ZİYA GÖKALP
Vefatından bu yana 149 yıl geçmiş olan,Ziya Gökalp, Türkiye’nin son yüzyılda
yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından birisidir. Karışık unsurlardan oluşan
Osmanlı Devleti’nin yıkılarak yerine milliyetçilik esaslarına dayanan yeni bir
devletin kurulacağını çok önceden sezmiş ve bu yeni devletin sosyal
felsefesinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır.
Atatürk’ün de en fazla etkilendiği fikir
adamlarından birisidir. En önemli eseri, “Türkçülüğün Esasları” ismiyle
defalarca basılan kitabıdır. Bir diğer önemli kitabı ise Terbiyenin Sosyal ve
Kültürel Temelleri isimli eseridir.
Ziya Gökalp’in en çok bilinen sözü şudur:
“Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim”
Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından
neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî,
coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını
kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:
“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne
siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve
güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden
mürekkep bulunan bir topluluktur…
Memleketimizde, vaktiyle dedeleri
Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk
terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer
millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket
zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz?
... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti
görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.
Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla
ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır.
Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini
Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:
“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm
Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları
doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli
vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine
engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli
vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel
olmak demektir.
O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek
memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve
kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan
olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.
Osmanlı devletinin son bulmasında, milli
duyguların gelişmesinin ve milliyetçi akımların gelişmesinin büyük rol
oynadığına inanır. Bu bakımda Akçura ile aynı düşüncededir. Bu bakımdan
Osmanlıcılığı kabule değer görmez. Osmanlıcıları da şöyle eleştirir:
“…bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her
ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa
çalışacaklardır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun’i
toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir
devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. “
“Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın
uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor. Sömürge hayatı devam
edemiyor.”
Ziya Gökalp’e göre batı medeniyetinden olmak,
onların terbiyesini, harsını, kültürünü benimsemek anlamını taşımaz. Terbiye ve
kültür milli olmalı ama batıya ait bazı değerleri kabullenmeliyiz. Bu konunun
anlaşılması için yazdıklarından bazı örnekler vermek istiyorum:
“Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz
için, terbiyemizin millî olmasını temine çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz millî
olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin
olması gayesi, aynı zamanda modern terbiyenin de içinde vardır. Avrupa’dan ne
kıymet hükümleri, ne kültür ne de terbiye almak mecburiyetinde değiliz.”
“…O halde, bu makalemizi şöyle bir neticeyle
bitirelim: Kültür ve terbiye bakımından Avrupa medeniyetine muhtaç olmadığımız
halde, teknoloji ve öğretim yönüyle ona, son derece muhtacız. Avrupa’nın bütün
teknolojisini almaya çalışalım; fakat, kültürümüzü yalnız kendi vicdanımızda
arayalım.
Milli terbiye ve modern eğitim: İşte öğretim
sahasında hedef edineceğimiz gaye!..”
(13)
“Hukuk, ahlâk, ve felsefe ve iktisatta usuller
ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli
bulunmalıdır.
İşte, bu usulleri takip etmek şartiyle, Avrupa
medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi
istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek
zorundadır.”
Ziya Gökalp kominist değildir ama koministlere
de düşman gözü ile bakmaz. Sosyalizmi Türk kültürüne uygun bulmaz. Sosyalizmi
ret ederken temel gerekçesi Türklerin hürriyet ve istiklallerini sevmeleridir.
Türklerin eşitliği sevdikleri için ferdiyetçi de olamayacaklarını söyler ve
başka bir sistem önerir; okuyalım:
“Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri
için, iştirakçi (komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı,
fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizim yani
tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur.
Sosyalistlerin ve komünistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru
değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdî mülkiyetler varsa, bunlar
meşru sayılmaz. Bundan başka mülkiyet yalnız ferdî olmak lâzım gelmez. Ferdi
mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır.”
“Demek ki, Türklerin sosyal mefkuresi, ferdî
mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umumun
menfaatine sarf etmek üzere muhafazasına ve üretilmesine çalışmaktır.”
Ziya Gökalp, birçok hususta olduğu gibi
iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalar da tıpkı Akçura gibi
karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı
kılacağını söyler. Türkiye’nin kendi şartlarına uygun bir ekonomik program
geliştirmesinden yanadır ve bunun için de Türk iktisatçılarını göreve çağırır:
“…İngiltere için faydalı olan tek usul,
gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin
İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi,
ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini
verecektir.
Türk İktisatçılarının ilk işi, evvelâ
Türkiye’nin iktisadî gerçeklerini tespit, sonra da bu objektif tetkiklerden
milli iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücuda getirmektir. Bu
program vücuda geldikten sonra, memleketimizde büyük sanayi vücuda getirmek
için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekâleti de bu ferdî
faaliyetlerin başında umumi bir düzenleyici vazifesini görmelidir.”
Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki
düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi
mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören
Ziya Gökalp, Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi
gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.
“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve
felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme
yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi
mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.
Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî
mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber,
siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle,
teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak
modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu
sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkası’na (partisi) yardımcıdır. Halk
Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimiz Türk Türkiye
ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar
devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi
ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda
Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların
nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk
Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru
yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından
kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını
verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden
bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi
olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki
olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada
ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.
Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele
vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset
sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır."