29 Temmuz 2015 Çarşamba

ABD VE TÜRKİYE

ABD'nin Türkiye politikaları iki temel amaca hizmet edecek şekilde düzenlenmişti. Birincisi, ekonomik programları ve kararları yönlendirerek Türkiye'yi borçlandırmak, özelleştirmeleri teşvik etmek, mal ve para giriş çıkışını devletin kontrolünden çıkarmak ve devletin ekonomi üzerindeki etkisini azaltarak kendisine ekonomik çıkar elde etmek. İkincisi ise, Türkiye'nin güneyinden toprak kopararak ikinci İsrail diyebileceğimiz bir kukla devleti kurmak.

Bugüne kadar bu politikalarında oldukça başarılı olmuşlardı. Bu amaçla içerisine F tipi örgütü yerleştirdikleri AKP'nin iktidar olması için çaba harcadılar. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen üçlüsünün yönetimde ve yasamada etkin olmasını sağladılar. PKK'yı açık ve gizli biçimde desteklediler. Irak ve Suriye'yi parçalayarak kurulacak yeni devlete toprak sağladılar.

F tipi örgütü kullanarak TSK'ni tasfiye etmeye, ABD politikalarına karşı çıkabilecek siyasetçileri, aydınları etkisizleştirmeye çalıştılar. Bu amaçla kumpaslar kurarak, komplolar uyguluyarak aydınlarımızı hapse attılar. Siyasi parti yöneticilerini değiştirdiler.

ABD politikaları bu şekilde kendileri açısından başarılı bir şekilde giderken işler onlar için ters dönmeye başladı. Türkiye'yi bölmek için yapılması düşünülen anayasa değişikliği milli güçlerin direnmesi sonucu rafa kaldırıldı.  Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı ile F tipi örgütün arası açıldı. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen koalisyonu bozuldu. F tip örgüt yasama organlarından ve diğer devlet dairelerinden tasfiye edilmeye başlandı. Bu örgütün finans kaynakları kurutulmaya çalışıldı. Halen mücadele devam ediyor.

Tutsak edilen silahlı kuvvet mensupları, siyasetçiler ve aydınlar F tipi örgütün yasama  içindeki etkinliğinin azalması ile özgürlüklerine kavuştu. Mahkumiyet kararlarını  veren hakim ve savcılar görevden uzaklaştırıldı.

ABD politikaları aleyhine bu gelişmeler olurken, çözüm süreci adı adı altında yürütülen Türkiye'yi bölme planları seçim sonuna kadar devam etti. Bu süreci AKP'nin yürütemeyeceği anlaşılınca onun tek başına iktidar olmaması için HDP'nin barajı aşması için Amerikancı çevreler büyük gayret gösterdi ve başarılı da oldular. AKP'nin tek başına iktidar olamayacağı kesinleşti.

Seçim sonrasında Erdoğan ve AKP ani bir karar değişikliği yaptı ve çözüm sürecini sonlandırdı. ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde oluşturmaya çalıştığı ikinci İsrail koridoruna şiddetle karşı çıkmaya başladı. Ve nihayet PKK kamplarına karşı çok yoğun bir saldırı başlattı ve çözüm sürecinin bittiğini açık bir şekilde ilan etti.

Ne oldu da Erdoğan ve AKP ABD yanlısı politikalardan vazgeçti bilemiyoruz. Bu sorunun cevabını ABD dış politikalarının dünya çapında değişmesinde bulabiliriz. ABD son zamanlarda Küba ve İran ile çok önemli anlaşmalar yaptı, ambargoları kaldırdı.  Suriye politikalarında da değişiklikler oldu; Esad ile görüşmelere başladı. Ortadoğu'da kullandığı IŞİD gibi bazı terör örgütlerinin üzerine gitmeye başladı. Yıllarca desteklediği PKK'yı ise TSK'nin insafına terk etti.


Bütün bu gelişmeler Türkiye için hayırlı olmuştur. Türkiye ve ABD çıkarlarının Ortadoğu'da çatışması her iki ülke için de iyi sonuçlar vermez. ABD'nin bunu anlaması ve Türkiye'nin sınırlarının değişmesi için gösterdiği çabadan vazgeçmesi gerekir.

Görünen o ki, AKP Türkiyeyi bölünmeye götürecek çözüm sürecinden vazgeçmiştir. Çözüm süreci yürüyecekse, artık başka partiler aracılığı ile yürüyecektir. CHP bu sürece sahip çıkarsa çok büyük hata yapar. AKP'yi süreçten vazgeçiren güçler CHP ile de mücadele etmesini  bilir.

Hiç kimse ABD'ye güvenerek politika belirlememelidir. Bugün PKK'yı yalnız bırakan ABD yarın da başkalarını yalnız bırakır.

26 Temmuz 2015 Pazar

SALDIRI MİLLİ DEVLETEDİR

Avrupa halkları yüz yıllarca dini görüş ve etnik farklılıklar nedeni ile çok kanlı savaşlar vermişler ve yüz binlerce insanın ölümüne neden olmuşlardır. Avrupa tarihi mezhep ve etnik savaşlar nedeni ile çok kanlı sayfalar taşır.

Bu kanlı dönem, milletleşme ve milli devletlerin kurulması ile sona erdi. İnsanlar, hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkenin eşit vatandaşı oldular. Hangi etnik kimliğe veya hangi dini görüşe mensup olursa olsun tek bir millet olarak birleşti. Milli devletler içerisinde insanlar eşit vatandaşlar oldular ve insan hak ve özgürlüklerinden aynı oranda faydalandılar. Kan ve düşmanlık bitti, refah ve özgürlük arttı.

Kuzey Amerika halkı da İngiltere'ye karşı bir bağımsızlık savaşı vererek tek millet kimliğini kazandı ve milli devletini kurdu. Bu devletlerde insanları bir arada tutan en önemli bağ ise dil oldu.  Farklı dillerin konuşulduğu ülkelerde eğitim dili tek oldu. ABD gibi çok sayıda farklı etnik kimliğin bir arada yaşamasının sebebi İngilizcedir. Tek dil tek millet olmanın en önemli faktörüdür.


Milli devletler, milletler için bir kale görevi görür. Bu kalenin içinde insanlar özgür ve bağımsız yaşar. Refahlarını artırmaya çalışırlar. Kendilerini dış güçlere karşı bu kale ile korurlar. İşte  bu nedenle, milli devletlerini daha önce kuran Avrupa'nın gelişmiş ülkeleri ve ABD emperyalist emellerini gerçekleştirmek için gelişmekte olan ülkelerin milli devletlerine saldırırlar. Türk Milleti'nin milli devleti de Türkiye Cumhuriyetidir. Türkiye Cumhuriyeti özellikle 1945 yılından sonra bu saldırılardan geniş oranda etkilenmeye başladı. 1980 öncesi olayları, 1980 ihtilalini ve daha sonra gelişen terör saldırılarını bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Emperyalist güçler milli devletleri yıkmak için öncelikle iç cepheye saldırırlar. Hainleri ve işbirlikçileri kullanırlar, gafillerden faydalanırlar.  Yıllar önce Atatürk'ün yaptığı tespit de budur:

"..Önemli olan, memleketi temelinde yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu gerçeği bizden iyi bilen düşmanlar bu cephemizi yıkmak için yıllarca çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da kazanmışlardır. Gerçekten kaleyi içinden almak, dışından zorlamaktan kolaydır..."

Türk Milleti'nin kalesi olan Türkiye Cumhuriyeti de iç cephe düşürülerek yıkılmaya çalışılıyor. Bu nedenle Siyasi partiler yeniden yapılandırılıyor, Milli güçler asker sivil demeden komplolarla, kumpaslarla tutsak ediliyor. Milli birlik bozulmaya çalışılıyor. Medya işgal ediliyor. Binlerce etki ajanı yazar, gazeteci, aydın, din adamı kılığı ile televizyon televizyon gezip emperyalizmin amaçlarına hizmet ediyor.

İrticai hareketleri ve PKK terör örgütünün ve onun siyasi uzantısı HDP'nin faaliyetlerini de bu gözle görmek gerekir. Özellikle 1980 sonrası her iki hareket de Cumhuriyet yıkıcılığında birbirleri ile yarışır oldular ve çok önemli mesafeler aldılar.

PKK, ABD ve diğer emperyalist devletlerin piyonudur. ABD ve İsrail'in kurmak istedikleri kukla devlet için kullandığı eli kanlı, vahşi ve acımasız bir örgüttür. Bu örgüt Türk milli devletini yıkmak için etnik bölücülüğü yöntem olarak kullanıyor.  PKK'nın kullanılma amacı ise, iç cepheyi düşürmek...

AKP hükumetlerinin PKK ile mücadele edeceğine, tam tersi olarak, terörü özendiren ve kolaylaştıran politikalar izlemesi ile terör milli devletimiz için çok önemli bir tehdit haline dönüştü. Çözüm süreci adı altında verilen tavizler PKK'yı daha da güçlendirdi.

PKK lideri Apo'nun 21 Mart 2013 günü Diyarbakır Nevruzunda ilan ettiği bildiri milli devleti yani Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkma programıdır. Buna rağmen çözüm süreci adı altında bu eli kanlı örgüte tavizler verilmesi iyimser bir söylemle tam bir gaflettir.

Son seçimlerde HDP'nin PKK ile özdeş olduğunu ihmal eden veya anlamak istemeyenlerin verdiği oylarla TBMM'ne giren terör örgütü, dış güçlerden  aldığı destekle milli devletimize saldırılarını yoğunlaştırdı. İçeride askerimize, polisimiz, korucularımıza saldırırken, kurulması planlanan ikinci İsrail'in denize ulaşması için  Suriye'nin kuzeyine hakim olmaya ve burada bir Kürt koridoru açmak için mücadeleye başladı.

Türk Milleti bağımsızlığı için, özgürlüğü için, refahı ve mutluluğu için milli devletini emperyalist güçlere ve onun içimizdeki piyonlarına karşı korumalıdır. PKK ile yürütülen müzakerelere son verilmeli ve devletimizin egemenliği yurdun her karış toprağında tesis edilmelidir. Devletin güvenlik güçlerinin dışında ülkede hiç bir silahlı güç kalmamalıdır. Gaflet ve ihanet son bulmalıdır.

Milli devletimiz yıkılırsa, etnik kimliği ne olursa olsun herkes bunun altında kalır.  Bu gerçek asla unutulmamalıdır. Etnik kimlik farklılıkları yüzünden parçalanan ülkelerin hepsinde binlerce insanın kanı akmıştır. Akacak kan bizim yani etnik kimlik fark etmeksizin tüm Türk milletinin kanı olacaktır.

Emperyalizmin bu kanlı planını bozmanın tek yolu, Türk milli kimliği altında bir ve beraber olarak milli devletimizi, yani Türkiye Cumhuriyeti'ni yaşatmak ve kanun önünde eşitliği ve kardeşliği kabul ederek ülkenin refahı için çalışmaktır.

24 Temmuz 2015 Cuma

SEVR VE LOZAN

24 Temmuz 1923 Türk tarihinin en önemli günlerinden birisidir. Bu tarihte imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun yolu açılmıştır. 19 Mayıs 1919 tarihinde başlatılan milli mücadelenin zaferle bittiğinin tescilidir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Lozan hakkkındaki değerlendirmesi şöyledir:
"Saygıdeğer efendiler, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri öteki barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış Büyük Suikast’ın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir"
Bu siyasi zaferin tam olarak anlaşılması için Osmanlı Hükumetinin 10 Ağustos 1920 tarhinde kabul ettiği Sevr antlaşması ile kıyaslanmasına fayda vardır:
SINIRLAR:
Sevr'de kabul edilen:
Trakya Sınırı: İstanbul hariç kalmak üzere Trakya bölgesi Yunanlılara veriliyor.
İzmir Bölgesi: İzmir ve etrafındaki önemli bir kısmın kullanma hakkı Yunanistana veriliyor.
Suriya Sınırı: Osmaniye, Bahçe Gaziantap, Birecik Urffa Mardin, Nusaybin Suriye toprakları olarak kabul ediliyor ve Fransız hakimiyetine bırakılıyor.
Boğazlar bölgesi: İtilaf devletlerinin kontrolüne bırakılıyor.
Lozan'da kabul edilen: Hatay hariç, bugünkü sınırlar kabul ediliyor. Hatay daha sonra ülke topraklarına katılıyor.
KÜRDİSTAN:
Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge için itilaf devletleri temsilciliklerinden kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacak. Bir yıl sonra Kürt halkı isterse bir Kürt devleti kurulacak ve Türkiye Liseliler Birliği - TLB Kayseri bu bölgedeki tüm haklarından vazgeçecek.
Lozan'da söz konusu bile edilmemiştir.
İKTİSADİ NÜFUZ BÖLGELERİ
Fransız nüfuz bölgesi: Suriye sınırıyla aşağı yukarı Adana ilinin batı ve kuzey sınırı, Kayseri ile Sivas’ın kuzeyinden geçen ve Muş’u dışarıda bırakarak bu kasabaya yaklaştıktan sonra Cizre’ye giden bir hattın içinde kalan bölge.
İtalyan Nüfuz bölgesi: İzmit yarımadasından çıktıktan sonra Afyonkarasihar’a kadar Anadolu demiryolu hattı ve oradan Kayseri yakınlarında Erciyas dağı yöresine kadar giden hatla İzmir bölgesi, Adalar Denizi, Akdeniz ve Fransız bölgesi arasında kalan bölge.
Lozan’da: Söz konusu edilmemiştir.
İSTANBUL:
Sevr'de: Antlaşma samimiyetle uygulanmadığı takdirde İstanbul da bizden alınacaktır.
Lozan'da: Söz konusu olmamıştır.
ADLÎ KAPİTÜLASYONLAR
Sevr'de: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın temsil edildikleri dört üyeden kurulu bir komisyon, kapitülasyonlardan yararlanan diğer devletlerin uzmanlarıyla birlikte yeni bir usul düzenleyecek ve Osmanlı Hükûmeti’ne danıştıktan sonra bu usulü tavsiye edebilecek. Osmanlı Hükûmeti bu usulü kabul edeceğini şimdiden taahhüt edecek.
Lozan'da: Söz konusu olmamıştır.
MALÎ HÜKÜMLER
Sevr'de: İtilâf Devletleri, Türkiye’ye yardım olsun diye, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden kurulu bir Maliye Komisyonu oluşturacaklar; bu komisyonda danışman olarak bir Türk komiseri bulunacaktır. Türkiye'nin tüm mali işleri bu komisyon tarafından yönetilecek. Bütçenin yapılması, borçların ödenmesi, gümrüklerin düzenlenmesi gibi konularda bu komisyon yetkili olacak.
Lozan'da: Söz konusu olmamıştır.
Batılı güçlerin Sevr ile başlattıkları planın özü şuydu: Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan-Kürdistan gibi tampon devletlerle Anadolu’daki Türk varlığının Asya’dan fiziken koparılması; Batı ve Güney Anadolu’nun Yunan, İtalyan ve Fransız hakimiyetine bırakılmasıyla Anadolu’daki Türk varlığının üç cepheden kuşatılması; Ankara dolaylarına sıkıştırılmış ve kuşatılmış olan Türk Milleti’nin Sevr sonrası yapılacak ileri bir harekatla tarihten silinerek Anadolu’nun ele geçirilmesi...
Sevr ile kıyaslandığında daha net biçimde görüldüğü gibi Lozan tam bir siyasi zaferdir. Bu antlaşmanın imzalanmasında 3 ay sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Batılı güçlerin Sevr antlaşması ile Anadolu'da Türklüğün yok edilmesini hedefleyen niyetleri Lozan ile berteraf edilmiş ve Türk egemenliğinin sonsuzluğa kadar yaşayacağı tescil edilmiştir.
Aynı güçlerin bugün de bu emellerine farklı biçimlerde ulaşmaya çalıştıkları görülmektedir. PKK, PYD, IŞİD gibi örgütlerin piyon olarak kullanıldığı bu oyuna Türk Millet geçmişte olduğu gibi bugünde izin vermeyecektir. Sevr tarihe gömülmüştür, Lozan ise ebediyen yaşayacaktır. 

20 Temmuz 2015 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİ GÖREV BAŞINA 

Bugün iki mel'un terör saldırısı ile kalplerimiz sızladı. Önce Suruç'da patlayan bomba sonucu 30 insanımızın öldüğünü, 100 insanımızın ise yaralandığını öğrendik. Sonra, ikinci kötü haber Adıyaman'dan geldi: HDP'liler (PKK) bir çavuşumuzu şehit etmişler, iki askerimizi ise yaralamışlar. Ölenlere Tanrı'dan rahmet,yaralılara acil şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

Irak'da ve Suriye'deki ateş ülkemizi de iyice sarmaya başladı. Bu ateşi yakanın kimler olduğunu iyi biliyoruz.  ABD ve İsrail'in Orta Doğu planlarını   Condoleezza Rice 2003 yılında açıklamıştı. 22 ülkenin sınırları ve yönetimi değişecek denildi. ABD ve İsrail bu projeyi gerçekleştirmek için, hedef ülkelerin milli devletlerine, milli birliklerine ve milli ekonomilerine saldırıyorlar. Milli birliği bozmak için etnik kimliklere, dini inançlara, mezhep farklılıklarına göre insanları bölüyorlar, onları birbirlerine düşman haline getiriyorlar, silahlandırıyorlar ve birbirlerine ve kendi  milllî devletlerine saldırtıyorlar.

Orta Doğu'da ne kadar terör örgütü varsa ki, bunlara PKK da dahildir, ABD'nin kuklasıdır ve hizmetkarıdır. Sadece terör örgütleri değil, yöneticiler de, medya mensupları da, sivil toplum örgütleri de ABD'ye bilerek veya bilmeyerek hizmet ediyorlar. Türkiye'deki siyasi partileri, medya mensuplarını ve sivil toplum örgütlerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Milli devletleri yıkmak için ve ülkeleri bölmek için etnik kimlik üzerinden veya mezhep farklılığı üzerinden politika yapan herkes BOP projesinin yani ABD ve İsrail'in hizmetine girmiş sayılır. PKK'yı da (HDP) bu gözle görmek gerekir. PKK (HDP) yıllardır uyguladığı terör faaliyetleri ile binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına sebep olmuştur. IŞID'dan  tek farkı var;  IŞİD adam öldürmek için dini inancı kullanıyor, PKK ise etnik kimlik farklılığını.

Suruç'ta meydana gelen bu elim olayı kınayanların ellerinde  bebek katili ve teröristlerin başı Apo'nun posterlerinin bulunması ise tam bir komedidir. IŞİD ne kadar zalim ise PKK da o kadar zalimdir.  İkisi de kukladır ve bu kuklaları da oynatan bellidir.

IŞID'in  görevi  Suriye'yi bölmek; PKK'nın (HDP) görevi ise Türkiye'yi bölmek. İkisini de görevlendiren aynı merkez; ABD ve İsrail ortaklığı. Irak, Suriye ve Türkiye bölünecek, ikinci İsrail devleti, Kürdistan adı altında kurulacak.

Bugünkü patlamadan sonra yapılan TV yayınlarında bunu anlamak mümkün. Barış cephesi adı altında HDP'ye yani PKK'ya yani eli bebek, ihtiyar, genç, öğretmen, mühendis, köylü, işçi, polis, asker ve komutan kanı  bulaşmış bir örgüte destek isteniyor. Çünkü bunlar özgürlük savaşcılarıymış. Ülkeyi bölmenin adı demokratikleşme oldu.

Bu patlama sonucunda bölücü cephe saflarını sıklaştırmaya başladı. Bu cepheye karşı muhakkak Türkiye Cephesi kurulmalıdır. Gerçek Türk aydınları, gençleri, yaşlıları bu cephede görev almalıdır. Ülkenin geldiği nokta son derece kritiktir. Kanla, irfanla kurduğumuz Cumhuriyetimiz gaflet ve ihanet ile yıkılmak üzeredir. AKP, CHP, HDP koalisyonu kapalı kapılar ardında oluşmuştur. Bu oluşumun yapacağı ilk şey, Anayasanın ve bazı kanunların değiştirilmesi, Türk Milletinin anayasadan çıkarılması ve bölünme sürecine hız kazandırılmasıdır. Türkiye cephesi buna izin vermemelidir.

Atatürk'ün şu sözlerinde bize yüklediği görevin zamanı gelmiştir ve geçmek üzeredir:  "Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini korumaktır".

15 Temmuz 2015 Çarşamba

GÜN BİRLEŞME VE DİRENME  GÜNÜDÜR

Emperyalizm saldırdıkça saldırıyor.  Milli birliğimize, vatanımızın bütünlüğüne ve milli ekonomimize oklarını yöneltmiş, durmaksızın atıyor. Acı olan ise, içimizdeki gafillerin, hainlerin ve her türlü işbirlikçilerin bizi içimizden hançerlemeye devam etmesi. Türk milletinin direnci kırılmış, bazı vatanseverlerin ve kurumların direnmeye çabalaması ise yeterli faydayı sağlamıyor. Bu bir acı hakikat ve bunu saklamanın faydası hiç yok.

Ne yazık ki, durum bu ve ne yazık ki, Türk milleti  direnemiyor. Direnemiyor çünkü işbirlikçiler direniş kaleleri olan siyasi organları ve medyayı kontrol altında tutuyor. Türk gençliği ise hâlâ 1980 öncesi bölünmüşlük duyguları içinde hareket ediyor. Bu da yetmiyormuş gibi, inandıkları partilerin  liderleri gençliği kontrol altına almış, emperyalizme karşı direnme güçlerini pasifize etmiş durumda.

Kendisini solcu olarak değerlendiren gençlerin bir kısmı vatansız, milliyetsiz sol örgütlerin peşine takılmış, emperyalizme hizmet ediyor ama farkında değil. O kadar farkında değil ki, HDP gibi bir Amerikan piyonu olmuş bir partiyi sol sanıp ona destek veriyor. Ülkeyi bölmeyi toplumculuk sanıyor. Kendisini solcu sanan bir kısım gençler ise CHP ile birlikte hareket ediyor çünkü CHP'yi solcu sanıyor.  Yemin töreninde sol yumrukları havaya kaldırmakla insan solcu olmaz. CHP'nin solla ve Atatürk ilkeleri ile ilgisi kalmamıştır.

Emperyalizmin sömürü düzenine karşı çıkmadan, siyasi ve ekonomik tam bağımsızlığı savunmadan, emperyalizmin diğer ülkeleri sömürmek için kullandığı liberaleşmeye ve Batı'nın güdümünü kabule yol açan küreselleşmenin uygulanan bu şekline karşı çıkmadan, ezilen ve yoksul bırakılan halkın yanında olmadan, servet, gelir ve fırsat eşitsizliğini ortadan kaldıracak politikaları sahiplenmeden solculuk da olmaz, Atatürkçülük de olmaz. Bir kaset operasyonu ile yönetimi değişen CHP'nin sol bir parti olmadığını bilmek lazım.

Ülkücülerin ise ne kadar milliyetçi olduğu tartışılmalıdır. Tartşmadan önce milliyetçi olmanın özelliklerini hatırlatmak gerekir. Türk milliyetçisi her şeyden önce Türk milletinin tam bağımsızlığını, milli egemenliği, milli çıkarlarını, başta Türkçe olmak üzere milli kültürü, milli birliği ve vatanın bütünlüğünü, özetlersek milli devleti yani Cumhuriyet'i savunur.

Milliyetçilerin savunması gereken değerler öncelikle bunlardır. Bu değerlere kim saldırıyorsa, savunmayı da ona yöneltmek lazım. Yıllardır başta ABD olmak üzere Batı'nın saldırısı altındyız. Bir türlü Lozan'ı ve Cumhuriyet'i kabulenemediler. Dün Sevr olarak karşımıza çıkardıkları projeyi bugün BOP olarak çıkarıyorlar.  Dün Osmanlıyı nasıl sömürüp  hasta adam haline getirdilerse, bugün de Türkiye Cumhuriyetini liberalleşme, özelleştirme, küreselleşme adı altına sömürüyorlar.

Devlet Bahçeli'yi lider bilmiş bir MHP'nin bu saldırılara karşı aktif bir direncini görmedik. ABD'nin, AB'nin düşmanca tutumu ortada iken hâlâ bu ülkeleri dost ve müttefik görmek en büyük hatadır.  Batı'nın bize empoze ettiği politikaları  kabullenen 57. Hükumetin başbakan yardımcısı Bahçeli di.  ABD'nin has adamı Kemal Deviş ile birlkte Türkiyeyi  3 Kasım'da seçime götüren ve iktidarın ABD'nin arzu ettiği biçimde oluşmasını sağlayan Bahçeli idi. AKP'nin milli devletimize ve milli birliğimize yönelik uyguladığı  yıkıcı politikaların karşısında her hangi bir direnç göstermeyen de Bahçeli idi. İşte bunun için diyoruz ki, Bahçeli yönetimindeki MHP gerçek anlamı ile milliyetçi bir parti değildir.

Tüzüğünde ve ambleminde milliyetçilik ilkesi buunan CHP'nin de milliyetçi bir parti olduğunu söylemek, yukardaki kriterler ele alındığında imkansızdır.

Milliyetçilerin ve halkçıların böyle kontrol altında tutulduğu, Atatürkçülüğün Amerikalilar gibi yaşama biçiminin ötesinde bir kabul görmediği bir toplumda emperyalizm her türlü kötülüğü yapmaya devam ediyor. Gerçek anlamı ile bir direnç cephesi oluşmadıkça da devam edecek gibi görünüyor. Bunun için milliyetçilerin ve solcuların ayaklarına değil ama beyinlerine takılan prangalardan kurtulması ve gerçek kimliklerine kavuşması gerekir.

Milliyetçiler solcuyum demeye, solcular ise milliyetçiyim demeye çekiniyor;  birbirlerini rakip hatta düşman görüyorlar.  80 öncesi tutum azalsa bile devam ediyor. Cumhuriyetimiz tehlikede, milli birliğimiz tehlikede, vatan topraklarımız tehlikede; yetmezmiş gibi, ekonomimiz giderek bozuluyor, borç batağına batmaya devam ediyoruz. Gün ayrılma değil birleşme günüdür, direnme günüdür.  Solcu olmak, milliyetçi olmaya, milliyetçi olmak solcu olmaya engel olmamalıdır. Bunun en iyi örneği Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarıdır.

Bu kadro, anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi vermiş ve onun sonunda kayıtsız şartsız millet egemenliğine ve tam bağımsızlık esasına dayanan cumhuriyeti kurmuştur. Türk milleti, kul olmaktan çıkmış, cumhuriyetin eşit vatandaşları haline gelmiştir. Siyasi bağımsızlık ile yetinilmemiş, iktisadi bağımsızlık da sağlanmıştır. Milli tarih anlayışı geliştirilmiş ve Türkçe diğer dillerin işgalinden kurtarılmıştır.

Fransız devrimi sonrası toplanan parlementoda kral yanlıları kürsünün sağında, halk egemenliğini isteyenler ise solunda oturdukları için sağ ve sol terimleri kullanılmaya başlanmıştır. Toplumda köklü değişiklikler ile birlikte egemenliğin halka verilmesini isteyenler solcu olarak nitelendirilmiştir. Solculuğun temelinde insanın insanı sömürmesine karşı direnme de vardır. Musataf Kemal Atatürk'e solcu dememizin özündeki gerçekler bunlardır.  Milliyetçiliğinden ise asla şüphe yoktur. Bir milletin vatan topraklarını işgalden kurtaran, o milleti egemen kılan bir lider elbetteki milliyetçi olarak kabul görür.

O halde birleşilecek yer bellidir. Solcuyum diyenin de, milliyetçiyim diyenin de toplanacağı yer Atatürk heykelinin altıdır. Ataürk ilkeleri doğrultusunda yeni bir kurtuluş mücadelesi başlatılmalıdır.

Cumhuriyet ve onun kazanımları tehlike altındadır. Vatan toprağımız, milli birliğimiz, bağımsızlığımız, özgürlüğümüz, aydınlığımız, ormanlarımız, derelerimiz, madenlerimiz, ekonomimiz ve geleceğimiz tehlike altındadır.

Seçim öncesi planlanan dışardan HDP'nin destekleyeceği AKP-CHP koalisyoonu kurulmak üzeredir. Bu koalisyonun ilk yapacağı şey anayasa değişikliğidir. Türk Milleti anayasadan çıkarılacak ve ileri demokrasi ve insan hakları gibi  kavramlar kullanılarak bölünmeye giden yol açılacaktır. Bu plan, Türk milletinin değil, Batı'nın planıdır. Bu plana ancak sağ, sol, milliyetçi, devrimci demeden tüm Türk  Milleti olarak birleşip karşı durabiliriz.

Onun için diyoruz ki, gün birleşme ve direnme günüdür. Ya birleşip direne, direne kazanacağız; ya da direnmeden kaybedeceğiz.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

CHP-YCHP


Kılıçdaroğlu ve yardımcıları sürekli CHP'nin 1930'ların ve Atatürk'ün CHP'si olmadığını söylüyorlar ve yeni CHP (YCHP) vurgusu yapıyorlar. Çok da doğru söylüyorlar; CHP'yi getirdikleri noktanın Atatürk'ün partisi ile pek fazla benzerliği kalmadı.

Atatürk'ün CHP'ini bilmeden ve anlamadan YCHP'nin farkı anlaşılmaz. Eskiye dönüp bakmak lazım. Biz de öyle yapalım, Erzurum Kongresi'ne kadar gidelim.

Mustafa Kemal Paşa kongreyi açar ve konuşmasını şöyle sürdürür: "... ve işte bütün bu menfur zulümlerden ve bu bedbaht acizlerden, tarihimize karşı reva görülen haksızlıklardan müteessir olan milli vicdan kurtuluş çığlığını yükseltmiş ve Müdafaa-i Hukuk-u Milliye ve Müdafaa-i Vatan ve Müdafaa-i Hukuk-u Milliye ve Redd-i İlhak muhtelif namlarla ve fakat aynı mukadesatın temini için ortaya çıkan milli cereyan, artık aynı bütün vatanımızda bir elektirik şebekesi haline girmiş bulunuyor..." 

Mustafa Kemal bu şebekeyi "şebeke-i azimkârane" olarak nitelendiriyor. İşte bu "şebeke-i azimkârane" CHP'nin doğuşudur.  Yani CHP milletimize ve onun tarihine karşı yürütülen zulümlere ve haksızlıklara karşı milletinin bağrından yükselen çığlıktır. 

Bu teşkilat, "belki birbirinden ayrı ve hariç olmayıp halk namı altıda bulunan umum milleti müşterek ve birleşmiş olarak" zafere taşır.   Bu zaferin sonunda  emperyalizm yenilir  ve saltanat yıkılır. 

Emperyalizm ve onun işbirlikçileri yenilmiştir ama görev bitmemiştir. Cumhuriyet'in kurulması ve devrimlerin yapılması gerekir. Bunun için de bir "teşekkül-i siyasi"ye ihtiyaç vardır. Mustafa Kemal Paşa  İzmit'te gazetecilere şöyle der: " ...Bunun için milletin toplam ihtiyaçları ve mazideki zararlarını tatmin ve telafi edebilecek, en makul programı tespit etmeye mecburuz. Bu ancak, bir teşekkül-i siyasi ile olur." Bu teşekkül-i siyasinin niteliği sorulunca cevap verir: "Öyle bir fırkanın ruhu aslisi istiklâl-i tam  ve kayıtsız şartsız hakimiyet-i milliyedir". Demek ki CHP'nin asıl ruhu tam bağımsızlık ve milletin kaytısız şartsız hakimiyetidir. O millet de Türk Milletidir. 

Türk Milleti emperyalizme karşı mücadelesini kazandı ve  Mustafa Kemal önderliğinde Cumhuriyet'i kurdu. Böylece,  bu anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi, kayıtsız şartsız milli  egemenliğe dayanan cumhuriyeti ve kılavuzu bilim olan bir milleti ortaya çıkardı. 

Bu, Kemalist devrimin bir sonucudur. Cumhuriyet yıkılınca "altı ok" diye nitelendirilen ilkeler  kabul edildi. Bu ilkelerin amacı, saltanatın yıkılarak cumhuriyetin inşası, milli egemenliğe dayanan mill devletin kurulması ve sağlamlaştırılması, halkçı bir yönetim, Ortaçağın zincirlerinden kurtulmuş aydın bir toplum ve devletçilik ile başarılan planlı kalkınma idi. O yıllarda bu amaca da ulaşıldı.  Mustafa Kemal ve onunla birlikte olan inanmış ve fedakar bir kadro bu amacı gerçekleştirdi. 

Bu mücadele aslında bir ölüm kalım savaşıydı. Bir milletin kendisini yok etmeye çalışan düşman güçlere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı ölümcül bir mücadeleydi. Karşılarında Türkiye'yi parçalamaya, kararlı ve Türklere karşı nefret dolu bir Batı dünyası vardı. Cumhuriyet gökden inmedi, böyle ölümcül bir mücadelenin sonunda kuruldu. Milleti ile birlikte  bu ölümcül mücadeleyi veren ve bağımsızlık için ölümü göze alan kadro, aynı zamanda CHP'yi de kuran kadroydu.

Bu kadro aynı zamanda ekonomik kalkınmayı da sağlayan kadrodur. Antiemperyalist olan bu  kadro, serbest piyasacılığı  (liberalizm) her zaman reddetti. Üretimin amacını, bireysel kâr olarak değil, toplumun genel çıkarı diye önemsedi. Özellikle 1930'dan sonra uygulanan planlı ekonomk program sayesinde "Türk Mucizesi"ni gerçekleştirdi. Bu yıllarda en hızlı kalkınan ülke Türkiye idi. 

Atatürk'ün yanındakiler elbette sadece paşalar değildi. Çok değerli düşünür ve yorumcuları da Mustafa Kemal ile birlikte idi. Kimler vardı derseniz, bazılarını sıralayalım: Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Refik Saydam, Tevfik Rüştü Aras, Mustafa Necati, Reşit Galip, Yusuf Kemal Tengirşek, Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Ahmet Ağaoğlu, Hikmet Bayur, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Naşit Hakkı Uluğ ve İsmail Hüsrev Tekin...

Milli hakimiyet ve tam bağımsızlık ilkeleri doğrultusunda kurulan cumhuriyetin kurucu partisi CHP'nin 6 okla gösterilen ilkeleri ise şunlardı: Cumhuriyetçilik, devletcilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik ve laiklik. 

Kılıçdaroğlu ve ekibinin beğenmediği CHP, işte bu CHP'dir. 

Dün emperyalistler bizi nasıl sömürdü ise,  bugün de liberalizm, küreselleşme, dünyaya açılma, özelleştirme, devleti küçültme gibi programlarla sömürü düzenini devam ettirmek istiyorlar . Bu sömürü yetmiyormuş gibi milli devletimizi yıkmanın ve ülkemizi parçalamanın hesapları yapıyorlar.  En büyük yardımcıları da AKP ve HDP.  Bu partilerde yoğunlaşan işbirlikçiler olmasa emperyalistler bu kadar rahat hareket edemezler. 

Eski CHP olsa emeryalizmin bu projelerine şiddetle karşı çıkar, ülkenin bölünmesine giden yolları kapatır ve tam bağımsızlık ile milli egemeneliği eskisi gibi savunurdu. YCHP ise ekonomiyi emperyalizmin has adamı Kemal Derviş'e emanet etmeye hazırlanıyor. Bölünmeye giden yolları  kapatacağına, bu yola halı düşüyor.  

CHP'nin kadrolarını sıralamıştım; şimdi onları yeni CHP kadroları ile kıyaslayın bakalım: Kemal Kılıçdaroğlu, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekaroğlu, Kemal Derviş, Murat Özçelik, Gürsel Tekin... İşte bu kadro, Musatafa Kemal ve arkadaşlarını ve onların politikalarını beğenmiyor; güler misin, ağlar mısın?

6 Temmuz 2015 Pazartesi

4 TEMMUZ'DA KUTLANAN NE?

4 Temmuz günü Amerika'da olmak varmış. Bugün ABD için önemli bir gün. 4 Temuz 1776 tarihinde "Amerika Bağımsızlık Bildirgesi" tüm dünyaya ilan edilmiş. ABD'nin kurulduğu tarih olarak kabul edilen bu günde çok görkemli kutlamlar yapılıyor. Bu kutlamaların en büyük özelliği ise, havai fişek gösterileri oluyor. NewYork'tak gösterileri televizyondan izledim, çok güzeldi. Bu gösterilerin en ilginç tarafı ise, izleyicilerdi; meydanda beyazlar, siyahlar, çekik gözlüler, esmerler, sarışınlar ellerinde ABD bayrakları ile heyacanla gösteriyi izliyorlardı.  Amerikanın en önemli bir gerçeği de bu işte: Dünyanın br çok ülkesinden insanlar gelmiş ve Amerikalı olmuşlardı; hala da gelmeye devam ediyorlar.

4 Temmuz bildirisi,  Massachusetts'ten John Adams, Pensilvanya'dan Benjamin Franklin, Virjinya'dan Thomas Jefferson, New York'tan Robert R. Livingston, ve Connecticut'tan Roger Sherman tarafından oluşan beşli komite tarafından hazırlanmıştır. Bildirgenin büyük bir bölümü Jefferson tarafından yazılmıştır.

Bildirgede şu sözler yer almaktadır: "Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz".  Bu sözleri doğru okumak ve yorumlamak lazım. Buradaki insan sözcüğü ile  Amerikalı beyaz adamlar kastedelmektedir. Kızılderililer ve Afrika kökenliler uzun yıllar insan olarak kabul edilmemiş ve beyazlar için geçerli olan haklar bunlardan esirgenmiştir.

Bugünlerde de Amerikanın gözünde, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların " hayat, özgürlük ve mutluluğu arama" hakklarının olduğu pek de kabul görmemektedir. Tarih boyunca, Güneydoğu Asya, Irak, Suriye, Lübya, Afrika, Güney Amerika, Orta Amerika'daki ABD uygulamalarına bakınca haklı olduğumuz görülecektir. ABD'nin gaddarca ve tamamen kendi çıkarları doğrultusunda uyguladığı politikalar sonucu milyonlarca insan ölmüş, işkencelere maruz kalmış, evinden, yurdundan göç etmiştir.

Amerika güçlü ve zengin  bir ülkedir ve bu güce  biraz da tesadüfen ulaşmıştır. Avrupalı göçmenler Amerikay'ya geldiklerinde çok geniş tarım alanları, ormanlar, su kaynakları, altın, petrol gibi doğal zenginlikleri olmuş meyve gibi topladılar. Kızılderililerin milyonlarcasını öldürüp kendilerine devasa çiftlikler kurdular. Bu çiftliklerde Afrika'dan getirttikleri siyah insanları köle olarak çalıştırdılar.

Avrupalı bu göçmenler elde ettikleri zenginlikleri akıllıca kullanmayı bildiler. Avrupa bilimini, teknolojisini ve beyin gücünü transfer ettiler ve bilime, teknolojiye, eğitime çok büyük önem verdiler. Hitler döneminde Almanya'dan kaçan bilim adamlarını, sanatçıları ülkelerine kabul edip, onlardan yararlandılar. 1945'den bu yana da dünyann birçok ülkesinden "beyin" ithal etmeye devam ediyorlar.

Amerika'nın zenginleşmesinde uyguladıkları sömürü yöntemlerinin de çok etkisi olmuştur. Bu yöntemlerle ucuz ham madda, ucuz iş gücü sağladıkları gibi kendi ürünlerine de pazar oluşturmuşlardır. Geçmişte daha çok askeri müdahalelerle gerçekleştirdikleri sömürüyü şimdilerde farklı yöntemlerle yapıyorlar.

Yeni sömürü yönteminde gelişmekte olan ülkelerin egemen sınıflarını kendi sömürülerine ortak ediyorlar. O ülkelerdeki işbirlikçilerinden faydalanıyorlar. Medyayı ele geçirerek ve algı yöntemleri  ile Amerika çıkarlarına hizmet edebilecek parti ve kimseleri iktidara taşıyorlar.

Örnek mi istiyorsunuz? Türkiye'den daha iyi örnek mi olur? TBMM'de 4 siyasi parti var, bunlardan hangisi sizce ABD projelerine ve sömürü düzenine karşı bir davranış sergiliyebilir? BOP eşbaşkanlığını yürüten Erdoğan ve AKP mi? Bir kaset oprasyonu ile genel başkanı ve tüm yöneticileri değiştirilmiş ve "ulusalcılar"ı kovulmuş CHP ve Kılıçdaroğlu mu? Bugüne kadar ABD projelerine karşı laf olsun diye değil, gerçek anlamı bir kere bile  karşı çıkmamış, ABD'yi değil de hala komünizmi düşman gören ve ABD'nin has adamı Kemal Derviş'in bakan olmasını kabul etmiş olan Bahçeli ve MHP'mi? Tam bir ABD kuklası olan HDP'den bahsetmeye bile değmez.

Amerika, güya bizim müttefikimiz oluyor ama bizim milli devletimizi yıkmak için her yöntemi deniyor. Bizi sömürmeye ve borçlandırmaya devam ediyor. Büyük Kürdistan projesi için vatan topraklarımızıdan bir kısmını bizden koparmaya çalışıyor. 3 Kasım 2002'de aniden seçime gidilmesini,  AKP'nin iktidar olmasını; AKP ile birlikte AKP'nin ABD projelerine karşı durabilecek kurum ve kuruluşlara komplolar uygulamasını; bu şekilde TSK tasfiye edilemeye çalışılmasını, CHP'ye kaset operasyonu yapılmasını, aydınların, ulusal çıkarları savunmaya azimli kişilerin tutsak edilmesini ve medyada yapılan uygulamaları bu açıdan yeniden gözden geçirmek gerek.

Amerika'nın bu gücü ve zenginliğinin kaynakları işte bunlardır: Bilim ve teknolojiye dayanan güç, dünyanın her yanına dağılmış askeri üsler,  sömürü, yarattığı sefalet ve yoksulluk,  milyonlarca insanın kanı ve gözyaşı.  4 Temmuz'da işte bu düzeni kutluyorlar.

3 Temmuz 2015 Cuma

BİLİM VE TEKNOLOJİ

Çocuklarımı görmek için ABD'ye geldim, bir haftadır birlikteyiz.  Burası Nevada eyaletinin Reno kenti. Nüfusu Kayseri'den az ama kent merkezinin kapladığı alan Kayseri'den daha büyük. Kayseri'den daha sessiz ve daha rahat bir şehir.

Fırsat bulukça buradaki AVM'leri de geziyoruz. Kayseri AVM'lerinde ne satılıyorsa, burada da o satılıyor. Her türlü ürün benzer, hatta markalar bile aynı. Bilgisayar, telefon, kamera gibi teknolojik ürünler de aynı. Bu durum tüm ABD ve Türkiye için geçerli. Satılan ürünler aynı ama bir fark var; bu ürünler buralarda üretiliyor veya teknolojisi buralarda geliştiriliyor.

Bu çok önemli bir fark. ABD'yi ve diğer gelişmiş ülkeleri güçlü kılan da bu fark. Buralarda sadece mal üretilmiyor; bilim üretiliyor, teknoloji üretiliyor.  Gelişmiş teknolojiye bağlı üretim bir egemenlik ve sömürü aracıdır. Bilime ve teknolojiye hakim olmadan bağımsızlık olmaz.  Yoksulluktan, sefaletten kurtulmanın; insanlarımızın karnını doyurmanın, uluslararası arenada eşit haklara sahip olmanın; özgür ve bağımsız olmanın yolu bilim, teknoloji, fikir, düşünce üretmekten geçiyor.

ABD'yi güçlü kılan AR-GE çalışmaları için ayırdığı kaynağın büyüklüğüdür. Her yıl milyarlarca dolar bu amaçla kullanılmaktadır. Geçmişte sadece Batılı ülklerde bilimsel etkinlikler yoğun iken şimdilerde Çin'de, Japonyada ve Güney Kore'de de AR-GE faaliyetlei büyük oranda artmıştır. Bunu patent sayılarında görmek mümkündür. Bu konuda yazılmış güzel bir yazı var:

"Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü (IMD), her yıl ülkelerin patent başvuruları ve yürürlükteki patent sayılarına ilişkin araştırma hazırlıyor. Son yayımlanan araştırmadaki 2010 yılı verilerine göre Türkiye yüz bin kişi başına düşen yürürlükteki patent sayısı bakımından 53 ülke arasında ancak 48. sırada yer alıyor. Yüz bin kişi başına düşen patent sayısı İsviçre, Kore ve Japonya gibi ülkelerde binin üzerinde iken Türkiye’de sadece 10,6’dır.

Bununla birlikte listedeki ülkelerin büyük bir bölümünde bu rakam yıllar itibariyle artış göstermesine rağmen, Türkiye’nin 2007’de 13 olan değerinin 2010’da 10,6’ya gerilemesi dikkat çekiyor. Diğer taraftan ülkelerin 2010 yılındaki performanslarına bakıldığında da Türkiye’nin yine gerilerde yer aldığı görülecektir. 2010 yılında yapılan patent başvurularının sayısı açısından Türkiye 57 ülke arasında 29. sırada bulunuyor. 2010 yılında Türkiye’nin patent başvuru sayısı sadece 2.732 iken, listenin tepesindeki ABD’nin 490 bin, ikinci sıradaki Çin’in ise 391 bin başvurusu bulunuyor."

Türkiye bu eğitim sistemi ve üniversiteler dahil bu eğitim kurumları ile yapması gereken bilimsel atılımı yapamaz. Türkiye'de insanlar içi boş politik propogandalardan başlarını kaldırıp dünya nereye gidiyor, Türkiye önümüzdeki yıllarda ne yapmalıdır gibi soruların cevabını bulmaya çalışsalar, çok daha iyi günlere ulaşabiliriz. Bilim ve teknoloji üretemezsek üretenlerin müşterisi oluruz; onlara bağımlı olmaktan kurtulamayız.

Şunu asla unutmayalım: Dünyada iki çeşit devlet var; birincisi, egemen ve sömüren ülke; diğeri de egemenliği kısıtlı, sömürülen ülke. Bilim üretmeyen ülke egemen ve bağımsız olamaz. Türkiye tam bağımsız olmak, borçlanma ekonomisinden kurtulmak ve başka ülkelere müşteri değil satıcı olmak istiyorsa, eğitim sistemini yeniden düzenlemeli ve bilime, bilim adamına, araştırmaya çok daha fazla önem vermelidir. Ne kadar lüks AVM yaparsanız yapın, bu gerçeği değiştiremezsiniz.

Mustafa Kemal'in şu sözünü de asla unutmayalım: “İnsan hayatlarına ve faaliyetlerine egemen olan kuvvet, icat yeteneğidir.”