YOKSULLUKLA MÜCADELE VE DEVRİMLER
Amaçlarından biri yoksullukla mücadele olan Birleşmiş
Milletler, 22 Aralık 1992 tarihinde, 17 Ekim’i “Dünya Yoksullukla Mücadele
Günü” olarak ilan etmiş. Aradan 27 yıl geçmiş ama yoksulluk sorunu hâlâ
dünyamızın en önemli meselelerinden birisi olarak devam edip gidiyor.
Yoksulluğun tarifinde bile tam bir anlaşma yok. Kimisi olaya
günlük dolar hesabı üzerinden bakıyor, kimisi ise, yoksulluğu temel insan
haklarının bir ihlali olarak görüyor.
Yoksulluğun esas sebebi üretim yetersizliğinden çok
paylaşmadaki haksızlıklardan ve sömürü düzeninden kaynaklanıyor.
İnsanlık tarihine baktığımızda, Üretim fazlalığının oluşması
ile zengin-yoksul çelişkisinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu çelişki, sonuçta
feodal/ümmet düzenini yaratıyor. Fransız devrimi bu feodal düzene bir isyan
aslında…
DEVRİMLER VE YOKSULLUK
Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ni okuyanlar bilir. 1780’li
yıllarda, devlet vergisi, kilise vergisi, efendi vergisi, mahalli vergi, genel
vergi derken tüm kazancını kaybeden bir köylü Paris’e gelir ve kralı görmek
ister. Gerisini yazardan dinleyelim.
“Zavallı adam sarayı, havuzları, o büyülü Kral ve Kraliçeyi
gördüğünde kendinden geçmişti. Arada bir göz yaşlarına hâkim olamıyor,
ağlıyordu. “Çok yaşayın!” diye bağırıyordu.”
İşçinin yanındaki bir Parisli tepkisini şöyle dile getirir:
“Bu aptallar senin gibilerin sayesinde görkemli hayatlarını
sürdürebiliyorlar. Kendilerini daha da abartıp küstahlaşıyorlar”
Fransız devrimini, kral sevdalısı köylüler değil, kentliler
gerçekleştirmiş.
ASİL YOK ZENGİN VAR
Fransız devrimi kralların ve asilzadelerin sonunu getiriyor.
Getiriyor ama sömürü ve yoksulluk devam ediyor. Sanayinin gelişmesiyle birlikte
sömürünün şekli değişiyor; sermaye-emekçi çelişkisi ortaya çıkıyor. Asilzadelerin
yerini para babaları alıyor. Ülkeleri bunlar yönetiyor, ticareti bunlar
yönlendiriyor.
Ülkelerin çoğunda ve dünya genelinde iktisadi ve siyasi
politikaları bu zenginler belirliyor. Bunlar için para kazanma o kadar büyük
bir amaç haline gelmiştir ki, tüm yöntemleri meşru görüyorlar.
Bazı ülkelerin siyasi ve iktisadi hayatına hâkim olan bu
%1’lik kesim, sırf kendi keselerini doldurmak ve daha zengin olmak için, başka
halkların, başka milletlerin toprağına, emeğine, ham maddesine, pazarına, doğal
ve mali kaynaklarına el koyuyor.
Sonuçta, gelir düzeyi en üst seviyede olan %1’lik kesim
giderek zenginleşirken, %99’luk kesim ise fakirleşiyor... Sömürüye dayanan
emperyalizm sürüp gidiyor.
1 milyara yakın insan açlık sınırının altında. 200 milyon
çocuk beslenmek için yeterli gıda bulamıyor ve bebek ölümleri azalmıyor. En az
100 milyon çocuk ilkokula, 250 milyon çocuk ortaokula gitme imkânından mahrum.
1 milyara yakın insan okuma yazma bilmiyor. 300 milyon çocuk çalışmak
mecburiyetinde.
En zengin 200 kişinin serveti 1 trilyon dolardan fazla. Buna
karşılık 43 fakir ülkenin tüm geliri 150 milyon civarında.
SÜREKLİ DEVRİM GEREK
Bu durum gösteriyor ki, Fransız devrimi ve takip eden diğer
devrim ve milli bağımsızlık mücadeleleri sömürüyü ve insanın insana
hükmetmesini önlemeye yetmemiş. Bu böyle sürüp gidemez. Mustafa Kemal
Atatürk’ün dediği gibi eninde sonunda,
“... müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak
ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni
bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır...”
Yeter ki insanlar Charles Dickens’in romanında işçi gibi
kendilerini sömüren, yoksul bırakan kimseleri alkışlamaktan vazgeçsinler ve bu
sistemi sorgulamaya başlasınlar. Tıpkı Castro gibi:
“Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı
zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere
binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda?
Diğerleri 70 yıl yaşasın diye neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda?
Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye neden bazıları berbat bir şekilde
yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya
çocuklarının adına konuşuyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder