30 Mayıs 2025 Cuma

 

TERÖRSÜZ TÜRKİYE’NİN BEDELİ VATAN TOPRAĞI OLMAMALI

 Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Terörsüz Türkiye” sürecinin başladığını ilan etmesiyle birlikte ‘eşit yurttaşlık’ çağrıları arttı. DEM’li Bayulken,  Bakırhan ve diğer yetkililer eşit yurttaşlık isteklerini sık sık dile getirmeye başladılar. Bunlar yetmezmiş gibi de CHP’liler de DEM’lilerle söz birliği etmiş gibi bu çağrıyı tekrarlayıp duruyorlar. Son olarak da yaptıklarından utanıp sesini keseceğine İmamoğlu da eşit yurttaşlık istemiş; ‘Kürt sorunu’ böyle çözülürmüş!

Öncelikle şunu söyleyelim, teröristlerin derdi özgürlük değil ki, onların derdi toprak. Vatanımızın bir kısmını Amerika’ya hediye etmek istiyorlar. Amerika ve İsrail’in desteğinde ve kontrolünde olan ve Türkiye’yi bölmeyi hedefleyen terörü ‘Kürt Sorunu’ olarak nitelemek ise emperyalizme hizmetten başka anlam taşımaz. PKK da zaten ABD izin vermedikçe silah bırakıp teslim olmaz.

YURTAŞARIN EŞİTLİĞİ ZATEN ANAYASAGÜVENCESİ ALTINDA 

Atatürk önderliğinde gerçekleştirdiğimiz Cumhuriyet Devrimi ile Türkiye halkı, etnik kimliğine, dini inancına bakılmadan Türk Milleti olarak birleşti, tek millet oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes, ayırım gözetilmeden devletin eşit yurttaşları yapıldı. Anayasaya bu amaçla, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” maddesi konuldu. 

EŞİT YURTTAŞLIK NE ANLAMA GELİYOR

Hal böyle iken bu ‘eşit yurttaşlık” kavramı neden ileri sürüldü? CHP ve DEM ne yapmak istiyor? 

‘Eşit Yurtaşlık’tan ne kastedildiğini bugüne kadar hiçbir DEM ve CHP’li yetkili açıklamadı. Açıklamadı çünkü açıklayamazlar. Onların yapmadığını biz yapalım:

Eşit Yurttaşlıkta’ eşitlik yurttaşlar arasında değil, etnik veya dinsel yapılar arasındaki eşitliktir.  Azınlıklar tanınacak, bunlara anayasal haklar verilecek. Türkiye Cumhuriyeti çok milletli bir devlet olacak.Böylece ‘Kürt Sorununa’ TBMM zeminde çare bulunacak. Amerika ve AB yıllardır Türkiye’ye bunu dayatıyor. Açıkça bölünün diyemediği için, azınlık hakları diyor, yerel özerklik diyor, demokratik özerklik diyor, insan hakları diyor, ileri demokrasi diyor ve eşit yurttaşlık diyor.

Bütün bunların sonucunda arzu edilen şey adı Kürdistan olan ikinci İsrail devleti.  Bu amaca adım ilerleyerek varmak istiyorlar. Bu adımlardan birisi de bu ‘eşit yurttaşlık’.

 SİLAHA SİLAHLA KARŞILIK VERİLİR

Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist güçler, başta Türkiye olmak üzere, Batı Asya ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletini kurmak için terör örgütlerini bölgeye yığmışlar, silahlandırmışlar, eğitmişler, maaşa bağlamışlar, ortamı kan gölüne çevirmişler ve biz de birkaç yasa değişikliği ile bunu durduracağız.

Şimdi biz CHP’li ve DEM’li yöneticilere soruyoruz: Anayasa’nın hangi maddelerini değiştireceksiniz de Amerika Türkiye’yi bölmekten vazgeçecek? Yasalarda nasıl bir değişiklik yapacaksınız da PKK elindeki silahlar elinden bırakıp gelip teslim olacak.

Demokratik özerklik, insan hakları, yerel özerklik, anadilde eğitim gibi sözler İkinci İsrail devletine giden yola taş döşemekten başka işe yaramaz.

Anayasa değiştirilerek Amerika dize getirilecekmiş! Amerika bizi silahla bölmek istiyor, çaresi de silah kullanmaktır. Atatürk de bunu yapmıştı.

13 Mayıs 2025 Salı

 



PKK'NIN FESHİ VE 12.KONGRE KARARLARI 

İnsanların sürece şüphe ile yaklaşmalarına hak veriyorum.  Öcalan’ın mektubu ile PKK’nın 12. Kongre kararları bir biriyle ciddi anlamda çelişiyor.

Öcalan şöyle diyordu: “…; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” “…devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.“

Öcalan basit bir silah bırakmaktan ve örgütü feshetmekten söz etmiyor; toplumla ve devletle bütünleşmekten söz ediyor

Bu kararlılık kongre kararlarında yok. Tam tersine mücadeleye devam edileceğinden, özgürlük hareketi için yeni bir dönem başlamıştır, Kürtlerin devletten ayrı olarak etnik temelde ayrı bir örgütlenmelerden, saldırılara karşı kendilerini savunacaklarından, soykırımdan, Lozan’dan söz ediyor.

Bütün bunlara rağmen ben karamsar değilim. Emperyalizmi arkalarına almalarına rağmen, 40 yılı aşkın bir sürede Türkiye’yi bölmek için silahlı mücadele veren örgüt bunu başaramadı. Silahla başaramadıklarını ne yapacaklarda başaracaklar.

Anayasa’nın ilk 4 maddesi ve 66. Maddesi yerinde duruyor. TSK ve diğer güvenlik örgütlerimiz büyük bir dikkatle süreci takip ediyor.

Örgüt yeni eleman bulmakta zorlanıyor. Güneydoğu eski Güneydoğu değil. İnsanlar terör korkusu olmadan huzurlu bir şekilde yaşıyorlar. Örgütün yurt içinde ve dışında eylem yapacak hali kalmamış. Lider kadroları tek tek temizleniyor. Ve bir önemli husus daha, Amerika, Trump’tan sonra değişti. PKK’ya olan desteğini kesiyor.  

40 yılı aşkın bir sürede devlete karşı mücadele etmiş silahlı bir örgüt ben yenildim, gelin beni teslim aldım diyemez. Bu bildiri aslında ölüme sürüklediği insanlara biz boşuna mücadele ettik, yenildik diyemez.

Sonuç olarak, karamsar olmadan ama çok dikkatli bir şeklide süreci takip etmek lazım. 

PKK İÇİN KURTULUŞ YOK

Türkiye Cumhuriyeti PKK’nın önüne iki alternatif koydu. Ya örgütü feshedecekler ya da yapılacak büyük bir askeri harekâtla yok olacaklar. Güneydoğu’da askeri yığınak var. Birlikler, uçaklar, SİHA’lar, obüsler, roketler, tanklar hazır.  Bunu Öcalan da anladı, PKK’nın dağdaki liderleri de anladı. 12. Kongrede aldıkları kararları uygulayacak güçleri yok. Onlar için tek kurtuluş örgütü feshetmek ve silahları teslim etmek. Hiç kimse Türkiye’nin gücünü küçük görmesin.

Bu süreç bir günde bitmez ama sürecin sonunda çok daha güzel günler bizi bekliyor.

Emperyalizmin yüz küsur senelik planları bozulacak. Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacak.

Türkiye Cumhuriyeti PKK’nın önüne iki alternatif koydu. Ya örgütü feshedecekler ya da yapılacak büyük bir askeri harekâtla yok olacaklar.

Güneydoğu’da askeri yığınak var. Birlikler, uçaklar, SİHA’lar, obüsler, roketler, tanklar hazır. 

Bunu Öcalan da anladı, PKK’nın dağdaki liderleri de anladı. 12. Kongrede aldıkları kararları uygulayacak güçleri yok. Örgüt üyelerine ve sempatizanlarına moral vermeye ve fesih kararını içlerine sindirmeye çalışıyorlar; o kadar!

Onlar için tek kurtuluş örgütü feshetmek ve silahları teslim etmek.

Hiç kimse Türkiye’nin gücünü küçük görmesin.

Bu süreç bir günde bitmez ama sürecin sonunda çok daha güzel günler bizi bekliyor.

Emperyalizmin yüz küsur yıllık planları bozulacak.

Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacak.


9 Mayıs 2025 Cuma

 

YUNUS NADİ’DEN EKREM İMAMOĞLU’NA SÜRÜKLENEN GAZETE: CUMHURİYET

Hemen her gün diğer birçok gazeteyi olduğu gibi Cumhuriyeti de okuyorum. Her okuyuşta nerden nereye diyorum. Yunus Nadi’nin kurduğu, antiemperyalist ve devrimci çizgide yayın yapan gazete, emperyalizmin bizi yönetmesi için bulduğu, eğittiği ve kullandığı birisinin ‘trolü’ haline gelmiş.

Yunus Nadi’yi iyi tanırsak dediklerim daha iyi anlaşılır.

KURUCU YUNUS NADİ, İSİM BABASI ATATÜRK

Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu olan Yunus Nadi, gazetecilik hayatına Tasvir-i Efkâr gazetesinde başlamış, bu gazetenin başyazarlığını yapmış. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Velid Ebuzziya ile anlaşmazlığa düştüğü için Tasvir-i Efkar gazetesinden ayrılan Yunus Nadi, 1918'de Yeni Gün gazetesini kurmuş. Anadolu'daki milli mücadele hareketini desteklediğini Yeni Gün’de açıkça yazmış.

16 Mart 1920’de İstanbul'un işgalinden bir gün sonra gazetesi İngilizler tarafından kapatıldı. Yunus Nadi Anadolu'ya geçmek zorunda kaldı. 10 Ağustos 1920'den itibaren gazetesini “Anadolu’da Yeni Gün” adıyla çıkardı ve Anadolu'daki milli mücadeleyi desteklemeye devam etti. Gazete, 11 Mayıs 1924'e kadar Ankara’da yayımlandı.

Yunus Nadi, cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul'a giderek hilafet yanlısı İstanbul basınına karşı cumhuriyeti ve devrimleri savunacak bir yayın organı olarak Cumhuriyet gazetesini yayımlamaya başladı. Gazete, Mustafa Kemal'in teklifi üzerine Hakimiyet-i Milliye ve Yeni Gün gazetelerinin birleştirilmesi ile doğdu ve Atatürk’ün önerisiyle ‘Cumhuriyet’ ismini aldı.

YUNUS NADİ’NİN BATI EMPERYALİZMİNE KARŞI TAVRI

Yunus Nadi'nin solla ilgilenişi 1917 Sovyet Devrimi'ne kadar geriye gider. Başyazarı olduğu Tasvir-i Efkar Lenin'in 1917 ilkbaharında Rusya'ya dönüşünü haber veren ilk gazetedir. Lenin'in ilk resmini o basmış ve devrim hakkında sürekli yazılar yazmıştır.

1920 yılında yazdığı bir yazıda şunları söylemiş:

“...Batı emperyalizminin mahkûm mevkiine indirdiği, kendisine ilelebet köle kılmak istediği, zulüm görmüş milletler arasında, bize çevrilen husûmet, bizi mahvetmekle bir teselli bulmak istemeyen bir vahşet derecesindedir. Ellerimizi ayaklarımızı kıskıvrak bağlayarak, bize ebedi bir kölelik hayatı yaşatmak istiyorlar. Demek oluyor ki, dünyanın büyük inkilâp savaşında, bizim yerimiz, vahşice saldırısını en ziyade bizim üzerimize yöneltmiş olan emperyalist ve kapitalist güruhu yıkmak isteyen taraftır.”

“...Bu arada, kendi nefsimizde tecrübeye dayanan bir keyfiyet olmak üzere, sâbit olmuş gerçek şudur ki, fenalık Rusya'da veya İngiltere'de değil, emperyalist ve kapitalistliktedir; Çarlık'ın ortadan kalkmış olması, İngiltere ve Fransa'nın Çarlık'a rahmet okutacak kadar, zalim ve kan içici olmalarına engel olmadı. Buna binaen gâye, daha fazla vuzuhla kendiliğinden belli oldu; aletıtlak emperyalistliğe ve kapitalistliğe karşı ve bunları ernegun edinceye kadar cidâl!...

“... Bu bayrak altında birleşen milletlerin savaşı, dünyanın ve insanlığın en mukaddes bir ihtilâlidir. Bu ihtilâl ki ona nazaran İngiliz ve Fransız İhtilâlleri, zikrolunmaya bile değmeyecek ufaklıkta, gölgede kalıyor...”

YUNUS NADİ’NİN KEMİKLERİ SIZLIYORDUR

Cumhuriyet gazetesi, emperyalist ülkeleri zalim ve kan içici olarak tarif edip, sömürüye karşı yapılan Sovyet ve Türk devrimini Fransız devriminden dahi büyük ve olumlu gören Yunus Nadi’nin gazetesi şimdilerde artık ‘zalim ve kan içici’ emperyalizmin kuklasına hizmet eder hale gelmiş.

Soldan sağa, devrimden karşı devrime ne acı savruluş!

22 Nisan 2025 Salı

 

ALGILARIN GÜCÜ

Gary Small’un “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri” isimli bir kitabını bilmem okudunuz mu? Kitapta çok sıra dışı vakalar anlatılıyor. Bunlardan birisinde, Dr. Small’un hastası kendi elini oraya ait değilmiş gibi hissediyor. Elinden kurtulana kadar kendisini rahat hissetmeyeceğini düşünerek elini kestirmek istiyor.

Small, hastasına ‘dismorfofobi’ teşhisini koyuyor. Bu hastalar kendisini veya kendisinin bir parçasını, gayet normal olduğu halde, acayipmiş gibi algılıyor. Hastalar gerçeklere göre değil, bu algıya göre karar veriyor ve acayip buldukları parçalardan kurtulmaya çalışıyor. Dr. Small, gerçekten uzaklaşmış algısına teslim olmuş bu hastayı, hastanın rızası olmamasına rağmen, marangoz olan hastanın elini kesmesinden korkup acil olarak hastaneye yatırıyor ve tedaviye başlıyor.

Bu hikâyeyi okurken şunu düşündüm; kafalarda oluşmuş algılar gerçeğin yerine geçebiliyor ve insanlar bu algılara göre seçimlerini yapıyor ve kararlar veriyor. Freud’a göre de arzular ve bilinçaltı sürekli yanılgılar üretir ve insanlar da bu yanılgıları hakikat diye inanır. Gerçeklerin yerini algılar alır.

Uzun uzun düşünmek lazım; gerçek diye bildiklerimizin kaçı gerçektir acaba? Ya da hangileri medyanın ya da sosyal medyanın etkisi ve bizim bilinçaltımızın eseri olan algılardır. Ve biz bu algılar sonucu kendimize ve çevremize zarar veriyor muyuz? Kendi elimiz kendimiz kesiyor muyuz?

10 Nisan 2025 Perşembe

 

BÖYLE DOST DÜŞMAN BAŞINA

Trump, Netanyahu ile konuşurken Erdoğan’ı sözüm ona methetmiş. Söyledikleri de şunlar:

“Benim büyük bir dostum var, adı Erdoğan. Ben onu severim, o da beni sever. Hiçbir zaman aramızda bir sorun olmadı. Birçok şey yaşadık birlikte. Bibi, eğer Türkiye’yle bir sorunun varsa… Rahip Brunson olayını biliyorsun… Bunu çözebileceğime inanıyorum. Ama makul olmalısın. Erdoğan sert biridir, zeki biridir.” Bir yandan övüyor, diğer yandan Rahip Brunson’u hatırlatıp Erdoğan’a aba altından sopa gösteriyor.

Bunları okuyunca aklıma şu meşhur söz geldi: “Zehri altın tabakta sunarlar”.  Bir çarpıcı ifadede Almanlar’ın Edda isimli destanında var: “Eğer birine kötülük yapacaksan, yüzüne iyilikle bak, onunla dostça konuş.”

Trump’ın yaptığı da tam da bu, dostça konuşuyor ama kötülük yapmanın hazırlığını da sürdürüyor. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”. Biz de Amerika’nın yaptığı işlere bakalım, Trump dost mu düşman mı anlamaya çalışalım.

Romanya’dan Yunanistan’a, Dedeağaç’tan Girit’e, oradan Güney Kıbrıs’a askeri üslerini kurmuş, üsleri zırhlılarla, tanklarla, uçaklarla doldurmuş ve namlularını da Türkiye’ye çevirmiş uygun zamanı bekliyor; tıpkı, avcının Tüfeğini doldurup kuşu vurmak için beklediği gibi..

Yetmezmiş gibi, İsrail ile birlikte Kürdistan isimli bir kukla devleti kurmak için, Suriye’de darbe yapmış, İran ve Rusya’nın bu bölgedeki etkisini azaltmış, Türkiye’yi yalnızlaştırmış ve şartların olgunlaşmasını bekliyor.

Bununla da yetinmemiş, Türkiye’de kendisine daha az direnecek bir iktidar olsun diye uğraşıyor, ortalığı karıştırıyor.

Ne diyelim; böyle dost düşman başına…

6 Nisan 2025 Pazar

 

KUTUPLAŞTIRMA  KARGAŞA VE İKTİDAR DEĞİŞİMİ


Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak.
Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır. Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahaleler gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.


Yaşım uygun 1960 öncesini hatırlıyorum;  toplum DP’li ve CHP’li olarak ikiye bölünmüştü, ayrışma düşmanlıkları körüklüyordu.  Ankara, İstanbul ve birkaç ilde daha olaylar, kalkışmalar oldu; arkasında 1960 darbesi geldi.


1971 öncesi ülkede önce Amerikan karşıtı gösteriler başladı ve arkasından komünist, antikomünist çatışması çıktı ve peşinden 12 Mart'ta Amerikancı bir darbe oldu.


1974 Kıbrıs Harekâtı yapıldı, Amerika önce ambargo uyguladı ve arkasından sağ-sol çatışmalarını kışkırttı. Binlerce insanımız kaybettik. Bunu bahane eden Amerika’nın “Bizim çocuklar” dediği generaller 12 Eylül 1980 darbesini yaptı. Vatanseverler susturuldu. Küreselciler, Amerikancılar iktidar oldu.


2002 yılında, Türkiye’nin Irak politikasını beğenmeyen Amerika bu sefer ekonomik olarak saldırdı ve Türkiye’yi seçime gitmeye zorladı.  Seçim sonucunda, 2 Kasım 2002’de ABD'nin istediği iktidar başa geldi.


Aynı oyun tekrar oynanıyor.  ABD, bu iktidarın Amerika-İsrail politikalarına yeteri kadar hizmet etmediğini düşünerek  ülke içindeki, güçlerini devreye soktu.  Bahane de hazırdı;  Erdoğan, rakibini hapse attırmıştı, hukuk siyasetin emrine girmişti. Türkiye çok kötü yönetiliyordu.  Bu gerekçelerle halk sokağa çağrıldı, yetmedi boykotlar ilan edildi. Arkasından erken seçim çağrıları başladı.


Bu plana göre, iktidar erken seçim yapmaya mecbur kılınacak. Seçim sonucunda, ABD’nin istediği iktidar oluşacak; Amerika’nın plânı bu. 


Başarabilir mi? Erdoğan ve AKP iktidarı ekonomik, güvenlik ve dış politikalarını değiştirmezse, milli güçleri toplayıp yanına almazsa, bu planın başarı ihtimali çok yüksek.  

 

Bunun sonunda,  ‘Kürdistan’ isimli ikinci İsrail devletinin kurulur ve Sevr gerçek olur.  

 

25 Mart 2025 Salı

 

PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Bu yazıyı 4 sene 4ay önce yazmıştım. Bahsettiğim "pskolojik kitle" harekete geçirildi. Yazı şöyle:
Eyup S. Karakaş
PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Türkiye’de bir yeni ‘psikolojik kitle’ oluştu. ‘Psikolojik’ diyorum çünkü insanlar akıllarından çok duygularının itmesi ile bu kitleye katılıyor. O duygunun adı da ‘Erdoğan ve AKP nefreti’.
Bu kitlenin içerisinde Atatürk posteri sallayanları, kafa tokuşturarak milliyetçiliğini ilan edenleri, Türkiye’yi bölme hevesi içinde çırpınanları, inşallah, maşallah diyerek dindar olduklarını gösterme ihtiyacı duyanları, ümidini Amerika’ya bağlamış liberalleri görmek mümkün.
Fikirler farklı, ama nefret aynı. Bu nefret onları tekleştiriyor. Nefret tek, fikir tek: ‘Erdoğan gitsin de kim gelirse gelsin.’
Kin ve nefret insanı ülkesine, vatanına ihanet edecek kadar körleştirir mi? Körleştirdiğini gördük ve görmeye de devam ediyoruz.
Biden, Macron, Miçotakis, Kılıçdaroğlu, Akşener, Demirtaş, Fethullah ele ele tutuşmuş, ‘Erdoğan Gitsin’ türküsünü söyleyip halay çekiyorlar. Davul Türkiye’de, tokmak Amerika’da. Halay başı ise Biden; o diz kırıyor hepsi kırıyor, o ellerini kaldırıyor hepsi kaldırıyor. Melodi Amerika’dan geliyor, ritmi orası belirliyor. Bizim psikolojik kitlemiz ise coşmuş vaziyete izliyor, alkışlıyor.
EGEMEN OLAN AKIL DEĞİL, DUYGU
Böyle topluluklara ‘duygusal kitle’ demek de mümkün; çünkü egemen olan duygular.
Aşkın gözü kördür derler, biz de diyoruz ki, nefretin gözü daha da kördür. Nefret seline kapılmış birisinde artık kişisel muhakeme, araştırma, soruşturma, şüphelenme kalmaz. Kendisine yöneltilen telkinlerin esiri olur.
Kendi aklını nefretinin emrine vermiş bir kimse, nefret duygularını besleyecek her türlü habere hemen inanır. Şüphe duymaz, araştırmaz, soruşturmaz. İnandığı bu haber onun kişisel çıkarlarını yok edecek de olsa mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, haberi veya bilgiyi doğruluğunu araştırmadan arkadaşları ile paylaşır; mutluluğu daha da artar.
Bu nedenle, sosyal medya yalan nehrine dönüşmüş durumda. Bu nehrin kaynağı ise belli, halay başında kim varsa, melodi nereden yükseliyorsa yalan nehrinin kaynağı da odur, orasıdır.
Böyle duygusal kitlelerde, ilk okul mezunu ve en üst düzeyde eğitim almış birisi, olayları nesnel olarak değerlendirme yeteneği bakımından aynı seviyeye iner. Bu insanlarda, nesnel gerçeklerin yerini nefretlerini besleyecek yalanlar alır.
Muhakeme yok olunca, çok büyük yalanlar bile psikolojik kitle içindeki insanlar için mutlak gerçeğe dönüşür. Mutlak gerçeğe dönüşmüş yalanlar insanları yönlendirmeye, sürüklemeye başlar. İnsanlar öyle sürüklenirler ki, kendilerine yabancılaşırlar ama farkına bile varmazlar.
NEFRET DUYGUSU YOBAZLAŞTIRIYOR
Duygularının seline kapılmış insandan aydın olmaz. Olmasına olmaz da öyleleri var ki kendisini ‘aydın’ sanıyor. Ne yazık ki ne aydınlanmış ne de aydınlatıyor. Okuduğu tek şey gazete, o da tek yanlı. Dinlediği bir iki televizyon kanalı, onlar da yalancılarla dolu.
Bu insanlar, akşam televizyonlarda dinlediklerini sabah birbirlerine anlatıyorlar. Anlattıkça nefretleri tazeleniyor, nesnel düşünme yetenekleri daha da azalıyor. Kendi düşüncelerine ve bildiklerine iman etmiş, tam bir yobaza dönüşüyorlar.
Duygularına ve özellikle de nefretine esir düşmüş insanlar yobazlaşıyor. Yobazlık sadece dindar geçinenlerde olmuyor, kendi bildiklerini ve kanaatlerini sorgulamayan, onlarla ilgili şüphe duyup araştırmayan herkes yobaz. Böyle yobazlaşmış aydınlara ‘nefret aydını’ demek gerek.
Bu nefret aydınlarında, Erdoğan nefreti Türkiye nefretine dönüşmüş ama haberleri yok. Türkiye aleyhine sandığı her haberi her bilgiyi büyük bir memnuniyetle paylaşıyor. Böylece Erdoğan’a zarar verdiğini sanıyor. Oysa hem ülkeye hem kendisine zarar veriyor.
YABANCILAŞAN İNSANLAR TEHLİKE SAÇIYOR
İnsanların, sorgulamadan kabullendikleri yalanların kendilerine verdiği zararlardan kurtulması lâzım.
Edinilen yanlış bilgi, kişiyi kendi özüne yabancılaştırıyor. Yanlış bilgiler yanlış seçimlere yol açıyor. Yanlış seçimler sadece nefret yobazının kendi geleceğini değil, milletin de geleceğini riske sokuyor ama farkında değil ki…
En büyük yabancılaşma ve buna bağlı yanlış seçimler siyaset alanında görülüyor.
Öyleleri var ki, kendisini Atatürkçü sanıyor, milliyetçi sanıyor, Türkçü sanıyor ama Atatürk’ün ömrü boyunca Batılı emperyalistlerle mücadele ettiğini ve ölümüne kadar Batı ile yakın ilişki içine girmediğini dikkate almıyor. Erdoğan’a duyduğu nefret, onu emperyalistlerin şahini ve büyük bir Türk düşmanı olan Biden’ın yanına itiyor. Onunla birlikte AKP iktidarını yıkmaya çalışıyor.
Erdoğan nefreti bunların gözlerini öyle kör etmiş ki, vatanımıza ve milli birliğimize saldıran eli kanlı bir örgütün mecliste temsil edilmesi için çabalar gösteriyorlar hatta oy veriyorlar.
Bu durumun devam etmesini isteyenler de sürekli sürekli Erdoğan ve AKP nefretini pompalıyorlar.
DUYGULARIN YERİNİ AKIL ALMALI
Ancak nefretten arınan insan özgürce düşünebilir. Nefretinin esiri olmuş ve gaflet uykusuna dalmış insanları sarsarak uyandırmalıyız. Kuvvetli uyarıcılar olmadan bu gaflet uykusu son bulacak gibi görünmüyor.
Olayları nesnel gerçeklerden hareket ederek değerlendiren ve gerçeklere bu şekilde ulaşan vatanseverlere büyük görev düşüyor. Ortamdaki bilgi kirliliğini temizlemeye gayret etmek gerek. Bunu yaparken de nesnel gerçekler, gür bir sesle, çekinmeden ve korkusuzca her ortamda dile getirilmelidir.
Türk milletinin geleceği için, bu hastalıklı ‘psikolojik kitlenin’ bilinçli kitleye dönüşmesi lazım. Türkiye’nin duygularının esaretinde olmadığı için sağlıklı düşünebilen insanlara ihtiyacı var, nefret yobazlarına değil!

 

https://www.aydinlik.com.tr/haber/enks-ile-pkkpydnin-kongre-hazirliklari-basladi-516933

Bu haberi okuyunca göreceksiniz, PYD’nin Suriye yönetiminden istekleri DEM’in istededikleri ile aynı. Bu istekler Suriye yönetimince büyük ihtimalle kabul olacak ve Fırat’ın doğusundeki özerk yönetim anayasal olarak tescil edilecek.

Irak’ta zaten böyle bir özerk yönetim vardı, Suriye’de de yasal olarak var olacak ve sıra Türkiye’ye gelecek.

Türrkiye’de sokak hareketlerini provake edenlerin amacı, DEM’in isteklerine evet diyecek ve Güneydoğu’da özerk yönetimin oluşmasını kolaylaştıracak bir iktidarı oluşturmak. Türkiye’de de özerk yönetim oluşunca sıra bunları birleştirmeye gelecek. Bütün bunlar adım adım ve alıştıra alıştıra uygulanacak bir plan dahilinde yürüyecek.

Şimdi ‘hayır, olmaz böyle bir şey diyenler’ zamanla ‘olabilir, neden olmasın’ demeye başlayacak. Yolsuzluktan, hırsızlıktan, rüşvetten, terçr örgütüne yardım etmekten  dolayı tutuklanan birisini kahraman  ve Atatürkçü yapan toplum mühendisliği bunu da başarır.

24 Mart 2025 Pazartesi

ZİYA GÖKALP

Vefatından bu yana 149 yıl geçmiş olan,Ziya Gökalp, Türkiye’nin son yüzyılda yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından birisidir. Karışık unsurlardan oluşan Osmanlı Devleti’nin yıkılarak yerine milliyetçilik esaslarına dayanan yeni bir devletin kurulacağını çok önceden sezmiş ve bu yeni devletin sosyal felsefesinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır.

 Atatürk’ün de en fazla etkilendiği fikir adamlarından birisidir. En önemli eseri, “Türkçülüğün Esasları” ismiyle defalarca basılan kitabıdır. Bir diğer önemli kitabı ise Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri isimli eseridir.

Ziya Gökalp’in en çok bilinen sözü şudur: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim”

Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî, coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:

“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…

Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? ... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.

Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır. Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:

“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel olmak demektir.

O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.

Osmanlı devletinin son bulmasında, milli duyguların gelişmesinin ve milliyetçi akımların gelişmesinin büyük rol oynadığına inanır. Bu bakımda Akçura ile aynı düşüncededir. Bu bakımdan Osmanlıcılığı kabule değer görmez. Osmanlıcıları da şöyle eleştirir:

“…bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalışacaklardır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun’i toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. “ 

“Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor. Sömürge hayatı devam edemiyor.” 

Ziya Gökalp’e göre batı medeniyetinden olmak, onların terbiyesini, harsını, kültürünü benimsemek anlamını taşımaz. Terbiye ve kültür milli olmalı ama batıya ait bazı değerleri kabullenmeliyiz. Bu konunun anlaşılması için yazdıklarından bazı örnekler vermek istiyorum:

“Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin millî olmasını temine çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz millî olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin olması gayesi, aynı zamanda modern terbiyenin de içinde vardır. Avrupa’dan ne kıymet hükümleri, ne kültür ne de terbiye almak mecburiyetinde değiliz.”

“…O halde, bu makalemizi şöyle bir neticeyle bitirelim: Kültür ve terbiye bakımından Avrupa medeniyetine muhtaç olmadığımız halde, teknoloji ve öğretim yönüyle ona, son derece muhtacız. Avrupa’nın bütün teknolojisini almaya çalışalım; fakat, kültürümüzü yalnız kendi vicdanımızda arayalım.

Milli terbiye ve modern eğitim: İşte öğretim sahasında hedef edineceğimiz gaye!..”  (13)

“Hukuk, ahlâk, ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır.

İşte, bu usulleri takip etmek şartiyle, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.” 

Ziya Gökalp kominist değildir ama koministlere de düşman gözü ile bakmaz. Sosyalizmi Türk kültürüne uygun bulmaz. Sosyalizmi ret ederken temel gerekçesi Türklerin hürriyet ve istiklallerini sevmeleridir. Türklerin eşitliği sevdikleri için ferdiyetçi de olamayacaklarını söyler ve başka bir sistem önerir; okuyalım:

“Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri için, iştirakçi (komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı, fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizim yani tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur. Sosyalistlerin ve komünistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdî mülkiyetler varsa, bunlar meşru sayılmaz. Bundan başka mülkiyet yalnız ferdî olmak lâzım gelmez. Ferdi mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır.”

“Demek ki, Türklerin sosyal mefkuresi, ferdî mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umumun menfaatine sarf etmek üzere muhafazasına ve üretilmesine çalışmaktır.” 

Ziya Gökalp, birçok hususta olduğu gibi iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalar da tıpkı Akçura gibi karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı kılacağını söyler. Türkiye’nin kendi şartlarına uygun bir ekonomik program geliştirmesinden yanadır ve bunun için de Türk iktisatçılarını göreve çağırır: 

“…İngiltere için faydalı olan tek usul, gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi, ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini verecektir.

Türk İktisatçılarının ilk işi, evvelâ Türkiye’nin iktisadî gerçeklerini tespit, sonra da bu objektif tetkiklerden milli iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücuda getirmektir. Bu program vücuda geldikten sonra, memleketimizde büyük sanayi vücuda getirmek için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekâleti de bu ferdî faaliyetlerin başında umumi bir düzenleyici vazifesini görmelidir.”

Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören Ziya Gökalp, Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.

“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.

Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber, siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkası’na (partisi) yardımcıdır. Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimiz Türk Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.

Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır." 

21 Mart 2025 Cuma

 

AMERİKA BUNU HEP YAPIYOR

Attilâ İlhan, Batı’nın Deli Gömleği isimli kitabında, CIA gizli işler sorumlusunun hazırladığı Bissel raporundan özet aktarmış:

“Sistem'e dahil bir ülkede, yönetimi belirli bir şeye mecbur etmek istedi mi, 'sistem"in lideri gizli örgütleri aracılığıyla o ülkedeki yandaş ve karşıt güçleri el altından kışkırtır, iktidara karşıt olanları karşıt doğrultuda, yandaş olanları karşıtlara itekleyerek! Bu ülkede ister istemez bir kargaşa doğuracak, sonunda yıpranan iktidar, yerini 'sistem'in beğendiği türden bir başka iktidara bırakacaktır. Onun birinci işiyse elbet, 'sistem'e karşıt olan güçleri temizlemektir.”

Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak. Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır.

Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahalelere gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.

İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan sokak hareketlerini bu gerçek göz önüne alınarak değerlendirlmeli. Anlaşılan Amerika Erdoğan’ı gözden çıkarmış durumda. Türkiye yaratılan bu ortamla  erken seçime zorlanacak. Bu seçimde Erdoğan ve ekibinin kazanması çok zor.

Bu ortamı yaratmanın hazırlığı çok önceden yapılmıştı. Yıllardır yapılan yoğun propaganda ile Erdoğan’dan nefret eden büyük bir kitle oluşturuldu. Aklını nefret duygusunun emrine veren bu kitle sağlılkı düşünemez hale geldi. Erdoğan gitsin de kim gelirse anlayışı egemen oldu. İnsanlar kendilerine yabancılaştı. O kadar yabancılaştılar ki, kendisini milliyetçi, Atatürkçü, solcu olarak gören insanların ne milliyetçilikleri, ne solculukları ne de Atatürkçülükleri kaldı. Hepsinin tek hedefi Erdoğan iktidarına son vermek oldu. Erdoğan gitsin de isterse DEM iktidara ortak olsun, bölücüler kabineye girsin, hiç önemli değil. Zihniyet bu!

Türkiye ekonomisinin başına Mehmet Şimşek’in getirilmesi ve onun uyguladığı ekonomik programlar sonucunda çalışanların, emeklilerin milli gelirden aldığı pay azaldı. Kurulan sömürü düzeni ile kaynaklar yabencı ve yerli zenginlere aktı. Bu durumdan memnun olmayan önemli bir kesim Erdoğan’dan ümidini kesti ve muhalefete yöneldi.

Bu kargaşalar sonunda erken seçime gidilecek ki bu durumda Amerika’nın istediği bir iktidar oluşacak.  Amerika’nın istediği bir iktidar başa gelirse, Güneydoğu’ya özerklik verilecek. Bu özerk yönetim, Irak ve Suriye’deki özerk yönetimlerle birleşerek adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletinin kuruluşunu sağlayacak. KKTC’nin varlığı da tehlikeye girecek.

Bu gidişatı durdurmak için en kısa zamanda milli güçler bir araya gelmeli ve yeni bir hükümet kurulmalıdır. Aksi takdirde seçim sonucu kurulacak yönetim ile birlikte Amerika’nın Türkiye üzerindeki egemenliği daha da artar.  Sonu bölünmeye kadar gidebilir.  

Son bir ihtimal de şu:  İmamoğlu ve ekibine isnat edilen suçların kesin kanıtları ortaya konursa gösteriler sona erer ve erken seçim ihtimali şimdilik yok olur ama şimdilik...

 

 ÖZGÜR DÜŞÜNCE, ROBOTLAŞMA VE İMAMOĞLU

Erich Fromm, çağdaş psikiyatrinin gelişmesine katkı sunan birkaç bilim adamında birisi. Onun en önemli eserlerinden birisi de ‘Özgürlükten Kaçış’ isimli kitabı. Bu kitapta, çağdaş insan için özgürlüğün anlamını ve insanların özgürlükten kaçışlarını ve bunun nedenlerini anlatır.
Fromm, kitabının ‘Robot Uyumluluğu’ bölümünde, milyonlarca kişinin nasıl oluyor da özgürlükten kaçıp, robot gibi yaşadığını anlamamıza yardım ediyor. Okuyalım bakalım:
“Ele alacağım bu mekanizma, çağdaş toplumdaki normal bireylerin birçoğunun bulduğu çözümü oluşturur. Kısaca özetlemek gerekirse, birey, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinde beklediği gibi olur. “Ben” ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. “…Kendi bireysel benliğinden vaz geçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur. Ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.
Fromm’un robotlaşma olarak isimlendirdiği bu duruma ‘sürüye katılma’ da diyebiliriz. Sürüye katılan koyun özgürce dolaşmaktan vazgeçer ve sürüye katılarak kendisini güvende hisseder. Çoban nereye derse oraya gider. İtiraz etmeden gider, çünkü çobanın kararını kendi kararı sanır ve o bunun farkında değildir.
Uzak, yakın arkadaşlarım, dostlarım var; onlarla konuşuyorum, sosyal medyadan paylaştıkları mesajları, haberleri takip ediyorum. Büyük çoğunluğu, özellikle siyasi konularda, aynı şeyleri söylüyor, sosyal medyadan aynı şeyleri paylaşıyor. Hepsinin de Türkiye konusunda savundukları düşünceler birbirinin aynısı. Ve hepsi bu fikirleri kendilerinin özgün düşüncesi sanıyor. Oysa bu fikirler izledikleri televizyonlardaki konuşmacıların veya okudukları gazetelerdeki yazarların düşünceleri. Bu düşünceleri içselleştiriyorlar ve bir papağan gibi tekrar edip duruyorlar.
Sadece fikirleri aynı değil, duyguları da aynı. Hepsi aynı politikacıyı seviyor ve hepsi aynı politikacıya kızıyor ve aynı politikacıdan nefret ediyor.
Bunların izlediği televizyonlar da okudukları yazarlar da aynı. Türkiye’nin ve dünyanın sorunlarına bakış açıları ve çözümleri de aynı. Tam bir teslimiyet ve robotlaşma...
Özgürlükten kaçanların bazıları da cemaatlere katılıyor. Cemaatler tam bir sığınma evi. İnsanlar bir şeyhe bağlanıyorlar; o ne derse doğrusu odur diye kabulleniyor. Şeyhin düşüncelerini o kadar benimsiyorlar ki, kendi özgün fikirleri sanıyorlar ve bu düşünceleri şiddetle savunuyorlar.
Özgürlükten kaçanların temel özelliği eleştirel düşünceden uzaklaşmış olmaları. Eleştiri yok, araştırma yok, sorgulama yok, peşin kabul ve benimseme var. Öylesine benimsiyorlar ki, duydukları ve okudukları düşüncelerin başkasına ait olduğunu unutuyorlar ve kendi özgün düşünceleri sanıyorlar.
Eleştirel düşünceden uzaklaşınca kişinin özgün düşünce, duyum ve arzuları da kayboluyor. Bunların yerini, katıldığı sürünün veya bir parçası olduğu robotlar topluluğunun düşünce, duyum ve arzuları alıyor.
Şüphelenme, eleştirel düşünce, araştırma ve soruşturma yok olunca, çok büyük yalanlar bile robotlaşmış insanlar için mutlak gerçeğe dönüşür. Mutlak gerçeğe dönüşmüş yalanlar insanları yönlendirmeye, sürüklemeye başlar. İnsanlar öyle sürüklenirler ki, kendilerine yabancılaşırlar ama farkına bile varmazlar.
Sürüye katılmış bir insandan ‘aydın’ olmaz. Olmasına olmaz da öyleleri var ki kendisini ‘aydın’ sanıyor. Ne yazık ki ne aydınlanmış ne de aydınlatıyor. Okuduğu tek şey gazete, o da tek yanlı. Dinlediği bir iki televizyon kanalı, onlar da yalancılarla dolu. Türkiye’yi ve dünyayı sosyal medyadan öğreniyor.
Bu insanlar, akşam televizyonlarda dinlediklerini sabah birbirlerine anlatıyorlar. Anlattıkça nefretleri tazeleniyor, nesnel düşünme yetenekleri daha da azalıyor. Kendi düşüncelerine ve bildiklerine iman edip, tam bir yobaza dönüşüyor.
İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarının göz altına alınması sonrası başlayan protesto gösterilerine katılanları televizyondan izlerken aklima bu düşünceler geldi.
İmamoğlu ve çevresi hakkındaki çok ciddi iddaların gerçek olabileceğini akıllarının ucundan geçirmeyen, eleştirel düşünceden uzaklaşmış, ön kabullerinin esiri olmuş, robotlaşmış binlerce insan sokakları, meydanları dolduruyor.
Bu robotlaşmış insanlar, Pazar günü tıpış tıpış gidip önlerine konan sandıklara kendilerini yönlendiren odakların istekeleri doğrultusunda oylarını atacaklar.
Kendilerini kahraman olarak gören bu insanlar keşke kendilerini etkileyen ve yönlendiren odakların farkına varsa ve gerçekten özgür insan haline dönüşse diyorum ama çok da ümidim yok...
Not: Emperyalizm, robotlardan oluşmuş böyle kitleler oluşturur ve çok da etkili kullanır.

 EKONOMİDE SON GELİŞMELER VE SÖMÜRÜ DÜZENİ

Oğlumun Amerikalı arkadaşı anlatmış: “Ben paramı Türk Lirası’na çevirdim ve Türkiye’de faize yatırdım. Çok para kazanıyorum. Tek korkum doların aniden değer kazanması. Türkiye’de Dolar çok değerlenirse TL’den çıkıp dolara dönünce zarar ederim demiş.”
Aylardır faiz oranı yüksek, dolar ise çok az değer kazanıyor. Yabancı yatırımcılar dolar bozdurup, faizden para kazanıp sonra dolara dönünce çok kâr ediyor. Bu nedenle bir süre daha doların aşırı değer kazanmasını istemezler.
Bu bizi sömürenlerin sadece bir yöntemi, dahası da var. Borsa manipülasyonları ile de çok para götürüyorlar. Türkiye’de borsa 1970 darbesinden sonra, Özal döneminde liberal ekonominin bir gereği olarak kuruldu ve o günden bu güne küçük yatırımcıdan büyük fonlara milyarlarca lira para aktı gitti. Son iki günde borsadaki kayıp %10’a ulaştı. Daha da düşünce yabancılar geri dönecek ve ucuza aldıkları hisseleri pahalıya satıp kâr edecekler.
Türkiye yıllardır cari işlem açığı veriyor. Bu açığı borçla kapatır ve borca da yüksek faiz öder. Hem bu açık yüzünden hem de açığı kapatmak için aldığı borca ödediği yüksek faiz nedeniyle sürekli para kaybeder.
Bir diğer sömürü aracı da kâr transferi. Yabancılar Türkiye’de satın aldıkları işletmelerin kârlarını kendi ülkelerini aktarırırlar. Bu yolla da milyarlarca dolarımız yurt dışına çıkar. Ne yazık ki, Türk yatırımcılar da Türkiye’den kazandıklarını yurt dışına taşıyorlar. 1980 sonrası uygulanmaya başlayan liberal ekonomide sermaye serbest olarak geliyor, serbest olarak gidiyor ve bu durum o günden bu güne devam ediyor.
İktidarın uyguladığı ekonomi politikaları Türkiye’yi sömürenlere fırsat sağlıyor. Bu politikaları savunmak, sömürü düzenini savunmaktır. Son olayları değerlendirirken bu hususlar dikkat etmek gerekir.
Yabacılar için önemli olan İmamoğlu değil, bu düzenin devam etmesidir. Onlar için Mehmet Şimşek İmamoğlundan daha önemlidir.
Bize birşey yapamazlar demek doğru değil. Daha ne yapsınlar?
EYUP S. KARAKAŞ

15 Mart 2025 Cumartesi

 OSMANLI’DA TIP EĞİTİMİ VE 14 MART TIP BAYRAMI

Osmanlı’dan önce tıp eğitimi Anadolu'nun farklı kentlerinde kurulmuş olan darüşşifalarda verilmekteydi. Bunlardan bazılarını sıralayalım:

Mardin: Emineddin (H.502-516/ M.1108/9-1122/23)

Kayseri : Gevher Nesibe (H.602/ M.1205-6)

Sivas: İzzeddin Keykavus (H.614/ M.1217-18)

Mardin: Necmettin Gazi (H.619/M.1222)

Divriği: Turan Melik (H.626/ M.1228-29)

Çankırı: Cemaleddin Ferruh Darüşşifası (H.633/ M.1235)

Kastamonu Pervaneoğlu Ali Darüşşifası (H.671/ M.1272-73)

Tokat: Muineddin Pervane Darüşşifası (13.yüzyıl son çeyreği başı)

Konya: Kemalettin Karatay (H.653/ M.1255)

Kastamonu: Atabey (H. 672/ M.1273)

Amasya: Amber bin Abdullah (H.708/ M.1308-9)

Osmanlı devleti kurulduktan sonra bunlara ek olarak Amasya Darüşşifası (1309), Fatih Darüşşifası (1470), Süleymaniye Darüşşifası (12 Mayıs 1556) hizmet vermeye başlamış.

TIP EĞİTİMİN DURUMU

Tıp eğitiminin durumunu  Şanizade Ataullah’ın (!771-1826) Tarih-i Şanizade isimli eserindeki şu ifadeden anlaşılıyor:

"..Müslümanlardan hiç kimse bu yüksek fenne hevesli olmayıp Süleymaniye Tıbhâne’sinde yalnız hocalık vazifesine ve Tımarhane tabipliğine kanaat eder bazı çehresiz ve battal adamlardan başka kimse kalmayıp, Osmanlı memleketinde değil  yeni hekimliği hatta eski tababeti dahi okuyup öğretecek hiç kimse kalmamakta bir zamanlar hekimleri oldukça çok diye anılan ve sayılan şehirlerden İstanbul’da şimdiki halde Hırvat gemici vesair ırgat bozuntusu bir alay cahil tabib ellerinde kalıp.." diyerek üzüntüsünü açıklıyordu.”

TIPHÂNE-İ AMİRE’NİN AÇILIŞI

19. Yüzyıl’ın başında Mustafa Behçet Efendi 21 yaşında Hekimbaşı olur. İki tıp mektebinin açılmasını sağlar. Biri, 1805 yılında Kuruçeşme'deki Rum okullarının içinde açılan "Rum Tıb Mektebi" diğeri de 1806 yılında Kasımpaşa'da açılan "Tersane Tıbbiyesi" idi.

Tıphâne-i Amire onun 3. kere hekimbaşılığı yaptığı dönemde açılır.

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da padişaha art arda üç takrir (dilekçe) vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını açıklamış ve okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklif yapmış.

Mustafa Behçet Efendi ‘ye göre yeni tıp okulunun açılmasının iki amacı var: Orduya hekim ve cerrah yetiştirmek, Müslüman hekim yetiştirmek.

14 Mart 1827 tarihinde ilk tıp okulu «Tıphane-i âmire» adı altında açıldı. 1828’de «Tıphane-i Cerrahhane» adı ile yeni bir okul daha açıldı. 1836’de bu iki okul birleştirildi.

Tıbhâne-i Amire 1827’den 1836 yılına kadar Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda gündüz eğitim yapıyordu. 1836 yılında Sarayburnu'ndaki askeri kışlaya (Otlukçu Kışlası) taşındı.  Ayrı bir binada eğitim göre burda Tıbhâne-i Cerrahhâne ile birleşti  ve Otlukçu kışlasında eğitim yatılı hale getirildi.

Daha Sonra Galatasaray’daki Enderun ağaları okuluna taşınmasına karar verilmiş. Galatasaray’daki bu binalar Hekimbaşı’nın istediği şekilde düzenlenmiş ve Tıbbiye bu binaya taşınmış. Bu binanın 17 Şubat 1839 da açılışı yapılmış. Bu okula "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adı verilmiş.

O yıl eğitimde yeni bir düzenleme yapılmış ve eğitim dili Fransızca’ya çevrilmiş, mektebe reayadan da öğrenciler alınmaya başlanmış.

Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin açılışında  Sultan Mahmut bir konuşma yapmış:

«Bu yüksek binaları Tıp okulu şeklinde düzenleyerek adını Mekteb-i Tıbbîye-i Adliye-i Şahâne koydum. Burada insan sağlığının hizmetine çalışacağından bu okulu diğerlerinden üstün tuttum. Tıp fenni burada Fransızca öğrenilecektir.»

«.. Halbuki bizim beklemeye vaktimiz olmadığı gibi, yurdumuz ve ordularımızın büyük ihtiyacı olan hekimleri biran önce yetiştirmek ve Türkçeye çevirerek Tıp kitaplarını meydana getirmek zorundayız. Size Fransızca okutmaktan maksadım Fransızca dili değildir. Hekimlik fennini öğrenip yavaş yavaş yurdumuzun her köşesine yaymaktır.»

Avusturya’dan getirilen Charles Ambroise Bernard’ı eliyle göstererek;

«Bu zatı sizin için özellikle getirdim. Avrupa'nın birinci sınıf hekimlerinden olup gayet yetenekli ve bilgili bir kişidir. Kendisinden ve öteki hocalardan hekimlik öğrenin ve yavaş yavaş Türk dili üzerine bu ilmi yayın. Çünkü yabancı olarak ve tabip sıfatıyla birçok ne idüğü belirsiz kişilerin yurdumuzda yerleşmesinden, şurada burada şarlatanlık yapmalarından memnun değilim.»

OKUTULAN DERSLER VE KİTAPLAR

Tıbhâne’de şu dersler  okutuluyordu: Osmanlı Dil Grameri, Arapça, Fransızca, Fizik, Kimya, Zooloji, Botanik, Fizyoloji, Anatomi, Askeri Cerrahi, İç ve Dış Hastalıklar, Doğum.

Okutulan kitaplar Fransızca idi:

-ELEMENT DE BOTANİQUE EI’ ECOLE DE MEDICINE IMPERIAL DE

GALATA SERAI (1842) / BOTANİK KİTABI

-PHARMACOPEE MILITAIRE OTTAMANE/FARMAKOPE KİTABI(1844)

-LES BAINS DE BROUSSE, EN BITHNINE// BURSA BANYOLARI(KAPLICA

RİSALESİ)(1842)

-PRECIS DE PERCUSSION ET D'AUSCULTATION À L'USAGE DE SES

LAÇONS (1843) /PERKÜSYON KİTABI

Dr. C.A. Bernard’ın PRÉCIS DE PERCUSSION ET D’ANSCULTATION A I’USAGE DE SES LAÇONS kitabının;

1-12 sayfalarda oskültasyon ve perküsyonun çok önemli olduğunu söylediği  solunum organlarının başlıca hastalıklarının (catarrh, laryngite, bronchite, bronchestatie, pneumonie, akciğer ödemi, amfizem, tüberküloz, akciğer kanamaları, gangren, plörezi hidrotoraks, pnömotoraks) anatomopatolojik karakterleri anlatmaktadır.

12-21 sayfalar perküsyona ayrılmıştır. Bu kısımda perküsyon percussion immediate, percussion mediate, percussion sesleri, (açık, mat, timpanik gibi) açıklanmıştır.

21-30 sayfalar oskültasyon hakkında genel bilgilere ayrılmıştır.

30-39 sayfalarda solunum oskültasyonu üzerinde bilgiler verilmektedir. Solunum sesleri başlıca 3 gruba ayrılmaktadır. “vesiculaire, bronchique, indetermine” Kitapta bu raller hakkında geniş bilgiler vardır.

40-57 sayfalar solunum yolları hastalıklarında perküsyon ve oskültasyona ayrılmıştır. Örnek olarak, catarrh, bronşit bronşektazi, pnömoni, akciğer ödemi, amfizem, tüberküloz, hemorajik  infarktüs, gangren, plörezi, hidrotoraks ve pnömotoraks üzerinde durulmuştur.

57-68 sayfalar dolaşım organları hakkında genel bilgiler içermektedir.

68-90 sayfalar kalp seslerini detaylı olarak inceleyen kısımdır.  Kalp kaviteleri, büyük arterler ve perikard ayrı ayrı incelenmiştir.

Son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek, imtihan edilmiş ve başarılı olanlar askeri hastaneler veya ordunun tabur ve alaylarına ‘muavin tabip’ unvan ile tayin edilmiş.

Bu muavin tabipler bir hekimin gözetiminde birkaç sene hizmet ederek tecrübe sahibi olduktan sonra, başka hekime bağlı olmadan hasta bakmaya ve ilaç yazıp vermeye yetkili olarak ‘müstakil tabip’ oluyorlardı.

Bu öğrencilerin başarılı olanlar› Mirliva (albay), ikinci derecede başarılılar kaymakam rütbesiyle gereken yerlere tayin ediliyordu.

1857 yılında Tıbbiye’de özel bir sınıf açılmış.

"Mümtaz sınıf" okulun kabiliyetli çalışkan öğrencilerinden seçilmişti. Burada amaç Türkçe tıp eğitimine geçilmesi için tıp kitaplarını Türkçeye tercüme edecek bir ekip oluşturmaktı.

SİVİL TIBBİYE

Osmanlı Devleti’nin hekime olan ihtiyacı göz önüne alınarak 2 Ocak 1867 tarihinde Türkçe tıp eğitimi yapan "Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye" (Sivil Tıp Mektebi) açıldı.

1870 yılında da Askeri Tıp okulunda dersler Türkçeleşti. 1878 yılında şimdiki Sirkeci tren istasyonu yakınındaki Demirkapı’daki askeri kışlaya taşınıldı.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ

1894 yılında Sultan II. Abdülhamit'in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye binası inşa edilmeye başlandı. 6 Kasım 1903’de bu binaya taşındı.

1909 yılında askeri ve sivil tıbbiye okulları birleştirilerek ismi "Darülfünun Tıp Fakültesi" oldu.

Darülfünun Tıp Fakültesi mezunları şöyle yemin ediyorlardı:

“Mûmâ ileyh, veliyy-i nimet-i a’zam ve akdesimiz padişah-ı hılâfetpenâh es-Sultan el-

Gâzi Abdülhâmit Hân-ı sâni efendimiz hazretlerine sadâkatla ifây-ı hizmet edeceğine ve

gerek zengin olsun ve kangı milletten olursa olsun davet edildiği hastalara iffet ve hüsni

edep vechile ve tedaviye müsâreat ve teşhis ve tedavi marazlarında kemâliyye itina ve

dikkat eyleyeceğine ve kasden iskât-ı cenin(çocuk düşürmek) içün hiçbir bahane ilâç

vermeyeceğine ve askeri aileleri hastaları tarafından celp ve davet olundukta icâbetle

meccânen ve tekâyüddât-ı kâmile ile tedavi edeceğine ve muhtâcîn ve fukaranın inkisârı

kulûbuna cür’et eylemeyeceğine ve ağır hastalarda konsülteye sahîhan ihtiyaç görürse,

meşverete mutemedi olan etıbbâyı hâzikayı davet edeceğine (ve itâsında kemâl-i ihtiyaç

ve tefekkürle davranacağına ve eşya yı mîriyeyi hüsn-i muhafaza eyleyeceğine (devlet

malını güzelce koruyacağına) ve muayenelerde ve rapor tahrîriinde istikamet ve

dikkatten inhiraf etmeyeceğine (raporun hazırlanmasında doğrudan yapmayacağına) ve nizamât ve kavânine itaat söyleyeceğine yemin etmiştir.”

TIP EĞİTİMİNDE 1912-1922 DÖNEMİ

Tıp eğitiminde önemli bir dönem de 1912-1922 yıllar arasındaki on yıldır. Bu dönemi üçe ayırmak gerekir: Balkan Harbi,  I. Cihan Harbi Mütareke dönemi.

1912 yılında Balkan Savaşı Başladı.

1912 yılının Ekim ayında seferberlik ilan edildi. Bu tarihte Darülfünun Tıp Fakültesi’ndeki derslere de ara verildi.

Hocalar ve son sınıftaki hekim adayları askeri birliklere atandılar.

Tıbbiye binasının her yeri hastaneye çevrilmişti.  Klinik yataklar yaralılara kâfi gelmeyince dershaneler, koğuşlar hatta koridorlar bile hastane görevi görmeye başladı.

I CİHAN SAVAŞI

Tıp Fakültesinin 1 yıllığına kapatıldığı ilan edildi.

Hocalar gereken cephelere gönderilmiş, Tıbbiye son sınıf öğrencileriyle 3. 4. 5. sınıf öğrencileri askeri birliklerde görevlendirilmişlerdir.

Son sınıfın en çalışkan ve bilgili öğrencileri Kafkasya cephesine gönderilmiş. Orada çoğu tifüs hastalığından ölmüştür.

Fakülte gene “Mecruhin” yaralılar hastanesi ve Hilal-i Ahmer Hastanesi oldu.

Birinci Dünya Savaşı boyunca toplam 765 tıp öğrencisinden 346’sı şehit düştü ve geri dönmedi. 1915 yılında Tıbbiye' ye kaydolan 1. sınıf öğrencilerinin tamamı Çanakkale'de şehit düştü ve bu nedenle de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 1921 yılında hiç mezun veremedi.

MÜTAREKE DÖNEMİ

Tıbbiye 1916’da  eğitime tekrar başladı.

İtilaf Devletleri askerleri 13 Kasım 1918’de İstanbul'u işgal etti. 21 Kasım 1918’de Meclis-i Mebusan feshedildi. Aralık 1918’de Tıbbiye binası da işgal edildi.  Haydarpaşa’daki tıp eğitimi İngiliz askerlerinin 5 sene sürecek işgal dönemine girdi.

İngilizlerin, Haydarpaşa'daki binaya da el koymalarına Fakülte Reisi Âkil Muhtar Bey  muhalefet etmiş.  Tıp Fakültesi öğrencileri de karşı durmuşlar. Fakültede Hocaların bir bölümü Malta'ya sürülmüş.

Öğrenciler,  Haydarpaşa'daki binanın iki kulesi arasına Boğaz’daki işgal gemileri arasına çok büyük bir bayrak asmışlar.

14 MART TIP BAYRAMI

Tıp Bayramı ilk defa 14 Mart 1919 da böyle bir ortamda kutlanmış.

Beyazıt’ta Darülfünun Konferans salonunda Kutlanan Tıp Bayramına; o günkü Tıp Fakültesinin önde gelen hocalarından Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer, Dr. Akil Muhtar, İstanbul’daki hastanelerin hekimleri, Tıp öğrencileri katılmış.

Kızılhaç temsilcileri ve basının da davet edildiği toplantıda Söz alan Dr. Memduh Necdet Bey “İstanbul bizimdir, çünkü şehitler ve tarih, buradadır, Halife ve Hakan yatağı burasıdır” diyerek sözlerini bitirirken salon alkışlarla inler. Tıbbiye mesajını vermiştir. Kutlama işgale karşı sert bir tepkiye dönüşür.

TIBBİYELİ ÖĞRENCİLERİN ‘İSTİKLAL’  KARARLILIĞI

Öğrenciler, Sivas Kongresi’ne katılmak, desteklerini bildirmek istiyorlardı. Okulun hamamında toplandılar, Sivas kongresine katılma kararı aldılar.

Herkes gitmek istiyordu, büyük sorun yol parası bulmaktı, ancak üç kişiyi gönderebileceklerdi. Yapılan oylama ile üç kişi seçildi; Hülagu, Yusuf (Naci Ceylan), Hikmet (Mehmet Boran) beyler. Fakat 15 lira toplanabilmişti ve bununla yalnız Hikmet Bey gidebilecekti.

Mustafa Kemal’i ve kongrede alınan kararları desteklediklerini bildiren mektup hazırlandı.

Sivas Kongresinde, Tıbbiyeli Hikmet, manda tartışmalarından rahatsız olduğu için söz alır ve şunları söyler:

”Paşam! Temsilcisi bulunduğum tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı başarmak için açtığınız çalışmalara katılmak üzere beni gönderdi. Amerikan mandasını kabul edemem. Kongre bu yolda bir karar verecek olsa bile, bunlar kim olursa olsun, bütün gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki, Amerikan mandasını siz de onayladınız. Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil, vatan batırıcı sayarız. Tel’in ederiz.”

Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” der ve Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek:

“Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyordum. Biz mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm” der.

Tıphâne-i  Amire’nin kuruluşundan 94 yıl sonra, Tıp Bayramı 14 Mart 1921’de Kadıköy’de Hale sinemasında tekrar kutlanır ve 14 Mart kutlamaları gelenek halini alır.