5 Mart 2025 Çarşamba

 

ŞARK MESELESİ Mİ KÜRT SORUNU MU

“Kürt Sorunu” lafı dillerden düşmüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten bir Kürt sorunu var mıdır? Yoksa "Kürt sorunu var, bu sorun çözülmelidir" diye Batı emperyalizmi tarafından bize bazı dayatmalarda mı bulunuluyor. Karar verebilmek için dönüp tarihe bakmak ve onların ‘Şark Meselesi’ diye isimlendirdiği konuyu değerlendirmek lazım.

“Şark Meselesi” 19.yüzyılda emperyalist Avrupa’nın ortaya attığı politik bir terimdir. Müslüman Türklerin önce Anadolu’ya egemen olması, daha sonra Avrupa içlerine kadar hakimiyetlerini genişletmesini Hristiyan Batı büyük bir sorun olarak görmüş ve yüzyıllar boyunca bu sorunu çözmek için bize karşı mücadele etmiştir.

Batı’nın Şark Meselesinin ne olduğuna dair batılı ve yerli tarihçilerin çok farklı tarifleri var. Biz bunlardan Yusuf Akçura’nın tarifini verelim:

“Şark meselesi, Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman milletlerin iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından ortaya çıkan tarihi meselelerin toplamıdır. Avrupa devletleri Osmanlı mülkünü farklı yönlerden zapt etmek arzularından ve Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan muhtelif kavimlerden bazılarının birer müstakil hükumet teşkil etmek istemelerinden doğan tarihi olayların toplamıdır.”

Akçura, konuya ekonomik açıdan da bakıyor: “…yakın ve uzak doğuyu kendi sermayedarlarının kontrolleri altına almak için Avrupa hükumetleri bu ülkelere musallat olmuşlardır.”

1693 Viyana bozgunundan sonra, Osmanlı devletinin sürekli toprak kaybetmeye başladı. Bu süreç I Cihan Harbi ile hız kazandı. Osmanlı Devleti müttefikleriyle birlikte yenilince, İngiltere, Fransa ve diğer batılı ülkeler “Şark Meselesi”nin sona erdiğini sandılar. Önce Mondros arkasından Sevr imzalandı fakat Batılıların hiç hesap edemediği bir direnişle karşılaştılar. Atatürk önderliğindeki Türk milleti, onlar açısından sorunun bitmediğini, kazandığı vatan savaşı ile ortaya koydu. Sevr yırtıldı Lozan imzalandı.

Batılı güçler Lozan’ı hazmedemediler. Onlar için şark meselesi yeniden başlamıştı. Bu meseleyi çözmeleri gerekiyordu. Akçura’nın tarif ettiği yöntemleri tekrar uygulamaya başladılar. Türkiye’yi parçalamak için etnik ve mezhepsel ayrımcılığı kışkırttılar. Kürt vatandaşlarımızı kandırmaya çalıştılar. PKK’yı kurup desteklediler.  Yetmedi ekonomik olarak da saldırdılar. Dayattıkları ekonomik sistem yüzünden Türkiye’yi borç batağına soktular. 

KÜRTÇÜLÜK NASIL BAŞLADI 

Bugün yaşadığımız sorunların esas kaynağı, batılı ülkelerin menfaatlerini iki yönde geliştirme istek ve çabasıdır. Bunlardan birincisi, Ortadoğu’ya dolayısıyla bu bölgedeki petrollere ve diğer yer altı zenginliklerine hâkim olmak için bir kukla devlet kurma arzusu; İkincisi ise onların “Şark Meselesi” olarak isimlendirdikleri sorunlarını çözme isteğidir.

Batı emperyalizminin o zamanki esas gücü olan İngiltere, bu amaçlara ulaşmak için Kürtçülük akımını başlattı. Osmanlı devletini yıkmak için bazı aşiret ve oymaklara Kürt oldukları empoze edilerek, Türklerden ayrı bir millet oldukları bilinci verilmesi bu taktik anlayışın sonucudur.

İngiltere, 1800’lü yıllardan beri Kürtçülük hareketi ile yakından ilgilenmiştir. 1800’lü yılların başından itibaren bölgeye ajanlar görevlendirerek, bölgedeki aşiretlere “farklı milliyete mensup oldukları bilincini” vermeye başlamıştır. Bu arada yeraltı zenginliklerini de tespit etmiştir. 

Loyd George 30 Ocak 1919 tarihinde Paris Konferansında Kürt meselesini gündeme getirmiş ve konferans metnine “Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan Osmanlı Türk İmparatorluğundan ayrılmalıdır.” maddesini koydurmuştur.

Birinci Cihan Harbi’ni takip eden yıllarda ve milli mücadele yıllarında İngilizler Kürtler ile ilgili yoğun faaliyette bulunmuşlardır. Başlıca iki amaca yönelik propaganda yapmışlardır. Birincisi yöre ahalisi arasında İngiliz sempatisini geliştirmek, ikincisi Kürtlerin ayrı bir millet olduğu fikrini yaymak.

Binbaşı Noel bu yıllarda en fazla çalışan İngiliz ajanıdır. Onun raporlarına göre bölgede bir siyasi ünite olarak Kürdistan mevcut değildir fakat zamanla gerekli zemin oluşturularak millet bilinci gerçekleşebilecektir.

Bu sıralarda Türkiye'de incelemelerde bulunan Amiral Bristol'un Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı'na çektiği 30 Eylül 1919 tarihli telgrafına göre; İngilizlerin Noel gibi ajanları vasıtasıyla Kürtleri yanlarına almayı ve Anadolu'da oluşmakta olan milliyetçi akımını boğmayı hedefliyorlardı. Bölge halkını İngilizlerin yanına çekmek için büyük çaba sarf eden Noel'e göre; Mustafa Kemal Paşa'nın yarattığı durum tehlike arz ederse, O'na karşı bölgedeki Kürt unsuru kullanılabilirdi. Hatta bu amaçla, bir an önce İstanbul Hükümeti'ne ayrılıkçı Kürt ileri gelenlerinden vali ve mutasarrıf tayin edilmeliydi. Nitekim bu amaçla İstanbul Hükümeti tarafından, Elâzığ Valisi Ali Galip, Sivas Valiliği'ne atanmış ve ayrılıkçı Kürt kuvvetlerinin yardımıyla Sivas Kongresi'nin engellenmesi kendisinden istenmiştir.

Dönemin ABD Deniz Kuvvetleri Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark L. Bristol, hazırladığı bir raporu 20 Şubat 1922’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na sundu. O raporda şöyle deniliyordu: “…Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Kürt sorunu dikkati çekecek değerdedir. Normal koşullarda bile Kürtler daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi, Kürdistan’ın, ünlü petrol yatakları nedeniyle, yabancı entrikalar kuşkusuz başladığı için ciddi sonuçlar çıkabilir. İngilizler herhalde Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmak isteyeceklerdir…”

İngilizler, amaçlarına ulaşmak için mütareke döneminde ‘Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetini, Kürt Teali Cemiyeti’ni ve Ermeni-Kürt iş birliğini artırmak için Hayben Cemiyetini faaliyete geçirmişlerdir. Bu cemiyetler, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra başka isimler altında dernek ve siyasi partilere dönüşmüşlerdir. 

Kürtçülük hiçbir zaman, doğudaki Kürt asıllı vatandaşların ülküsü olmamış, bu cereyan en ziyade dışardan beslenmiş, bir de şeyhler ve ağaların bir kısmı, bilhassa onların okumuş çocukları özel duygularla bu temayüle kendilerini kaptırmışlardır.

General A1lenby tarafından İstanbul Yüksek Komiseri Amiral Robeck'e gönderilen 20 Eylül 1919 tarihli telgrafta; Kürtler üzerindeki yoğun propaganda çalışmalarına rağmen Kürtlerin büyük çoğunluğunun ayrı bir devlet kurulmasına ve iç karışıklık çıkmasına karşı olduğu belirtilmekteydi. 15 İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Londra'ya gönderilen başka bir telgrafta ise, İtilaf Devletleri ile herhangi bir çatışma durumunda 30.000 Kürdün Mustafa Kemal Paşa hareketine katılma ihtimali bulunduğu belirtiliyordu. 

Kürtlerin tavrını ortaya koyan en önemli gelişmelerden birisi de bu sıralarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki aşiret liderlerinden bazılarının Erzurum'da toplanan Kongre üyeliğine, bazıların da Heyet’i Temsiliye'ye seçilmeleri idi. Millî Mücadelede, Doğu Anadolu halkı, hangi asıldan olursa olsun, genellikle Ankara Hükümetiyle birlikte çalıştı. 

Millî Mücadele sırasında çıkan isyanların arkasında başta İngiltere olmak üzere hep batılı ülkeler olmuştur. Bu isyanın elebaşları Kürt sorununun (!) çözümü için Ankara’dan şu taleplerde bulunmuştu:

1-         Kemalist Hükümetin Kürt vilayetlerini içine alan otonom bir Kürt devletini tanıması,

2-         Bu devletin sınırlarının Kürtler ve müttefikleri tarafından saptanması,

3-         Türk memur ve jandarmalarının hemen geri çekilmesi,

4-         Otonom Kürdistan’ın kurulmasında Türklerin ellerini uzak tutması,

5-         Ankara Hükümeti tarafından toplanan savaş vergilerinin ve başka katkılarının

6-         Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan Kürtlere güvenlik tanınması ve askerde olan Kürtlerin hemen terhis edilmesi.

10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, bu istek, daha açık şekilde ortaya konulmuştur. Sevr Antlaşması’na göre Fırat’ın doğusunda İtilaf devletlerinin kontrolünde mahalli muhtariyet oluşturulacak; bir yıl sonra ise, Kürt ahali eğer isterse ve Cemiyeti Akvam da onaylarsa Türkiye bu bölgede hiçbir hak iddia etmeyecekti. Yani Fırat’ın doğusu Türkiye’den koparılıp alınacaktı. Böylece kukla Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulacaktı.

Bu isteklere dikkat edelim, o zamandan bu yana, emperyalistleri arkasında alan bölücüler devamlı buna benzer istekleri dile getiriyorlar.

Emperyalizmin onca kışkırtma ve propagandasına ve çıkardığı isyanlara rağmen, Millî Mücadele’de Anadolu halkının büyük kısmı, Mustafa Kemal önderliğinde Türk milleti olarak birleşmiş ve düzenli Türk ordusunu yeniden kurmuştur. Yunan güçleriyle savaşan Türk ordusunun içinde çok sayıda Kürt asıllı kahramanlar vardı.

Millî mücadelenin büyük bir zafer ile sona ermesiyle birlikte Sevr’in hiçbir hükmü kalmamış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, Lozan’da dosta düşmana kabul ettirilmiştir.

Avrupa devletleri, her ne zaman kendi çıkarları söz konusu olduğunda ve bu çıkarlarını gerçekleştirmek için bir kamuoyuna ihtiyaç duyduklarında, ne zaman “Haçlı zihniyeti” ile hareket etme gereği ortaya çıktığında, derhal Şark Meselesi kavramını gündeme getirmişlerdir. ‘Şark Meselesi’ kavramını kullanarak, Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak, devleti azınlıklar aracılığı ile yıkmak, Türkleri önce Balkanlar’dan, sonra Anadolu’dan atmak ve daha sonra da geldikleri Orta Asya bozkırlarına geri göndermek, gönderilemez ise Anadolu’da imha etmek amacı güden Batı’nın emperyalist güçleri bu emellerine ulaşamadılar.

CUMHURİYET DÖNEMİ 

Lozan imzalandı, Sevr bitti ama emperyalizm için ‘Şark Meselesi’ sona ermedi. Amaçlarına ulaşmak için etnik köken ve mezhep farklılıklarını kullanarak Türk milletini birbirine düşman halklara ayırma çalışmalarına devam ettiler. Şark Meselesini çözümünü gene ‘Kürt sorununa’ bağladılar

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan isyanların arkasında İngilizler ve Fransızlar vardı. Bu isyanların da temel amacı, Sevr’de dile getirildiği gibi, Fırat’ın Doğusunda kukla bir Kürt devleti kurmaktı. Özellikle zengin petrol kaynakları bulunan Suriye ve Irak’ın kuzeyi onlar için çok önemliydi. İsrail’in güvenliğini sağlamak için de bu bölgede yönetebilecekleri kukla bir devletin varlığı önemliydi. 

1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim hareketleri aslında bir milli isyan hareketleri değildir. Özellikle 1925 Şeyh Sait İsyanının Musul ve Kerkük meselesinin İngilizlerle müzakereye girişilip T.C. lehine halledileceği zamana denk gelmesi tesadüfi değildir. 1938 Dersim harekatının ise Hatay meselesi sonrasında doğan gergin zamanda olması tahriklerin dış kaynaklı olduğunu göstermektedir.

II. Cihan Harbi’nden sonra ABD’nin bu bölgeye ilgisi arttı. Bu ilgiden cesaret alan ve Avrupa’da kurulmuş olan Kürt Cemiyeti 1961 yılında zamanı devlet başkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği telgrafta şu istekler bulundu:

1.         Kürdistan vilayetleri tek ülke halinde birleşmeli ve Cumhuriyet içinde muhtariyet verilmeli;

2.         Kürtçe resmi öğrenim dili haline getirilmeli;

3.         Kürtçe basın ve yayına müsaade edilmeli. 

1961 yılında Silopi’de kurulan Irak Kürdistan Partisi ise programına şunları almıştı: 

1. T.C. Anayasa’sı değiştirilmelidir.

2. Anayasa’ya Türk ve Kürt terimleri konulmalıdır.

3. Türk Devleti’nin iki milletten oluştuğu kabul edilmelidir.

4. Kürtçe yayın yapılmasına müsaade edilmelidir. Okullarda Kürtçe okutulmalı, radyoda Kürtçe neşriyat yapılmalıdır. 

Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’nin 1969’da yayınladıkları bildiride ise şunlar vardı:

1.         Sivas il hududundan itibaren Doğu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmaları yapılmalıdır.

2.         Kürtlerin etnik bir grup olduğu propaganda edilmelidir.

3.         Türk ordusu işgal ordusu olarak gösterilmektedir.

4.         Eylemler Türk soluyla birlikte yapılmalıdır. 

Aslında bu istekler halkın değil, emperyalist güçlerin istekleriydi; dile getirenler ise onların adamlarıydı.

ABD’nin Kürtlerle ilgisi devam etmiş ve 1980 li yılların başından itibaren bu ilgi giderek artmıştır. A.B.D. Dışişleri bakanlığının her yıl yayınlanan insan hakları komisyonu raporunda 1982 yılında Kürtlerden iki cümle ile bahsedilirken 1986 yılı raporunda Kürtlerin durumu 12 paragraf ile bahsedilmiş ve Türk Hükümeti bu raporda tenkit edilmiştir. 1987 yılında ise 11 sayfa Kürtlere ayrılmıştır. Takip eden yıllardaki raporlarda Kürt azınlığın insan haklarından yararlandırılmadığı ısrarla bahsedilmiştir.

ABD’nin kurup eğittiği ve lojistik destek verdiği PKK ilk kanlı eylemlerine 1984 yılında başladı. O zamandan bu yana yapılan silahlı terör faaliyetleri 40 binin üzerinde insanın hayatına mal oldu. 

Avrupa Birliği de Kürt sorununu sık sık gündemine alarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışmış ve baskı uygulamıştır. Avrupa Parlamentosunun bazı kararlarını hatırlayalım:

 “AP Bay Öcalan’a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini tekrarlar”

“Türkiye’yi AİHM’nin Bay Öcalan için alacağı karara uymaya çağırır” 

“Bay Öcalan’ın idamının Avrupa’da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağına ve Türkiye’nin AB ne bütünleşme sürecine zarar vereceğine inanır”.

“Kürt halkının siyasal, kültürel, sosyal haklarını tanıyan bir çözüm bularak Türkiye’deki anlaşmazlıkların nedenlerine çözüm bulunmalıdır”.

“Konsey’e ve üye Devletlere de Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri sorununu BM İnsan Hakları Komisyonunda gündeme getirme çağrısı yapar”. 

“AP Sakharov Ödülü sahibi Leyla Zana ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış olan Kürt kökenli milletvekillerinin serbest bırakılmalarını talep eder.”

“AP Türkiye’nin AB ne üyeliği görüşüyle bir plan doğrultusunda Kopenhag kriterlerini yerine getirecekse Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasının hayati önemde olduğunu vurgular” 

KÜRDİSTAN YANİ İKİNCİ İSRAİL

ABD önderliğindeki emperyalizm, kurmak istediği kukla devlet için şu üç ana unsurun bir araya gelmesi gerektiğini biliyordu:

1.         Birbirleri ile yaşamaya karar vermiş, müşterek kültür, tarih vb. gibi değerlere sahip bir topluluk,

2.         Bu topluluğun üzerinde yaşayacağı topraklar yani vatan, 

3.         Bu topraklar üzerinde bu topluluğun hâkim olması, otoritesini kullanabilmesi yani hükümranlık.

Emperyalist güçler 19 yüzyıldan itibaren yaptıkları yoğun çalışmalar sonucu Güneydoğu Anadolu, Irak’ın kuzeyi ve İran’ın Irak’a yakın bölgelerinde aşiretler halinde yaşayan ahalide Kürtlük bilincini yaygınlaştırmıştı. Sevr’de belirlenen, Fırat’ın doğusu olarak tarif edilen topraklar bunların vatanı olacaktı. Devletin kurulması için bu topraklarda bu ahalinin egemen olması gerekiyordu. Sıra bunu sağlamaya gelmişti.

Amerika, bu devlet kurulursa, Batı Asya’nın zengin petrol ve yer altı servetlerine rahatça el koyabileceğini biliyordu. Bu şekilde İsrail daha güvenli hale gelecek ve genişlemesi önündeki engeller kalkacaktı. ‘Şark Meselesinin’ çözümü için de önemli bir adım atılmış olacaktı.

Bahsi geçen topraklar üç devletin egemenliği altındaydı. Öncellikle bu devletlerin bu topraklardaki egemenliğine son vermek gerekiyordu. Üç devlet ayrı ayrı değerlendirildi ve her devlet için farklı yöntemler uygulandı.

‘Kürdistan’a alan açmak için Güneydoğu’da Türkiye Cumhuriyeti’nin otoritesinin kalmaması gerekiyordu. ABD, bunu sağlamak için PKK’yı kullandı. PKK, terör eylemleri ile bölge halkına esas gücün kendisinde olduğunu göstermeye ve halkta ve devlet kademelerinde yılgınlık doğmasına çalıştı. PKK, 1980’den itibaren kendisine verilen görevi yerine getirmeye başladı. Çok kanlı eylemler yaptı. Eylemler sonucunda binlerce insan hayatını kaybetti.

Özellikle 1990’lı yıllarda PKK’ya karşı etkili mücadele verildi.  2002 yılında AKP iktidara geldiğinde, PKK, lideri hapiste olan, halktan destek görmeyen, kanlı eylem yapacak gücü kalmamış bir örgüt haline gelmişti. Fakat AKP’nin uyguladığı PKK’yı cesaretlendirici, eylemlerini kolaylaştırıcı ve ümit verici politikaları sonucu terör olayları arttı ve sık sık şehit haberleri gelmeye başladı.

2014 yılı 24 Temmuz günü bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte PKK’ya karşı çok etkili askerî harekât başlatıldı. Kahraman ordumuzun ve emniyet güçlerimizin yurt içinde ve dışında şehitler vererek yürüttüğü temizlik harekâtı sonucu PKK’nın eylem yapacak gücü kalmadı.

Bu durum yanıltıcı olmamalı; Amerika yani Batı, Güneydoğu’yu da içine alacak ‘Kürdistan’ı kurmaktan vazgeçmiş değil. Son gelişmeler gösteriyor ki, bundan sonra hedefe varmak için daha çok ‘yumuşak güçler’ kullanılacak. 

Amerika, Irak’ın kuzeyinde Irak devletinin egemenliğini kaldırmak için, Saddam Hüseyin Kürtlere kötü davranıyor gerekçesi ile, 19991 yılında Silopi’ye çekiç güç yerleştirdi. Irak güçlerinin 36. Paralelin kuzeyine geçmesini engelledi. Bununla da yetinmedi, ilki 1992’de, ikincisi 3003’te iki kere Irak’a askeri müdahalede bulundu. Bu müdahaleler esnasında ve sonrasında, bir milyondan fazla insan öldü, kadınların ırzına geçildi. Çocuklar ailesiz kaldı. 2 milyondan fazla insan evinden, yurdundan göç etti. 

Bütün bunların sonucunda, Amerika, arzu ettiği sonuca ulaştı; Irak’ın kuzeyinde Kürt Bölgesel Yönetimi oluştu. Bu yönetime özerklik kazandırıldı. Sevr’e ve ‘Şark Meselesi’ çözümüne bir adım daha yaklaşıldı. 

Kurulması düşünülen ve adına ‘Kürdistan’ denilen ikinci İsrail devleti için Suriye’nin kuzeyinde de özerk bir yönetim oluşturuldu. Bunun için 2011 yılında Esad yönetimine karşı bir isyan başlatıldı. Bu isyan sonucunda 300 bin insan öldü, milyonlarca insan evinden, yurdundan göç etmek zorunda kaldı. Sonuçta, Suriye’nin kuzeyinde bir otorite boşluğu meydana geldi.

Suriye’nin kuzeyinin Fırat’ın doğusunda kalan kısmında, PKK’nın devamı olan PYD-YPG, önce kantonlar kurdu; daha sonra da ABD’nin yardımı ile bu bölgede egemenliğini sağladı.  Amerika, bu egemenliği sürdürmesi için, PYD-YPG’ye yani PKK’ya tonlarca silah verdi, teröristleri eğitti, maaşa bağladı. Bu bölgeye kendi askerlerini de yerleştirdi.   

Böylece Fırat’ın doğusunda, İran sınırına kadar olan bölgede iki özerk yönetim oluşmuş oldu. Bu tablonun oluşmasında AKP iktidarının ve Erdoğan bazı yanlış politikaları (Çekiç Güç’ün Türkiye’ye yerleşmesine ve uygulamalarına izin verilmesi,  Çadır Mahkemeleri kurulması, Peşmergelerin Irak’tan Suriye’ye nakli vb.) sürece katkı verdi.

Bu iki özerk yönetimin insanlığa bedeli ise çok ağır oldu. İki milyondan fazla insan öldü, milyonlarca insan evinden memleketinden göç etti, alileler çocuksuz, çocuklar anne-babasız kaldı. Batı emperyalizmi bütün bunları, ‘Şark Meselesini’ halletmek, Batı Asya’ya egemen olmak ve büyük İsrail’i kurmak için yaptı. Bunları yaparken sadece kendi askerlerini değil, PKK, DEAŞ, IŞİD, HTŞ gibi terör örgütlerini de kullandı ve b eylemleri Kürt sorununu çözmek için yaptığını iddia etti. Perişan olanların, ölenlerin birçoğu da Kürt’tü. Emperyalizm ne kana doydu ne de cana. 

SON DURUM 

7 Ekim 2013’ten bu yana Batı Asya’da çok önemli gelişmeler oldu. İsrail Gazze’yi yerle bir etti. Büyük, küçük, yaşlı, bebek demeden binlerce Gazzeliyi katletti. 

Suriye’de ABD, İsrail güdümlü bir darbe gerçekleşti ve Esad ülkesini terk etti. İsrail, Suriye’nin tüm askeri alt yapısını, varlığını bombalarla yok etti ve ülkenin güneyini işgal etti. Hizbullah desteksiz kaldı ve İsrail için tehdit olma özelliği azaldı. Suriye’deki İran ve Rus güçleri geri çekildi. Bütün bu gelişmeler İsrail’i oldukça rahatlattı.

ABD himayesindeki PYD’nin egemen olduğu Fırat’ın doğusu HTŞ’nin kontrolüne girmedi. PYD, petrol satmak için HTŞ ile bir anlaşma imzaladı, fiilen özerk olduğunu ispat etti.

Sonuçta, İsrail, güvenliğini ileri derecede artırdı. Egemenlik alanlarını genişletti. Rusya ve İran’ın bu bölgedeki etkinliği azaldı; ABD’nin ise arttı. Suriye’nin kuzeyindeki özerk bölgenin sınırları Fırat olarak belirlendi.

Böylece, Fırat’ın doğusunda, İran sınırına kadar olan alanda iki Kürt özerk yönetimi oluştu.

Sevr Antlaşması’nda da sınır Fırat’tı ve Fırat’ın doğusunda Kürt devletinin kurulması ön görülüyordu.

Fırat’ın doğusu tanımı bizim Güneydoğumuzu da kapsar. Sevr’in tamamlanması için bu bölgenin Türkiye’nin egemenliğinden çıkması gerekir. Amerika, bunu sağlamak için PKK’yı kullandı ama kahraman ordumuzun ve emniyet güçlerimizin verdiği cansiperane mücadele sonunda emperyalizm amacına ulaşamadı.

Türkiye, Irak’taki özerk yönetimi tanıdı sıra ikincide. PYD’nin eğmen olduğu ikinci özerk bölgenin Türkiye tarafından tanınması için en büyük engel PKK’nın silahlı varlığıydı. PKK silah bırakırsa ve kendisini feshederse Türkiye de bu özerk yapıya evet diyebilir ve Türk kamuoyu da bunu tepkisiz kabullenir. Hatta PKK bitti diye sevinir. Aklına ne Sevr gelir ne de PYD’nin Amerika tarafından eğitilen, silahlandırılan ve kullanılan 100 bine yakın silahlı adamı... 

PKK’nın kendini feshetmesinin ana sebebi Güneydoğuda oluşturulmak istenen özerk yapının silahlı güçlerce sağlanamayacağının ABD tarafından anlaşılmasıdır. Yani Amerika’nın silahlı güçleri yenilmiştir, dolayısıyla Amerika yenilmiştir.

Bu yenilginin Batı emperyalizminin Sevr’den yani Fırat’ın doğusunda adı Kürdistan olan bir kukla devlet kurmaktan vazgeçtiği anlamına gelmez. Zaten biri Irak’ta, diğeri Suriye’de iki özerk yönetim kurulmuş durumda; sıra Türkiye’nin Güneydoğusunda oluşturulacak özerk yönetimde. Bu da kurulursa üç özerk yönetim birleşir ve bir devlet olur.

Amerika, Güneydoğu’nun özerk bir yapıya dönüşmesi için yumuşak güçlerinin etkinliğini artırmaya çalışacaktır. Zaten bu güçler uzun süredir görevleri yapmaktadır. Nedir bu yumuşak güçler derseniz sıralayalım; siyasi partiler, dernekler, cemiyetler, gazeteler, televizyonlar ve sosyal medya trolleri.

Türk milletinin Güneydoğu’da bir özerk yönetim kurulmasını kabullenmesi bu şartlarda imkansızdır. Bunu mümkün kılmak için ‘sakaldan kıl koparma’ taktiği uygulanmaktadır. Bir insanın sakalını yolmaya kalkarsanız, size izin vermez ama her gün bir kıl koparırsanız tepki vermez, sonunda sakalsız kalır.

 Sakaldan kıl koparma taktiği gereği uygulamalar daha önceden başlamıştı. Bebek katili Öcalan’ın ‘İmralı’ diye anılması, ona ‘çağrı’ yaptırılması ve zaten bitme noktasına gelen PKK’nın kendisini feshetmesi bu taktiğin gereğiydi. 

Bu olaydan önce de Türk milleti özerk yönetimi kabul ettirmek ve gidişatı kolaylaştırmak ve hızlandırmak için bazı sözler söylendi, bazı öneriler yapıldı. Bunlardan bazılarını sıralayalım: 

“Kürt sorunu ancak mecliste çözülür”, “darbe anayasasının değiştirilmesi ve demokratik hakların artırılması gerekir”, “Türkiye BM’nin yerel yönetim özerklik şartını çekincesiz kabul etmelidir”, “yurttaşlar eşit ”,  “yerel yönetimlerin yetkileri artırılmalıdır”, “eğitim yerel yönetimlere bırakılmalıdır”, “ana dilde eğitim yapılmalıdır”, “vatandaşlık tanımı değiştirilmelidir”, “Anayasadan Türk kelimesi çıkarılmalı, Türkiyeli kelimesi kullanılmalıdır”, “Güneydoğu Anadolu Kürdistan diye anılmalıdır”, “Türkiye eyalet sistemine geçebilir” vb.

Yumuşak güçlerin gücü yeterse şunları sırayla yapabilirler:

 İlk olarak Anayasa değiştirilir, mahalli idarelerin yetkileri artırılır, eğitim yerel yönetimlere verilir, anadilde eğitim serbest hale getirilir, yerel yönetimlerin gelir kaynakları artırılır, mali özerklik verilir, bazı iller bir araya getirilerek güneydoğuda bir eyalet oluşturulur ve bu bölgeye yerel özerklik verilir. Daha sonra, Irak, Suriye ve Türkiye’deki yerel yönetimler bir federasyon altında birleştirilir ve devlete dönüştürülür.

Irak’ta ve Suriye’de fiilen iki özerk yönetim oluşmuş durumdadır. Bu iki özerk bölgeye Güneydoğu Anadolu’da kurulması düşünülen özerk yönetim katılırsa, Fırat’ın doğusunda Kürdistan (!) devleti yani ikinci İsrail kurulur ve Sevr hortlamış olur.  Batı’nın yüzyıllardır çözemediği ‘Şark Meselesi’ de halledilmiş olur.

Türkiye Batı sistemi içinde kalarak kendisine yönelik tehditleri ve tehlikeleri yok edemez. Öncelikle NATO’dan çıkılmalı, AB’ne yapılan üyelik müracaatı geri alınmalı, İncirlik ve Kürecik üsleri emperyalizmin askerlerine kapatılmalı ve borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine geçmeli, dostunu ve düşmanını doğru tayin etmeli ve buna uygun ittifaklar kurmalıdır. 

Biz diyoruz ki, sert güç ile başaramadıklarını yumuşak güçle de başaramayacaklar. Biz Türk milletine güveniyoruz. Onun milli güçleri birleşecek ve Sevr’e doğru giden süreci siyaseten durduracaktır.

Hiç yorum yok: