BATI HAYRANLIĞINDAN BATI’YA TESLİM OLMAYA GİDEN YOL
Bizde Batı hayranlığı 18. Yüzyıl sonlarında başlar. Osmanlı
ordularının savaş meydanlarında yenik çıkması, zamanın yöneticilerinde ‘Batı
hayranlığı’ başlatır. Düşman da Batı’dır, imdat beklenen yer de Batı’dır,
talimat alınan makam da Batı’dadır.
Tanzimat döneminde önemli görevler üstlenmiş Sadrazam Fuat
Paşa’nın yazdığı vasiyetnamedeki ifadelere bakar mısınız?
“…mahvolma felâketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere
kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına, Rusya kadar askere sahip
olmaklığımıza bağlıdır. Yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisi, İngiltere’dir.,
(…) bendenizce, Bâbıâli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense,
birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir.”
O dönemim önemli isimlerinden Ali Paşa da farklı görüşte
değil:
“…Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun
maddi çıkarlarıyla bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasi
bir hayal olmaktan çıkacak, bir gerçek olacaktı. Madem ki, Avrupa topluluğu
içindeydik, Avrupa ülkelerinin isteklerine cevap vermeliydik.”
1881’de Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne’de İktisat dersleri
anlatan Ohannes Paşa da şunları anlatırmış: “Yerli sanayiinin, himaye
usulleriyle korunmasına, gelişmesine tarafta değilim; zira, her ne kadar,
yüksek gümrük resimlerinin devlet hazinesine bir menfaat getirmesi gerçek ise
de ‘himaye sistemi’ serbest ticareti önlemektedir; zamanın ithalat ve ihracat
rejimi ‘makul bir rejimdir’.
Ohannes Paşa’nın ‘makul rejim’ dediği 1838 yılında İngiltere
ile imzalan Balta Limanı Antlaşmasından sonra oluşan gümrüklerin indirildiği, yabancı
malların kolaylıkla ülke içinde dolaşabildiği rejim oluyor. Yani ‘serbest
ticaret’, yani ‘liberal ekonomi’. Bununla
da kalınmamış, Batı sermayesinin ülke içine girmesine izin verilmiş ve sürekli
yüksek faizle borç para alınarak ekonomi idare edilemeye çalışılmış.
Abdülhamid döneminde Almalar da işin içine girmiş. Alman emperyalizmi
de bu dönemde nasibini almış.
SONUÇTA NE OLMUŞ
Uygulanan bu borçlanmaya dayanan liberal ekonomi sonunda Osmanlı
mülkünü Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline getirmiş. Türkiye’nin tarım,
ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye
gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altına girmiş.
Boğaz kıyısındaki villaların, köşklerin sayısı artırmış ama
İstanbul’daki 3000 binden fazla olan dokuma tezgâhı azalmış, 25 tane kalmış.
Ülke tıpkı şimdiki gibi borç batağına düşmüş. Anadolu halkı
yoksulluktan da öte aç yaşıyor. Yediği kuru ekmek, giydiği birkaç paçavradan
ibaret. Köylülere mütegallibe, toprak ağaları egemen durumda. Yer yer isyanlar
eşkiyalık sürüp gidiyor. Miri topraklar yağmalanıyor.
ATATÜRK DÖNEMİ
Atatürk Tanzimat ve sonrası dönemi çok sert bir şekilde
eleştirmiştir:
"Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa
rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon
zinciriyle bağladı. İktisat alanında bizden kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de
imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Rakiplerimiz, bu suretle, gelişmeye elverişli
sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin önüne geçtiler."
Atatürk hem komünizmi hem de liberalizmi reddetmiştir ve uygulanacak
ekonomik yöntemin devletçilik olduğunu söylemiştir.
“Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük
harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vadedilen şeyler aynen temin
edilemedi. Ruslar bazı prensiplerden geri döndüler. Bir devrime teşebbüs edip
sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol
liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir.”
O dönemde, devletçi, halkçı, planlamaya dayanan milli bir
ekonomik program uygulanmıştır. Liberalizmin kötü etkileri yok edilmiştir.
1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuş. Ağır
sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi %80 artmış. Demir üretimi sıfırdan
180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmış.
Madencilikte üretim artışları ise şöyledir: Kömür: % 100, krom:
% 600, diğer madenlerde % 200.
Enflasyon olmadan %10 büyüme hızı elde edilmiş. Bütçe denk
olmuş. İthalat ihracat dengesi sağlanmış. GSMH 3 katına, kişi başına milli
gelir 2 katına çıkmış. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.
Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı, Yünlü
dokuma ihtiyacının %83'ü, pamuklu dokuma ihtiyacının %43'ü, kâğıt ihtiyacının %32'si,
cam ve cam eşyanın %63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmış.
İNÖNÜ DÖNEMİ
Atatürk’ün vefatıyla birlikte Batı hayranlığı tekrar piyasaya
çıktı. Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı Batıcılığa dönüştü.
İnönü’nün en yakınlarından olan Nurallah Ataç’ın şu sözleri dönemin
batıya olan hayranlığını çok güzel anlatıyor: “Bizim devrim dediğimiz hareketin
amacı, bu ilkeyi Batı ülkelerine benzetmektir. Biz görüyoruz eksiğimizi,
Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçemedik,
onun için ne denli uğraşsak Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz.”
12 Temmuz 1947 yılında, Amerika ile Türkiye’ye arasında
yardım anlaşması imzalandı. Bu anlaşma bizi eli kolu bir ülke haline getirmekle
kalmıyor, ayrıca anlaşmanın 3. Maddesi şu hükmü de içeriyordu: Türkiye hükümeti,
bu yardımın amacı, kaynağı genişliği miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de
tam ve devamlı yayın yapacaktır.
Yani hem elimizi kolumuzu bağlıyorlar hem de sürekli bu anlaşmadan
duyduğumuz memnuniyeti anlatın diyorlar.
İnönü de bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle demiş: “…Amerika
Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ve Yunanistan’a yardım kararını vermesi,
Amerika’nın, cihan barışının devamı ve teyidi uğruna kendisine düşen büyük rolü
tamamiyle benimsediğini gösteren parlak ve ümitlerle dolu bir işarettir. Bu
anlaşmanın ne kadar ‘parlak’ ve ümitlerle dolu’ olduğunu İnönü Johnson’dan o
meşhur mektubu aldığında anlamıştır.
Türkiye, İnönü ve takip eden Menderes döneminde bu ve
benzeri anlaşmalarla Batı sistemine yeniden bağlanmış oldu.
ÖZAL İLE LİBERALİZM HORTLADI
1980’li yıllarda ‘liberalizm’ tüm dünyada yeniden popüler
hale geldi. Amerika’da Reagan, İngiltere de Thatcher ve Türkiye’de Özal, ‘Neo-liberalizm’
denilen ekonomik programın en ateşli uygulayıcıları oldular. Liberalizm
hortlamıştı ve Türkiye’nin başına musallat olmuştu.
Özal ile başlayan neo-liberal ekonomik programlar, Çiller,
Derviş ve Erdoğan ile devam etti ve bugünlere geldik.
Bu Neo-liberalizmin yaptıklarını sıralayalım:
Özal’dan bu yana, yabancı sermaye, borç olarak girdi, yüksek
faizler topladı. Yetmedi, özelleştirme adı altında girdi, işletmelerimize,
fabrikalarımıza, bankalarımıza el koydu; elde ettikleri kârları transfer etti.
Tarımımızı, sanayileşmemizi baltaladı, bizden ucuza aldığı
hammaddelerden ürettiği ürünlerini bize pahalı olarak sattı.
Gümrüklerimizi kaldırttı, sanayimizi rekabet edemez hale
getirdi, Türkiye’yi açık Pazar haline dönüştürdü.
Para girişini devlet kontrolünden çıkardı, borsa ve diğer
finans oyunları ile paramızı hortumladı.
Bizleri kendi ülkemizde ucuz işçi olarak çalıştırıp
emeğimizi sömürdü.
Yabancıya gayrimenkul satışları kolaylaştırıldı,
topraklarımıza el koydu.
Kendi kömürümüzü, kendi madenimizi çıkaramaz duruma getirdi
ve yurt dışından ithalat yapmak mecburiyetinde bıraktı.
Sonuçta üreten değil, borç para ile mal ithal eden bir ülke
haline geldik. Borcumuz arttıkça arttı.
BU BÖYLE GİTMEZ
Türkiye yaklaşık iki yüzyıldır bu Batı hayranlığından ve
Batı taklitçiliğinde kaynaklanan liberalizmden kurtulamıyor. Liberalizm bitiyor, neo-liberalizm şeklinde
yeniden ortaya çıkıyor.
Şurası açık ve net, bu böyle gitmez. Türkiye, başına
musallat olan bu liberalizm belasından en kısa zamanda kurtulmalıdır.
Liberalizmin ağa babası Özal’ın mezarını ziyaret edip, “Onun
yolunda gidiyoruz” diyen Neo-Tazminat kafalı, sahte Atatürkçülerle elbette
kurtuluş olamaz.
Kurtuluş, Atatürk’ün benimsediği ve uyguladığı planlı,
kamucu, halkçı ve milli ekonomik programı uygulayacak üreticilerin milli
hükümetle ile mümkündür. Bu böyle gitmeyeceğine göre bu milli hükümetin
kurulması da kaçınılmazdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder