25 Mart 2025 Salı
https://www.aydinlik.com.tr/haber/enks-ile-pkkpydnin-kongre-hazirliklari-basladi-516933
Bu haberi okuyunca göreceksiniz, PYD’nin
Suriye yönetiminden istekleri DEM’in istededikleri ile aynı. Bu istekler Suriye
yönetimince büyük ihtimalle kabul olacak ve Fırat’ın doğusundeki özerk yönetim
anayasal olarak tescil edilecek.
Irak’ta zaten böyle bir özerk yönetim vardı,
Suriye’de de yasal olarak var olacak ve sıra Türkiye’ye gelecek.
Türrkiye’de sokak hareketlerini provake
edenlerin amacı, DEM’in isteklerine evet diyecek ve Güneydoğu’da özerk
yönetimin oluşmasını kolaylaştıracak bir iktidarı oluşturmak. Türkiye’de de
özerk yönetim oluşunca sıra bunları birleştirmeye gelecek. Bütün bunlar adım
adım ve alıştıra alıştıra uygulanacak bir plan dahilinde yürüyecek.
Şimdi ‘hayır, olmaz böyle bir şey diyenler’
zamanla ‘olabilir, neden olmasın’ demeye başlayacak. Yolsuzluktan,
hırsızlıktan, rüşvetten, terçr örgütüne yardım etmekten dolayı tutuklanan birisini kahraman ve Atatürkçü yapan toplum mühendisliği bunu
da başarır.
24 Mart 2025 Pazartesi
ZİYA GÖKALP
Vefatından bu yana 149 yıl geçmiş olan,Ziya Gökalp, Türkiye’nin son yüzyılda
yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından birisidir. Karışık unsurlardan oluşan
Osmanlı Devleti’nin yıkılarak yerine milliyetçilik esaslarına dayanan yeni bir
devletin kurulacağını çok önceden sezmiş ve bu yeni devletin sosyal
felsefesinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır.
Atatürk’ün de en fazla etkilendiği fikir
adamlarından birisidir. En önemli eseri, “Türkçülüğün Esasları” ismiyle
defalarca basılan kitabıdır. Bir diğer önemli kitabı ise Terbiyenin Sosyal ve
Kültürel Temelleri isimli eseridir.
Ziya Gökalp’in en çok bilinen sözü şudur:
“Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim”
Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından
neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî,
coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını
kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:
“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne
siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve
güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden
mürekkep bulunan bir topluluktur…
Memleketimizde, vaktiyle dedeleri
Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk
terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer
millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket
zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz?
... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti
görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.
Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla
ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır.
Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini
Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:
“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm
Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları
doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli
vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine
engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli
vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel
olmak demektir.
O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek
memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve
kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan
olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.
Osmanlı devletinin son bulmasında, milli
duyguların gelişmesinin ve milliyetçi akımların gelişmesinin büyük rol
oynadığına inanır. Bu bakımda Akçura ile aynı düşüncededir. Bu bakımdan
Osmanlıcılığı kabule değer görmez. Osmanlıcıları da şöyle eleştirir:
“…bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalışacaklardır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun’i toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. “
“Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın
uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor. Sömürge hayatı devam
edemiyor.”
Ziya Gökalp’e göre batı medeniyetinden olmak,
onların terbiyesini, harsını, kültürünü benimsemek anlamını taşımaz. Terbiye ve
kültür milli olmalı ama batıya ait bazı değerleri kabullenmeliyiz. Bu konunun
anlaşılması için yazdıklarından bazı örnekler vermek istiyorum:
“Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz
için, terbiyemizin millî olmasını temine çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz millî
olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin
olması gayesi, aynı zamanda modern terbiyenin de içinde vardır. Avrupa’dan ne
kıymet hükümleri, ne kültür ne de terbiye almak mecburiyetinde değiliz.”
“…O halde, bu makalemizi şöyle bir neticeyle
bitirelim: Kültür ve terbiye bakımından Avrupa medeniyetine muhtaç olmadığımız
halde, teknoloji ve öğretim yönüyle ona, son derece muhtacız. Avrupa’nın bütün
teknolojisini almaya çalışalım; fakat, kültürümüzü yalnız kendi vicdanımızda
arayalım.
Milli terbiye ve modern eğitim: İşte öğretim
sahasında hedef edineceğimiz gaye!..”
(13)
“Hukuk, ahlâk, ve felsefe ve iktisatta usuller
ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli
bulunmalıdır.
İşte, bu usulleri takip etmek şartiyle, Avrupa
medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi
istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek
zorundadır.”
Ziya Gökalp kominist değildir ama koministlere
de düşman gözü ile bakmaz. Sosyalizmi Türk kültürüne uygun bulmaz. Sosyalizmi
ret ederken temel gerekçesi Türklerin hürriyet ve istiklallerini sevmeleridir.
Türklerin eşitliği sevdikleri için ferdiyetçi de olamayacaklarını söyler ve
başka bir sistem önerir; okuyalım:
“Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri
için, iştirakçi (komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı,
fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizim yani
tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur.
Sosyalistlerin ve komünistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru
değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdî mülkiyetler varsa, bunlar
meşru sayılmaz. Bundan başka mülkiyet yalnız ferdî olmak lâzım gelmez. Ferdi
mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır.”
“Demek ki, Türklerin sosyal mefkuresi, ferdî mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umumun menfaatine sarf etmek üzere muhafazasına ve üretilmesine çalışmaktır.”
Ziya Gökalp, birçok hususta olduğu gibi iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalar da tıpkı Akçura gibi karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı kılacağını söyler. Türkiye’nin kendi şartlarına uygun bir ekonomik program geliştirmesinden yanadır ve bunun için de Türk iktisatçılarını göreve çağırır:
“…İngiltere için faydalı olan tek usul,
gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin
İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi,
ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini
verecektir.
Türk İktisatçılarının ilk işi, evvelâ
Türkiye’nin iktisadî gerçeklerini tespit, sonra da bu objektif tetkiklerden
milli iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücuda getirmektir. Bu
program vücuda geldikten sonra, memleketimizde büyük sanayi vücuda getirmek
için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekâleti de bu ferdî
faaliyetlerin başında umumi bir düzenleyici vazifesini görmelidir.”
Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki
düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi
mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören
Ziya Gökalp, Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi
gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.
“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve
felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme
yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi
mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.
Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber, siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkası’na (partisi) yardımcıdır. Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimiz Türk Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.
Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır."
21 Mart 2025 Cuma
AMERİKA BUNU HEP YAPIYOR
Attilâ İlhan, Batı’nın Deli Gömleği isimli
kitabında, CIA gizli işler sorumlusunun hazırladığı Bissel raporundan özet
aktarmış:
“Sistem'e dahil bir ülkede, yönetimi belirli
bir şeye mecbur etmek istedi mi, 'sistem"in lideri gizli örgütleri aracılığıyla
o ülkedeki yandaş ve karşıt güçleri el altından kışkırtır, iktidara karşıt
olanları karşıt doğrultuda, yandaş olanları karşıtlara itekleyerek! Bu ülkede
ister istemez bir kargaşa doğuracak, sonunda yıpranan iktidar, yerini
'sistem'in beğendiği türden bir başka iktidara bırakacaktır. Onun birinci
işiyse elbet, 'sistem'e karşıt olan güçleri temizlemektir.”
Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu:
Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak,
ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar
yapmak. Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur,
terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır.
Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri
müdahalelere gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.
İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan
sokak hareketlerini bu gerçek göz önüne alınarak değerlendirlmeli. Anlaşılan
Amerika Erdoğan’ı gözden çıkarmış durumda. Türkiye yaratılan bu ortamla erken seçime zorlanacak. Bu seçimde Erdoğan
ve ekibinin kazanması çok zor.
Bu ortamı yaratmanın hazırlığı çok önceden
yapılmıştı. Yıllardır yapılan yoğun propaganda ile Erdoğan’dan nefret eden
büyük bir kitle oluşturuldu. Aklını nefret duygusunun emrine veren bu kitle
sağlılkı düşünemez hale geldi. Erdoğan gitsin de kim gelirse anlayışı egemen
oldu. İnsanlar kendilerine yabancılaştı. O kadar yabancılaştılar ki, kendisini
milliyetçi, Atatürkçü, solcu olarak gören insanların ne milliyetçilikleri, ne
solculukları ne de Atatürkçülükleri kaldı. Hepsinin tek hedefi Erdoğan
iktidarına son vermek oldu. Erdoğan gitsin de isterse DEM iktidara ortak olsun,
bölücüler kabineye girsin, hiç önemli değil. Zihniyet bu!
Türkiye ekonomisinin başına Mehmet Şimşek’in
getirilmesi ve onun uyguladığı ekonomik programlar sonucunda çalışanların,
emeklilerin milli gelirden aldığı pay azaldı. Kurulan sömürü düzeni ile
kaynaklar yabencı ve yerli zenginlere aktı. Bu durumdan memnun olmayan önemli
bir kesim Erdoğan’dan ümidini kesti ve muhalefete yöneldi.
Bu kargaşalar sonunda erken seçime gidilecek
ki bu durumda Amerika’nın istediği bir iktidar oluşacak. Amerika’nın istediği bir iktidar başa gelirse,
Güneydoğu’ya özerklik verilecek. Bu özerk yönetim, Irak ve Suriye’deki özerk
yönetimlerle birleşerek adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletinin kuruluşunu
sağlayacak. KKTC’nin varlığı da tehlikeye girecek.
Bu gidişatı durdurmak için en kısa zamanda
milli güçler bir araya gelmeli ve yeni bir hükümet kurulmalıdır. Aksi takdirde seçim
sonucu kurulacak yönetim ile birlikte Amerika’nın Türkiye üzerindeki egemenliği
daha da artar. Sonu bölünmeye kadar
gidebilir.
Son bir ihtimal de şu: İmamoğlu ve ekibine isnat edilen suçların
kesin kanıtları ortaya konursa gösteriler sona erer ve erken seçim ihtimali
şimdilik yok olur ama şimdilik...
ÖZGÜR DÜŞÜNCE, ROBOTLAŞMA VE İMAMOĞLU
EKONOMİDE SON GELİŞMELER VE SÖMÜRÜ DÜZENİ
15 Mart 2025 Cumartesi
OSMANLI’DA TIP EĞİTİMİ VE 14 MART TIP BAYRAMI
Osmanlı’dan önce tıp eğitimi Anadolu'nun farklı kentlerinde kurulmuş olan darüşşifalarda verilmekteydi. Bunlardan bazılarını sıralayalım:
Mardin: Emineddin (H.502-516/ M.1108/9-1122/23)
Kayseri : Gevher Nesibe (H.602/ M.1205-6)
Sivas: İzzeddin Keykavus (H.614/ M.1217-18)
Mardin: Necmettin Gazi (H.619/M.1222)
Divriği: Turan Melik (H.626/ M.1228-29)
Çankırı: Cemaleddin Ferruh Darüşşifası (H.633/ M.1235)
Kastamonu Pervaneoğlu Ali Darüşşifası (H.671/ M.1272-73)
Tokat: Muineddin Pervane Darüşşifası (13.yüzyıl son çeyreği başı)
Konya: Kemalettin Karatay (H.653/ M.1255)
Kastamonu: Atabey (H. 672/ M.1273)
Amasya: Amber bin Abdullah (H.708/ M.1308-9)
Osmanlı devleti kurulduktan sonra bunlara ek olarak Amasya Darüşşifası (1309), Fatih Darüşşifası (1470), Süleymaniye Darüşşifası (12 Mayıs 1556) hizmet vermeye başlamış.
TIP EĞİTİMİN DURUMU
Tıp eğitiminin durumunu Şanizade Ataullah’ın (!771-1826) Tarih-i Şanizade isimli eserindeki şu ifadeden anlaşılıyor:
"..Müslümanlardan hiç kimse bu yüksek fenne hevesli olmayıp Süleymaniye Tıbhâne’sinde yalnız hocalık vazifesine ve Tımarhane tabipliğine kanaat eder bazı çehresiz ve battal adamlardan başka kimse kalmayıp, Osmanlı memleketinde değil yeni hekimliği hatta eski tababeti dahi okuyup öğretecek hiç kimse kalmamakta bir zamanlar hekimleri oldukça çok diye anılan ve sayılan şehirlerden İstanbul’da şimdiki halde Hırvat gemici vesair ırgat bozuntusu bir alay cahil tabib ellerinde kalıp.." diyerek üzüntüsünü açıklıyordu.”
TIPHÂNE-İ AMİRE’NİN AÇILIŞI
19. Yüzyıl’ın başında Mustafa Behçet Efendi 21 yaşında Hekimbaşı olur. İki tıp mektebinin açılmasını sağlar. Biri, 1805 yılında Kuruçeşme'deki Rum okullarının içinde açılan "Rum Tıb Mektebi" diğeri de 1806 yılında Kasımpaşa'da açılan "Tersane Tıbbiyesi" idi.
Tıphâne-i Amire onun 3. kere hekimbaşılığı yaptığı dönemde açılır.
Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da padişaha art arda üç takrir (dilekçe) vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını açıklamış ve okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklif yapmış.
Mustafa Behçet Efendi ‘ye göre yeni tıp okulunun açılmasının iki amacı var: Orduya hekim ve cerrah yetiştirmek, Müslüman hekim yetiştirmek.
14 Mart 1827 tarihinde ilk tıp okulu «Tıphane-i âmire» adı altında açıldı. 1828’de «Tıphane-i Cerrahhane» adı ile yeni bir okul daha açıldı. 1836’de bu iki okul birleştirildi.
Tıbhâne-i Amire 1827’den 1836 yılına kadar Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda gündüz eğitim yapıyordu. 1836 yılında Sarayburnu'ndaki askeri kışlaya (Otlukçu Kışlası) taşındı. Ayrı bir binada eğitim göre burda Tıbhâne-i Cerrahhâne ile birleşti ve Otlukçu kışlasında eğitim yatılı hale getirildi.
Daha Sonra Galatasaray’daki Enderun ağaları okuluna taşınmasına karar verilmiş. Galatasaray’daki bu binalar Hekimbaşı’nın istediği şekilde düzenlenmiş ve Tıbbiye bu binaya taşınmış. Bu binanın 17 Şubat 1839 da açılışı yapılmış. Bu okula "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adı verilmiş.
O yıl eğitimde yeni bir düzenleme yapılmış ve eğitim dili Fransızca’ya çevrilmiş, mektebe reayadan da öğrenciler alınmaya başlanmış.
Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin açılışında Sultan Mahmut bir konuşma yapmış:
«Bu yüksek binaları Tıp okulu şeklinde düzenleyerek adını Mekteb-i Tıbbîye-i Adliye-i Şahâne koydum. Burada insan sağlığının hizmetine çalışacağından bu okulu diğerlerinden üstün tuttum. Tıp fenni burada Fransızca öğrenilecektir.»
«.. Halbuki bizim beklemeye vaktimiz olmadığı gibi, yurdumuz ve ordularımızın büyük ihtiyacı olan hekimleri biran önce yetiştirmek ve Türkçeye çevirerek Tıp kitaplarını meydana getirmek zorundayız. Size Fransızca okutmaktan maksadım Fransızca dili değildir. Hekimlik fennini öğrenip yavaş yavaş yurdumuzun her köşesine yaymaktır.»
Avusturya’dan getirilen Charles Ambroise Bernard’ı eliyle göstererek;
«Bu zatı sizin için özellikle getirdim. Avrupa'nın birinci sınıf hekimlerinden olup gayet yetenekli ve bilgili bir kişidir. Kendisinden ve öteki hocalardan hekimlik öğrenin ve yavaş yavaş Türk dili üzerine bu ilmi yayın. Çünkü yabancı olarak ve tabip sıfatıyla birçok ne idüğü belirsiz kişilerin yurdumuzda yerleşmesinden, şurada burada şarlatanlık yapmalarından memnun değilim.»
OKUTULAN DERSLER VE KİTAPLAR
Tıbhâne’de şu dersler okutuluyordu: Osmanlı Dil Grameri, Arapça, Fransızca, Fizik, Kimya, Zooloji, Botanik, Fizyoloji, Anatomi, Askeri Cerrahi, İç ve Dış Hastalıklar, Doğum.
Okutulan kitaplar Fransızca idi:
-ELEMENT DE BOTANİQUE EI’ ECOLE DE MEDICINE IMPERIAL DE
GALATA SERAI (1842) / BOTANİK KİTABI
-PHARMACOPEE MILITAIRE OTTAMANE/FARMAKOPE KİTABI(1844)
-LES BAINS DE BROUSSE, EN BITHNINE// BURSA BANYOLARI(KAPLICA
RİSALESİ)(1842)
-PRECIS DE PERCUSSION ET D'AUSCULTATION À L'USAGE DE SES
LAÇONS (1843) /PERKÜSYON KİTABI
Dr. C.A. Bernard’ın PRÉCIS DE PERCUSSION ET D’ANSCULTATION A I’USAGE DE SES LAÇONS kitabının;
1-12 sayfalarda oskültasyon ve perküsyonun çok önemli olduğunu söylediği solunum organlarının başlıca hastalıklarının (catarrh, laryngite, bronchite, bronchestatie, pneumonie, akciğer ödemi, amfizem, tüberküloz, akciğer kanamaları, gangren, plörezi hidrotoraks, pnömotoraks) anatomopatolojik karakterleri anlatmaktadır.
12-21 sayfalar perküsyona ayrılmıştır. Bu kısımda perküsyon percussion immediate, percussion mediate, percussion sesleri, (açık, mat, timpanik gibi) açıklanmıştır.
21-30 sayfalar oskültasyon hakkında genel bilgilere ayrılmıştır.
30-39 sayfalarda solunum oskültasyonu üzerinde bilgiler verilmektedir. Solunum sesleri başlıca 3 gruba ayrılmaktadır. “vesiculaire, bronchique, indetermine” Kitapta bu raller hakkında geniş bilgiler vardır.
40-57 sayfalar solunum yolları hastalıklarında perküsyon ve oskültasyona ayrılmıştır. Örnek olarak, catarrh, bronşit bronşektazi, pnömoni, akciğer ödemi, amfizem, tüberküloz, hemorajik infarktüs, gangren, plörezi, hidrotoraks ve pnömotoraks üzerinde durulmuştur.
57-68 sayfalar dolaşım organları hakkında genel bilgiler içermektedir.
68-90 sayfalar kalp seslerini detaylı olarak inceleyen kısımdır. Kalp kaviteleri, büyük arterler ve perikard ayrı ayrı incelenmiştir.
Son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek, imtihan edilmiş ve başarılı olanlar askeri hastaneler veya ordunun tabur ve alaylarına ‘muavin tabip’ unvan ile tayin edilmiş.
Bu muavin tabipler bir hekimin gözetiminde birkaç sene hizmet ederek tecrübe sahibi olduktan sonra, başka hekime bağlı olmadan hasta bakmaya ve ilaç yazıp vermeye yetkili olarak ‘müstakil tabip’ oluyorlardı.
Bu öğrencilerin başarılı olanlar› Mirliva (albay), ikinci derecede başarılılar kaymakam rütbesiyle gereken yerlere tayin ediliyordu.
1857 yılında Tıbbiye’de özel bir sınıf açılmış.
"Mümtaz sınıf" okulun kabiliyetli çalışkan öğrencilerinden seçilmişti. Burada amaç Türkçe tıp eğitimine geçilmesi için tıp kitaplarını Türkçeye tercüme edecek bir ekip oluşturmaktı.
SİVİL TIBBİYE
Osmanlı Devleti’nin hekime olan ihtiyacı göz önüne alınarak 2 Ocak 1867 tarihinde Türkçe tıp eğitimi yapan "Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye" (Sivil Tıp Mektebi) açıldı.
1870 yılında da Askeri Tıp okulunda dersler Türkçeleşti. 1878 yılında şimdiki Sirkeci tren istasyonu yakınındaki Demirkapı’daki askeri kışlaya taşınıldı.
ABDÜLHAMİD DÖNEMİ
1894 yılında Sultan II. Abdülhamit'in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye binası inşa edilmeye başlandı. 6 Kasım 1903’de bu binaya taşındı.
1909 yılında askeri ve sivil tıbbiye okulları birleştirilerek ismi "Darülfünun Tıp Fakültesi" oldu.
Darülfünun Tıp Fakültesi mezunları şöyle yemin ediyorlardı:
“Mûmâ ileyh, veliyy-i nimet-i a’zam ve akdesimiz padişah-ı hılâfetpenâh es-Sultan el-
Gâzi Abdülhâmit Hân-ı sâni efendimiz hazretlerine sadâkatla ifây-ı hizmet edeceğine ve
gerek zengin olsun ve kangı milletten olursa olsun davet edildiği hastalara iffet ve hüsni
edep vechile ve tedaviye müsâreat ve teşhis ve tedavi marazlarında kemâliyye itina ve
dikkat eyleyeceğine ve kasden iskât-ı cenin(çocuk düşürmek) içün hiçbir bahane ilâç
vermeyeceğine ve askeri aileleri hastaları tarafından celp ve davet olundukta icâbetle
meccânen ve tekâyüddât-ı kâmile ile tedavi edeceğine ve muhtâcîn ve fukaranın inkisârı
kulûbuna cür’et eylemeyeceğine ve ağır hastalarda konsülteye sahîhan ihtiyaç görürse,
meşverete mutemedi olan etıbbâyı hâzikayı davet edeceğine (ve itâsında kemâl-i ihtiyaç
ve tefekkürle davranacağına ve eşya yı mîriyeyi hüsn-i muhafaza eyleyeceğine (devlet
malını güzelce koruyacağına) ve muayenelerde ve rapor tahrîriinde istikamet ve
dikkatten inhiraf etmeyeceğine (raporun hazırlanmasında doğrudan yapmayacağına) ve nizamât ve kavânine itaat söyleyeceğine yemin etmiştir.”
TIP EĞİTİMİNDE 1912-1922 DÖNEMİ
Tıp eğitiminde önemli bir dönem de 1912-1922 yıllar arasındaki on yıldır. Bu dönemi üçe ayırmak gerekir: Balkan Harbi, I. Cihan Harbi Mütareke dönemi.
1912 yılında Balkan Savaşı Başladı.
1912 yılının Ekim ayında seferberlik ilan edildi. Bu tarihte Darülfünun Tıp Fakültesi’ndeki derslere de ara verildi.
Hocalar ve son sınıftaki hekim adayları askeri birliklere atandılar.
Tıbbiye binasının her yeri hastaneye çevrilmişti. Klinik yataklar yaralılara kâfi gelmeyince dershaneler, koğuşlar hatta koridorlar bile hastane görevi görmeye başladı.
I CİHAN SAVAŞI
Tıp Fakültesinin 1 yıllığına kapatıldığı ilan edildi.
Hocalar gereken cephelere gönderilmiş, Tıbbiye son sınıf öğrencileriyle 3. 4. 5. sınıf öğrencileri askeri birliklerde görevlendirilmişlerdir.
Son sınıfın en çalışkan ve bilgili öğrencileri Kafkasya cephesine gönderilmiş. Orada çoğu tifüs hastalığından ölmüştür.
Fakülte gene “Mecruhin” yaralılar hastanesi ve Hilal-i Ahmer Hastanesi oldu.
Birinci Dünya Savaşı boyunca toplam 765 tıp öğrencisinden 346’sı şehit düştü ve geri dönmedi. 1915 yılında Tıbbiye' ye kaydolan 1. sınıf öğrencilerinin tamamı Çanakkale'de şehit düştü ve bu nedenle de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 1921 yılında hiç mezun veremedi.
MÜTAREKE DÖNEMİ
Tıbbiye 1916’da eğitime tekrar başladı.
İtilaf Devletleri askerleri 13 Kasım 1918’de İstanbul'u işgal etti. 21 Kasım 1918’de Meclis-i Mebusan feshedildi. Aralık 1918’de Tıbbiye binası da işgal edildi. Haydarpaşa’daki tıp eğitimi İngiliz askerlerinin 5 sene sürecek işgal dönemine girdi.
İngilizlerin, Haydarpaşa'daki binaya da el koymalarına Fakülte Reisi Âkil Muhtar Bey muhalefet etmiş. Tıp Fakültesi öğrencileri de karşı durmuşlar. Fakültede Hocaların bir bölümü Malta'ya sürülmüş.
Öğrenciler, Haydarpaşa'daki binanın iki kulesi arasına Boğaz’daki işgal gemileri arasına çok büyük bir bayrak asmışlar.
14 MART TIP BAYRAMI
Tıp Bayramı ilk defa 14 Mart 1919 da böyle bir ortamda kutlanmış.
Beyazıt’ta Darülfünun Konferans salonunda Kutlanan Tıp Bayramına; o günkü Tıp Fakültesinin önde gelen hocalarından Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer, Dr. Akil Muhtar, İstanbul’daki hastanelerin hekimleri, Tıp öğrencileri katılmış.
Kızılhaç temsilcileri ve basının da davet edildiği toplantıda Söz alan Dr. Memduh Necdet Bey “İstanbul bizimdir, çünkü şehitler ve tarih, buradadır, Halife ve Hakan yatağı burasıdır” diyerek sözlerini bitirirken salon alkışlarla inler. Tıbbiye mesajını vermiştir. Kutlama işgale karşı sert bir tepkiye dönüşür.
TIBBİYELİ ÖĞRENCİLERİN ‘İSTİKLAL’ KARARLILIĞI
Öğrenciler, Sivas Kongresi’ne katılmak, desteklerini bildirmek istiyorlardı. Okulun hamamında toplandılar, Sivas kongresine katılma kararı aldılar.
Herkes gitmek istiyordu, büyük sorun yol parası bulmaktı, ancak üç kişiyi gönderebileceklerdi. Yapılan oylama ile üç kişi seçildi; Hülagu, Yusuf (Naci Ceylan), Hikmet (Mehmet Boran) beyler. Fakat 15 lira toplanabilmişti ve bununla yalnız Hikmet Bey gidebilecekti.
Mustafa Kemal’i ve kongrede alınan kararları desteklediklerini bildiren mektup hazırlandı.
Sivas Kongresinde, Tıbbiyeli Hikmet, manda tartışmalarından rahatsız olduğu için söz alır ve şunları söyler:
”Paşam! Temsilcisi bulunduğum tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı başarmak için açtığınız çalışmalara katılmak üzere beni gönderdi. Amerikan mandasını kabul edemem. Kongre bu yolda bir karar verecek olsa bile, bunlar kim olursa olsun, bütün gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki, Amerikan mandasını siz de onayladınız. Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil, vatan batırıcı sayarız. Tel’in ederiz.”
Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” der ve Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek:
“Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyordum. Biz mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm” der.
Tıphâne-i Amire’nin kuruluşundan 94 yıl sonra, Tıp Bayramı 14 Mart 1921’de Kadıköy’de Hale sinemasında tekrar kutlanır ve 14 Mart kutlamaları gelenek halini alır.
11 Mart 2025 Salı
AMAN DİKKAT!
Daha önce yazmıştım, konu önemli olduğu için tekrar yazıyorum. Hızla Sevr'e doğru gidiyoruz.
Batı’nın emperyalist güçleri Sevr Antlaşması’ndaki 62. 63 ve 64’üncü maddelerde iki hususu bize dayatmışlardı: Birincisi, Fırat’ın doğusunda Kürtler yaşamaktadır ve ikincisi Kürtlerin Fırat’ın doğusunda devlet kurma hakları vardır. Biz bunları reddettik ve Lozan Antlaşmasını onlara imzalattırdık. Antlaşma imzalandıktan sonra, Lord Curzon İnönü’ye “Ne istediysek reddettiniz. Biz bunları cebimize koyuyoruz, zamanı gelince cebimizden çıkarıp size göstereceğiz” demişti.
Özellikle 1960 yıllardan sonra dediklerini yapmaya başladılar. Hedeflerine varmak için öncelikle bize Güneydoğumuzda ve Irak ve Suriye’nin Fırat’ın doğusunda kalan kısımlarında Türk ve Arap milletinden başka Kürt milletinin yaşadığını kabul ettirmek için faaliyetlerini artırdılar. PKK’ya verilen bir görev de buydu. Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu Türk ve dünya kamuoyuna kabul ettirmek. PKK bunu silahlı propaganda usulleri ile yaptı ve başardı. Bu hususun kabul edilmesiyle PKK’nın silahlı eylem yapmasında gerek kalmadı; artık kendisini feshedebilirdi.
Sıra geldi Kürt devletine. Bir devlet için üç şey lazım: Millet, toprak ve egemenlik. Millet oluşturuldu. Toprak ise Türkiye, Irak ve Suriye’nin Fırat’ın doğusunda kalan kısmı olarak çok önceden Sevr’de belirlenmişti. Geriye bir tek egemenlik kalıyor. Amerika ve İsrail’in acelesi yok; bu hedefe de adım adım gidecekler.
Irak ve Suriye’de fiilen iki Kürt özerk yönetimi oluşmuş durumda; sıra Türkiye'de. Türkiye’de bunu sağlamak için askeri güç yerine yumuşak güç kullanıyorlar. Siyasi partiler, dernekler, cemaatler, medya, sosyal medya bu özerk yönetime giden yola sürekli taş döşüyor. Suriye'de oluşan özerk yönetimi halktan gizlemeye çalışıyorlar. PKK'nın silah bırakmasını temel amaçlarından vazgeçtiği şeklinde anlatıyorlar. Anayasa, yasa değişiklikleri istiyorlar. Türkiye’nin Kürt sorunu var, bu sorun ancak mecliste çözülür diyorlar. Yerel yönetimlerin yetkileri artırılsın, ana dilde eğitim gelsin gibi sonu özerkliğe varacak isteklerde bulunuyorlar. Bütün bunların sonunda yerel özerklik geleceğini biliyorlar.
Amerika ve İsrail, Türkiye bu tuzağa düşerse ve özerk yönetim oluşursa, üç özerk yönetim birleşir ve Kürt devleti kurulur hesabını yapıyorlar ama bu hesap Türk milletinin gerçek milliyetçi ve Atatürkçü evlatları tarafından bozulacaktır; buna inanıyoruz.
9 Mart 2025 Pazar
AVRUPA’YA JANDARMA OLMAK
8 Mart 2025 Cumartesi
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
8 Mart, aslında emeğin sermayeye karşı verdiği bir mücadelenin sonucudur. Bu mücadelede yanarak can veren emekçi kadınlar olmasaydı böyle bir kutlama olmazdı. Fakat Birleşmiş Milletler sayfasına girip bakıldığında 8 Mart’ın adandığı, yanarak ölen Amerikalı fabrika işçilerinden bahsin olmadığı görülür.
Bugünlerde daha iyi çalışma koşulları için can veren kadınlar unutuldu, 8 Mart’ı ölümsüzleştiren Zetkin ve Luxenburg ve onların yürüttüğü büyük mücadele unutuldu. Kadınlar günü çiçeklerle, pastalarla, çelenklerle kutlanan bir feminist harekete dönüştü.
Türkiye’de kadınlar, haklarının büyük kısmına Cumhuriyetle birlikte, Atatürk Devrimleriyle kavuşmuşlardır. Kadınlarımızın bunu asla unutmaması gerekir. Unutmamaları gereken bir husus da şudur: Mücadele edilmeden hak ve özgürlükler alınamaz da korunamaz da…
KUTLUYORUM
İçinden çıktıkları toplumun değerlerinden uzaklaşmış, 8 Mart’ı bu değerlere isyan günü sanan kadınların;
Mehmetçik katillerini yandaş edinmiş, kol kola girip 8 Mart’ı kutlamaya kalkanların;
Emperyalizmin tuzağına düşmüş, Al Bayrak’ın “Al”ını unutmuş, Batı’nın turuncusuna, moruna bürünmüş olanların;
8 Mart’ı seksüel arzularının, tercihlerinin teşhiri edildiği gün sananların;
Değil ama,
Vatan uğruna şehit olmuş kahraman Mehmetçiklerimizin, polislerimizin analarının, bacılarının, eşlerinin;
Vatan savaşında, hain PKK’lılara karşı Mehmetçiklerimizle birlikte, omuz omuza çarpışan kadın askerlerimizin, polislerimizin;
Tarlada, bahçede, sıcak, soğuk, yağmur, çamur demeden çalışan, aklında emziremediği bebeği, elinde çapası ile ter döken kadınlarımızın,
Fabrikadaki, atölyedeki iş yerine gitmek için gün ağarmadan, sabahın ayazında, eli yüzü dona dona belediye otobüsü, bekleyen kadınlarımızın,
Esnaflık erkek işidir demeyip, dükkanlarında, atölyelerinde iş yerlerinde üreten, satan esnaf kadınlarımızın,
Uzak-yakın, köy-şehir, doğu-batı, gece-gündüz demeden yurdun her köşesine sağlık ve eğitim hizmeti götüren hemşirelerimizin, doktorlarımızın, öğretmenlerimizin;
Üniversitelerde, yüksek okullarda, bilgi üreten, gençlerimizi eğiten, bilimin aydınlığı ile toplumu aydınlatan öğretim görevlisi kadınlarımızın;
Ofislerde, bürolarda, halka hizmet götüren beyaz yakalı kadınlarımızın;
Mehmetçiklerimizi, Ayşeciklerimizi doğurup, büyüten ve vatan hizmetine sunan analarımızın;
Ülkemiz için fabrikalar kuran, üretim yapan, satan, yöneten iş kadınlarımızın;
Özetle, ülkemizin ve milletimizin birliği, dirliği ve refahı için alın teri akıtan, göz nuru döken, canını, oğlunu, eşini vatan bütünlüğü için feda eden, emperyalizmin kirli oyunlarına karşı direnen tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Çalışan Kadınlar Günü’nü kutluyorum. Hepsinin üreten ellerinden öpüyorum.
Biz sizlerle var olduk, sizlerle var olmaya
devam edeceğiz. Minnet size, şükran size…