KÜRT SORUNU MU, ŞARK MESELESİ Mİ?
“Kürt Sorunu” lafı dillerden
düşmüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten bir Kürt sorunu var mıdır? Yoksa "Kürt sorunu var, bu sorun çözülmelidir" diye bazı dayatmalarda mı bulunuluyor.
Karar verebilmek için dönüp tarihe bakmak lazım.
“Şark Meselesi” 19.yüzyılda emperyalist Avrupa’nın ortaya attığı
politik bir terimdir. Bu meselenin aslı ise, Hıristiyan Batı’nın Müslüman
Türkleri Avrupa ve Anadolu’da istememeleridir. Batının konuyu bu şekilde ele
alması Türklerin Anadolu’ya girmesi ile başlamıştır. 1071 yılından itibaren
ciddi şekilde Anadolu’ya girmeye başlayan Türkler daha sonraki yıllarda
Türklüğü ve İslamiyet’i Avrupa ortalarına kadar ilerletmişlerdir. Hristiyan
batının Türkleri önce Anadolu’ya daha sonra İstanbul’a, Rumeli’ye ve Avrupa
içlerine sokmamak için verdiği mücadele başarılı olmamıştır. Ancak 1693
yılında, Viyana bozgunundan sonra Avrupa milletlerinin Haçlı zihniyeti
içerisinde, Türkleri geldikleri topraklara geri gönderme çabaları başarılı
olmaya başlamıştır ve 1. Cihan Harbinden sonra Sevr projesi ile Şark
Meselelerini çözdük sanmışlardır.
Sevr’e giden yol çok önceden
başlamıştır. Loyd George 30 Ocak 1919 tarihinde Paris Konferansında Kürt
meselesini gündeme getirmiş ve konferans metnine “Ermenistan, Suriye,
Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan Osmanlı Türk İmparatorluğundan
ayrılmalıdır.” maddesini koydurmuştur.
10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr
Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, bu istek, daha açık şekilde ortaya
konulmuştur. Sevr Antlaşması’na göre Fırat’ın doğusunda İtilaf devletlerinin
kontrolünde mahalli muhtariyet oluşturulacak; bir yıl sonra ise, Kürt ahali
eğer isterse ve Cemiyeti Akvam da onaylarsa Türkiye bu bölgede hiçbir hak iddia
etmeyecekti. Yani Fırat’ın doğusu Türkiye’den koparılıp alınacaktı. Böylece
kukla Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulacaktı.
Birinci Cihan Harbi’ni takip eden
yıllarda ve milli mücadele yıllarında, İngilizler Kürtler ile ilgili yoğun
faaliyette bulunmuşlardır. Başlıca iki amaca yönelik propaganda yapmışlardır.
Birincisi yöre ahalisi arasında İngiliz sempatisini geliştirmek; ikicisi,
Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini yaymak.
Binbaşı Noel bu yıllarda en fazla
çalışan İngiliz ajanıdır. Onun raporlarına göre bölgede bir siyasi ünite olarak
Kürdistan mevcut değildir fakat zamanla gerekli zemin oluşturularak millet
şuuru gerçekleşebilecektir.
Sonuç olarak İngilizler Kürtleri
menfaatleri ölçüsünde desteklemiş ve kullanmışlar menfaat beklemedikleri zaman
desteklerini çekmişlerdir. Fakat işledikleri “Kürtlerin ayrı bir millet olduğu”
teması yeşermiş, Türk ve Dünya kamuoyunca benimsenir hale gelmiştir.
2002 yılında AKP iktidara geldiğinde PKK, lideri hapiste
olan, halktan destek görmeyen, kanlı eylem yapacak gücü kalmamış bir örgüt
haline gelmişti. Fakat AKP’nin uyguladığı PKK’yı cesaretlendirici, eylemlerini kolaylaştırıcı ve ümit verici
politikaları sonucu terör olayları artmış ve sık sık şehit cenazeleri gelmeye
başladı.
Hal böyle olunca, iktidar analar ağlamasın, biz bu sorunu
çözelim demeye başladı. Bu soruna önceleri terör sorunu denirken daha sona Kürt sorunu olarak
isimlendirilmeye başlandı. Sözüm ona
Kürtlerin haklarını Türkiye Cumhuriyeti kısıtlamıştı, haklar geri verilirse
terör de duracaktı.
Aslında bu yaklaşım kurulması düşünülen Kürt devletinin
önündeki engelleri kaldırmak için kurgulanmıştı. Türk halkı bölünmeye yavaş
yavaş alıştırılacak, sonunda Güneydoğu’ya özerklik verilince terörde duracaktı.
Bu düşünce iki bakımdan hatalıdır. Birincisi, insan hakları kişiler
içindir ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında hakların kullanılması
açısından bir fark yoktur. Bu haklar kullanılırken hiç kimsenin etnik kökenine bakılmaz.
Etnik kökeni ne olursa olsun, anayasamız göre her yurttaş Türk
kabul edilmiş ve hak ve özgürlükler herkes için geçerli kılınmıştır. Hiç kimse
etnik kökeninden dolayı bu haklardan mahrum edilmemiştir. İsteyen seçime girer
milletvekili olur, bakan olur. İsteyen istediği kente gider yerleşir. Herkes
kanun önünde eşittir. Öğrenci seçme sınavını kim kazandı ise o istediği okula
gider. KPSS sınavını kazanan kimse etnik kökenine bakılmaksızın memur yapılır.
Din vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti her fert için aynıdır. Özetle anayasamıza
ve kanunlarımıza göre ve bu yasalardan kaynaklan uygulamalara göre “ben Kürdüm”
diyenlerle diğer vatandaşlarımız arasında bir fark yoktur.
Hak ve hürriyetleri kullanmada vatandaşlar arsında bir fark
olmadığına göre bu terör örgütünün talebi hak ve özgürlüklerin çok ötesindedir.
Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek istiyorlar. Arzularına da adım adım
kavuşmanın planını yapıyorlar. Böylece zamanında gerçekleşmeyen Sevr projesini
yeniden canlandırmak ve gerçekleştirmek istiyorlar.
PKK eski adı Sevr, şimdiki adı BOP olan bu projede Batı’nın
kullandığı bir piyon örgüttür. Batı Bu piyon örgüt ile Şark Meselesi’ni çözmeye
ve Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamaya çalışıyor. Türkiye’nin milli güçleri buna
izin vermeyecektir.
İkincisi, şunu da iyi bilelim ki, PKK’nın tüm istekleri
kabul olunursa, Güneydoğu’da çok kan akar. O bölgede çeşitli aşiretler var, bir
milyondan fazla Arap kökenli vatandaşımız var, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı koruculuk
yapmış aileleri ile birlikte milyonları bulan insanlar var. Türkiye Cumhuriyeti
otoritesi o bölgeden kalktığı an, kanlı hesaplaşmalar da başlar. Merkezi
otoritenin kaybolduğu durumlarda, etnik ve mezhep ayrılıkları yüzünden nasıl
yüz binlerce insanın öldüğü, halkların nasıl sefalete, açlığa maruz kaldığı
Ortadoğu ülkelerine bakınca net biçimde görülüyor.
Etnik kökeni ne olursa olsun tüm Güneydoğu halkı için refaha,
huzura ve güvenliğe giden yol PKK’nın tasfiye edilmesinden ve o bölgede yaşayan
herkesin Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaş olmasından geçer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder