24 Eylül 2025 Çarşamba

 

ESAS SUÇLU BU VAHŞİ KAPİTALİST SİSTEMDİR

Gazze’de insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden birisi yaşanıyor. Bir toplum roketlerle, füzelerle, toplarla, kurşunlarla, aç ve ilaçsız bırakılarak yok ediliyor. Bugüne kadar 70 binden fazla insanın hayatına son verildi. Bunların yarısından çoğu kadın ve çocuklardı. Enkaz altında bu rakamdan çok daha büyük insan cansın şekilde yatıyor.

Bütün bunlardan sürekli olarak Netanyahu sorumlu tutuluyor. Doğrudur Netanyahu bir katildir ama kiralık katildir. Ona bu katliamları yapması emri büyük bir güç tarafından verilmiştir. Esas katil bu güçtür. Bu gücün yaptığı ilk katliam da bu değildir. Bugüne kadar, Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Laos, Kamboçya, Lübnan, Afganistan, Endonezya, Nikaragua, Panama, Grenada, El Salvador, Şili, Libya, Lübnan, Libya, Irak, Suriye ve Somali’de ve şimdide Filistin’de milyonlarca insanın ölüm emrini bu güç verdi.ES

GÜCÜN KAYNAĞI: KAPİTALİZM

Kapitalist dünyanın büyük sorunlarından birisidir eşitsizlik. Servet, gelir ve fırsat eşitsizliği en gelişmiş ülkelerde bile sosyal dokunun ciddi hastalıkları haline geldi. Marx’ın yıllar önce dediği gibi sermaye belirli ellerde toplandı.  Para hem ekonomik hem de siyasi güç olarak rakipsizleşti.

Bu güç, ülkelere, topraklara, toprak altı zenginliklere, dağlara, ırmaklara, hatta soluduğumuz havaya, seyrettiğimiz uzaya egemen olmak istiyor.

Bu güçlü sermaye Amerika'ya ait değildir, Amerika bu sermayeye aittir. Amerika ve İsrail bu kanlı paranın kullandığı iki büyük örgüttür. Amerikan ordusu, medyası bunların gücünü devam ettirmeye yarar. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış üsler, tesisler, uçaklar gemiler, füzeler bu sermayenin hizmetindedir. NATO’da bu gücün emrindedir.

Kapitalist sistemin koruyucusu Amerika’nın farklı ülkelerde kurulmuş 400 civarında askeri üssü vardır. Bu üslerde en az 500.000 askeri personel görev yapar. 8 000 stratejik, 22 000 taktik nükleer silah kapasitesi olduğu söylenir. Çok büyük bir donanmaya sahiptir. Binlerce uçağı, füzesi, tankı, topu vardır.

Batı Asya’nın (Orta Doğu) ve Doğu Akdeniz’in zengin enerji kaynaklarına el koymak için milyonlarca insanı öldüren, evinden yurdundan süren, kadınların ırzına geçen hep bu kirli paranın sahipleridir.

Bu parayı emperyalizmin askerleri kana bulamıştır; doların rengi yeşil değil kırmızıdır.

Bunlar sadece topla, füzeyle savaşmazlar. Mazlumların üzerine ekonomik yöntemlerle, psikolojik yöntemlerle giderler. Ambargo koyarlar, insanları aç bırakırlar, ilaçsız bırakırlar.

İnsanların beyinlerine de egemen olmak isterler. Onları bu vahşi sistemin kuklaları haline getirirler. Bunun için yumuşak güç kullanırlar. Televizyonlar, filmler, diziler, sinema ve diğer sanat dalları, gazeteler, sosyal medya ortamları, eğitim ve kültür programları bu yumuşak gücün araçlarıdır. Bu araçları kullanarak, kendi amaçlarını Amerika halkının ve diğer ülke halklarının amacı haline getirirler. Onları robot haline dönüştürür ve istedikleri gibi kullanırlar.

CIA’nın çıkardığı gazeteler var, fonladığı gazeteciler var, yönettiği televizyonlar var, çevirdiği filmler, diziler var, yayımladığı kitaplar var, beslediği sosyal medya trolleri var, liderlik okullarında eğittiği politikacılar var. Bunlar aracıyla, toplumları yönlendirirler, kışkırtırlar. Egemenlik meraklısı büyük sermayenin çıkarı neyi gerektiriyorsa toplumun o şekilde düşünmesini sağlarlar.

Bu yumuşak güç unsurlarının en etkili olduğu ülkelerin başında Türkiye gelir. Bu nedenle Türk halkı Gazze’deki bu toplu katliamlara Bazı Avrupa ve Güney Amerika ülke halkları kadar tepki vermedi. “Araplar bizi arkadan vurdu” lafını boşuna yaymadılar…

SİLAHSIZ OLMAZ

Gazze’deki bu insanlık dışı canavarlar ancak silahla durdurulur. Kolombiya devlet başkanı Gustavo Petro’nun önerisi gerçekçidir. Gustavo Petro, BM Genel Kurulu'nda Gazze'de yaşanan soykırımı kabul etmeyen ülkelerin bir "barış gücü" oluşturması gerektiğini söyledi ve "Eğitimsiz Mavi Bereliler yerine, soykırımı kabul etmeyen ülkelerden oluşan güçlü bir orduya ihtiyacımız var" dedi.

Bu ordu hemen kurulmalıdır. Filistin devletinin tanınmasının katliamları durdurmada hiçbir etkisi olamaz. Silaha ancak silahla karşı konulur.

Bu katliam ne ilk ne de son olacak. Bu kanlı tablo kapitalizmin ve onun doğurduğu emperyalizmin eseridir. Bu vahşi kapitalist sistem devam ettiği sürece, paranın ekonomik ve siyasi gücü de devam edecektir. Bu gücü koruyarak bu güce gem vurulamaz. Öncelikle sermayenin belirli ellerde birikimine engel olmak gerekir.

Mücadele, bu vahşi sisteme karşı yapılmalıdır. Bu sistem devam ettikçe, bu Netanyahu gider başka bir Netanyahu gelir.

 

20 Eylül 2025 Cumartesi

TÜRKİYE BİR DEVRİME GİDİYOR

Ertuğrul Özkök bir beyanda bulunmuş ve İsrail-Türkiye savaşının olma ihtimali sıfırın altındadır demiş. Anlaşılan, başımızı kuma sokmamızı istiyor çünkü o bir görev adamı. Tehlike ve tehditleri görmezsek önlem de alamayız.

 İsrail tehlikesini gizlemek için bir açıklama da Ümit Özdağ’dan geldi. Ona göre, Kürdistan’ı Çin kurmak istiyormuş.

 Bir kere şunu söyleyelim, İsrail sadece İsrail değil. İsrail demek Amerika ve başta Yunanistan olmak üzere bazı diğer Avrupa ülkeleri demek. Tehdit bu ortaklıktan geliyor.

 Amerika sürekli Doğu Akdeniz’deki varlığını artırıyor. Girit’teki üssünü büyüttü. Yunanistan’daki üs sayısını artırdı. Sınırımıza 40 km mesafede, Dedeağaç’ta büyük bir üs kurdu. Daha geçenlerde Yunanistan ile beraber nehri geçme tatbikatı yaptı. Biliyorsunuz Yunanistan ile bizim aramızda Meriç nehri var. Güney Kıbrıs’a sürekli asker ve mühimmat yığıyor. İsrail’de Güney Kıbrıs’a hava sistemleri yerleştiriyor.

 Doğu Akdeniz’de Amerika, Yunanistan, İsrail donanmaları sürekli tatbikatlar yapıyor.

 Yunanistan Sağlık bakanı iki gün önce şöyle dedi: “Tel Aviv, bölgedeki başlıca müttefikimizdir. Türkiye’nin kilit rakibidir. Eğer bugün biz İsrail’in yanında olursak, yarın neye ihtiyacımız olursa olsun İsrail de bizim yanımızda olacaktır”

 Eski MOSSAD Başkanı Yosi Cohen, “Türkiye İran’dan daha büyük tehdit” diyordu.

 Salı günü Jerusalem Post gazetesinin bir etkinliğinde konuşan İsrail Diaspora ve Antisemitizmle Mücadele Bakanı Amihay Şikli; Türkiye, Suriye ve Katar'ı "yeni şer ekseni" olarak nitelendirerek, "Bu yeni İran'dır” dedi.

 Netenyahu’nun son konuşması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı saldırması, esas hedefin Türkiye olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

 ÖNLEMLER ALINIYOR

 Milli güçler Amerika, İsrail ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs’tan kaynaklanan tehdit ve tehlikeleri gördü ve önlemler almaya başladı.

 2014’te Silivri duvarları yıkıldı ve askerlerimiz, aydınlarımız özgürlüğüne kavuştu.

 24 Temmuz tarihinde, Türk uçakları Kandil’i bombaladı ve PKK unsurlarına karşı silahlı mücadele başladı. “Açılım süreci” adı altında yürütülmekte olan ihanete son verildi. PKK kendi açtığı hendeklere gömüldü.

 15/16 Temmuz 2016 gecesi sokak sokak, kışla kışla Amerika ile savaşıldı ve Türkiye’ye egemen olmak için yapılmak istenilen darbe önlendi.

 Bu tarihten itibaren ordu, yargı, emniyet ve tüm devlet kurumları Amerika’nın içimizde kurduğu  FETÖ örgütünün mensuplarından temizlenmeye başlandı.

 15 Temmuz’un hemen arkasından, 24 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı adı altında, PKK unsurlarına karşı Suriye’nin kuzeyine askerî harekât yapıldı. Bunu Barış Pınarı, Zeytin Dalı gibi harekâtlar takip etti. Bu şekilde, Kürdistan adı altında, İran’dan başlayıp Akdeniz kadar uzanan bir alanda kurulmak istenen ikinci İsrail devletine engel olundu.

Terör örgütünün tüm unsurlarına karşı silahlı mücadele devem ettirilerek, PKK silah bırakmaya mecbur edildi.

Tehdit algısı değiştiği için önce Rusya’dan S 400 hava savunma füzeleri alındı.  Savunma sanayiinde büyük atılımlar yapıldı ve dışa bağımlılık azaltıldı. Milli Piyade tüfeği ile başlayan atılım, kara, deniz ve hava savunma silahlarının gelişmesi sayesinde ordunun kullandığı silah ve mühimmatın yerlilik oranı kısa sürede %20’lerden %80’lere çıkarıldı.

 Türkiye artık sadece top tüfek yapmıyor, roket, füze (hipersonik dahil), tank, çeşitli zırhlı araçlar, İHA, SİHA, insanlı insansız savaş uçağı, helikopter, muhrip, hücumbot, denizaltı yapıyor. Ambargo nedeniyle alamadığımız tank, helikopter, uçak, SİHA’ların motorlarını da kendimiz yapmaya başladık. 

 İÇ CEPHE ÖNEMLİ

 Bu tehdit ve tehlikelere karşı iç cephenin de güçlü olması gerekiyordu. Bu amaçla Sayın Bahçeli bir açıklama yaparak, PKK’nın kendisini feshettiğini Öcalan’ın açıklamasını istedi Öcalan’da bir mektup yayınlayarak, “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir” dedi. Böylece “fesih, silah bırakma ve toplumla ve devletle” süreci başlamış oldu.

Sayın Devlet Bahçeli’den Sünni-Alevi birlikteliğini ve kardeşliğini güçlendirmek için bir hamle de sanırım 29 Ekim’de gelecektir.

 İsrail yalnız değil, Amerika, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve bazı Avrupa ülkeleri İsrail ile ittifak halindeler. Savaşı önlemek ve tehditleri bertaraf etmemiz için bizim de güçlü bir ittifak kurmamız gerekiyor. Bu yöndeki bir çağrı da gene Bahçeli’den geldi ve şu ifadelerle Türkiye, Rus ve Çin ittifakını önerdi:

 “Dünyaya meydan okuyan ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek 'TRÇ' ittifakının inşa ve ihya edilmesidir. TRÇ ittifakının da Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir.”

Sonuç olarak; tehdit Batı kaynaklıdır, bunun başını Amerika İsrail ortaklığı çekmektedir. Türkiye’nin milli güçleri bunu görmüştür. Önlemler alınmaktadır.

TÜRKİYE DEVRİME GİDİYOR

Bu gelişmeler eninde sonunda Türkiye’yi bir devrime götürecektir. Türkiye Batı’dan kopup yükselen Asya uygarlığındaki yerini alacaktır.

Bağımsız, başı dik, özgür, üreten, kamucu, halkçı Türkiye’ye doğru ilerleyiş devam edecektir. Var olan yönetim ile gerçekleşemeyeceğine göre, AKP, CHP, VP ve diğer partilerdeki milli unsurların bir araya gelmesi ve yeni bir hükümet kurması kaçınılmazdır.

 


30 Ağustos 2025 Cumartesi

 

4 EKİM 1922

30 Ağustos’un öneminin tam olarak anlaşılması ve Atatürk’ün gerçek anlamıyla anılması için onun 4 Ekim 1922 tarihinde, TBMM’nde milletvekillerini bilgilendirmek için yaptığı konuşmayı okumak ve değerlendirmek gerekir.

Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve anlatır:

“Efendiler, kalbimde derin bir özlem doğuran ayrılıktan sonra tekrar sizlerin arasına katılmış olduğumdan dolayı mutluyum. Cenabı Hakka şükrederim ki, ordularımızın silahlarına emanet ettiğiniz aziz ve mübarek maksat, arzu ettiğiniz gibi mutlu sonuca ulaştı.  

En karanlık ve bahtsız günlerimizde Meclisimizin sarp ve yalçın bir kaya gibi azim ve imanı talihin bu parlak gelişimine erişmek için gereken imkânı daima saklı tuttu. Milli meselelerde şaşmaz bir aklıselimle daima doğruyu ve daima iyiyi bulan ve ayırabilen Meclisimizin bu neticelere ermekten dolayı duyduğu mutluluk kadar hak edilmiş ne hayal edilebilir?

Milletimizin kaderini doğrudan doğruya üstlenerek üzüntü yerine umut, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu sevinçle dolu olarak, pek aziz ve değerli arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.

 “Memleketimizi çiğnemek üzere, memleketimize giren Yunan ordusunu harim-i ismetimizde boğacağız sözümde hata etmemiş olduğumu hadisat ispat etti zannederim. Hakikaten Yunan ordusu harim-i ismetimizde tamamen boğulmuştur arkadaşlar!

“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin lâyemut abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur…”

"Efendiler! Taarruzumuz, öteden beri Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyiz ve tecaribe müsteniden ihzar ettiği plân dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plan düşman ordusunu kaçırmak için değil, fakat tutup boğmak esasını ihtiva eden bir plândı.."

 "Kemali hürmet ve tebcil ile zikretmek mecburiyetindeyim ki, doğrudan doğruya harekât-ı askeriye ile alâkadar ve bunu ihzar ve idareye memur olan her üç zat da benimle tamamen hemfikirdi. Zikretmek mecburiyetindeyim ki, aynı kuvvet ve kanaatle bana iştirak eden bu zevattan birisi muhterem Erkânı harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleridir. Diğeri Garp Cephesi kumandanı İsmet Paşa ve üçüncüsü de Müdafaa-i Milliye Vekili Kâzım Paşa Hazeratıdır. Ordu kumandanları paşalar hazeratı ile kolordu ve fırka kumandanları harekâtı büyük bir cesaret ve maharetle idare etmişler ve diğer bütün cüzütam kumandanları da şayanı gıpta ve siyayiş bir hissi fedakâri ile ifay-ı vazife eylemişlerdir"

 "Efendiler! Topçularımız bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve fecirle beraber bütün dünyanın gözlerinin açıldığı zaman ateşe başladılar. Kemali takdirat ve hürmetle bunu zikretmek isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu maharet ve vukuf, bütün dünya topçuları için misal olacak mahiyetteydi. Hayat-ı askeriyemde bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. Topçularımız saat 4.30’da endahta başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvelâ ateş tanzim etmek için, endaht yapılır. Yarım saat zarfında bütün bu cephe üstünde endaht tanzim edilmiş ve saat beşte yani yarım saat sonra, bu saydığım nikat üzerine şiddetle tesir endahtına başlanmıştır"

"Ordumuzda zabitan ve kumandanların kendilerine verilen vazifeyi ifada gösterdiği tehalükü ve hissî namusu göstermek isterim. Ordumuzdaki zabitan ve kumanda heyeti âliyesi yekdiğerine karşı böyle bir muhabbetle, hürmetle, emniyet ve itimatla merbuttur ve mafevkten aldıkları emri bir namus telakki ederek ifa ederler"

 "Bütün bu muharebat olurken, süvarilerimiz tamamen düşman kıtaatının gerilerinde olmak üzere, hareket ediyordu. Meselâ: Olucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi, ateş muharebesi yaptı ve fakat ekseriya kılıcını çekti ve dörtnala düşman saşarı içerisine girdi. Efendiler! Süvarilerimizin burada göstermiş olduğu hamaset tasavvurun fevkindedir ve gayri kabil-i tasvirdir. Henüz muharebeye girmiş taze düşman fırkalarını görür görmez süvarilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları tevkif etmeye imkân yoktu ve derhal kılıcını çekiyor ve düşmanın içerisine dalıyorlardı. Ve hakikaten; bu kahramanlık sayesinde garba çekilmek isteyen düşman kıtaatı durmaya ve vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur ettik"

"Topçularımızın, piyadelerimizin, süvarilerimizin, makineli tüfeklerimizin, tayyarecilerimizin ve her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret ve kahramanlık her türlü takdiratın fevkindedir. Ve bahusus askerlerimizin Yunan ordusunun kalb ve vicdanına verdiği dehşet haiz-i ehemmiyettir. O havf-ü haşyet ve dehşet buradaki mahvü müzmahil olan kıtaattan başka bütün Yunan ordusuna sirayet etmiş bulunuyordu. Müteakip hareket bunun şahid-i katîsi olmuştur. Bu muharebenin neticesi Yunanların ve Rumların kalbini sındırmıştır. Binaenaleyh; bu muharebeye Rum Sındığı Meydan Muharebesi demek çok muvafık olur. Bu suretle Afyon-Karahisar’dan izmir’e kadar dört yüz küsur kilometrelik mesafe, müteaddit meydan muharebeleri de dâhil olduğu halde ordularımız tarafından on beş günde katedilmiş ve milli ordunun bu müstesna kudret ve hareketi bilhassa şayan-ı tezkâr bulunmuştur"

 "25 Ağustos günü başta bulunan zevatla birbirimize dedik ki; Taarruz edeceğiz, bilâfâsıla takip edeceğiz ve düşmanı imha ederek, nihayet behemehal muvaffak olacağız. Bu kanaate sahip olmayanlar da vardı. Arkadaşlar bu kanaate sahip olmayanlar değil; ordumuzun yerinden kıpırdayamayacağı ve taarruz kabiliyetinden mahrum olduğu zehabına kapılan bazı kimseler de vardı, belki de bu zehap ve bu sözlerin telaffuz edilmiş olması düşmanlarımızı ümitlendirdi. Belki de isabet oldu. Fakat bugün tahakkuk eden neticenin tarihimize kuvvetle şeref bahşolmasına delâlet etmiş olduklarından dolayı, onlara da ayrıca teşekkür etmek lâzım gelir"

 "Efendiler! Bu Anadolu zaferi tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar kâdir ve ne kadar muhyi bir kuvvet olduğunun en güzel misali olarak kalacaktır. Önümüze dikilen bütün mevanii birer, birer yıkıp aştıktan sonra bugün artık Misak-ı Milli’nin çizdiği hudutlar dâhilinde, mesut, müreffeh ve hür yaşamak için, her ne lâzımsa, bunların hepsini istihsâl edeceğiz. Düşman elleriyle viran olmuş ve milletimiz tarafından her köşesini kurtarmak için seve, seve can verilmiş ve çocuklarımızın kanıyla sulanmış olan yurdumuzun ufkunda artık sulhun tatlı güneşi gecikmeyecektir.

Efendiler! Milletimiz, tek bir adam gibi, gösterdiği sarsılmaz vahdet ve gayret sayesinde bu muvaffakiyeti ihraz etmiştir. Milletimizin sulh işlerinde de sulhtan sonraki işlerde de, aynı himmet ve gayreti ve vahdeti göstererek; bu zaferi itmam edeceğine şüphe yoktur. Bu zafer bize bir imkân bahşediyor. Biz bu imkânı memleketimizin, milletimizin münevver, mesut ve müreffeh istikbali için kullanacağız"

"30 Ağustosta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk Milletinin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür. Eğer ben, izahta izhar-ı acz edersem beni mazur görünüz"

"Efendiler! Sözlerime hitam vermeden evvel kemali iftiharla şunu arzedeyim: Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek mevki-i hürmeti ve mevkii izzeti kazanmıştır. Milletimiz bîperva iftihar edebilir. Bu en kuvvetli şeraitle hakkıdır ve böyle bir milletin âciz bir ferdi olmakla en büyük saadeti hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında, emsalsiz kahramanlıklar ve şehamet göstermiş olan zâbitlerimizin, neferlerimizin ve kumandanlarımızın her biri ayrı, ayrı bir menkıbe, bir destan teşkil eden harekâtını kemali tebcille ve hürmetle ve takdirle yâdediyorum. Ve bu şehamet meydanlarında rahmeti rahmana kavuşan şühedamızın muazzez ervahına hep beraber fâtihalar ithaf edelim. Arkadaşlar! En son sözüm budur. fiehamet meydanında ölenlerin analarına babalarına taziyeler değil, fakat tebrikâtımızı îsal edelim"

 

 

BİR DEVRİN BATTIĞI ZAMAN VE YER: 30 AĞUSTOS VE DUMLUPINAR

30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun.

30 Ağustos 1922 Türk tarihinin en önemli günlerinden birisidir.

Cumhuriyet’e giden yolun kapısını bugün açtık.

 Başını İngilizlerin çektiği Batı’nın emperyalist güçlerini bugün mağlup ve perişan ettik.

 Mazlum milletlere emperyalist güçlerin de yenileceğini bugün gösterdik.

Bu zaferle 23 Nisan 1920’de Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz cumhuriyeti tüm dünyaya kabul ettirdik.

Bu zaferle, Türk milleti, şehit kanları ile vatan kıldığı bu topraklara egemen oldu ve özgür ve bağımsız yaşamaya başladı 

ATATÜR’ÜN ZAFERİ DEĞERLENDİRMESİ

30 Ağustos’un hemen sonrasında, TBMM Reisi ve TBMM Ordularının büyük kumandanı Mustafa Kemal Paşa bu büyük zaferi değerlendirir ve bilgilendirir.

 Atatürk, bu konuşması ile sadece milletvekillerini değil, ebede kadar yaşayacak olan Türk milletinin her ferdini bilgilendirir.

 “Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin lâyemut abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur…”

 "..Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu meserretle dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum"

 31 Ağustos sabahı harp sahasını gezerken gördüğü manzara karşısında düşman askerlerinin durumunu şöyle değerlendirir: "Allah’ın bunlara bunu mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler asker değildir. Bunlar herhalde caniler ve katillerdir" Yunanlılar çekilirken, her yeri yakmış, yıkmış ve âciz, müdafaasız ahaliyi, kadın ve çocukları öldürmüş, yakmıştır. Bu nedenle Atatürk, "Bu müthiş faciayı kemali lânet ve nefretle yâdetmek lazım gelir" demiştir.

 30 Ağustos, bize bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik kapılarını açan bir zaferdir. Bu zaferi “milli varlığı son bulduğu sanılan” büyük Türk Milleti, askeri ile, komutanı ile, kadını ile çocuğuyla birlikte kazanmıştır.

 Bugün bağımsızlık timsali bayrağımız gönderinde dalgalanıyorsa, padişahın kulu olmaktan çıkıp özgür vatandaşlar olduysak, egemenlik Osmanlı sülalesinden millete geçtiyse, Türk olmanın gururunu yaşayabiliyorsak bunu bu büyük zafere borçluyuz.

 Yıllarca süren savaşlardan yorgun ve bitkin bir halk; insanlar aç ve susuz, üstte yok, başta yok, her evde 3-5 şehit veya gidip de gelmeyen nişanlı, koca, baba. Bu yokluk ve perişanlık iççinde eksik olmayan hürriyet ve istiklâl arzusu. Peki Osmanlı ne yapıyor? Kendi ikbali peşinde. İngiliz’e teslim olmuş, sarayından çıkamıyor ki o saraylar Türk halkı açıktan hastalıktan, savaşlardan kırılırken ondan bundan borç alınarak yapılmış. Zafer gerçekleşince Türk halkı mutlu, mesut, padişah ve avenesi ise üzgün ve mahzun.

 Bu eseri yaratan başta Mustafa kemal Paşa olmak üzere gazilerimize, şehitlerimize şükranlar olsun. Onlar sayesinde Osmanlının bize bıraktığı işgal edilmiş vatan, yabancı güçlerden temizlenmiş ve bağımsız bir vatana dönüşmüştür.

 Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1924 yılında yapılan, 30 Ağustos’u anma toplantısında bu büyük zaferi kazanan Türk halkını şöyle anlatmış:

 "Burada, hâdise sözden çok kuvvetli bir mevkidedir. Ben size ne söyleyebilirim ki, bu ovaların üstünde geçen vak’alar kadar derin, manalı, beliğ ve şümullü olsun. Söz burada fiil karşısında acizdir. Bakıyorum, aramızda Anadolu kadınları var, hiçbir felâketin üstüne gözyaşı akıtmamış, yüzleri kayalar gibi katı, yüzleri dağ başlarındaki kayalar gibi yanık, sayısız muharebelere sayısız şehitler vermiş Anadolu kadınları var. Aramızda alaca gömlekleriyle, çıplak ayaklarıyla köylüler ve köy çocukları görünüyor. Dağ başlarındaki yaylalardan Yörükler inmiş, içtimaa onlar da gelmişler, içtima tamamdır. Burada olanlar kadar burada olmayanlar da burada… Türk milletinin ruhu, bu harp meydanının kenarında şimdi el bağlamış duruyor.

Bu toprakların içinde zerre zerre parıltılarla örtülü, bembeyaz genç dişleri arasından istiklâl şehitleri bir şey sayıklıyorlar: "Ey Türk milleti, senin için! Diyar diyar, iklim iklim, bütün o boğuşmalar, o mücahedeler ve bu ölüm, ey Türk milleti senin için, senin için"

 Afyon ovası ve Kocatepe Necmettin Halil Onan’ın dediği gibi bir devrin battığı yerdir. Bu devrin batması ile, Türkiye Cumhuriyeti “Yeni bir güneş gibi doğmuştur” ve Türk Ulusu hürriyet zevkini Cumhuriyet ile birlikte tatmaya başlamıştır.

Necmettin Halil Onan


Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

 

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,

Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,

İstiklal uğrunda, namus yolunda,

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

 

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,

Mübarek kanını kattığı yerdir.

 

Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda, bütün milletin,

Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

22 Temmuz 2025 Salı

 

BİRAZ DA SINIFSAL ÇELİŞKİLERİ KONUŞALIM

İnsanları etnik kökenine, dini inancına, mezhebine göre tanımlamak ve devlet görevlerini bu tanımlara uygun olarak belirlemek ülkemiz için son derece yanlıştır ve yıkıcıdır.

Anayasada ve yasalarda görev tanımı yapılırken etnik kimlikleri ve dini inançları kriter olarak belirlemek Türkiye için felaketin başlangıcı olur.  

Her insan yasal şatları yerine getirmek şartıyla devletin her kademesinde görev alabilir ve almaktadır zaten.

Bırakalım şu Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Sünni, Alevi laflarını da insanları başka türlü tanımlayalım. Emekli diyelim, emekçi diyelim, memur diyelim, rençber diyelim, esnaf diyelim, fabrikatör diyelim.

Alevi emekli maddi sıkıntı çekiyor da Sünni olan çekmiyor mu? Memur Kürt asılı ise maaşı daha mı düşük oluyor. LGS, YKS gibi sınavlarda sonuçlar etnik köken ya da mezheplere göre mi değerlendiriliyor.

Biraz da sınıfsal çelişkilerden söz edelim. Toplumsal sorunlarda etnik köken, dini inanç ön plana alınıp tartışılınca sınıfsal çelişkiler unutuluyor. Kim bilir belki de esas amaç bu.

İnsanlar bu şekilde meşgul edilince akıllarına, Türkiye’nin en zengin 25 kişisinin serveti zengin olmayan kaç milyon insanın servetine eşit acaba ve bu durum neden böyle diye düşünmüyor.

Milli gelirden sermayenin aldığı pay artarken emekçinin ve emeklinin aldığı pay neden azalıyor diye düşünmüyor.

Bu özel okullar, bu özel hastaneler niçin var ve neden ben ve çocuklarım bunlardan neden faydalanmıyoruz diye düşünmüyor. 

Bu servet, gelir ve fırsat eşitsizliği neden var diye düşünmüyor.

Televizyonlar, gazeteler birkaç istisna hariç neden zenginlerin elinde ve neden yukarıda yazdığım konular bu zeminlerde tartışılmıyor diye düşünmüyor.

TBMM’nde neden hiç işçi yok, yoksul yok diye düşünmüyor.

Egemen güçlerin önümüze sürdüğü şu etnik köken, dini inanç gibi tanımlamaları bırakalım da biraz da sınıfsal gerçekleri konuşalım, tartışalım. Ne dersiniz?

15 Temmuz 2025 Salı

 

“AMERİKAN KATİL KATİL”

https://youtu.be/aC7pvV5L5ns?t=47

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim.  Türkiye’ni en büyük düşmanı Amerika’nın başını çektiği Batı Emperyalizmidir; kısaca söylersek Amerika’dır.

Bugün 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nü kutluyoruz ama o gece Türkiye’yi işgal etmeye kalkan Amerika’yı bir kenara koyup, sadece onun kurup, büyütüp, desteklediği FETÖ’yü suçluyoruz. 

FETÖ şunu yaptı, bunu yaptı; FETÖ yapmadı, Amerika yaptı. Gerçek düşmanı gizlemeye gerek yok. 

Bir de PKK meselesi var. Bu konuda da aynı hatayı yapıyoruz. PKK diyoruz Amerika diyemiyoruz.   

Şehitlerimizi anıyoruz ama Amerika katil diyemiyoruz.

Amerika olmasaydı, ne FETÖ olurdu ne de PKK. 

Gerçek düşmanın Amerika olduğunu gizlediğimiz yetmiyormuş gibi, çağdaşlaşma adı altında yıllardır çocuklarımızı, gençlerimi Amerikan hayranı olarak yetiştiriyoruz.

Televizyonların, gazetelerin büyük çoğunluğu (yandaş, muhalif fark etmez) Amerikan hayranlığı yayıyor. Filmler, diziler Amerikan kültürünü dayatıyor.  Milli kültürümüzün yerini Hollywood  kültürü alıyor.

İngilizce okullarımızda ikinci dil oldu. Halkımızın çoğunluğu öyle Amerikan hayranı oldu ki, sadece bize değil,  mazlum milletlere yaptığı kötülüklerin hiçbirisini göremiyor.

Amerika’nın düşmanlıklarını gizlediğimiz ve ona karşı olan hayranlığımızı artırdığımız için o da bize her türlü kötülüğü rahatlıkla yapıyor. Ekonomik olarak saldırıyor, siyasi olarak saldırıyor, terör örgütleri vasıtasıyla saldırıyor, kültürel olarak saldırıyor, psikolojik olarak saldırıyor. Biz de Amerika’ya dostumuz ve müttefikimiz diyoruz ama düşmanımız diyemiyoruz. 

Bu güne kadar kendi askerlerini doğrudan kullanmadı ama dört bir yanımızda kurduğu askeri üsler, ve denizde ve karada yaptığı tatbikatları düşünce onun da muhtemel olduğu akla geliyor.

Bugün 15 Temmuz; bari bugün düşmanın adını ve nasıl bir şey olduğunu yüksek sesle haykıralım; tıpkı Mahzunî Şerif gibi: “AMERİKA KATİL, KATİl”.

https://youtu.be/aC7pvV5L5ns?t=47

Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil
Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil

Yıllardır bizi bitirdin
Amerika katil katil
Yıllardır bizi bitirdin
Amerika katil katil, katil

Tuz diye yutturur buzu
Gafil düştük kuzu kuzu
Dünya'nın en namussuzu
Amerika katil katil

Devleti devlete çatar
İt gibi pusuda yatar
Devleti devlete çatar
İt gibi pusuda yatar

Kan döktürür, silah satar
Amerika katil katil
Kan döktürür, silah satar
Amerika katil katil

Japonya'yı yiyen velet
Dünya'daki tek nedamet
İki yüzlü kahpe millet
Amerika katil katil

İnsanı alçak sarısı
Küstü Dünya'nın yarısı
İnsanı alçak sarısı
Küstü Dünya'nın yarısı

Vietnam'ın pis karısı
Amerika katil katil
Vietnam'ın pis karısı
Amerika katil katil, katil

Bunca milletlere yazık
Sömürülmüş bağrı ezik
Seni seven kanı bozuk
Amerika katil katil

Mahzuni der Türk milleti
Çıksın gitsin elin iti
Mahzuni der Türk milleti
Çıksın gitsin elin iti

12 Temmuz 2025 Cumartesi

 

İHANETMİŞ!

PKK, Amerika ve İsrail’in her türlü desteğine rağmen Kürdistan isimli ayrı bir devlet kurmasının imkânsız olduğunu anlamış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ve Türk Milletinde bütünleşmek amacıyla silah bırakmaya karar vermiş,  kendisini feshetmiş, Amerika ve İsrail’in verdiği silahları yakmış ama bunu ihanet olarak görenler var.

Devletimizin sınırlarında değişiklik var mı ? Yok. Anayasa’nın 4. ve 66. Maddesi değişti mi? Değişmedi. Teröre herhangi bir taviz verildi mi? Verilmedi. 

Doğrusu biz anlamdık; kim kime ihanet etti? Hangi eylem kime ve neye ihanettir? Hain olan kim? Devlet mi, PKK mı?

Süreç başarılı bir şekilde son bulursa Edirne’den Van’a, Ağrı’dan Muğla’ya kadar bu toprakların tamamında, insanlar Türk, Kürt, Arap, Çerkez ayırımı göstermeden Türkiye Cumhuriyeti’nde ve Türk milletinde bütünleşmiş olacak, kardeşçe yaşayacak. Amerika ve İsrail yenilmiş olacak. Hedef bu, amaç bu…

11 Temmuz 2025 Cuma

 

SIRA EKONOMİK VE SOSYAL YATIRIMLARDA

PKK halk desteğini yitirdi.  Yeni eleman bulamıyor. Eskiler mağaralarda sıkıştı kaldı. Başını çıkaranlar etkisiz hale geliyor. Liderler sıranın kendilerine geleceğini ve Kürdistan denilen devletin kurulamayacağını anladı.

Bu durumda ya teslim olacaklar ve silahlarını bırakacaklardı ya da toprak altında çürüyüp gideceklerdi; teslim olmayı seçtiler.

Şimdi sıra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun sosyal ve ekonomik olarak kalkınmasına geldi. Bu bölgedeki refahın yükseltilmesi lâzım.

Sayın Erdoğan Cumartesi günü bölge için yapılması düşünülen sosyal ve ekonomik yatırımları açıklarsa, bütünleşme süreci hız kazanır. Benim yarın için beklentim bu yönde bir gelişmenin olacağı şeklinde. Bekleyelim görelim.

10 Temmuz 2025 Perşembe

 ÇOK ÖNEMLİ GÜNLERDEN GEÇİYORUZ

Devam eden süreci iyi  kavramak lazım. Türkiye çok önemli günler yaşıyor.

 Emperyalizmin 1900’yıllardan bu yana kurduğu Kürdistan hayalinin sonuna geldik. Bizi parçalamak, Cumhuriyet’i yıkmak için Kürtleri kullanarak çıkardıkları isyanlar son buluyor. PKK liderinin açıkladığı gibi “..ayrı devlet amaçlı PKK hareketi” bitiyor.  PKK artık yok gibi bir şey…

Kürtlerin büyük çoğunluğu zaten devlet ve milletle bütünleşmişti. Şimdi sıra PKK’lılar ve onların sempatizanlarına geldi. Bu işlem de gerçekleşirse  ABD ve İsrail’in başını çektiği emperyalizm,  Kürdistan kurmak için kullanacağı kimse kalmayacak.

Ben Tunceli’nin Çemişgezek ilçesinde doğdum. Anne tarafım Çemişgezekli, baba tarafım Hozatlı. Çocukluğum gençliğim oralarda geçti. O günlerde ve o topraklarda Türk, Kürt, Zaza berberce ve dostane şekilde yaşardı. Kimse kimseyi mezhebinden, etnik kimliğinden ötürü hor görmezdi. Sadece birbirlerine kız alıp vermezlerdi.  Şimdi artık o da büyük ölçüde bitmiş. Gençler mezhebine, etnik kimliğine bakmadan sevdikleri ile evleniyorlar. Düğünlerde Türkçe havalar da çalıyor, Kürtçe ve Zazaca  havalar da çalıyor, beraber halaylar çekiliyor. Bundan güzel bütünleşme mi olur.

Atatürk’ün dediği gibi, Türk, Kürt ,Laz, Çerkez, Arap hep aynı cevherin damarlarıyız. Büyük milletler de böyle olur zaten…

Dersim isyanlarında yaşananları büyüklerinden dinleyen birisi olarak doğrusu çok mutluyum. Gelecekte çok daha güzel günler yaşayacağımıza inanıyorum. Süreci takip edelim ve bu süreci baltalamak isteyen iç ve dış odaklara fırsat vermeyelim.  Unutmayalım, “Su uyur düşman uyumaz”.

9 Temmuz 2025 Çarşamba

 ÖCALAN VE TERÖRSÜZ TÜRKİYE SÜRECİ

Daha önceki mektubunda devlet ve toplumla bütünleşmek için silahı bırakılmalı ve “PKK kendisini bu amaçla feshetmeli” demişti. 19 Haziran tarihli yazısında ise, “27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı savunmaya devam etmekteyim”,  “…Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir.  Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir”, “…PKK ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir..” demiştir.

Bu ifadelerden çıkan sonuç şu; PKK’nın iki temel amacı vardı: Birincisi Kürt varlığının tanınması,  ikincisi ise,  Kürdistan isimli bağımsız, milli bir devlet kurmak.

Kahraman ordumuzun ve emniyet güçlerimizin kahramanca mücadelesi ve devletimizin karalı tutumu nedeniyle Kürdistan isimli bir devletin kurulamayacağı anlaşıldığı için, PKK kendisini tarihin dışına atıyor. Önemli olan şu; artık bağımsız bir Kürdistan olmayacak.

Adına “Terörsüz Türkiye süreci”  denilen gelişmelerin sonunda, Kürtler, toplumla ve milletle bütünleşerek ve kendi kültürlerini yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin her türlü demokratik haklarından yararlanan onurlu vatandaşları olarak yaşayacaklar.

1 Temmuz 2025 Salı

 ENTELEKTÜEL FAHİŞELER

Yıllar önce New York Times’ın editörü John Swinton görevi bırakırken konuşmasının sonunda şöyle demişti:
“…Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz ben de!”
“Öyleyse şimdi burada, ‘bağımsız özgür basının’ şerefine kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkasının malı.”
Bu Amerika’da böyle de biz de faklı mı? Özellikle İmamoğlu gözaltına alındıktan sonra bazı gazetecilerin çırpınışlarını gördükçe aklıma Swinton’un bu sözleri geliyor. Ne de olsa milyonlarca lira ‘sistem’ için toplanmış; ‘sistem’ de çeşitli yöntemlerle kendisini kurtarmaya çalışıyor.
Çırpınanlar sadece gazeteciler değil elbette, başkaları da var...

30 Mayıs 2025 Cuma

 

TERÖRSÜZ TÜRKİYE’NİN BEDELİ VATAN TOPRAĞI OLMAMALI

 Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Terörsüz Türkiye” sürecinin başladığını ilan etmesiyle birlikte ‘eşit yurttaşlık’ çağrıları arttı. DEM’li Bayulken,  Bakırhan ve diğer yetkililer eşit yurttaşlık isteklerini sık sık dile getirmeye başladılar. Bunlar yetmezmiş gibi de CHP’liler de DEM’lilerle söz birliği etmiş gibi bu çağrıyı tekrarlayıp duruyorlar. Son olarak da yaptıklarından utanıp sesini keseceğine İmamoğlu da eşit yurttaşlık istemiş; ‘Kürt sorunu’ böyle çözülürmüş!

Öncelikle şunu söyleyelim, teröristlerin derdi özgürlük değil ki, onların derdi toprak. Vatanımızın bir kısmını Amerika’ya hediye etmek istiyorlar. Amerika ve İsrail’in desteğinde ve kontrolünde olan ve Türkiye’yi bölmeyi hedefleyen terörü ‘Kürt Sorunu’ olarak nitelemek ise emperyalizme hizmetten başka anlam taşımaz. PKK da zaten ABD izin vermedikçe silah bırakıp teslim olmaz.

YURTAŞARIN EŞİTLİĞİ ZATEN ANAYASAGÜVENCESİ ALTINDA 

Atatürk önderliğinde gerçekleştirdiğimiz Cumhuriyet Devrimi ile Türkiye halkı, etnik kimliğine, dini inancına bakılmadan Türk Milleti olarak birleşti, tek millet oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes, ayırım gözetilmeden devletin eşit yurttaşları yapıldı. Anayasaya bu amaçla, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” maddesi konuldu. 

EŞİT YURTTAŞLIK NE ANLAMA GELİYOR

Hal böyle iken bu ‘eşit yurttaşlık” kavramı neden ileri sürüldü? CHP ve DEM ne yapmak istiyor? 

‘Eşit Yurtaşlık’tan ne kastedildiğini bugüne kadar hiçbir DEM ve CHP’li yetkili açıklamadı. Açıklamadı çünkü açıklayamazlar. Onların yapmadığını biz yapalım:

Eşit Yurttaşlıkta’ eşitlik yurttaşlar arasında değil, etnik veya dinsel yapılar arasındaki eşitliktir.  Azınlıklar tanınacak, bunlara anayasal haklar verilecek. Türkiye Cumhuriyeti çok milletli bir devlet olacak.Böylece ‘Kürt Sorununa’ TBMM zeminde çare bulunacak. Amerika ve AB yıllardır Türkiye’ye bunu dayatıyor. Açıkça bölünün diyemediği için, azınlık hakları diyor, yerel özerklik diyor, demokratik özerklik diyor, insan hakları diyor, ileri demokrasi diyor ve eşit yurttaşlık diyor.

Bütün bunların sonucunda arzu edilen şey adı Kürdistan olan ikinci İsrail devleti.  Bu amaca adım ilerleyerek varmak istiyorlar. Bu adımlardan birisi de bu ‘eşit yurttaşlık’.

 SİLAHA SİLAHLA KARŞILIK VERİLİR

Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist güçler, başta Türkiye olmak üzere, Batı Asya ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletini kurmak için terör örgütlerini bölgeye yığmışlar, silahlandırmışlar, eğitmişler, maaşa bağlamışlar, ortamı kan gölüne çevirmişler ve biz de birkaç yasa değişikliği ile bunu durduracağız.

Şimdi biz CHP’li ve DEM’li yöneticilere soruyoruz: Anayasa’nın hangi maddelerini değiştireceksiniz de Amerika Türkiye’yi bölmekten vazgeçecek? Yasalarda nasıl bir değişiklik yapacaksınız da PKK elindeki silahlar elinden bırakıp gelip teslim olacak.

Demokratik özerklik, insan hakları, yerel özerklik, anadilde eğitim gibi sözler İkinci İsrail devletine giden yola taş döşemekten başka işe yaramaz.

Anayasa değiştirilerek Amerika dize getirilecekmiş! Amerika bizi silahla bölmek istiyor, çaresi de silah kullanmaktır. Atatürk de bunu yapmıştı.

13 Mayıs 2025 Salı

 



PKK'NIN FESHİ VE 12.KONGRE KARARLARI 

İnsanların sürece şüphe ile yaklaşmalarına hak veriyorum.  Öcalan’ın mektubu ile PKK’nın 12. Kongre kararları bir biriyle ciddi anlamda çelişiyor.

Öcalan şöyle diyordu: “…; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” “…devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.“

Öcalan basit bir silah bırakmaktan ve örgütü feshetmekten söz etmiyor; toplumla ve devletle bütünleşmekten söz ediyor

Bu kararlılık kongre kararlarında yok. Tam tersine mücadeleye devam edileceğinden, özgürlük hareketi için yeni bir dönem başlamıştır, Kürtlerin devletten ayrı olarak etnik temelde ayrı bir örgütlenmelerden, saldırılara karşı kendilerini savunacaklarından, soykırımdan, Lozan’dan söz ediyor.

Bütün bunlara rağmen ben karamsar değilim. Emperyalizmi arkalarına almalarına rağmen, 40 yılı aşkın bir sürede Türkiye’yi bölmek için silahlı mücadele veren örgüt bunu başaramadı. Silahla başaramadıklarını ne yapacaklarda başaracaklar.

Anayasa’nın ilk 4 maddesi ve 66. Maddesi yerinde duruyor. TSK ve diğer güvenlik örgütlerimiz büyük bir dikkatle süreci takip ediyor.

Örgüt yeni eleman bulmakta zorlanıyor. Güneydoğu eski Güneydoğu değil. İnsanlar terör korkusu olmadan huzurlu bir şekilde yaşıyorlar. Örgütün yurt içinde ve dışında eylem yapacak hali kalmamış. Lider kadroları tek tek temizleniyor. Ve bir önemli husus daha, Amerika, Trump’tan sonra değişti. PKK’ya olan desteğini kesiyor.  

40 yılı aşkın bir sürede devlete karşı mücadele etmiş silahlı bir örgüt ben yenildim, gelin beni teslim aldım diyemez. Bu bildiri aslında ölüme sürüklediği insanlara biz boşuna mücadele ettik, yenildik diyemez.

Sonuç olarak, karamsar olmadan ama çok dikkatli bir şeklide süreci takip etmek lazım. 

PKK İÇİN KURTULUŞ YOK

Türkiye Cumhuriyeti PKK’nın önüne iki alternatif koydu. Ya örgütü feshedecekler ya da yapılacak büyük bir askeri harekâtla yok olacaklar. Güneydoğu’da askeri yığınak var. Birlikler, uçaklar, SİHA’lar, obüsler, roketler, tanklar hazır.  Bunu Öcalan da anladı, PKK’nın dağdaki liderleri de anladı. 12. Kongrede aldıkları kararları uygulayacak güçleri yok. Onlar için tek kurtuluş örgütü feshetmek ve silahları teslim etmek. Hiç kimse Türkiye’nin gücünü küçük görmesin.

Bu süreç bir günde bitmez ama sürecin sonunda çok daha güzel günler bizi bekliyor.

Emperyalizmin yüz küsur senelik planları bozulacak. Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacak.

Türkiye Cumhuriyeti PKK’nın önüne iki alternatif koydu. Ya örgütü feshedecekler ya da yapılacak büyük bir askeri harekâtla yok olacaklar.

Güneydoğu’da askeri yığınak var. Birlikler, uçaklar, SİHA’lar, obüsler, roketler, tanklar hazır. 

Bunu Öcalan da anladı, PKK’nın dağdaki liderleri de anladı. 12. Kongrede aldıkları kararları uygulayacak güçleri yok. Örgüt üyelerine ve sempatizanlarına moral vermeye ve fesih kararını içlerine sindirmeye çalışıyorlar; o kadar!

Onlar için tek kurtuluş örgütü feshetmek ve silahları teslim etmek.

Hiç kimse Türkiye’nin gücünü küçük görmesin.

Bu süreç bir günde bitmez ama sürecin sonunda çok daha güzel günler bizi bekliyor.

Emperyalizmin yüz küsur yıllık planları bozulacak.

Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacak.


9 Mayıs 2025 Cuma

 

YUNUS NADİ’DEN EKREM İMAMOĞLU’NA SÜRÜKLENEN GAZETE: CUMHURİYET

Hemen her gün diğer birçok gazeteyi olduğu gibi Cumhuriyeti de okuyorum. Her okuyuşta nerden nereye diyorum. Yunus Nadi’nin kurduğu, antiemperyalist ve devrimci çizgide yayın yapan gazete, emperyalizmin bizi yönetmesi için bulduğu, eğittiği ve kullandığı birisinin ‘trolü’ haline gelmiş.

Yunus Nadi’yi iyi tanırsak dediklerim daha iyi anlaşılır.

KURUCU YUNUS NADİ, İSİM BABASI ATATÜRK

Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu olan Yunus Nadi, gazetecilik hayatına Tasvir-i Efkâr gazetesinde başlamış, bu gazetenin başyazarlığını yapmış. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Velid Ebuzziya ile anlaşmazlığa düştüğü için Tasvir-i Efkar gazetesinden ayrılan Yunus Nadi, 1918'de Yeni Gün gazetesini kurmuş. Anadolu'daki milli mücadele hareketini desteklediğini Yeni Gün’de açıkça yazmış.

16 Mart 1920’de İstanbul'un işgalinden bir gün sonra gazetesi İngilizler tarafından kapatıldı. Yunus Nadi Anadolu'ya geçmek zorunda kaldı. 10 Ağustos 1920'den itibaren gazetesini “Anadolu’da Yeni Gün” adıyla çıkardı ve Anadolu'daki milli mücadeleyi desteklemeye devam etti. Gazete, 11 Mayıs 1924'e kadar Ankara’da yayımlandı.

Yunus Nadi, cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul'a giderek hilafet yanlısı İstanbul basınına karşı cumhuriyeti ve devrimleri savunacak bir yayın organı olarak Cumhuriyet gazetesini yayımlamaya başladı. Gazete, Mustafa Kemal'in teklifi üzerine Hakimiyet-i Milliye ve Yeni Gün gazetelerinin birleştirilmesi ile doğdu ve Atatürk’ün önerisiyle ‘Cumhuriyet’ ismini aldı.

YUNUS NADİ’NİN BATI EMPERYALİZMİNE KARŞI TAVRI

Yunus Nadi'nin solla ilgilenişi 1917 Sovyet Devrimi'ne kadar geriye gider. Başyazarı olduğu Tasvir-i Efkar Lenin'in 1917 ilkbaharında Rusya'ya dönüşünü haber veren ilk gazetedir. Lenin'in ilk resmini o basmış ve devrim hakkında sürekli yazılar yazmıştır.

1920 yılında yazdığı bir yazıda şunları söylemiş:

“...Batı emperyalizminin mahkûm mevkiine indirdiği, kendisine ilelebet köle kılmak istediği, zulüm görmüş milletler arasında, bize çevrilen husûmet, bizi mahvetmekle bir teselli bulmak istemeyen bir vahşet derecesindedir. Ellerimizi ayaklarımızı kıskıvrak bağlayarak, bize ebedi bir kölelik hayatı yaşatmak istiyorlar. Demek oluyor ki, dünyanın büyük inkilâp savaşında, bizim yerimiz, vahşice saldırısını en ziyade bizim üzerimize yöneltmiş olan emperyalist ve kapitalist güruhu yıkmak isteyen taraftır.”

“...Bu arada, kendi nefsimizde tecrübeye dayanan bir keyfiyet olmak üzere, sâbit olmuş gerçek şudur ki, fenalık Rusya'da veya İngiltere'de değil, emperyalist ve kapitalistliktedir; Çarlık'ın ortadan kalkmış olması, İngiltere ve Fransa'nın Çarlık'a rahmet okutacak kadar, zalim ve kan içici olmalarına engel olmadı. Buna binaen gâye, daha fazla vuzuhla kendiliğinden belli oldu; aletıtlak emperyalistliğe ve kapitalistliğe karşı ve bunları ernegun edinceye kadar cidâl!...

“... Bu bayrak altında birleşen milletlerin savaşı, dünyanın ve insanlığın en mukaddes bir ihtilâlidir. Bu ihtilâl ki ona nazaran İngiliz ve Fransız İhtilâlleri, zikrolunmaya bile değmeyecek ufaklıkta, gölgede kalıyor...”

YUNUS NADİ’NİN KEMİKLERİ SIZLIYORDUR

Cumhuriyet gazetesi, emperyalist ülkeleri zalim ve kan içici olarak tarif edip, sömürüye karşı yapılan Sovyet ve Türk devrimini Fransız devriminden dahi büyük ve olumlu gören Yunus Nadi’nin gazetesi şimdilerde artık ‘zalim ve kan içici’ emperyalizmin kuklasına hizmet eder hale gelmiş.

Soldan sağa, devrimden karşı devrime ne acı savruluş!

22 Nisan 2025 Salı

 

ALGILARIN GÜCÜ

Gary Small’un “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri” isimli bir kitabını bilmem okudunuz mu? Kitapta çok sıra dışı vakalar anlatılıyor. Bunlardan birisinde, Dr. Small’un hastası kendi elini oraya ait değilmiş gibi hissediyor. Elinden kurtulana kadar kendisini rahat hissetmeyeceğini düşünerek elini kestirmek istiyor.

Small, hastasına ‘dismorfofobi’ teşhisini koyuyor. Bu hastalar kendisini veya kendisinin bir parçasını, gayet normal olduğu halde, acayipmiş gibi algılıyor. Hastalar gerçeklere göre değil, bu algıya göre karar veriyor ve acayip buldukları parçalardan kurtulmaya çalışıyor. Dr. Small, gerçekten uzaklaşmış algısına teslim olmuş bu hastayı, hastanın rızası olmamasına rağmen, marangoz olan hastanın elini kesmesinden korkup acil olarak hastaneye yatırıyor ve tedaviye başlıyor.

Bu hikâyeyi okurken şunu düşündüm; kafalarda oluşmuş algılar gerçeğin yerine geçebiliyor ve insanlar bu algılara göre seçimlerini yapıyor ve kararlar veriyor. Freud’a göre de arzular ve bilinçaltı sürekli yanılgılar üretir ve insanlar da bu yanılgıları hakikat diye inanır. Gerçeklerin yerini algılar alır.

Uzun uzun düşünmek lazım; gerçek diye bildiklerimizin kaçı gerçektir acaba? Ya da hangileri medyanın ya da sosyal medyanın etkisi ve bizim bilinçaltımızın eseri olan algılardır. Ve biz bu algılar sonucu kendimize ve çevremize zarar veriyor muyuz? Kendi elimiz kendimiz kesiyor muyuz?

10 Nisan 2025 Perşembe

 

BÖYLE DOST DÜŞMAN BAŞINA

Trump, Netanyahu ile konuşurken Erdoğan’ı sözüm ona methetmiş. Söyledikleri de şunlar:

“Benim büyük bir dostum var, adı Erdoğan. Ben onu severim, o da beni sever. Hiçbir zaman aramızda bir sorun olmadı. Birçok şey yaşadık birlikte. Bibi, eğer Türkiye’yle bir sorunun varsa… Rahip Brunson olayını biliyorsun… Bunu çözebileceğime inanıyorum. Ama makul olmalısın. Erdoğan sert biridir, zeki biridir.” Bir yandan övüyor, diğer yandan Rahip Brunson’u hatırlatıp Erdoğan’a aba altından sopa gösteriyor.

Bunları okuyunca aklıma şu meşhur söz geldi: “Zehri altın tabakta sunarlar”.  Bir çarpıcı ifadede Almanlar’ın Edda isimli destanında var: “Eğer birine kötülük yapacaksan, yüzüne iyilikle bak, onunla dostça konuş.”

Trump’ın yaptığı da tam da bu, dostça konuşuyor ama kötülük yapmanın hazırlığını da sürdürüyor. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”. Biz de Amerika’nın yaptığı işlere bakalım, Trump dost mu düşman mı anlamaya çalışalım.

Romanya’dan Yunanistan’a, Dedeağaç’tan Girit’e, oradan Güney Kıbrıs’a askeri üslerini kurmuş, üsleri zırhlılarla, tanklarla, uçaklarla doldurmuş ve namlularını da Türkiye’ye çevirmiş uygun zamanı bekliyor; tıpkı, avcının Tüfeğini doldurup kuşu vurmak için beklediği gibi..

Yetmezmiş gibi, İsrail ile birlikte Kürdistan isimli bir kukla devleti kurmak için, Suriye’de darbe yapmış, İran ve Rusya’nın bu bölgedeki etkisini azaltmış, Türkiye’yi yalnızlaştırmış ve şartların olgunlaşmasını bekliyor.

Bununla da yetinmemiş, Türkiye’de kendisine daha az direnecek bir iktidar olsun diye uğraşıyor, ortalığı karıştırıyor.

Ne diyelim; böyle dost düşman başına…

6 Nisan 2025 Pazar

 

KUTUPLAŞTIRMA  KARGAŞA VE İKTİDAR DEĞİŞİMİ


Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak.
Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır. Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahaleler gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.


Yaşım uygun 1960 öncesini hatırlıyorum;  toplum DP’li ve CHP’li olarak ikiye bölünmüştü, ayrışma düşmanlıkları körüklüyordu.  Ankara, İstanbul ve birkaç ilde daha olaylar, kalkışmalar oldu; arkasında 1960 darbesi geldi.


1971 öncesi ülkede önce Amerikan karşıtı gösteriler başladı ve arkasından komünist, antikomünist çatışması çıktı ve peşinden 12 Mart'ta Amerikancı bir darbe oldu.


1974 Kıbrıs Harekâtı yapıldı, Amerika önce ambargo uyguladı ve arkasından sağ-sol çatışmalarını kışkırttı. Binlerce insanımız kaybettik. Bunu bahane eden Amerika’nın “Bizim çocuklar” dediği generaller 12 Eylül 1980 darbesini yaptı. Vatanseverler susturuldu. Küreselciler, Amerikancılar iktidar oldu.


2002 yılında, Türkiye’nin Irak politikasını beğenmeyen Amerika bu sefer ekonomik olarak saldırdı ve Türkiye’yi seçime gitmeye zorladı.  Seçim sonucunda, 2 Kasım 2002’de ABD'nin istediği iktidar başa geldi.


Aynı oyun tekrar oynanıyor.  ABD, bu iktidarın Amerika-İsrail politikalarına yeteri kadar hizmet etmediğini düşünerek  ülke içindeki, güçlerini devreye soktu.  Bahane de hazırdı;  Erdoğan, rakibini hapse attırmıştı, hukuk siyasetin emrine girmişti. Türkiye çok kötü yönetiliyordu.  Bu gerekçelerle halk sokağa çağrıldı, yetmedi boykotlar ilan edildi. Arkasından erken seçim çağrıları başladı.


Bu plana göre, iktidar erken seçim yapmaya mecbur kılınacak. Seçim sonucunda, ABD’nin istediği iktidar oluşacak; Amerika’nın plânı bu. 


Başarabilir mi? Erdoğan ve AKP iktidarı ekonomik, güvenlik ve dış politikalarını değiştirmezse, milli güçleri toplayıp yanına almazsa, bu planın başarı ihtimali çok yüksek.  

 

Bunun sonunda,  ‘Kürdistan’ isimli ikinci İsrail devletinin kurulur ve Sevr gerçek olur.  

 

25 Mart 2025 Salı

 

PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Bu yazıyı 4 sene 4ay önce yazmıştım. Bahsettiğim "pskolojik kitle" harekete geçirildi. Yazı şöyle:
Eyup S. Karakaş
PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Türkiye’de bir yeni ‘psikolojik kitle’ oluştu. ‘Psikolojik’ diyorum çünkü insanlar akıllarından çok duygularının itmesi ile bu kitleye katılıyor. O duygunun adı da ‘Erdoğan ve AKP nefreti’.
Bu kitlenin içerisinde Atatürk posteri sallayanları, kafa tokuşturarak milliyetçiliğini ilan edenleri, Türkiye’yi bölme hevesi içinde çırpınanları, inşallah, maşallah diyerek dindar olduklarını gösterme ihtiyacı duyanları, ümidini Amerika’ya bağlamış liberalleri görmek mümkün.
Fikirler farklı, ama nefret aynı. Bu nefret onları tekleştiriyor. Nefret tek, fikir tek: ‘Erdoğan gitsin de kim gelirse gelsin.’
Kin ve nefret insanı ülkesine, vatanına ihanet edecek kadar körleştirir mi? Körleştirdiğini gördük ve görmeye de devam ediyoruz.
Biden, Macron, Miçotakis, Kılıçdaroğlu, Akşener, Demirtaş, Fethullah ele ele tutuşmuş, ‘Erdoğan Gitsin’ türküsünü söyleyip halay çekiyorlar. Davul Türkiye’de, tokmak Amerika’da. Halay başı ise Biden; o diz kırıyor hepsi kırıyor, o ellerini kaldırıyor hepsi kaldırıyor. Melodi Amerika’dan geliyor, ritmi orası belirliyor. Bizim psikolojik kitlemiz ise coşmuş vaziyete izliyor, alkışlıyor.
EGEMEN OLAN AKIL DEĞİL, DUYGU
Böyle topluluklara ‘duygusal kitle’ demek de mümkün; çünkü egemen olan duygular.
Aşkın gözü kördür derler, biz de diyoruz ki, nefretin gözü daha da kördür. Nefret seline kapılmış birisinde artık kişisel muhakeme, araştırma, soruşturma, şüphelenme kalmaz. Kendisine yöneltilen telkinlerin esiri olur.
Kendi aklını nefretinin emrine vermiş bir kimse, nefret duygularını besleyecek her türlü habere hemen inanır. Şüphe duymaz, araştırmaz, soruşturmaz. İnandığı bu haber onun kişisel çıkarlarını yok edecek de olsa mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, haberi veya bilgiyi doğruluğunu araştırmadan arkadaşları ile paylaşır; mutluluğu daha da artar.
Bu nedenle, sosyal medya yalan nehrine dönüşmüş durumda. Bu nehrin kaynağı ise belli, halay başında kim varsa, melodi nereden yükseliyorsa yalan nehrinin kaynağı da odur, orasıdır.
Böyle duygusal kitlelerde, ilk okul mezunu ve en üst düzeyde eğitim almış birisi, olayları nesnel olarak değerlendirme yeteneği bakımından aynı seviyeye iner. Bu insanlarda, nesnel gerçeklerin yerini nefretlerini besleyecek yalanlar alır.
Muhakeme yok olunca, çok büyük yalanlar bile psikolojik kitle içindeki insanlar için mutlak gerçeğe dönüşür. Mutlak gerçeğe dönüşmüş yalanlar insanları yönlendirmeye, sürüklemeye başlar. İnsanlar öyle sürüklenirler ki, kendilerine yabancılaşırlar ama farkına bile varmazlar.
NEFRET DUYGUSU YOBAZLAŞTIRIYOR
Duygularının seline kapılmış insandan aydın olmaz. Olmasına olmaz da öyleleri var ki kendisini ‘aydın’ sanıyor. Ne yazık ki ne aydınlanmış ne de aydınlatıyor. Okuduğu tek şey gazete, o da tek yanlı. Dinlediği bir iki televizyon kanalı, onlar da yalancılarla dolu.
Bu insanlar, akşam televizyonlarda dinlediklerini sabah birbirlerine anlatıyorlar. Anlattıkça nefretleri tazeleniyor, nesnel düşünme yetenekleri daha da azalıyor. Kendi düşüncelerine ve bildiklerine iman etmiş, tam bir yobaza dönüşüyorlar.
Duygularına ve özellikle de nefretine esir düşmüş insanlar yobazlaşıyor. Yobazlık sadece dindar geçinenlerde olmuyor, kendi bildiklerini ve kanaatlerini sorgulamayan, onlarla ilgili şüphe duyup araştırmayan herkes yobaz. Böyle yobazlaşmış aydınlara ‘nefret aydını’ demek gerek.
Bu nefret aydınlarında, Erdoğan nefreti Türkiye nefretine dönüşmüş ama haberleri yok. Türkiye aleyhine sandığı her haberi her bilgiyi büyük bir memnuniyetle paylaşıyor. Böylece Erdoğan’a zarar verdiğini sanıyor. Oysa hem ülkeye hem kendisine zarar veriyor.
YABANCILAŞAN İNSANLAR TEHLİKE SAÇIYOR
İnsanların, sorgulamadan kabullendikleri yalanların kendilerine verdiği zararlardan kurtulması lâzım.
Edinilen yanlış bilgi, kişiyi kendi özüne yabancılaştırıyor. Yanlış bilgiler yanlış seçimlere yol açıyor. Yanlış seçimler sadece nefret yobazının kendi geleceğini değil, milletin de geleceğini riske sokuyor ama farkında değil ki…
En büyük yabancılaşma ve buna bağlı yanlış seçimler siyaset alanında görülüyor.
Öyleleri var ki, kendisini Atatürkçü sanıyor, milliyetçi sanıyor, Türkçü sanıyor ama Atatürk’ün ömrü boyunca Batılı emperyalistlerle mücadele ettiğini ve ölümüne kadar Batı ile yakın ilişki içine girmediğini dikkate almıyor. Erdoğan’a duyduğu nefret, onu emperyalistlerin şahini ve büyük bir Türk düşmanı olan Biden’ın yanına itiyor. Onunla birlikte AKP iktidarını yıkmaya çalışıyor.
Erdoğan nefreti bunların gözlerini öyle kör etmiş ki, vatanımıza ve milli birliğimize saldıran eli kanlı bir örgütün mecliste temsil edilmesi için çabalar gösteriyorlar hatta oy veriyorlar.
Bu durumun devam etmesini isteyenler de sürekli sürekli Erdoğan ve AKP nefretini pompalıyorlar.
DUYGULARIN YERİNİ AKIL ALMALI
Ancak nefretten arınan insan özgürce düşünebilir. Nefretinin esiri olmuş ve gaflet uykusuna dalmış insanları sarsarak uyandırmalıyız. Kuvvetli uyarıcılar olmadan bu gaflet uykusu son bulacak gibi görünmüyor.
Olayları nesnel gerçeklerden hareket ederek değerlendiren ve gerçeklere bu şekilde ulaşan vatanseverlere büyük görev düşüyor. Ortamdaki bilgi kirliliğini temizlemeye gayret etmek gerek. Bunu yaparken de nesnel gerçekler, gür bir sesle, çekinmeden ve korkusuzca her ortamda dile getirilmelidir.
Türk milletinin geleceği için, bu hastalıklı ‘psikolojik kitlenin’ bilinçli kitleye dönüşmesi lazım. Türkiye’nin duygularının esaretinde olmadığı için sağlıklı düşünebilen insanlara ihtiyacı var, nefret yobazlarına değil!

 

https://www.aydinlik.com.tr/haber/enks-ile-pkkpydnin-kongre-hazirliklari-basladi-516933

Bu haberi okuyunca göreceksiniz, PYD’nin Suriye yönetiminden istekleri DEM’in istededikleri ile aynı. Bu istekler Suriye yönetimince büyük ihtimalle kabul olacak ve Fırat’ın doğusundeki özerk yönetim anayasal olarak tescil edilecek.

Irak’ta zaten böyle bir özerk yönetim vardı, Suriye’de de yasal olarak var olacak ve sıra Türkiye’ye gelecek.

Türrkiye’de sokak hareketlerini provake edenlerin amacı, DEM’in isteklerine evet diyecek ve Güneydoğu’da özerk yönetimin oluşmasını kolaylaştıracak bir iktidarı oluşturmak. Türkiye’de de özerk yönetim oluşunca sıra bunları birleştirmeye gelecek. Bütün bunlar adım adım ve alıştıra alıştıra uygulanacak bir plan dahilinde yürüyecek.

Şimdi ‘hayır, olmaz böyle bir şey diyenler’ zamanla ‘olabilir, neden olmasın’ demeye başlayacak. Yolsuzluktan, hırsızlıktan, rüşvetten, terçr örgütüne yardım etmekten  dolayı tutuklanan birisini kahraman  ve Atatürkçü yapan toplum mühendisliği bunu da başarır.

24 Mart 2025 Pazartesi

ZİYA GÖKALP

Vefatından bu yana 149 yıl geçmiş olan,Ziya Gökalp, Türkiye’nin son yüzyılda yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından birisidir. Karışık unsurlardan oluşan Osmanlı Devleti’nin yıkılarak yerine milliyetçilik esaslarına dayanan yeni bir devletin kurulacağını çok önceden sezmiş ve bu yeni devletin sosyal felsefesinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır.

 Atatürk’ün de en fazla etkilendiği fikir adamlarından birisidir. En önemli eseri, “Türkçülüğün Esasları” ismiyle defalarca basılan kitabıdır. Bir diğer önemli kitabı ise Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri isimli eseridir.

Ziya Gökalp’in en çok bilinen sözü şudur: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim”

Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî, coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:

“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…

Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? ... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.

Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır. Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:

“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel olmak demektir.

O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.

Osmanlı devletinin son bulmasında, milli duyguların gelişmesinin ve milliyetçi akımların gelişmesinin büyük rol oynadığına inanır. Bu bakımda Akçura ile aynı düşüncededir. Bu bakımdan Osmanlıcılığı kabule değer görmez. Osmanlıcıları da şöyle eleştirir:

“…bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalışacaklardır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun’i toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. “ 

“Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor. Sömürge hayatı devam edemiyor.” 

Ziya Gökalp’e göre batı medeniyetinden olmak, onların terbiyesini, harsını, kültürünü benimsemek anlamını taşımaz. Terbiye ve kültür milli olmalı ama batıya ait bazı değerleri kabullenmeliyiz. Bu konunun anlaşılması için yazdıklarından bazı örnekler vermek istiyorum:

“Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin millî olmasını temine çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz millî olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin olması gayesi, aynı zamanda modern terbiyenin de içinde vardır. Avrupa’dan ne kıymet hükümleri, ne kültür ne de terbiye almak mecburiyetinde değiliz.”

“…O halde, bu makalemizi şöyle bir neticeyle bitirelim: Kültür ve terbiye bakımından Avrupa medeniyetine muhtaç olmadığımız halde, teknoloji ve öğretim yönüyle ona, son derece muhtacız. Avrupa’nın bütün teknolojisini almaya çalışalım; fakat, kültürümüzü yalnız kendi vicdanımızda arayalım.

Milli terbiye ve modern eğitim: İşte öğretim sahasında hedef edineceğimiz gaye!..”  (13)

“Hukuk, ahlâk, ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır.

İşte, bu usulleri takip etmek şartiyle, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.” 

Ziya Gökalp kominist değildir ama koministlere de düşman gözü ile bakmaz. Sosyalizmi Türk kültürüne uygun bulmaz. Sosyalizmi ret ederken temel gerekçesi Türklerin hürriyet ve istiklallerini sevmeleridir. Türklerin eşitliği sevdikleri için ferdiyetçi de olamayacaklarını söyler ve başka bir sistem önerir; okuyalım:

“Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri için, iştirakçi (komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı, fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizim yani tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur. Sosyalistlerin ve komünistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdî mülkiyetler varsa, bunlar meşru sayılmaz. Bundan başka mülkiyet yalnız ferdî olmak lâzım gelmez. Ferdi mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır.”

“Demek ki, Türklerin sosyal mefkuresi, ferdî mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umumun menfaatine sarf etmek üzere muhafazasına ve üretilmesine çalışmaktır.” 

Ziya Gökalp, birçok hususta olduğu gibi iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalar da tıpkı Akçura gibi karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı kılacağını söyler. Türkiye’nin kendi şartlarına uygun bir ekonomik program geliştirmesinden yanadır ve bunun için de Türk iktisatçılarını göreve çağırır: 

“…İngiltere için faydalı olan tek usul, gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi, ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini verecektir.

Türk İktisatçılarının ilk işi, evvelâ Türkiye’nin iktisadî gerçeklerini tespit, sonra da bu objektif tetkiklerden milli iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücuda getirmektir. Bu program vücuda geldikten sonra, memleketimizde büyük sanayi vücuda getirmek için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekâleti de bu ferdî faaliyetlerin başında umumi bir düzenleyici vazifesini görmelidir.”

Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören Ziya Gökalp, Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.

“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.

Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber, siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkası’na (partisi) yardımcıdır. Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimiz Türk Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.

Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır." 

21 Mart 2025 Cuma

 

AMERİKA BUNU HEP YAPIYOR

Attilâ İlhan, Batı’nın Deli Gömleği isimli kitabında, CIA gizli işler sorumlusunun hazırladığı Bissel raporundan özet aktarmış:

“Sistem'e dahil bir ülkede, yönetimi belirli bir şeye mecbur etmek istedi mi, 'sistem"in lideri gizli örgütleri aracılığıyla o ülkedeki yandaş ve karşıt güçleri el altından kışkırtır, iktidara karşıt olanları karşıt doğrultuda, yandaş olanları karşıtlara itekleyerek! Bu ülkede ister istemez bir kargaşa doğuracak, sonunda yıpranan iktidar, yerini 'sistem'in beğendiği türden bir başka iktidara bırakacaktır. Onun birinci işiyse elbet, 'sistem'e karşıt olan güçleri temizlemektir.”

Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak. Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır.

Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahalelere gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.

İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan sokak hareketlerini bu gerçek göz önüne alınarak değerlendirlmeli. Anlaşılan Amerika Erdoğan’ı gözden çıkarmış durumda. Türkiye yaratılan bu ortamla  erken seçime zorlanacak. Bu seçimde Erdoğan ve ekibinin kazanması çok zor.

Bu ortamı yaratmanın hazırlığı çok önceden yapılmıştı. Yıllardır yapılan yoğun propaganda ile Erdoğan’dan nefret eden büyük bir kitle oluşturuldu. Aklını nefret duygusunun emrine veren bu kitle sağlılkı düşünemez hale geldi. Erdoğan gitsin de kim gelirse anlayışı egemen oldu. İnsanlar kendilerine yabancılaştı. O kadar yabancılaştılar ki, kendisini milliyetçi, Atatürkçü, solcu olarak gören insanların ne milliyetçilikleri, ne solculukları ne de Atatürkçülükleri kaldı. Hepsinin tek hedefi Erdoğan iktidarına son vermek oldu. Erdoğan gitsin de isterse DEM iktidara ortak olsun, bölücüler kabineye girsin, hiç önemli değil. Zihniyet bu!

Türkiye ekonomisinin başına Mehmet Şimşek’in getirilmesi ve onun uyguladığı ekonomik programlar sonucunda çalışanların, emeklilerin milli gelirden aldığı pay azaldı. Kurulan sömürü düzeni ile kaynaklar yabencı ve yerli zenginlere aktı. Bu durumdan memnun olmayan önemli bir kesim Erdoğan’dan ümidini kesti ve muhalefete yöneldi.

Bu kargaşalar sonunda erken seçime gidilecek ki bu durumda Amerika’nın istediği bir iktidar oluşacak.  Amerika’nın istediği bir iktidar başa gelirse, Güneydoğu’ya özerklik verilecek. Bu özerk yönetim, Irak ve Suriye’deki özerk yönetimlerle birleşerek adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletinin kuruluşunu sağlayacak. KKTC’nin varlığı da tehlikeye girecek.

Bu gidişatı durdurmak için en kısa zamanda milli güçler bir araya gelmeli ve yeni bir hükümet kurulmalıdır. Aksi takdirde seçim sonucu kurulacak yönetim ile birlikte Amerika’nın Türkiye üzerindeki egemenliği daha da artar.  Sonu bölünmeye kadar gidebilir.  

Son bir ihtimal de şu:  İmamoğlu ve ekibine isnat edilen suçların kesin kanıtları ortaya konursa gösteriler sona erer ve erken seçim ihtimali şimdilik yok olur ama şimdilik...