21 Şubat 2015 Cumartesi

BİLİM VE İKTİDAR
 
Arabamla eve doğru giderken radyoyu dinliyorum. Radyoda çok güzel bir Kars türküsü var. Sözleri insana çok şey anlatıyor:

Asker olup vatana hizmet eylerem men
Çağrılmadan esker olup giderem men
Giderem gurbet ele yar sana gurban

Gurban olim vatana vatanın bayrağına
Onu candan severem gurban olim ayına
Ayın yıldızına onu candan severem

Goy dolanım başına pervane dek
Salma meni çöllere divane tek

Türk insanının kaderini anlatıyor bu türkü. Vatan sürekli tehlikede ve vatanı korumak için Mehmetçiğimiz sürekli ya şehit olmada ya da gazi…

16. Yüzyıldan bu güne kadar sürekli saldırı altında kaldık. Avrupa üzerimize çullandı. Milyonlarca insan evinden, yurdundan göç edip Anadolu’ya sığındı. Milyonlarca insan öldü, öldürüldü. Yüz binlerce vatan evladı Vatana, Bayrağa kurban olmak için asker oldu, savaşa gitti ve dönmedi.

Rahmetli anneannem Nida Tüfekçi ne zaman şu türküyü söylese, gözleri dolar, kendi kendine söylenirdi.

Asker yolu beklerim
Günü güne eklerim
Sen git yârim askere de
Ben burayı beklerim
 
Mendilimde gül oya
Gülmedim doya doya
Asker yolu beklerim de
Gününü saya saya
 
Pilav pişirdim yavan
Üstüne kestim soğan
Yatağına uzandım da
Uyan askerim uyan

Nice eşler, evlatlar, nişanlılar babalar vatan hizmet etmek için gitti ama dönmedi. Niceleri yatağına uzandı ama uyanamadı. Türk insanı bunu kader bildi, vatan için, bayrak için can verdi ama sonunda gelip Anadolu’ya sıkıştı kaldı.

Böylesine kahraman evlatları olan Osmanlı devleti neden acaba 17. Yüzyıldan bu yana hep yenildi. Neden vatan topraklarını, evlatlarını Avrupalılara bıraktı ve Anadolu’ya gelip sığınma mecburiyetinde kaldı? Hepimizin üzerinde düşünmemizi gerektiren soru budur. Neden yenildik? Neden geriledik? Neden kahramanlık yetmedi? Avrupa’yı güçlü ve muktedir kılan neydi?
Bu sorunun cevabını vermek için, 16. yüzyıl Avrupa’sındaki bilim ve fikir alanındaki gelişmeler ile aynı yüzyıldaki Osmanlı Devletindeki olayları karşılaştırmak lazım.
 
10. ve 11 yüzyılda Orta Asya ve Ön Asya medreselerinde tıp, felsefe, matematik, astronomi, geometri, tabiiyat  dersleri okutuluyordu. Farabi, Ebu Zeyid, Ebû Berze, İbni Kesir, İbni Sina gibi bilim adamları bu yüzyıllarda yetişmişti ve çeşitli medreselerde ders veriyordu.

16. Yüzyıla geldiğimizde, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra Osmanlı medreseleri içine kapandılar. Matematik, tarih,  mantık, coğrafya, doğa bilimleri, geometri ve astronomi gibi derler okutulmaz oldu. Medreselerde din dışı dersler yasaklandı. Bilim düşmanlığının en güzel örneği ise, 1571 yılında yaptırılan rasathanenin şeyhülislâmın bu rasathane uğursuzluk getiriyor demesi üzerine yıkılmasıdır.

Osmanlı topraklarında din görünümlü bağnazlık bilimin gelişmesini durdururken aşağı yukarı aynı yıllarda bilim ile kilisenin çatıştığını görüyoruz. Bu konuda özellikle Galile’nin mücadelesi önemlidir. Galile, bilimin doğada keşfettiği hakikatler kutsal yaradılışın hakikatleridir. O nedenle, bu hakikatler Kitab-ı Mukaddes ile çelişki içindeymiş gibi izlenim verse bile geçerliliklerini yitirmezler dediği için devasa bir gücü elinde tutan din adamlarını kızdırmıştı. Galile’ye göre bilim, Kitab-ı Mukaddes yorumlarına değil, Kitab-ı Mukaddes yorumları bilimin ortaya koyduğu (araştırmaların, deneylerin) sonucuna uyum sağlamalıydı. Aslında bu görüş modern bilimin doğuşunun da öncüsü oldu.

Kilisenin, derebeylerinin baskısından kurtulan bilim ve düşünce hayatı Avrupa’nın gelişmesi sağladı. Bilimin gelişmesini teknolojik yenilikler takip etti. Özgürleşen bilim adamlarının buluşları Avrupa’da sanayi devrimini başlattı.
Din görünümlü bağnazlıkla bilimsel düşünce arasındaki bu savaşta bilim adamları hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü. Galile görüşlerinden dolayı evine hapsedildi ve gözleri kör olarak evinde öldü. Görecelik ve sonsuzluk gibi kavramalarını borçlu olduğumuz Bruno 1600 yılında yakılarak öldürüldü.  Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün.

Birçok bilim adamı hayatlarını riske atarak dogmatizme karşı direndi. Birçok bilim adamı eziyet gördü ama Newton, Bacon, Torricelli, Descartes, Pascal, Huygens, Leibniz  gibi bilim ve fikir adamlarının gayret ve çalışmaları, bilimsel gelişmenin kapısını açtı. Bilim, iktidarı getirdi. Anlaşıldı ki, muktedir olmak için, bilgili olmak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin bu konuda geri kalmasının bedeli ağır oldu. Milyonlarca insan evinden, köyünden kovuldu. Milyonlarca insan ya öldü ya da öldürüldü.  Vatan müdafaası için yapılan savaşlar onca şehide rağmen zafer getirmedi.
Bizim kahramanlarımız vardı ama bilim adamlarımız yoktu. Keşke vatan toprağı için şehitliği göze alan insanlarımız bilimin gelişmesi için de hayatlarını riske atıp Osmanlı toplumunun geri kalmasını önleseydi. Eğer öyle olsaydı,  belki de bugün içli asker türküleri dinleyip ağlamazdık.  Yoksulluk,  sefalet, açlık yaşamazdık.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milleti’nin aydınlanması ve bilimi rehber edinmesi için gösterdiği çabaları, yaptığı devrimleri bu gözden değerlendirmek gerekir. Bugün biz diğer Müslüman ülkelerden daha iyi durumdaysak, bunu Atatürk’ün bu devrimlerine borçluyuz.  

Sevgili gençler, size sesleniyorum: Bilimi olmayanın iktidarı olmaz. Muktedir bir Türkiye, Güçlü bir Türkiye istiyorsanız ülkenizin bilimde, eğitimde gelişmesine katkıda bulununuz. Kahramanlık yapmak için harp meydanlarına ihtiyacınız yok; kütüphaneler, laboratuarlar, atölyeler sizleri bekliyor. Şunu da asla unutmayın; bilim özgür ortamda yapılır, özgürlüğün garantisi ise “milli devlet”tir. Onun için, demokratik, laik, hukuk devletine yani Cumhuriyet’e sahip çıkınız ve koruyunuz. 

Yapmazsanız kadınlarımız, kızlarımız;

Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al beyaz bayrağı gelin mi sandın
Yemen gideni gelir mi sandın
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem

Diye türküler, ağıtlar söyler.
 
Eyup S. Karakaş


Hiç yorum yok: