19 Nisan 2020 Pazar


BATI HAYRANLIĞINDAN BATI’YA TESLİM OLMAYA GİDEN YOL

Bizde Batı hayranlığı 18. Yüzyıl sonlarında başlar. Osmanlı ordularının savaş meydanlarında yenik çıkması, zamanın yöneticilerinde ‘Batı hayranlığı’ başlatır. Düşman da Batı’dır, imdat beklenen yer de Batı’dır, talimat alınan makam da Batı’dadır.

Tanzimat döneminde önemli görevler üstlenmiş Sadrazam Fuat Paşa’nın yazdığı vasiyetnamedeki ifadelere bakar mısınız?

“…mahvolma felâketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına, Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisi, İngiltere’dir., (…) bendenizce, Bâbıâli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir.”

O dönemim önemli isimlerinden Ali Paşa da farklı görüşte değil:

“…Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddi çıkarlarıyla bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasi bir hayal olmaktan çıkacak, bir gerçek olacaktı. Madem ki, Avrupa topluluğu içindeydik, Avrupa ülkelerinin isteklerine cevap vermeliydik.”

1881’de Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne’de İktisat dersleri anlatan Ohannes Paşa da şunları anlatırmış: “Yerli sanayiinin, himaye usulleriyle korunmasına, gelişmesine tarafta değilim; zira, her ne kadar, yüksek gümrük resimlerinin devlet hazinesine bir menfaat getirmesi gerçek ise de ‘himaye sistemi’ serbest ticareti önlemektedir; zamanın ithalat ve ihracat rejimi ‘makul bir rejimdir’.

Ohannes Paşa’nın ‘makul rejim’ dediği 1838 yılında İngiltere ile imzalan Balta Limanı Antlaşmasından sonra oluşan gümrüklerin indirildiği, yabancı malların kolaylıkla ülke içinde dolaşabildiği rejim oluyor. Yani ‘serbest ticaret’, yani ‘liberal ekonomi’.  Bununla da kalınmamış, Batı sermayesinin ülke içine girmesine izin verilmiş ve sürekli yüksek faizle borç para alınarak ekonomi idare edilemeye çalışılmış.

Abdülhamid döneminde Almalar da işin içine girmiş. Alman emperyalizmi de bu dönemde nasibini almış.

SONUÇTA NE OLMUŞ

Uygulanan bu borçlanmaya dayanan liberal ekonomi sonunda Osmanlı mülkünü Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline getirmiş. Türkiye’nin tarım, ticaret, tabiî kaynaklar, demiryolları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri Avrupa’nın ekonomik güçlerinin hükmü altına girmiş.

Boğaz kıyısındaki villaların, köşklerin sayısı artırmış ama İstanbul’daki 3000 binden fazla olan dokuma tezgâhı azalmış, 25 tane kalmış.

Ülke tıpkı şimdiki gibi borç batağına düşmüş. Anadolu halkı yoksulluktan da öte aç yaşıyor. Yediği kuru ekmek, giydiği birkaç paçavradan ibaret. Köylülere mütegallibe, toprak ağaları egemen durumda. Yer yer isyanlar eşkiyalık sürüp gidiyor. Miri topraklar yağmalanıyor.

ATATÜRK DÖNEMİ

Atatürk Tanzimat ve sonrası dönemi çok sert bir şekilde eleştirmiştir:

"Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. İktisat alanında bizden kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Rakiplerimiz, bu suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin önüne geçtiler."

Atatürk hem komünizmi hem de liberalizmi reddetmiştir ve uygulanacak ekonomik yöntemin devletçilik olduğunu söylemiştir.
“Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vadedilen şeyler aynen temin edilemedi. Ruslar bazı prensiplerden geri döndüler. Bir devrime teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir.”

O dönemde, devletçi, halkçı, planlamaya dayanan milli bir ekonomik program uygulanmıştır. Liberalizmin kötü etkileri yok edilmiştir.

1926-1938 yılları arasında 28 büyük fabrika kurulmuş. Ağır sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi %80 artmış. Demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmış. 
Madencilikte üretim artışları ise şöyledir: Kömür: % 100, krom: % 600, diğer madenlerde % 200.

Enflasyon olmadan %10 büyüme hızı elde edilmiş. Bütçe denk olmuş. İthalat ihracat dengesi sağlanmış. GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmış. Osmanlı borçlarından başka borç yoktur.

Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı, Yünlü dokuma ihtiyacının %83'ü, pamuklu dokuma ihtiyacının %43'ü, kâğıt ihtiyacının %32'si, cam ve cam eşyanın %63'ü milli üretim ile karşılanmaya başlanmış.

İNÖNÜ DÖNEMİ

Atatürk’ün vefatıyla birlikte Batı hayranlığı tekrar piyasaya çıktı. Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı Batıcılığa dönüştü.

İnönü’nün en yakınlarından olan Nurallah Ataç’ın şu sözleri dönemin batıya olan hayranlığını çok güzel anlatıyor: “Bizim devrim dediğimiz hareketin amacı, bu ilkeyi Batı ülkelerine benzetmektir. Biz görüyoruz eksiğimizi, Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçemedik, onun için ne denli uğraşsak Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz.”

12 Temmuz 1947 yılında, Amerika ile Türkiye’ye arasında yardım anlaşması imzalandı. Bu anlaşma bizi eli kolu bir ülke haline getirmekle kalmıyor, ayrıca anlaşmanın 3. Maddesi şu hükmü de içeriyordu: Türkiye hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı genişliği miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır.

Yani hem elimizi kolumuzu bağlıyorlar hem de sürekli bu anlaşmadan duyduğumuz memnuniyeti anlatın diyorlar.

İnönü de bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle demiş: “…Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ve Yunanistan’a yardım kararını vermesi, Amerika’nın, cihan barışının devamı ve teyidi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamiyle benimsediğini gösteren parlak ve ümitlerle dolu bir işarettir. Bu anlaşmanın ne kadar ‘parlak’ ve ümitlerle dolu’ olduğunu İnönü Johnson’dan o meşhur mektubu aldığında anlamıştır.

Türkiye, İnönü ve takip eden Menderes döneminde bu ve benzeri anlaşmalarla Batı sistemine yeniden bağlanmış oldu.

ÖZAL İLE LİBERALİZM HORTLADI

1980’li yıllarda ‘liberalizm’ tüm dünyada yeniden popüler hale geldi. Amerika’da Reagan, İngiltere de Thatcher ve Türkiye’de Özal, ‘Neo-liberalizm’ denilen ekonomik programın en ateşli uygulayıcıları oldular. Liberalizm hortlamıştı ve Türkiye’nin başına musallat olmuştu.

Özal ile başlayan neo-liberal ekonomik programlar, Çiller, Derviş ve Erdoğan ile devam etti ve bugünlere geldik.

Bu Neo-liberalizmin yaptıklarını sıralayalım:

Özal’dan bu yana, yabancı sermaye, borç olarak girdi, yüksek faizler topladı. Yetmedi, özelleştirme adı altında girdi, işletmelerimize, fabrikalarımıza, bankalarımıza el koydu; elde ettikleri kârları transfer etti.

Tarımımızı, sanayileşmemizi baltaladı, bizden ucuza aldığı hammaddelerden ürettiği ürünlerini bize pahalı olarak sattı.

Gümrüklerimizi kaldırttı, sanayimizi rekabet edemez hale getirdi, Türkiye’yi açık Pazar haline dönüştürdü.

Para girişini devlet kontrolünden çıkardı, borsa ve diğer finans oyunları ile paramızı hortumladı.

Bizleri kendi ülkemizde ucuz işçi olarak çalıştırıp emeğimizi sömürdü.

Yabancıya gayrimenkul satışları kolaylaştırıldı, topraklarımıza el koydu.

Kendi kömürümüzü, kendi madenimizi çıkaramaz duruma getirdi ve yurt dışından ithalat yapmak mecburiyetinde bıraktı.

Sonuçta üreten değil, borç para ile mal ithal eden bir ülke haline geldik. Borcumuz arttıkça arttı.

BU BÖYLE GİTMEZ

Türkiye yaklaşık iki yüzyıldır bu Batı hayranlığından ve Batı taklitçiliğinde kaynaklanan liberalizmden kurtulamıyor.  Liberalizm bitiyor, neo-liberalizm şeklinde yeniden ortaya çıkıyor.

Şurası açık ve net, bu böyle gitmez. Türkiye, başına musallat olan bu liberalizm belasından en kısa zamanda kurtulmalıdır.

Liberalizmin ağa babası Özal’ın mezarını ziyaret edip, “Onun yolunda gidiyoruz” diyen Neo-Tazminat kafalı, sahte Atatürkçülerle elbette kurtuluş olamaz.

Kurtuluş, Atatürk’ün benimsediği ve uyguladığı planlı, kamucu, halkçı ve milli ekonomik programı uygulayacak üreticilerin milli hükümetle ile mümkündür. Bu böyle gitmeyeceğine göre bu milli hükümetin kurulması da kaçınılmazdır.

Hiç yorum yok: