22 Nisan 2025 Salı

 

ALGILARIN GÜCÜ

Gary Small’un “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri” isimli bir kitabını bilmem okudunuz mu? Kitapta çok sıra dışı vakalar anlatılıyor. Bunlardan birisinde, Dr. Small’un hastası kendi elini oraya ait değilmiş gibi hissediyor. Elinden kurtulana kadar kendisini rahat hissetmeyeceğini düşünerek elini kestirmek istiyor.

Small, hastasına ‘dismorfofobi’ teşhisini koyuyor. Bu hastalar kendisini veya kendisinin bir parçasını, gayet normal olduğu halde, acayipmiş gibi algılıyor. Hastalar gerçeklere göre değil, bu algıya göre karar veriyor ve acayip buldukları parçalardan kurtulmaya çalışıyor. Dr. Small, gerçekten uzaklaşmış algısına teslim olmuş bu hastayı, hastanın rızası olmamasına rağmen, marangoz olan hastanın elini kesmesinden korkup acil olarak hastaneye yatırıyor ve tedaviye başlıyor.

Bu hikâyeyi okurken şunu düşündüm; kafalarda oluşmuş algılar gerçeğin yerine geçebiliyor ve insanlar bu algılara göre seçimlerini yapıyor ve kararlar veriyor. Freud’a göre de arzular ve bilinçaltı sürekli yanılgılar üretir ve insanlar da bu yanılgıları hakikat diye inanır. Gerçeklerin yerini algılar alır.

Uzun uzun düşünmek lazım; gerçek diye bildiklerimizin kaçı gerçektir acaba? Ya da hangileri medyanın ya da sosyal medyanın etkisi ve bizim bilinçaltımızın eseri olan algılardır. Ve biz bu algılar sonucu kendimize ve çevremize zarar veriyor muyuz? Kendi elimiz kendimiz kesiyor muyuz?

10 Nisan 2025 Perşembe

 

BÖYLE DOST DÜŞMAN BAŞINA

Trump, Netanyahu ile konuşurken Erdoğan’ı sözüm ona methetmiş. Söyledikleri de şunlar:

“Benim büyük bir dostum var, adı Erdoğan. Ben onu severim, o da beni sever. Hiçbir zaman aramızda bir sorun olmadı. Birçok şey yaşadık birlikte. Bibi, eğer Türkiye’yle bir sorunun varsa… Rahip Brunson olayını biliyorsun… Bunu çözebileceğime inanıyorum. Ama makul olmalısın. Erdoğan sert biridir, zeki biridir.” Bir yandan övüyor, diğer yandan Rahip Brunson’u hatırlatıp Erdoğan’a aba altından sopa gösteriyor.

Bunları okuyunca aklıma şu meşhur söz geldi: “Zehri altın tabakta sunarlar”.  Bir çarpıcı ifadede Almanlar’ın Edda isimli destanında var: “Eğer birine kötülük yapacaksan, yüzüne iyilikle bak, onunla dostça konuş.”

Trump’ın yaptığı da tam da bu, dostça konuşuyor ama kötülük yapmanın hazırlığını da sürdürüyor. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”. Biz de Amerika’nın yaptığı işlere bakalım, Trump dost mu düşman mı anlamaya çalışalım.

Romanya’dan Yunanistan’a, Dedeağaç’tan Girit’e, oradan Güney Kıbrıs’a askeri üslerini kurmuş, üsleri zırhlılarla, tanklarla, uçaklarla doldurmuş ve namlularını da Türkiye’ye çevirmiş uygun zamanı bekliyor; tıpkı, avcının Tüfeğini doldurup kuşu vurmak için beklediği gibi..

Yetmezmiş gibi, İsrail ile birlikte Kürdistan isimli bir kukla devleti kurmak için, Suriye’de darbe yapmış, İran ve Rusya’nın bu bölgedeki etkisini azaltmış, Türkiye’yi yalnızlaştırmış ve şartların olgunlaşmasını bekliyor.

Bununla da yetinmemiş, Türkiye’de kendisine daha az direnecek bir iktidar olsun diye uğraşıyor, ortalığı karıştırıyor.

Ne diyelim; böyle dost düşman başına…

6 Nisan 2025 Pazar

 

KUTUPLAŞTIRMA  KARGAŞA VE İKTİDAR DEĞİŞİMİ


Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak.
Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır. Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahaleler gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.


Yaşım uygun 1960 öncesini hatırlıyorum;  toplum DP’li ve CHP’li olarak ikiye bölünmüştü, ayrışma düşmanlıkları körüklüyordu.  Ankara, İstanbul ve birkaç ilde daha olaylar, kalkışmalar oldu; arkasında 1960 darbesi geldi.


1971 öncesi ülkede önce Amerikan karşıtı gösteriler başladı ve arkasından komünist, antikomünist çatışması çıktı ve peşinden 12 Mart'ta Amerikancı bir darbe oldu.


1974 Kıbrıs Harekâtı yapıldı, Amerika önce ambargo uyguladı ve arkasından sağ-sol çatışmalarını kışkırttı. Binlerce insanımız kaybettik. Bunu bahane eden Amerika’nın “Bizim çocuklar” dediği generaller 12 Eylül 1980 darbesini yaptı. Vatanseverler susturuldu. Küreselciler, Amerikancılar iktidar oldu.


2002 yılında, Türkiye’nin Irak politikasını beğenmeyen Amerika bu sefer ekonomik olarak saldırdı ve Türkiye’yi seçime gitmeye zorladı.  Seçim sonucunda, 2 Kasım 2002’de ABD'nin istediği iktidar başa geldi.


Aynı oyun tekrar oynanıyor.  ABD, bu iktidarın Amerika-İsrail politikalarına yeteri kadar hizmet etmediğini düşünerek  ülke içindeki, güçlerini devreye soktu.  Bahane de hazırdı;  Erdoğan, rakibini hapse attırmıştı, hukuk siyasetin emrine girmişti. Türkiye çok kötü yönetiliyordu.  Bu gerekçelerle halk sokağa çağrıldı, yetmedi boykotlar ilan edildi. Arkasından erken seçim çağrıları başladı.


Bu plana göre, iktidar erken seçim yapmaya mecbur kılınacak. Seçim sonucunda, ABD’nin istediği iktidar oluşacak; Amerika’nın plânı bu. 


Başarabilir mi? Erdoğan ve AKP iktidarı ekonomik, güvenlik ve dış politikalarını değiştirmezse, milli güçleri toplayıp yanına almazsa, bu planın başarı ihtimali çok yüksek.  

 

Bunun sonunda,  ‘Kürdistan’ isimli ikinci İsrail devletinin kurulur ve Sevr gerçek olur.  

 

25 Mart 2025 Salı

 

PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Bu yazıyı 4 sene 4ay önce yazmıştım. Bahsettiğim "pskolojik kitle" harekete geçirildi. Yazı şöyle:
Eyup S. Karakaş
PSİKOLOJİK KİTLE VE NEFRET YOBAZLARI
Türkiye’de bir yeni ‘psikolojik kitle’ oluştu. ‘Psikolojik’ diyorum çünkü insanlar akıllarından çok duygularının itmesi ile bu kitleye katılıyor. O duygunun adı da ‘Erdoğan ve AKP nefreti’.
Bu kitlenin içerisinde Atatürk posteri sallayanları, kafa tokuşturarak milliyetçiliğini ilan edenleri, Türkiye’yi bölme hevesi içinde çırpınanları, inşallah, maşallah diyerek dindar olduklarını gösterme ihtiyacı duyanları, ümidini Amerika’ya bağlamış liberalleri görmek mümkün.
Fikirler farklı, ama nefret aynı. Bu nefret onları tekleştiriyor. Nefret tek, fikir tek: ‘Erdoğan gitsin de kim gelirse gelsin.’
Kin ve nefret insanı ülkesine, vatanına ihanet edecek kadar körleştirir mi? Körleştirdiğini gördük ve görmeye de devam ediyoruz.
Biden, Macron, Miçotakis, Kılıçdaroğlu, Akşener, Demirtaş, Fethullah ele ele tutuşmuş, ‘Erdoğan Gitsin’ türküsünü söyleyip halay çekiyorlar. Davul Türkiye’de, tokmak Amerika’da. Halay başı ise Biden; o diz kırıyor hepsi kırıyor, o ellerini kaldırıyor hepsi kaldırıyor. Melodi Amerika’dan geliyor, ritmi orası belirliyor. Bizim psikolojik kitlemiz ise coşmuş vaziyete izliyor, alkışlıyor.
EGEMEN OLAN AKIL DEĞİL, DUYGU
Böyle topluluklara ‘duygusal kitle’ demek de mümkün; çünkü egemen olan duygular.
Aşkın gözü kördür derler, biz de diyoruz ki, nefretin gözü daha da kördür. Nefret seline kapılmış birisinde artık kişisel muhakeme, araştırma, soruşturma, şüphelenme kalmaz. Kendisine yöneltilen telkinlerin esiri olur.
Kendi aklını nefretinin emrine vermiş bir kimse, nefret duygularını besleyecek her türlü habere hemen inanır. Şüphe duymaz, araştırmaz, soruşturmaz. İnandığı bu haber onun kişisel çıkarlarını yok edecek de olsa mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, haberi veya bilgiyi doğruluğunu araştırmadan arkadaşları ile paylaşır; mutluluğu daha da artar.
Bu nedenle, sosyal medya yalan nehrine dönüşmüş durumda. Bu nehrin kaynağı ise belli, halay başında kim varsa, melodi nereden yükseliyorsa yalan nehrinin kaynağı da odur, orasıdır.
Böyle duygusal kitlelerde, ilk okul mezunu ve en üst düzeyde eğitim almış birisi, olayları nesnel olarak değerlendirme yeteneği bakımından aynı seviyeye iner. Bu insanlarda, nesnel gerçeklerin yerini nefretlerini besleyecek yalanlar alır.
Muhakeme yok olunca, çok büyük yalanlar bile psikolojik kitle içindeki insanlar için mutlak gerçeğe dönüşür. Mutlak gerçeğe dönüşmüş yalanlar insanları yönlendirmeye, sürüklemeye başlar. İnsanlar öyle sürüklenirler ki, kendilerine yabancılaşırlar ama farkına bile varmazlar.
NEFRET DUYGUSU YOBAZLAŞTIRIYOR
Duygularının seline kapılmış insandan aydın olmaz. Olmasına olmaz da öyleleri var ki kendisini ‘aydın’ sanıyor. Ne yazık ki ne aydınlanmış ne de aydınlatıyor. Okuduğu tek şey gazete, o da tek yanlı. Dinlediği bir iki televizyon kanalı, onlar da yalancılarla dolu.
Bu insanlar, akşam televizyonlarda dinlediklerini sabah birbirlerine anlatıyorlar. Anlattıkça nefretleri tazeleniyor, nesnel düşünme yetenekleri daha da azalıyor. Kendi düşüncelerine ve bildiklerine iman etmiş, tam bir yobaza dönüşüyorlar.
Duygularına ve özellikle de nefretine esir düşmüş insanlar yobazlaşıyor. Yobazlık sadece dindar geçinenlerde olmuyor, kendi bildiklerini ve kanaatlerini sorgulamayan, onlarla ilgili şüphe duyup araştırmayan herkes yobaz. Böyle yobazlaşmış aydınlara ‘nefret aydını’ demek gerek.
Bu nefret aydınlarında, Erdoğan nefreti Türkiye nefretine dönüşmüş ama haberleri yok. Türkiye aleyhine sandığı her haberi her bilgiyi büyük bir memnuniyetle paylaşıyor. Böylece Erdoğan’a zarar verdiğini sanıyor. Oysa hem ülkeye hem kendisine zarar veriyor.
YABANCILAŞAN İNSANLAR TEHLİKE SAÇIYOR
İnsanların, sorgulamadan kabullendikleri yalanların kendilerine verdiği zararlardan kurtulması lâzım.
Edinilen yanlış bilgi, kişiyi kendi özüne yabancılaştırıyor. Yanlış bilgiler yanlış seçimlere yol açıyor. Yanlış seçimler sadece nefret yobazının kendi geleceğini değil, milletin de geleceğini riske sokuyor ama farkında değil ki…
En büyük yabancılaşma ve buna bağlı yanlış seçimler siyaset alanında görülüyor.
Öyleleri var ki, kendisini Atatürkçü sanıyor, milliyetçi sanıyor, Türkçü sanıyor ama Atatürk’ün ömrü boyunca Batılı emperyalistlerle mücadele ettiğini ve ölümüne kadar Batı ile yakın ilişki içine girmediğini dikkate almıyor. Erdoğan’a duyduğu nefret, onu emperyalistlerin şahini ve büyük bir Türk düşmanı olan Biden’ın yanına itiyor. Onunla birlikte AKP iktidarını yıkmaya çalışıyor.
Erdoğan nefreti bunların gözlerini öyle kör etmiş ki, vatanımıza ve milli birliğimize saldıran eli kanlı bir örgütün mecliste temsil edilmesi için çabalar gösteriyorlar hatta oy veriyorlar.
Bu durumun devam etmesini isteyenler de sürekli sürekli Erdoğan ve AKP nefretini pompalıyorlar.
DUYGULARIN YERİNİ AKIL ALMALI
Ancak nefretten arınan insan özgürce düşünebilir. Nefretinin esiri olmuş ve gaflet uykusuna dalmış insanları sarsarak uyandırmalıyız. Kuvvetli uyarıcılar olmadan bu gaflet uykusu son bulacak gibi görünmüyor.
Olayları nesnel gerçeklerden hareket ederek değerlendiren ve gerçeklere bu şekilde ulaşan vatanseverlere büyük görev düşüyor. Ortamdaki bilgi kirliliğini temizlemeye gayret etmek gerek. Bunu yaparken de nesnel gerçekler, gür bir sesle, çekinmeden ve korkusuzca her ortamda dile getirilmelidir.
Türk milletinin geleceği için, bu hastalıklı ‘psikolojik kitlenin’ bilinçli kitleye dönüşmesi lazım. Türkiye’nin duygularının esaretinde olmadığı için sağlıklı düşünebilen insanlara ihtiyacı var, nefret yobazlarına değil!

 

https://www.aydinlik.com.tr/haber/enks-ile-pkkpydnin-kongre-hazirliklari-basladi-516933

Bu haberi okuyunca göreceksiniz, PYD’nin Suriye yönetiminden istekleri DEM’in istededikleri ile aynı. Bu istekler Suriye yönetimince büyük ihtimalle kabul olacak ve Fırat’ın doğusundeki özerk yönetim anayasal olarak tescil edilecek.

Irak’ta zaten böyle bir özerk yönetim vardı, Suriye’de de yasal olarak var olacak ve sıra Türkiye’ye gelecek.

Türrkiye’de sokak hareketlerini provake edenlerin amacı, DEM’in isteklerine evet diyecek ve Güneydoğu’da özerk yönetimin oluşmasını kolaylaştıracak bir iktidarı oluşturmak. Türkiye’de de özerk yönetim oluşunca sıra bunları birleştirmeye gelecek. Bütün bunlar adım adım ve alıştıra alıştıra uygulanacak bir plan dahilinde yürüyecek.

Şimdi ‘hayır, olmaz böyle bir şey diyenler’ zamanla ‘olabilir, neden olmasın’ demeye başlayacak. Yolsuzluktan, hırsızlıktan, rüşvetten, terçr örgütüne yardım etmekten  dolayı tutuklanan birisini kahraman  ve Atatürkçü yapan toplum mühendisliği bunu da başarır.

24 Mart 2025 Pazartesi

ZİYA GÖKALP

Vefatından bu yana 149 yıl geçmiş olan,Ziya Gökalp, Türkiye’nin son yüzyılda yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından birisidir. Karışık unsurlardan oluşan Osmanlı Devleti’nin yıkılarak yerine milliyetçilik esaslarına dayanan yeni bir devletin kurulacağını çok önceden sezmiş ve bu yeni devletin sosyal felsefesinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır.

 Atatürk’ün de en fazla etkilendiği fikir adamlarından birisidir. En önemli eseri, “Türkçülüğün Esasları” ismiyle defalarca basılan kitabıdır. Bir diğer önemli kitabı ise Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri isimli eseridir.

Ziya Gökalp’in en çok bilinen sözü şudur: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim”

Öncelikle Ziya Gökalp’in millet kavramından neyi anladığının üzerinde durmak lazım. Gökalp, kendi ifadesi ile ırkî, kavmî, coğrafî Türkçülüğe karşıydı. Osmanlıcıların ve İslamcıları millet anlayışını kabul etmiyordu. Onun millet anlayışını kendi ağzından anlatalım:

“…millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur…

Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? ... (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.

Ziya Gökalp İslam ümmetindenim der ama asla ümmetçilik yapmaz. İslam Birliği kurmak isteyenleri şiddetle uyarır. Müslümanların kurtuluşunun milli vicdana sarılmalarında bulur. Bu görüşlerini Türkçülüğün Esasları isimli eserinde şöyle anlatır:

“… pratik tecrübeler gösterdi ki, İslâm Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları doğurduğundan, öte yandan da İslâm dünyasında milliyet mefkûrelerinin ve milli vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan, Müslüman kavimlerin ilerlemelerine engel olduğu gibi, istiklallerine de manidir. Çünkü İslâm dünyasında milli vicdanın gelişmesi sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin istiklallerine engel olmak demektir.

O halde ne yapmalı? Her şeyden önce gerek memleketimizde gerek diğer İslâm ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli istiklalin doğuş yeri de dayanağı da odur.

Osmanlı devletinin son bulmasında, milli duyguların gelişmesinin ve milliyetçi akımların gelişmesinin büyük rol oynadığına inanır. Bu bakımda Akçura ile aynı düşüncededir. Bu bakımdan Osmanlıcılığı kabule değer görmez. Osmanlıcıları da şöyle eleştirir:

“…bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalışacaklardır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun’i toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. “ 

“Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor. Sömürge hayatı devam edemiyor.” 

Ziya Gökalp’e göre batı medeniyetinden olmak, onların terbiyesini, harsını, kültürünü benimsemek anlamını taşımaz. Terbiye ve kültür milli olmalı ama batıya ait bazı değerleri kabullenmeliyiz. Bu konunun anlaşılması için yazdıklarından bazı örnekler vermek istiyorum:

“Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin millî olmasını temine çalışmamız kâfidir. Terbiyemiz millî olduğu gün, ister istemez modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin olması gayesi, aynı zamanda modern terbiyenin de içinde vardır. Avrupa’dan ne kıymet hükümleri, ne kültür ne de terbiye almak mecburiyetinde değiliz.”

“…O halde, bu makalemizi şöyle bir neticeyle bitirelim: Kültür ve terbiye bakımından Avrupa medeniyetine muhtaç olmadığımız halde, teknoloji ve öğretim yönüyle ona, son derece muhtacız. Avrupa’nın bütün teknolojisini almaya çalışalım; fakat, kültürümüzü yalnız kendi vicdanımızda arayalım.

Milli terbiye ve modern eğitim: İşte öğretim sahasında hedef edineceğimiz gaye!..”  (13)

“Hukuk, ahlâk, ve felsefe ve iktisatta usuller ve sistemler Avrupalı olmalı, fakat ruh tamamiyle halka, hayata uygun ve milli bulunmalıdır.

İşte, bu usulleri takip etmek şartiyle, Avrupa medeniyetini milli kültürümüzle kaynaştırabiliriz. Her milli kültür kendi istiklalini muhafaza edebilmek için, milletlerarası medeniyeti benimsemek zorundadır.” 

Ziya Gökalp kominist değildir ama koministlere de düşman gözü ile bakmaz. Sosyalizmi Türk kültürüne uygun bulmaz. Sosyalizmi ret ederken temel gerekçesi Türklerin hürriyet ve istiklallerini sevmeleridir. Türklerin eşitliği sevdikleri için ferdiyetçi de olamayacaklarını söyler ve başka bir sistem önerir; okuyalım:

“Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri için, iştirakçi (komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı, fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizim yani tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur. Sosyalistlerin ve komünistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdî mülkiyetler varsa, bunlar meşru sayılmaz. Bundan başka mülkiyet yalnız ferdî olmak lâzım gelmez. Ferdi mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır.”

“Demek ki, Türklerin sosyal mefkuresi, ferdî mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umumun menfaatine sarf etmek üzere muhafazasına ve üretilmesine çalışmaktır.” 

Ziya Gökalp, birçok hususta olduğu gibi iktisatta da milli olmanın yanındadır. Liberal politikalar da tıpkı Akçura gibi karşıdır. “Açık kapı” siyasetlerinin Türkiye’yi sanayileşmiş ülkelere bağımlı kılacağını söyler. Türkiye’nin kendi şartlarına uygun bir ekonomik program geliştirmesinden yanadır ve bunun için de Türk iktisatçılarını göreve çağırır: 

“…İngiltere için faydalı olan tek usul, gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi, ilelebet İngiltere gibi sanayi memleketlerine iktisatça esir olması neticesini verecektir.

Türk İktisatçılarının ilk işi, evvelâ Türkiye’nin iktisadî gerçeklerini tespit, sonra da bu objektif tetkiklerden milli iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücuda getirmektir. Bu program vücuda geldikten sonra, memleketimizde büyük sanayi vücuda getirmek için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekâleti de bu ferdî faaliyetlerin başında umumi bir düzenleyici vazifesini görmelidir.”

Ziya Gökalp, Türkçülük konusundaki düşüncelerini aşağıdaki metinde adeta özetlemiştir. Özetle de kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin arkasında temel olarak Türkçülüğün siyasi mefkuresinin bulunduğunu anlatmıştır. Halkçılık ve Türkçülüğü aynı kefede gören Ziya Gökalp, Türkçülük ve halkçılığı Türk milletinin geleceğini belirlemesi gereken iki temel görüş olması gerektiğini söylemiştir.

“Türkçülük, siyasi bir parti değildir; ilmî ve felsefî bir mekteptir. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur. Bu sebeple ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde siyasi mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.

Bununla beraber, Türkçülük büsbütün siyasî mefkûrelere bigâne kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka mefkûrelerle beraber, siyasî mefkûrelere de sahiptir. Meselâ, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern mahiyette bulunan akımlarla ve mefkûrelerle bağdaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bugün Türkçülük Halk Fırkası’na (partisi) yardımcıdır. Halk Fırkası, hükümranlığı millete yani Türk halkına verdi. Devletimiz Türk Türkiye ve halkımıza Türk Milleti adlarını verdi. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, hatta milletimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağıza alınmazdı. Hiç kimse “ben Türküm” demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Fırkası’nın annesi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye’yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimiz hakiki adlarını verdi ve siyasetimizi istibdadın ve yabancı unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki, Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasî programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olmaz…Türkçülükle halkçılığın aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir.

Gelecekte de halkçılık ve Türkçülük el ele vererek, mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır." 

21 Mart 2025 Cuma

 

AMERİKA BUNU HEP YAPIYOR

Attilâ İlhan, Batı’nın Deli Gömleği isimli kitabında, CIA gizli işler sorumlusunun hazırladığı Bissel raporundan özet aktarmış:

“Sistem'e dahil bir ülkede, yönetimi belirli bir şeye mecbur etmek istedi mi, 'sistem"in lideri gizli örgütleri aracılığıyla o ülkedeki yandaş ve karşıt güçleri el altından kışkırtır, iktidara karşıt olanları karşıt doğrultuda, yandaş olanları karşıtlara itekleyerek! Bu ülkede ister istemez bir kargaşa doğuracak, sonunda yıpranan iktidar, yerini 'sistem'in beğendiği türden bir başka iktidara bırakacaktır. Onun birinci işiyse elbet, 'sistem'e karşıt olan güçleri temizlemektir.”

Amerika’nın yıllardır uyguladığı yöntemdir bu: Bir ülkeye egemen olmak isterse, ilk yaptığı şey mevcut iktidarı yıpratmak, ülkeyi seçime götürmek ve bu şekilde uzlaşacağı (!) bir yönetimi iktidar yapmak. Bunun için, ülke içinde kaos yaratır, ekonomik saldırılarda bulunur, terör örgütlerinden faydalanır ve iktidarı yıpratır ve seçim ortamı yaratır.

Bununla başaramazsa sıra darbelere ve askeri müdahalelere gelir. Geçmiş yıllarda bunun çok örneğini gördük.

İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan sokak hareketlerini bu gerçek göz önüne alınarak değerlendirlmeli. Anlaşılan Amerika Erdoğan’ı gözden çıkarmış durumda. Türkiye yaratılan bu ortamla  erken seçime zorlanacak. Bu seçimde Erdoğan ve ekibinin kazanması çok zor.

Bu ortamı yaratmanın hazırlığı çok önceden yapılmıştı. Yıllardır yapılan yoğun propaganda ile Erdoğan’dan nefret eden büyük bir kitle oluşturuldu. Aklını nefret duygusunun emrine veren bu kitle sağlılkı düşünemez hale geldi. Erdoğan gitsin de kim gelirse anlayışı egemen oldu. İnsanlar kendilerine yabancılaştı. O kadar yabancılaştılar ki, kendisini milliyetçi, Atatürkçü, solcu olarak gören insanların ne milliyetçilikleri, ne solculukları ne de Atatürkçülükleri kaldı. Hepsinin tek hedefi Erdoğan iktidarına son vermek oldu. Erdoğan gitsin de isterse DEM iktidara ortak olsun, bölücüler kabineye girsin, hiç önemli değil. Zihniyet bu!

Türkiye ekonomisinin başına Mehmet Şimşek’in getirilmesi ve onun uyguladığı ekonomik programlar sonucunda çalışanların, emeklilerin milli gelirden aldığı pay azaldı. Kurulan sömürü düzeni ile kaynaklar yabencı ve yerli zenginlere aktı. Bu durumdan memnun olmayan önemli bir kesim Erdoğan’dan ümidini kesti ve muhalefete yöneldi.

Bu kargaşalar sonunda erken seçime gidilecek ki bu durumda Amerika’nın istediği bir iktidar oluşacak.  Amerika’nın istediği bir iktidar başa gelirse, Güneydoğu’ya özerklik verilecek. Bu özerk yönetim, Irak ve Suriye’deki özerk yönetimlerle birleşerek adı Kürdistan olan ikinci İsrail devletinin kuruluşunu sağlayacak. KKTC’nin varlığı da tehlikeye girecek.

Bu gidişatı durdurmak için en kısa zamanda milli güçler bir araya gelmeli ve yeni bir hükümet kurulmalıdır. Aksi takdirde seçim sonucu kurulacak yönetim ile birlikte Amerika’nın Türkiye üzerindeki egemenliği daha da artar.  Sonu bölünmeye kadar gidebilir.  

Son bir ihtimal de şu:  İmamoğlu ve ekibine isnat edilen suçların kesin kanıtları ortaya konursa gösteriler sona erer ve erken seçim ihtimali şimdilik yok olur ama şimdilik...