Osmanlıca denilen bir dile dönüşmüş. Arapça, Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Arap alfabesi kullanılıyor.

4 Kasım 1920'de Balıkesir milletvekili Vehbi Bey, TBMM'de yaptığı konuşma:

“Bir kasabada yalnızca Birkaç yüz hane gayrimüslim buna karşılık binlerce hane Müslüman yaşadığı halde, gayrimüslimlerin düzenli ilkokulları, ortaokulları, yüksek öğrenim görmüş öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Müslüman nüfusun ise bir tek okulu bile yok.”

Birçok dini cemaat hayata yön vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları çok fazla. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.

600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme ve devşirmelere bırakılmış. Türkler devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, asker, çiftçi olabilmiş.

Halk sefil, yoksul ve toplumun yarısından daha fazlası hasta. Açlık, sıtma, verem, trahom, çiçek, ishal çok yaygın.

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA YAPILANLAR

1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuştur. Ağır sanayi üretim %152, toplam sanayi üretim, %80 artmıştır. Demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış, Şeker üretimi 200 misli artmıştır.  Madencilikte üretim artışları: Kömür: %100, Krom: %600, diğer madenlerde %200.

Enflasyon olmadan %10 büyüme hızı elde edilmiştir. Bütçe denk olmuştur. İthalat ihracat dengesi sağlanmıştır. GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.

Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı; yünlü dokuma ihtiyacının % 83'ü, pamuklu dokuma ihtiyacının % 43'ü, kağıt ihtiyacının % 32'si, cam ve cam eşyanın % 63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmıştır.

Osmanlı'dan kalan ve yabancıların kontrolünde olan 4112 km demiryollarının 3387'si satın alınmıştır. 1938'e kadar 3020 km demiryolu daha yapılmış ve toplam demiryolu uzunluğu 7132'e çıkarılmıştır. 1923-1926 yılları arasına 27.850 km köy yolu yapılmış ve onarılmıştır.

1926 yılında: Tayyare ve Motor Türk AŞ kuruldu. 1928 yılında: Kayseri Uçak Fabrikası kuruldu. 1938 yılına kadar; 15 Junkers A 20 uçağı, 15 adet ABD Hawk muharebe uçağı, 15 adet Gotha irtibat uçağı; toplam 112 uçak üretildi. 1925 yılında, İstanbul'da Uçak Fabrikası’nda da 24 adet uçak üretilmiş.

Kurulan Fabrikalar ve İşletmeler:

1-Ankara Fişek Fabrikası (1924)
2-Gölcük Tersanesi (1924)
3- Şakir Zümre Fabrikası (1925)
4-Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)
5-Alpullu Şeker Fabrikası (1926)
7-Uşak Şeker Fabrikası(1926)
8-Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)
9-Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)
10-Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)
11-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928)
12- Ankara Çimento Fabrikası (1928)
13-Ankara Havagazı Fabrikası (1929)
14-İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)
15-Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)
16-Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1930)
17-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1931- Genişletildi)
18-Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)
19-Turhal Şeker Fabrikaları (1934)
20-Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934)
21-Bakırköy Bez Fabrikası (1934)
22-Bursa Süt Fabrikası (1934)
2324-Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma)
25-Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)
26-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)
27-Isparta Gülyağı Fabrikası (1934)
28-Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Filoları (1934)
29-Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1935 - Tamamlandı)
30-Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel atma)
31-Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel atma)
32-Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma)
33-Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma)
34-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935)
35-İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 Temel atma)

Tarım Üretiminde büyük artışlar sağlandı: Pamuk üretimi: 1920: 20.000 ton, 1927: 120.000 ton. Tütün üretimi: 1923: 20.500 ton, 1927: 64.400 ton. Üzüm üretimi: 1923: 37.400 ton, 1939: 40.000 ton. Buğday üretimi: 1923: 972.000 ton, 1939 3.696 000 ton.

Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir avuç Cumhuriyet doktoru ve sağlık personeli sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiştir. 1924-1931 yılları arasında; 40.000 trahomlu, 5 milyon sıtmalı, 350.000 veremli tedavi edilmiştir.

Vatan işgalden kurtarıldı. İnsanlar kul, reaya, köle olmaktan çıktı; başı dik, özgür, kanun önünde eşit kişiler oldu.

Bütün bunlar Kemalist devrimin sonuçlarıdır. İşte bu nedenle diyoruz ki; “TÜRK İNKILABI EŞSİZDİR”.

28 Ekim 2018 Pazar


ADIM ADIM CUMHURİYET…

Türk devrimi sonucu kurulan Cumhuriyet, 29 Ekim 1923’de ilân edildi ama bir günde kurulmadı. Bu aşamaya adım adım gelindi. Hangi aşamalardan geçti sıralayalım:

Sened-i İttifak 1808, Tanzimat Fermanı 1839, Islahat Fermanı 1859, I. Meşrutiyet 1876, II. Meşrutiyet 1908, Cihan Harbi 1914, Meclis-i Mebusan’ın dağılması 1920, Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve Cumhuriyet yönetiminin başlaması 1920, Cumhuriyet’in ilânı 1923.

Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı 1 Meşrutiyet’i hazırlayan basamaklardır.

I. MEŞRUTİYET

1860'larda bir aydın hareketi olarak Genç Osmanlılar ortaya çıktı. Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Ali Suavi, Ebüzziya Tevfik, Ahmed Midhad gibi aydınlar, Avrupa ülkelerindeki anayasal monarşilerden etkilenerek Osmanlı İmparatorluğu’nun meşrutiyet ile yönetilmesi gerektiğini savundular.

Mithat Paşa ve arkadaşları 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murat'ı geçirdiler. Daha sonra, Abdülhamid tahta oturdu ve 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi’yi (anayasa) ilan etti. Böylece meşruti yönetime geçilmiş oluyordu.

93 Harbi devem ederken II. Abdülhamid 14 Şubat 1878 günü meclisi feshetti. I. Meşrutiyet 1 yıl, 1 ay 21 gün devam edebildi.

1876 ANAYASASI VE ÖZELLİKLERİ (KANUN-İ ESASİ)

Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ve tek anayasasıdır. İki meclisli bir anayasadır. (Meclis-i Ayan ve Meclisi Mebusan). Heyet-i Ayan üyelerini Padişah seçer. Meclis’i feshetme yetkisi Padişaha aittir. Yasama ve Yürütme yetkileri Padişah’ın elinde toplandı.  Yürütme organı Bakanlar Kurulundan oluşmaktadır. Yürütmenin başında Padişah vardı.  Padişaha sürgün yetkisi verildi.

Egemenlik Padişah’a ait. Saltanat, halifelik de dahil olmak üzere Osmanlı ailesinin en büyük evladına ait. Padişah İslam dininin koruyucusu ve halkın hükümdarı. Padişahın yetkisi çok, sorumluluğu yok. Hükümet meclise değil, padişaha karşı sorumlu.

II. MEŞRUTİYET

İkinci Meşrutiyet, Osmanlı Anayasası'nın, 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 24 Temmuz 1908'de yeniden ilân edilmesiyle başlayan ve Mebuslar Meclisi'nin Mehmed Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920'de tasfiyesi ile sona eren dönemdir.

1878’de Meclis kapatılmış, Kanun-i Esasi «şeklen» de olsa yürürlükte kalmıştı. II. Abdülhamid, 30 yıl süren mutlakıyet dönemini başlatmıştı.

3 Temmuz 1908 günü Resne’de Kolağası Niyazi Bey’in 200 asker ve 200 sivilden oluşan bir çete ile dağa çıkması ile ihtilal fiilen başladı.  İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin manastır merkezi, padişaha, Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koymasını ve 26 Temmuz’a kadar Meclisi Mebusan’ın açılmasına izin vermesini isteyen bir telgraf çekti.

Eyüp Sabri kumandasındaki Ohri Taburu ile Niyazi Bey komutasındaki Resne taburu 22 Temmuz gecesi Manastır’da birleşti ve Manastır Fevkalade Kumandanı olarak görevli bulunan Müşir Fevzi Paşa’yı dağa kaldırdı.

23 Temmuz günü Manastır’da Meşrutiyet yönetimi İttihat ve Terakki tarafından ilan edildi. Durum, Yıldız Sarayı'na telgraflarla bildirildi. 23 Temmuz’u 24 Temmuz’a bağlayan gece Kanuni Esasi’nin yürürlüğe konmasına karar verildi.

8 Ağustos 1909'da Kanûn-î Esasî üzerinde yapılan bir dizi radikal değişiklikle padişahın yetkileri "sembolik" bir düzeye indirildi.

Artık vekiller heyeti meclise karşı sorumluydu. Meclisten güvenoyu alamayan vekillerin ve hükümetin görevi sona eriyordu. Meclis başkanını padişah değil, meclis kendisi seçiyordu. Padişaha meclisi kapatma yetkisi tanınmakla birlikte, bu yetki koşullara bağlamış ve üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması zorunlu hale getirilmişti

HARB YILLARI

1914 yılında Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen emperyalist güçler 1914 yılında saldırıya geçer. Osmanlı devleti yenilir ve Mondros ateşkes antlaşmasını imzalar (30 Ekim 1918). Toprakların büyük kısmı işgale uğrar.


19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkar. Amacını şöyle ifade eder: “Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!”

Genelgeler:

Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan Havza’ya gelir ve 28 Mayıs 1919’da valilere, bazı kolordu komutanlıklarına ve ordu müfettişlerine bir genelge yollar. Bu genelge şöyledir:

İzmir’den sonra devam eden Manisa ve Aydının işgâli, tehlikelidir. Vatan sınırlarının bütünlüğü için, milli tepkiler daha canlı tutulmalı. Milletin katlanamayacağı bu işgâllere bir son verilmeli. Büyük devletlerin temsilcilerine ve İstanbul Hükümetine protesto telgrafları çekilmeli. Mitingler yapılmalı.

Mustafa Kemal, Havza’daki faaliyetlerinin sonucu olarak; hükumet tarafından İstanbul’a çağrılır. Paşa bunu dikkate almaz ve Amasya’ya geçerek 22 Haziran’da bir genelge yayınlar.

Amasya Genelgesinde şu hususlara vurgu yapılır:

Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir. Anadolu’nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanacaktır. Doğu illeri için, 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.

Kongreler

Erzurum Kongresi:

Vilayet-I Şarkiye Müdafaa-I Hukuk-U Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Müdafaa-I Hukuk-U Milliye Cemiyeti Ortak Bir Kongre Düzenlemek için çalışmalar Yapıyorlardı. 3 Temmuz 1919’da Erzurum, Sivas, Bitlis, Van Ve Trabzon’u Temsil Etmek Üzere 56 Delegenin Katıldığı Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’in başkanlığında toplandı.

Kongrede şu kararlar alındı:

“Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez. Yabancıların baskısı altındaki Osmanlı Hükümeti’nin dağılması karşısında millet tümden direniş ve savunmaya geçecektir. Vatanı kurtarma yolunda İstanbul Hükümeti başarısız kalırsa, geçici Bir hükümet kurulacaktır. Kuvva-i Milliye ve Milli İradeyi egemen kılmak esastır. Hristiyanlara egemenlik ve ayrıcalık tanınamaz. Manda ve himaye kabul edilemez. Mebusan Meclisi açılmalı, Hükümetin çalışmalarını denetlemelidir.”

Sivas Kongresi:

4 Eylül 1919’da toplanan kongrede şu kararlar alındı:

“Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, ayrılamaz. Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir. İstanbul Hükümeti, dışarıdan gelecek bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. Kuvayı Milliye’yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır. Manda ve himaye kabul olunamaz.”

TBMM AÇILIYOR

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edilmeye başlandı. Osmanlı Mebusan Meclisi son toplantısını 18 Mart tarihinde yaptı. 11 Nisan 1920 tarihinde Padişah Meclis-i Mebusan’ı kapattığını ilan etti. Aralarında hükümet üyeleri ve mebusların da bulunduğu bir heyet Malta’ya sürüldü.

23 Nisan 1920 Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplandı.

Sinop Mebusu Şeref Bey açılış konuşmasında “..milletimizin iç ve dış tam istiklâl içinde kaderini bizzat eline aldığını ve idare etmeğe başladığını bütün cihana ilân ederek Türkiye Büyük Millet Meclisini açıyorum” diyerek cumhuriyetin kurulduğunu müjdeledi.

CUMHURİYETİN İLÂNI

30 Ağustos 1922’de zafer kazanıldı. 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalandı.

28 Ekim 1923’de Atatürk yakın arkadaşlarını topladı ve "Efendiler, yarın Cumhuriyet'i ilân edeceğiz!" "Türkiye Devleti'nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir. Bunu Anayasa'mıza yarınki Meclis toplantısında koyduracağız” dedi.  

Gerisini Mustafa Kemal’in ağzından öğrenelim:

“O gece birlikte olduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa)’nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim:

Birinci maddenin sonuna “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli Cumhuriyettir” cümlesini ekledim.

Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim: “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir.”

Ertesi gün Atatürk’ün hazırladığı önerge meclise sunulur ve şiddetli alkışlar ve “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları arasında oy birliği ile kabul edilir. Önerge kabul edildikten sonra Mustafa Kemal gene oy birliği ile cumhurbaşkanlığına seçilir ve kürsüye gelerek bir konuşma yapar. Önce Meclis’e teşekkür eder ve sonra özetle şöyle der:

“Efendiler, asırlardan beri Doğuda haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu.”

“Son yıllarda milletimizin fiilî olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükumetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.”

“…Efendiler, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Bendeniz, kazandığım çok önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce hey’etinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Tanrı’nın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum.”

2 Şubat 1925'te, Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerildi. Bu teklif Meclis Anayasa Komisyonu tarafından incelenmiş ve 18 Nisan'da karara bağlanmıştır. 19 Nisan'da ise teklif TBMM tarafından kabul edildi. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925'ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başladı; ebediyen de kutlanacak.

25 Ekim 2018 Perşembe


ATATÜRKE VE DEVRİMLERE SAHİP ÇIKAMAYAN BİR PARTİ: CHP

Sayın Erdoğan Andımız üzerinden önce Reşit Galip’e ve onun üzerinden de CHP, Atatürk ve Cumhuriyet’in değerlerine saldırıyor ama CHP liderinden bir tepki yok.

Reşit Galip kim? CHP’nin Milli Eğitim Bakanı.
Andımızı kim yürürlüğe sokmuş? CHP.
CHP’nin o zamanki lideri ve cumhurbaşkanı kim? Atatürk.
Erdoğan kimi ırkçılık yapmakla suçluyor? Atatürk, CHP yönetimi ve Reşit Galip’i.
Buna ilk tepki vermesi gereken kim? CHP’nin şimdiki başkanı ve yöneticileri.
Var mı bir tepki? Yok.

Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi getirdiği nokta işte bu!

Bu CHP kendi Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimci geçmişini inkâr eder duruma geldi.

YA EŞİT VATANDAŞLIK YA ANDIMIZ!

Şu ifade CHP kurultayında oy birliği ile kabul edilen belgede yer aldı:

“Kürt sorunu eşit yurttaşlık temelinde, TBMM zemininde toplumsal uzlaşma ve ortak akıl ekseninde çözülmelidir.”

Nedir bu eşit yurttaşlık diyorsanız Prof. Dr. Birgün Ayman Güler’den öğrenelim:

“Bu istek Türk vatandaşlığından vazgeçilmesi ve halkın etnik topluluklara bölünmesi isteğidir. Eşit vatandaşlık, bireyler arasında eşitlik, yurttaşların eşitliği demek değildir. Bu taleple istenen, etnik toplulukların anayasada kimlik olarak tanınması, etnik anadillerin ulusal ve bölgesel resmi dil haline gelmesi, tüm devlet ve toplum hizmetlerinde çok -resmi dil olması, seçimlerde parlamentonun ve belediye meclislerinin etnik topluluk kotaları temelinde oluşturulmasıdır. Bu, günümüzde Bosna-Hersek´te Dayton Anlaşmasıyla kurulmuş olan “milliyetler sistemi”ne geçilsin demektir. Elbette olmazsa olmaz şartı, Anayasa’dan Türk vatandaşlığının silinmesidir...”

Sayın E. Amiral Soner Polat da “eşit vatandaşlığı” şöyle değerlendiriyor:

“Gece Türk Milleti olarak yatıyorsunuz; sabah kalktığınızda, bir de bakıyorsunuz 32 millet olmuşsunuz; ertesi sabah uyandığınızda ise herkes birbirini boğazlıyor…”

Çocuklarımız her sabah bu ülkede yaşayan herkesin Türk Milleti’nin onurlu bir ferdi olduğunu andımızı söyleyerek haykırıyordu. Bu ifadede eşit yurttaşlık yok! Çünkü Türk Devrimi ve Cumhuriyet, etnik kökene, dini inanca bakmaksızın halkımızı Türk Milleti olarak birleştirmişti ve tanımlamıştı.

“Eşit Vatandaşlık” ilkesi Atatürk devrimlerine de Cumhuriyet’in temel değerlerine de bir meydan okumadır. Eşit yurttaşlık ilesini savunanların Andımıza sahip çıkması zaten beklenemezdi. Nitekim Sayın Kılıçdaroğu da bu beklentiye uygun davrandı. AKP’nin bir bakıma destekçisi oldu.

İşin acı ve kabul edilmez tarafı CHP’nin hâlâ Atatürkçülükten beslenmeye devam etmesidir.

Yeter artık! Bırakın artık şu Atatürk istismarcılığını.

Milleti bugüne kadar Atatürk ile kandırdığınız yetmedi mi?


ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK

Osmanlı döneminde başlayan Türkçülük akımının ileri gelen 3-5 düşünüründen birisi olan Ziya Gökalp, bundan 94 yıl önce, 25 Ekim 1924’de vefat etmişti. Türk Devrimi’ne önemli fikri katkılarda bulunan bu değerli alimi rahmetle ve şükranla anıyoruz.

Ziya Gökalp’ı andığımız bugünlerde Sayın Erdoğan Türkçülüğün ırkçılık olduğunu iddia etti. Erdoğan’a cevap yıllar ötesinden Ziya Gökalp’ten geldi.

MİLLET KAVRAMI VE IRKÇILIK

Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî, coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:

“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…

Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? ... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.

ÜMMETÇİLİK VE ZİYA GÖKALP

Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır. Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:

“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel olmak demektir.

O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.”

BİR SİYASİ MEFKURE OLARK TÜRKÇÜLÜK

Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören Ziya Gökalp,

Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.

“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.

Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber, siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkasına (partisi) yardımcıdır.

Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler.”

İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.”

Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.”

TÜRKÇÜLÜĞÜN EN BÜYÜK ADAMI: ATATÜRK

Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün en büyük adamı Mustafa Kemal Paşadır. Neden mi? Şundan dolayı:

“Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kudsî bir kelime sayarak, her an hürmetle anmaktadır. Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk Hâkimiyetidir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa başarı ile neticelendirmek çok güçtür.”

Sayın Erdoğan unutmasın ki, Türkçülüğün en büyük adamı Atatürk önderliğinde bu topraklarda millet egemenliğine dayanan cumhuriyet kurulmasaydı kendisi bugün cumhurbaşkanı olamazdı. Cumhurbaşkanlığını Türkçülere borçludur.


TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM!

"Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!"

Bu metin her sabah okullarda okutulduğunda, Sayın Erdoğan’a göre, Türkçülük, dolayısıyla ırkçılık yapılmış olunuyor. Yanlış! Bu metnin ırkçılık ile hiç ilgisi yok. Çocuklara bir millete mensup olmanın bilinci aşılanıyor. O milletin adına da “Tek Millet” denmiyor, “Türk Milleti” deniyor.

Sayın Erdoğan şöyle diyor: “Sizin Türkçülük yapma hakkınız var ama benim Kürt vatandaşımızın Kürtçülük yapmak hakkı doğar”. Esas bu ifade bölücülüktür. Hem tek millet diyor hem vatandaşları Türk-Kürt diye ikiye bölüyor.

“Türk Milleti” etnik kökeni ne olursa oldun, mezhebi ne olursa olsun, dini inancı ne olursa olsun bu ülkenin tüm vatandaşlarını kapsayan bir ulu terimdir. Onun için, Türk Cumhuriyetine Türk devleti deniyor.

Erdoğan’ın mantığına göre;

Birileri Türkiye Cumhuriyeti’ne Türk devleti derse, bazılarının da ülkenin bir kısmında Kürt devleti kurma hakkı doğar.

Birileri İstiklal Marşı Türklerin bağımsızlık mücadelesi esnasında yazılmıştır ve Türk marşıdır derse bazılarının da “Megri Megri” diye bir milli marş söyle hakkı doğar.

Birileri Türk Yargısı derse, bazılarına da Kandil’de mahkeme kurma hakkı doğar.

Birileri TBMM’ne Türklerin parlamentosu derse, birilerine de yeni bir meclis kurma hakkı doğar.

Birileri Sayın Erdoğan’a Türklerin devlet başkanıdır derse, birilerine de Apo da bizim devlet başkanımız deme hakkı doğar.

Birileri Anadolu Türk vatanıdır derse, bazılarına da güneydoğusu da bizimdir deme hakkı doğar.

Birileri Türk bayrağı derse, bazılarının da direğe biz parçası asıp, bu da bizim bayrağımızdır deme hakkı doğar.

Birileri Erdoğan başkanlığındaki hükumete Türk hükumeti derse, birilerine de Cemil Bayık başkanlığında bir hükumet kurma hakkı doğar.

Birileri ordumuza Türk Silahlı Kuvvetleri derse birlerine de PKK’yı kendi ordusu gibi görme hakkı doğar.

Birileri Türkiye’deki üniversitelere Türk Üniversiteleri derse, bazılarına da Kandil’de akademi kurma hakkı doğar.

Birileri Türk Milli takımı derse, bazılarına da Kürt milli takımı kurma hakkı doğar.

Birileri Türkiye’de üretilen bir şeye Türk malı derse, bazılarına da ürettiğine Kürt malı deme hakkı doğar.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yanlışlık ortadadır. Bize göre esas bu zihniyet bölücülüğe zemin hazırlar. Erdoğan’ın bu cümlelerini bence hâkim ve savcılarımız bu açıdan değerlendirmelidir.  

Ne mutlu Türküm diyene!

23 Ekim 2018 Salı


REŞİT GALİP VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

Sayın Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmanın andımız ile ilgili kısmını okuyunca gözlerime inanamadım. “Tek parti CHP’si”, Reşit Galip ve Andımız üzerinden Atatürk ve Cumhuriyet’in temel değerleri ile hesaplaşıyor. Haksız ve yanlış beyanlarda bulunuyor. Yetmezmiş gibi İstiklal Marşı ile andımızı karşı karşıya getiriyor. Danıştay’ı ise yetki aşımı ile suçlayıp, kuvvetler ayırımını kabullenmediğini bir kere daha ispat ediyor.

Reşit Galip’i “üniversitelerini perişan etmesiyle bilinen” diye tanıtması ise İstanbul Üniversitesi’nin nasıl kurulduğunu bilmediğini gösteriyor. Biz kısaca anlatalım:

DARÜLFÜNUN BİLİMSELLİKTEN UZAKTI

1933 yılına kadar tek bir üniversite vardı: İstanbul Darülfünun’u. Darülfünun 1848 yılında kurulmuş, daha sonra kapatılmış; Abdülhamid zamanındaysa Darülfünun-ı Osmani adıyla tekrar kurulmuştur. Üç medresesi vardı: İlahiyat, Edebiyat ve Doğa Bilimleri. 1908 yılında Tıp ve Hukuk da ilave edildi.

Darülfünun Cumhuriyet’in ilk 10 yılında yapılan devrimlere destek vermemiş, aksine devrimlere karşı yapılan hareketlere destek vermiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Edebiyat Medresesinde görevli Ali Kemal, Rıza Tevfik, Cenap Şahabettin, Hüseyin Daniş isimli 4 müderris ve Marujan Barsamyan isimli muallim Türklük ve milli mücadele aleyhinde sözler söylemiş ve yazılar yazmıştır.

Darülfünun, 1924 yılında çıkarılan bir kanun ile ekonomik bağımsızlığa ve tüzel kişiliğe kavuştu. Hükumet 1932 yılına kadar Darülfünun’un eğitim ve öğretimine karışmamıştır. Bu süre içinde, Darülfünun’un bilimsel otoritesi kalmamış, bazı hocalar bilgisizlikleri belli olmasın diye konferanslarına öğrenci sokmamaya çalışmış, gazetelerde birbirlerine hakaret eden yazılar yayınlamıştır.
Öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu, zamanlarını üniversite dışında özel işlerine ayırmışlardır. 1930 yılında yapılan emin (rektör) seçimine katılan iki adayda birisi avukatlık, diğeri ise kömür tüccarlığı yapmaktaydı.

YENİ BİR ÜNİVERSİTE ŞARTTI

Atatürk Darülfünun'dan beklediği atılımları göremeyince üniversite reformu yapmaya karar verdi.  Darülfünun'a tepki olarak Ankara'da Hukuk Mektebi'ni açtı ve bunu daha sonra Hukuk Fakültesi'ne dönüştürdü.

Üniversite reformu yapma kararı alınınca, Reşit Galip’i bu üniversiteyi kurmak üzere görevlendirdi.  Reşit Galip şu ideal ile çalışmalarına başlar: “Beş on-yıl sonra fakültelerimizin çıkaracağı kitaplar, dergiler, yeni buluşları, yani araştırmaları bütün dünyaya yayacaklar, dünya bilginleri eserlerinde bizim yayınlarımızı da kaynak gösterecekler. İşte benim ülküm budur.”

MALCHE’NİN TESPİTLERİ

Kurulma aşamasında, İsviçre'den Prof. Dr. Malche davet edildi ve onun gelişi ile birlikte reform süreci başlamış oldu. 1931 yılında Malche Türkiye'ye geldi. Malche, iki yıl süre ile İstanbul Darülfünun'u inceler ve sürenin sonunda bir rapor yazarak görüşlerini Atatürk'e bildirdi.

Prof. Dr. Malche şu tespitleri yapar: Prof. Dr. Malche’nin raporu:

Öğrenciler orta eğitimden yetersiz geliyor. Türkçe yayın çok az, yabancı yayınları okuyabilecek öğrenci yok gibi… Darülfünun’un bütçesi yetersiz. Profesör atamaları objektif değil. Akademik hürriyet yok. Sınavlar ezberlenen bilgilere göre yapılmaktadır. Pratik uygulamalar azdır. Dersler ansiklopedik bilgilerin aktarılması şeklindedir. Bir yıl önce ne anlatılmışsa ertesi yılda o anlatılmaktadır. Profesörlerin yazdığı kitap yok gibidir. Kütüphane çok yetersizdir.

Malche’nin önerileri ise özetle şöyledir: “Pratik dersler artırılmalıdır. Öğrenciler seminer hazırlamalıdır. Öğrenciler soru soran ve karşılaşacakları sorunları tartışan bir hale getirilmelidir. Ders programları yeniden belirlenmelidir. Hocalar kitap yazmalıdır. Kütüphaneler, laboratuvarlar geliştirilmelidir. Öğrencilere yabancı dil öğretilmelidir.”

Raporunun sonunda ise şunları ifade eder: “Sonuna gelmiş olduğumuz bu raporun amacı, İstanbul Darülfünun’un milli kültür ve modern bilim için yüksek bir makam haline nasıl getirileceğini göstermektir. Esas sorun, bilimleri nakil yolu ile değil, yaratıcı düşünceyi ortaya çıkarıcı şekilde düşünmektir. Darülfünun bilimsel düşünceyi yaratmakla sorumludur ve bunun dışında kurtuluş yoktur.

Bu zihniyet ise şahsi araştırmalar yapmakla ve öğrenciler tarafından kuvvetli ve istekli bir gayret harcanmasıyla gelişir. Raporumda her şey bu şarta bağlıdır ve bu olmadan Darülfünun, gerçek bir düşünce hareketi yoktur.”

Reşit Galip Bey 19 Eylül 1932’de Millî Eğitim Bakanı olmuştur. 14 Ağustos 1933’de görevinden ayrılmıştır. 1934’te genç yaşta ölmüştür. Prof. Dr. Malche’nin işaret ettiği bozuklukları düzeltme işi Galip Bey zamanında gerçekleşmiştir.

ÜNİVERSİTENİN RESMEN KURULMASI

Reşit Galip’in çalışmaları sonucu, 31 Mayıs 1933’te çıkarılan 2252 sayılı kanun ile Darülfünun kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Darülfünun’un 240 hocasından 157’si görevden alınmıştır. Prof. Malche, Prof. Kerim Erim, Rüştü Uzel, Avni Baman ve Osman Horasan’dan oluşan bir Islahat Komitesi kurulmuştur.

Öğretim üyesi temin etmek için üç kaynak kullanılmıştır. Kaldırılan Darülfünun’un gerçek bilim adamı özelliklerine sahip olanlar, Cumhuriyet kurulduktan sonra Avrupa’ya gönderilmiş olan genç bilim adamları, yabancı profesörler.

Yabancı Profesörler için şu şartlar aranmıştır: Üniversitede tam gün çalışacaklar, yan iş yapmayacaklar; öğrenciler için çevirmenler yardımı ile Türkçe kitap hazırlayacaklar; üçüncü yıldan itibaren Türkçe ders verecekler; gerektiğinde hükümete bilirkişi raporu hazırlayacaklar; gelişme ve halkın aydınlanması için kurulan tesislerde aktif olarak görev alacaklar.

18 Kasım 1933’de yapılan bir tören ile üniversitede ilk dersler verilmeye başlıyor. Üniversite’nin kurulması için çok büyük gayretler sarf eden Reşit galip Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ayrıldığı için açılış konuşmasını yeni bakan Hikmet Bayur yapıyor ve şöyle diyor:
  
“En ileri tarım, en mükemmel san’at, en derin ilim bizde idi. Koyu bir taassup, korkunç bir irtica ruh ve fikri her şeyi ezdi, yıktı kavurdu.”

Görüldüğü gibi, Reşit Galip Sayın Erdoğan’ın söylediği gibi “üniversitelerini perişan etmesiyle bilinen” birisi değil, tam tersine Türkiye’de ilk üniversitenin kurulmasında büyük emeği geçen bir vatanseverdir. Bilimsel düşüncenin irtica ve taassup ruhunu yok etmesinde ve Türklük bilincinin gelişmesinde rolü çok büyüktür. Siyasal İslamcılar işte bu nedenle Reşit Galip’i sevmezler ve olmadık iftiralarda bulunurlar. 


14 Ekim 2018 Pazar


BURASI ÇOK ÖNEMLİ SAYIN BAKANIM!

Burası çok önemli Sayın Bakanım, kapitalizmin beşiği olan Amerika ve İngiltere’de bile sosyalizm rüzgarları eserken ve tüm dünyada liberal ekonominin iflas ettiği fikri yaygınlaşırken siz hâlâ liberal ekonomiden vaz geçmeyeceğinizi söylüyorsunuz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, siz ekonomi yönetiminde kendinize Osmanlıyı borç batağına sokan II. Mahmutları, Abdülazizleri, Abdülhamidleri örnek aldınız. Keşke Türkiye’de borçlanmaya son veren, üretimi esas alan ve milli ekonomiyi inşa eden Atatürk’ü örnek alsaydınız. Almadınız, Türkiye’yi borç batağına soktunuz. Özel sektörün ve kamunun dış borcu 500 milyar dolara yaklaştı.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, Siz bu borcu kapı kapı dolaşarak ve borç para dilenerek kapatamazsınız. Borcu borçla kapatma devri bitti artık. Ekonomiyi, böyle kurtaramazsınız.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, Türkiye’de finans sektörü yabancıların eline geçti. Kamu bankalarının hisselerinin önemli bir kısmı yabancıların elinde. İş Bankası hariç, özel bankaların yönetimine yabancılar hâkim. Şimdi de İş Bankası’nın %28 hissesine göz diktiniz. Anlaşılan bu hisseleri önce Hazineye sonra Varlık Fonu’na daha sonra da yabancılar devredeceksiniz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, kamuya ait ne kadar fabrika varsa, onları yabancılara, hem de yok pahasına sattınız. Türk insanını kendi ülkesinde, yabancıların fabrikalarında çalışan işçilere döndürdünüz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, işsizlik oranları giderek büyüyor. Resmi rakamlara göre, bu oran %11’ler düzeyinde. Her 4 gençten biri ise işsiz durumda. Üretim yok, iş yok, borç çok; sizin uyguladığınız ekonomi politikalarının özeti bu.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, yoksulluk sınırı altında yaşayan insan sayısı 16 yılda arttı ve 20 milyona ulaştı. 8 milyon insan da aç yaşıyor. Evine ekmek götüremeyen babalar, anneler var. Gelir dağılımı çok bozuldu. Gelir, servet ve fırsat eşitsizliği giderek büyüyor.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, yol yapıyoruz, köprü yapıyoruz, tünel açıyoruz diye yandaş müteahhitleri zengin ettiniz. Bunlara, maliyetin çok üzerinde ödemeler yaptınız. Yetmedi, vergi borçlarını sildiniz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, üreten insan yetiştireceğinize, inanan insan yetiştirme gayreti içine girdiniz. Eğitim sistemini allak bullak ettiniz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, alınan milyarlar tutarındaki borç para inşaata sektörüne kaynak oldu. Kentlerde mantar biter gibi binalar yükseldi. Konut stoku büyüdü, alıcı azaldı. 2 milyon konut boş duruyor, alan yok. Keşke bu paraları üretim tesislerine harcasaydınız ama siz üretimi değil, tüketimi teşvik ettiniz.

Burası çok önemli Sayın Bakanım, hayvancılığı, tarımı geliştiremediniz. Market rafları yabancı menşeli pirinçlerle, mercimeklerle, fasulyelerle, nohutlarla doldu. Ekmekler yabancı ülkelerden gelen unlarla yapılıyor. Uruguay’dan, Sırbistan’dan et gelmese sucuk, pastırma hatta Adana kebap bile yiyemeyeceğiz. Ne alsak ne kullansak hep ithal malı.

Burası çok daha önemli Sayın Bakanım, sizin iktidarınızın Türkiye’nin sorunlarına bir çözümü yok. Bu kafayla ekonomiyi girdiği bataktan çıkaramazsınız. Sonunuz geldi. Çok değil, bir iki yıl içerisinde yapıştığınız o koltuktan ineceksiniz. Bu millet, bir atın acemi sürücüyü sırtından attığı gibi sırtından atacak. Ülke yeniden çalışan, üreten, başı dik ve kardeşçe yaşayan insanların yurdu haline gelecek.
EYUP S. KARAKAŞ

8 Ekim 2018 Pazartesi

SORUN EĞİTİMDE VE SİSTEMDE



Manzara şu: Doktor bir masaya oturmuş, yan masada bir sekreter veya hemşire var. Doktor günde 100’den fazla hastaya bakmak zorunda olduğu için, içeri giren hastaya sadece şikâyetiniz nedir diye soruyor. Alınan cevaba göre doktor yan masaya dönüyor, hastamıza MR isteyelim diyor. Hastanın odadaki işi bitmiştir. Eline MR istek belgesini alıp dışarı çıkıyor.



Hastanın şikayetinin özellikleri (ne zaman başladığı, tam yeri, şiddeti, artıran faktörler, süresi, hangi aralıklarla olduğu v.b.) başka ne gibi şikâyeti olduğu, yaşı, mesleği, sigara ve alkol içip içmediği, başka bir hastalığı olup olmadığı, daha önce ne gibi tedaviler gördüğü sorulmuyor çünkü zaman yok. Muayene ise ya yapılmıyor ya da üstünkörü yapılıyor. Ne de olsa MR var, BT var, ultrason var, laboratuvar var. Sonuçlar gelir, raporlar okunur, teşhis konulur.



Hastamız, verilen randevu günü MR’ını çektirip polikliniğe geliyor ama isteği yapan hekimi bulamıyor. Gidin şu gün gelin deniyor ve gidiyor başka bir gün tekrar geliyor. İsteği yapan doktor MR’a değil ama radyoloğun yazdığı rapora bakıp hastaya teşhisi söylüyor ve tedavi öneriyor.



HASTAYA ÖNCE DOKUNMAK LAZIM



Oysa unutulmamalıdır ki hasta bir insandır. Onun derdini anlamak ve teşhis koymak için ona dokunmak gerekir. Hekim hastasına dokunacak ve dokunduğunu da hasta hissedecek. Önce gözü ile dokunacak. Daha içeri girerken hastayı gözlemeye başlayacak, muayene ederken gözlem devam edecek. Sonra dili ile dokunacak, şikayetini, hikayesini sorup öğrenecek hatta dertleşecek. Daha sonra eli ile dokunacak. Hekimin eli hastaya muhakkak değmesi lazım. Ve son olarak da kalbi ile dokunacak. Hastaya güler yüz gösterecek, ilgilendiğini hissettirecek.



Bütün bunları yapacak zamanı olmayan doktor kolaya kaçıyor ve tetkik isteyip onunla kolayca teşhise gitmeye çalışıyor. Radyoloji departmanlarının önü bu nedenle dolup taşıyor. Hasta sağlıklı bir şekilde değerlendirilmediği için de teşhis sağlıklı olmayabiliyor.



RADYOLOGLAR DA DERTLİ



Maalesef hastanelerin çoğunda durum böyle. Böyle olduğu için de ülkemiz hasta başına çekilen MR bakımından birinci sırada.



Geçenlerde yapılan Radyoloji toplantısında Türk Radyoloji Derneği başkanı açıklamış: “Türkiye’de nüfusa oranla radyolog sayısı az, ancak MR tetkiki sayısında dünya birincisiyiz. Bu durum bir başarı hikayesi değil, tetkik yorumlama sürecinde kaliteden taviz verilerek bir sayı artışının sağlanmasıdır. Radyoloğun 1-2 dakikada tetkik okumak zorunda kalınması da sağlık hizmeti kalitesini olumsuz etkiliyor.”

Bu olumsuzluk radyolog sayısındaki azlıktan kaynaklanıyor. MR çekiminde şampiyonuz ama radyolog oranımız Avrupa ülkelerinden 3 katı daha düşük.



Poliklinikteki doktorun nasıl hastayı geniş bir şeklide dinlemeye ve muayene etmeye zamanı yoksa, radyoloğun da yapılan tetkikleri dikkatli bir şekilde incelemesine vakti yok. Ve ne yazık ki, çoğu zaman teşhisler bu hızlı bir şekilde hazırlanan raporlar üzerinden konuyor.



Bir diğer problem de şu; bu tetkikler beklendiği için teşhis ve tedavi de gecikiyor. Oysa hekim daha basit bir şekilde hastasına teşhis koyup tedaviye bir an önce başlayabilir.



MR SAYISINI ARTIRMAK ÇARE DEĞİL



Bunları neden yazıyorum; gazetelerden öğreniyoruz, Sağlık Bakanlığı ihale açmış, bu ihaleyle 350 MR, 538 tomografi dahil 47 binden fazla cihaz alacak. Peki sorun bitecek mi? Hayır! Çünkü esas sorun MR sayısının azlığından değil, çok sayıda MR, BT isteği yapılmasından kaynaklanıyor.



Bu sorun ihalelerle çözülmez. Tıp eğitiminin ve sağlık sisteminin yeniden düzenlenmesi gerekir. Öncelikle Ne kadar çok hasta ve ameliyat o kadar çok para kazanma şeklindeki ticari zihniyet ortadan kaldırılmalıdır. Hasta kâr etme metaı değildir.



Tıp fakültelerinde öğrencilere nasıl teşhise gidileceği çok iyi bir şekilde öğretilmelidir. Hastaya belirli bir algoritma içinde yaklaşması gerektiği anlatılmalıdır. İyi bir hikâye alınması, iyi bir muayene sadece MR’ın değil, birçok gereksiz tetkikin yapılmasının da önüne geçer.



Doktora tıp fakültesinde ve eğitim hastanelerinde öğrendiği algoritmayı uygulayacak kadar zaman verilmelidir. Günde 100-120 hasta bakan bir hekimin yanlışlıklardan ve eksikliklerden kurtulması zordur.



Gereksiz yapılan MR tetkikleri ortadan kalkarsa, MR ihtiyacı da azalır. Radyologların daha sağlıklı rapor yazmasına da hizmet eder.



Bunlar yapılırsa, hasta başına çekilen MR sayısı bakımından kazandığımız şampiyonluğu kaybederiz ama hastalarımız çok şey kazanır. Unutmayalım, doğru teşhis olmadan doğru tedavi olmaz.

7 Ekim 2018 Pazar


KEŞKE TARİHTEN DERS ALABİLSEYDİK!

16 Bakanlığın denetiminin McKinsey isimli, CIA bağlantılı bir şirkete verilmesi akla Mehmet Akif’in şu sözünü getiriyor:

"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Tarihten ders alınmadığı için ülke borç batağına battı ve ekonomik olarak iflas noktasına yaklaştı. Dün Avrupa Sermayesi vardı, bugün Amerikan-İsrail sermayesi var. 1980 sonrası uygulanan ekonomik program bu sermayenin Türkiye’yi istila etmesine yol açtı. Sonuçta dün Düyun-u Umumiye vardı bugün McKinsey var.

VAHŞİ SERMAYE

Geçmişte Marx’ın yaptığı şu tespit bugün için de geçerlidir: “Sermaye… kâr olmaması ya da küçük bir kâr olması halinde dehşete kapılır. Uygun bir kâr olsun, aslan kesilir. Yüzde onluk emin bir kârla her yere gider, her işe girişir; yüzde yirmi ile canlanır; yüzde elli ile cüreti mutlaklaşır; yüzde yüz ile bütün kanunları ayaklar altına alır; yüzde üç yüz için işlemeyeceği cinayet yoktur. Kargaşalık ve kavga kâr getirsin, bunların her ikisini de teşvik eder.”

Bugünkü Türkiye tablosunun açıklamasını yukardaki cümlelerde bulmak mümkündür. PKK, YPG, PYD, FETÖ bu azgın Batı sermayesinin askerleridir.

Osmanlı’nın çöküşünü de Batı sermayesinin aşırı kâr peşinde koşma arzuları hızlandırdı. Osmanlı ekonomisini sermaye ve mal ihraç ederek yıktı, borç batağına soktu; tıpkı bugün yaptığı gibi.

ÖNCE İNGİLTERE VE FRANSA

1880’lere kadar Osmanlı Devleti’ni esas olarak sömüren ülkeler İngiltere ve Fransa idi. Fransa ve İngiltere, Osmanlı Devleti’nin ekonomik karar mekanizmalarını tamamen ve siyasal mekanizmalarını ise kısmen egemenlikleri altına almışlardı. 1880’lerde Türkiye yarı sömürge ülkesi haline dönüşmüştü.

Geçmişte Türk atlıları nasıl Avrupa içlerine akınlar düzenlemişlerse özellikle Tanzimat ile birlikte Batı sermayesi de Türkiye içlerine hücum etti; hem de en vahşi haliyle. Büyük sermaye Osmanlı Devleti’nin bankerleri haline geldi. Türkiye’yi borca boğdular. İhraç ettikleri sermaye ile ülkenin tüm servetlerine el koydular. Madenler onların oldu. Kara ve deniz nakliye araçları, demiryolları vapurlar hep yabancı sermayenin malı oldu. Limanlar, iskeleler hatta sahildeki fenerler bile Batı’nın malı oldu. Ülkenin en önemli gelir kaynağı tütün işi de yabancıların yönetimine girdi.

ALMANYA SON NOKTAYI KOYDU

1860’li yıllardan sonra Alman emperyalistleri de Osmanlı pastasından yemeye başladılar. Özellikle II. Abdülhamid döneminde pastadan çok büyük dilimler aldılar. Alman silah sanayiinin kârlı silah ticareti ve Deutsche Bank kanalıyla Anadolu demiryollarının yapımı için aldığı imtiyazlar Almanlar’a büyük miktarlarda kazanç sağladı. Krupp firması 14 000 Mark değerindeki modası geçmiş topları 165 000 Marktan Osmanlı’ya sattı. Hem de bunun gibi yüzlerce silahı… Bu silahları almak içinde Osamanlı devleti Deutche Bank’tan yüksek faizle borç aldı. Para iki kaynaktan Almanya’ya aktı.

Abdülhamid, demiryollarının imtiyazını verdi ve her yıl “kilometre teminatı” adı altında Almanlara yüklü miktarda para ödendi. Tıpkı şimdilerde köprü ve yol yapan firmalara verilen teminat gibi…

Avrupa sermayesinin istilasının sonuçları çok ağır oldu. Bu istiladan sonra Osmanlı Devleti içinde küçük ve orta sanayi hemen hemen hiç kalmadı. Dokumacılar, peştemalcılar, saraçlar, çadırcılar, kazancılar, kılıççılar, kaşıkçılar, fincancılar, tarakçılar yok oldu. Ticaretten, sanattan, esnaflıktan mahrum kalan halk gündelikçi, hamal, ırgat oldu.

Devlet sürekli borçlandı. Gelen paralarla Padişaha, paşalara, onlara yakın olanlar saraylar, köşkler yapıldı. Bu borçları ödeyemez duruma gelince Abdülhamid Düyun-u Umumiye idaresini kurdu. Artık yönetim sultan da değil, sefaretlerde, elçiliklerde ve Düyunu-u Umumiye yönetimdeydi.

BORÇLAR ANADOLU KÖYLÜSÜNÜN SIRTINA BİNDİ

Borçlar Anadolu köylüsünün sırtına bindi. Aşar adı altında köylüden alınan vergiler Anadolu’nun yoksul halkını daha da fakirleştirdi, açlığa, hastalığa mahkûm etti.

Durum tam da Atatürk’ün ifade ettiği gibiydi: “Gerçekten geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermayesi memlekette üstün bir yere sahip oldu. Ve ilmi manasiyle denebilir ki, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır”.

OSMANLI DEĞİL CUMHURİYETİN İLK YILLARI ÖRNEK ALINMALIDIR

Türkiye’yi tarihten ders almayarak bu duruma sürükleyen Erdoğan ve AKP iktidarının çözümü de yok. Çözümsüzlük içindeler ve Batı sermayesine tavizler vererek durumu düzelteceklerini sanıyorlar.

Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan planlı, karma ekonomiye geçmek gerekiyor. Öncelikle Batı sermayesinin Türkiye içinde serbest hareket etmesi önlenmeli, para trafiği kontrol altına alınmalıdır. Çare borçlanmada değil, üretim ekonomisindedir. 

Bunun için, iktidar muhakkak değişmeli ve tüm milleti kucaklayan, tarihten aldığı derslerle ve bilimsel yöntemlerle mücadele edecek bir milli hükümete ihtiyaç var. Çok değil, bir iki yıl içinde bu hükümet muhakkak kurulacaktır. Başka da çıkış yolu görünmüyor.