29 Kasım 2025 Cumartesi

 

JAMES WATSON VE KANITA DAYALI BİLGELİK

James Watson çok zeki bir insan, DNA’nın çift sarmalını bulmuş ve Nobel ödülü kazanmış. Çok itibarlı bir bilim adamı iken siyahlar ve beyazlar arasında genetikten kaynaklanan IQ farkı olduğunu ileri sürmüş ve bu iddiasını bilimsel kanıtlar olmadan tekrarlamış.  Ayrıca cinsiyet ayrımı da yapınca itibar kaybına uğramış.

Kary Banks Mullis isimli Nobel ödülü almış bir başka bilim adamı var. O da çok zeki bir insan; polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) tekniğini bulmuş.

Bu tarihten sonra, PCR, biyokimya ve moleküler biyolojide merkezi bir teknik haline geldi. The New York Times, bu buluşu  "biyolojiyi PCR öncesi ve PCR sonrası olmak üzere iki döneme ayıran, son derece özgün ve önemli" olarak tanımlandı.

Mullis de çok zeki ama olağan dışı ve ispat edilmemiş hususlara inanıyor. Navarro ırmağı kenarında, “gözleri fıldır fıldır dönen” rakun kılığına girmiş tuhaf bir yaratıkla karşılaştıktan sonra uzaylılar tarafından kaçırıldığına iddia ediyor. Uzaylılara inanması yetmiyor gibi astrolojiye, burçlara da inanıyor. AIDS’e HIV virüsünün sebep olduğunu da kabul etmiyor. Bilimsel olarak, sağlam kanıtlarla belirlenmiş gerçekleri inkâr ediyor.

Türkiye'de de bir bilim insanından söz etmişlerdi. Öğretim üyesi olan ve uluslararası alanda büyük itibar sahibi olan bu bilim insanı da fala inanıyormuş. Bilimsel çalışmalara başlamadan önce falcısına danışırmış.

Demek istediğim şu: Çok iyi eğitim almış, çok zeki bir insan kendisinden umulmayacak bir şekilde gerçek dışı şeylere inanabiliyor ve kendi düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul edebiliyor.

Sosyal medya ve farklı internet kanalları dayanaksız, ispatsız fikirlere sahip insanlarla dolu. Bunlar aslı astarı olmayan şeyleri gerçek kabul edip paylaşıyorlar. Bu insanların çoğu da iyi eğitim almış olanlar. Bunların içinde kendi bilim dallarında çok iyi şöhrete sahip bilim adamları da az değil.

Nasıl oluyor da zeki ve iyi eğitimli insanlar mesnetsiz, ispatsız şeylere kolayca inanıyorlar? Bu sorunun cevabı ne olabilir?

Bu soruların cevabını düşünürken aklıma Ömer Seyfettin’in “ilim başka, irfan başka; âlim başka, arif başka”  sözü ve bununla ilgili hikâyesi geldi.

Sokrates,  savunmasında bu konuya değinmiş:

Sokrates'in arkadaşlarından Khairephon, Delfi'ye gider ve dünyada Sokrates'ten daha bilge biri olup olmadığını sorar. Aldığı cevap ise olmadığıdır. Bu kehaneti kabullenemeyen Sokrates kendinden daha bilge olabileceğini düşündüğü devlet adamları, ozanlar ve zanaatkârlar ile konuşmak ve kehaneti çürütmek için yollara koyulur. Sokrates, bilge olduğunu sandığı ya da kendini bilge sanan bu insanların aslında bilge olmadıklarını anlar ve şöyle der:  “Bana aslında en kifayetsizleri gibi görünen, hakir görülen diğerleri, iş sağduyuya geldiğinde daha donanımlı göründüler.”

Descartes, “Metod Üzerine Konuşma” adlı eserinde anlatmış olduğu “yöntem” ve “bilgi” anlayışı ile modern ve sağlıklı düşünmenin yollarını açmış. Ne yazık ki çok zeki insanlar Descartes’ın geliştirdiği yöntemlere rağmen gerçeği bulmada ve olayları değerlendirmede yanlışlıklara düşüyorlar.

 Descartes, “Davranışlarımı açıkça görebilmek ve şu yaşımda güvenle yürümek için doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi öğrenmeye karşı pek büyük bir istek duyuyorum.” Diyor ve bu isteği gerçekleştirmek için kurallar ortaya koyuyor. Onun önemli bir kuralı şu: “Doğru olduğuna açıkça aklı yatmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmemek.” Doğru olmayan bir şeyi insan kabul edebilir mi? Descartes’e göre evet, eğer aceleden ve önyargıdan kaçınamazsa edebilir.

Zeki ve iyi eğitim görmüş insanların bir kısmı kendilerini çok beğendiği için acele eder. Onlar zaten her şeyi bildiklerini kabul ettikleri için konunun üzerinde düşünmeye veya araştırıp öğrenmeye gerek duymazlar. Bunlar eski bilgilerinin ve kendini beğenmişliklerin esiri durumundadırlar. Daha önce öğrendiklerini mutlak doğru kabul ederler ve bu bilgilerinin aksine bir görüşü asla kabul edemezler. Kabul ettiklerinde kendilerini alçalmış ve bilgisiz hissederler. Mevcut bilgileri onlara iyilik değil, kötülük eder; kendilerini yenileyemezler.

Sıradan insanların çoğu ise aklına yatmayınca söylenenleri kabul etmez. Çünkü Ömer Seyfettin’in dediği gibi,  “ilim başka irfan başka, âlim başka arif başka.”

Attilâ İlhan da bir söyleşisinde şöyle demiş: "Türkiye'nin toplumsal dinamiğinin çok hareketli, çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Avrupa'nın en dinamik ülkesi. Bu dinamizmi büyük ölçüde halkta görüyorum. Aydınlar bitti. Aydın diye bir şey yok Türkiye'de. Halk aydınların önündedir.”

Bana kalırsa, zeki ve eğitimli insanlar, bilgililer ama sağlıklı düşünmede sıkıntıları var.  Kendi bilim alanları dışında gerçeğe ulaşmak için bilimsel yöntemlere başvurmuyorlar. Nasrettin Hocanın komşusu gibi işine gelen yalanlara çabuk kanıyorlar.  Kendilerini o kadar çok beğeniyorlar ki fikirlerini sorgulamak akıllarına gelmiyor.  Kendilerini dolayısıyla fikirlerini denetleyemiyorlar, mesnetsiz bilgilerin esiri oluyorlar.

Zeki insanların büyük kısmında entelektüel tevazu yok, açık fikirli düşünemiyorlar, sunulan bir fikrin doğruluğunu araştırmıyorlar, duygularının esiri oluyorlar, kanıt aramadan kabulleniyorlar.

Bu insanlar düşündüklerini sanır; aslında yaptıkları, sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir.

Sağlıklı düşünce için bilim adamı olmak yetmez, “kanıta dayalı bilge” olmak gerekir. 

14 Kasım 2025 Cuma

ÇAĞDAŞ TOPLUM ÇAĞDAŞ İNSAN

Bazı toplumlar ve ülkeler için kullanılan “çağdaş” sözcüğünün taşıdığı anlam etrafında yoğun tartışmalar olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Özellikle geçmiş kuşaklar “çağdaşlaşma” sözcüğünü teknolojik ve ekonomik olarak ileri olan ülkelerin kültürel değerlerinin benimsenmesi şeklinde yorumlamışlardır.  Bu nedenle bazen Fransızlara benzemeği bazen de Amerikalılara benzemeği, onlar gibi davranmayı, onların müziğini dinlemeği, onlar gibi giyinmeği çağdaşlığın ölçütü kabul etmişlerdir.

Bize göre, “çağdaş toplum” bilginin üretilmesine katkıda bulunabilen ve kendi kurumlarını çağın bilgilerinden yararlanarak yeniden düzenleyebilen ve bilgiyi teknolojiye, teknolojiyi verimliliğe,  verimliliği de refaha ve güce dönüştürebilen milletlerin hak ettiği bir sıfattır.

Çağdaş toplumlar ancak milli devletler içinde var olabilir.  Çağdaş insanlar,  bu devletin özgür ve insan haklarına sahip fertleridir. Egemenlik milletindir ve millet asla otoritesini paylaşmaz. Devlet ise tam bağımsızdır.

BATILILAŞMA MI ÇAĞDAŞLAŞMA MI

Bizde Batı hayranlığı 18. Yüzyıl sonlarında başlar. Osmanlı ordularının savaş meydanlarında yenik çıkması, zamanın yöneticilerinde ‘Batı hayranlığı’ başlatır. Düşman da Batı’dır, imdat beklenen yer de Batı’dır, talimat alınan makam da Batı’dadır.

Tanzimat paşaları Batı kültürünü benimseyip,  yaşam tarzlarını bu kültüre göre düzenlerlerse bu kötü gidişe son vereceklerini sandılar. Çareyi Batılılaşmada buldular. Bu batılılaşma hevesi onları birer Batı hayranı yaptı.

Tanzimat döneminde önemli görevler üstlenmiş Sadrazam Fuat Paşa’nın yazdığı vasiyetnamedeki ifadeler bu hayranlığını güzel anlatıyor:

“…mahvolma felâketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına, Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisi, İngiltere’dir., (…) bendenizce, Bâbıâli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir.”

Şunu da iyi bilmek gerekir: Emperyalizm, bir ülkede etkili olmaya başlayınca, ilk planda o ülkeyi az gelişmişlik düzeyinde tutmaya çalışır; gelişmişliği ise kendi kültürünü ve yaşama biçimini benimsetmek olarak kabul ettirir. Tanzimat döneminde de, 1940’lı yıllardan sonra da yapılan budur.

Memleketin hammaddeleri ucuza kapatılsın, halk sömürülsün, fabrikaları elinden çıksın, yabancı sermaye ekonomiye egemen olsun; bunlar önemli değil, halk sömürgeci ülkenin kültürünü benimsedi mi ilerleme başlamıştır, halk çağdaşlaşmıştır.

Aydınlarımızın büyük çoğunluğu, Tanzimat’tan bu yana maalesef emperyalizmin bu oyununa gelmektedir.

ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Atatürk Tanzimat ve sonrası dönemi çok sert bir şekilde eleştirmiştir.

Türk milletinin çağdaş olabilmesini devlete kayıtsız şartsız egemen olmasına bağlamıştır. “Yeni Türkiye Hükümetinin öz cevheri millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir.  Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez” demiştir. 

Atatürk'e göre çağdaş toplum, durağan olamaz. Toplum, dünya şartları değiştikçe kendisini sürekli yenilemelidir.

Ona göre, toplum kendisini yenileyerek  tekamül edebilir ve çağdaş kalabilir: «…millet zikrettiğim tahavvül ve inkılâpların tabii ve zaruri bir hakikat olarak, umumi idarenin ve bütün kanunların, ancak dünya ihtiyaçlarından ilham almasını; ve ihtiyaçların gelişme ve değişmeleriyle aralıksız gelişip değişmesini kabul eden, ‘dünyevi bir idare’ anlayışını ‘hayati’ saymıştır.”

Değişimin gayesini de net bir şekilde anlatmıştır: ” …tekâmülün gayesi insanları birbirine benzetmektir. İnsanlar arasında sınıf, derece, ahlak, elbise, dil, ölçü farkı gitgide azalmaktadır. Birliğe yürüyüş sulha doğru da yürüyüş demektir”.

Demek ki çağdaş toplum, bu toplum içindeki insanlar arasındaki farkların azaldığı,  birliğin her alanda gerçekleştiği toplumdur.  

Çağdaş toplum kendisini bilimin ışığında kendini yenilerse çağdaş kalabilir. Bilim her konuda rehber edinilmelidir. 

“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur.”

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra benimsemek isteyenler; bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Atatürk çağdaşlaşmayı Batı kültürünü benimseme olarak kabul etmedi ve milli kültürü yaşatmaya ve yüceltmeye gayret etti,

ATATÜRK SONRASI

Atatürk’ün vefatıyla birlikte Batı hayranlığı tekrar etkili olmaya başladı. Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı Batıcılığa dönüştü, toplumda Batı hayranlığı giderek artmaya başladı, tıpkı Tanzimat dönemi gibi..

İnönü’nün en yakınlarından olan Nurullah Ataç’ın şu sözleri o dönemin batıya olan hayranlığını çok güzel anlatıyor: “Bizim devrim dediğimiz hareketin amacı, bu ilkeyi Batı ülkelerine benzetmektir. Biz görüyoruz eksiğimizi, Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçemedik, onun için ne denli uğraşsak Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz.”

İnönü’nün bakanlarından Nihat Erim, “Küçük Amerika olacağız” dedi ve iktidarın hedefini açıkladı.

DP iktidarı sırasında, Celal Bayar da “Küçük Amerika olacağız” diyerek Aynı hedefi benimsediklerini açıkladı.

1940’lı yıllardan itibaren “Tanzimat aydını” diye isimlendirilen aydın tipi hızla çoğaldı. Osmanlı gerilemeye başlayınca çareyi batılı ülkelerin hayat tarzını kopyalamada bulmuştu. Ortaya “Tanzimat aydını” tipi çıkmıştı. Bu tip aydınlar, ilericiliği, geniş halk kitlelerinin gelişmesini ve refahını artıracak alt yapısal değişimler istemek yerine, batılı ülkelerin yaşam biçimlerini olduğu gibi kabullenip uygulamak olarak gördü ve görmeye de devam ediyor.  Bu çağdaşlaşma  anlayışı Batı kültürünü milli kültürden üstün görme yanlışlığını taşıyor.

Bu Batı hayranlığı sonucu olarak, 1940'lı yıllarda Atlantik sistemine bağlandık. Atlantik sisteminin askeri örgütü olan NATO'ya girmek için 456 şehit verdik.  Yetmedi, 62 yıldır Avrupa Birliği’nin kapısının önünde bekliyoruz…

KÜLTÜREL ÜSTÜNLÜK

Milletler arası mücadelelerde “kültürel üstünlük” büyük önem taşır. “Kültürel üstünlük” kavramını ilk ortaya atan İngilizlerdir. İngiltere bu kavramı çok etkili bir şekilde kullandı. Sömürdüğü ülkelerde İngilizceyi ana dili haline getirmeye çalıştı. Bunun için de eğitim dilinin İngilizce olmasını sağladı. Böylece bu ülkelerde İngiltere’ye karşı bir hayranlık uyandırdı. Ülkeleri sömürmeyi kolaylaştırdı.

Mandela’nın şu sözleri çok önemli: “Ben bir İngiliz okulunda eğitim ve öğretim gördüm. Şöyle bir düşünceye kapıldım: İyi olan her şeyin anavatanı İngiltere’dir.”

Günümüzde de dünya egemenliği peşinde olan Amerika emperyalist emellerini gerçekleştirmek için başta İngilizce olmak üzere kendi kültürünü tüm dünyaya yaymaya çalışıyor. Bunda da çok başarılı oluyor. Kültürel üstünlüğü siyasi ve ekonomik üstünlüğün takip edeceğini biliyor.

Bizim Batıcı aydınlar da bu planın parçası oluyor.

Amerika’nın kültürel üstünlüğünü kabul etmiş gibiyiz; bu da bizi sömürüye açık hale getiriyor. Batı hayranlığı içine giren aydınlarımız, Attilâ İlhan’ının deyimiyle “Batı’nın manevi” ajanı haline geliyor.

Keşke ben Atatürkçüyüm diyenler onun şu sözünü dikkate alsalar:

“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim.  Bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır”. 

“Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”

ÇAĞDAŞ İNSAN

Çağdaş toplum nasıl olunur anlatmaya çalıştım. Biraz da çağdaş insan nasıl olmalıdır sorusuna cevap vermeye çalışayım:

Çağdaş insan:

Bilimin ışığı altında ve halkçı anlayış içerisinde toplumun yeniden şekillenmesi için mücadele eder;

Ülkesinin bağımsız, insanların özgür olması için çaba gösterir;

Yabancı güçlerin her türlü müdahalesine karşıdır;

Millet egemenliği için demokrasinin derinleşmesini ister.

Savunduğu ‘ekonomik büyüme ve kalkınma modeli’ mutlaka sosyal amaçlar içerir;

Sınıflar arası farkın yok olmasını hedefler;

Emperyalizme ve halkların sömürülmesine karşıdır.

Renk, din, dil, etnik köken farkı gözetmeden tüm insanları eşit haklara sahip olduğuna inanır;

Servet, gelir ve fırsat eşitsizliğinin ortadan kalkması için çalışır. İstihdamın ve çalışanların gelirinin artması için uğraşır.

Herkesin yararına ve herkese eşit şekilde sunulacak kamu hizmetini arzular;

Devletin, eğitim ve sağlık gibi hizmetleri toplumun her ferdine eşitlikçi anlayış içerisinde sunmasını ister ve bunun için çaba gösterir.

‘Herkes için adalet’ kavramını düstur edinir.

SON SÖZ

Batı kültürünü benimsemek, hayatını bu kültüre göre düzenlemek, batılıların dinlediği müziği dinlemek, onların ahlak anlayışını kabullenmek, giyim kuşamını onlarınkine uydurmak, kendi öz lisanını bırakıp yabancı dille konuşmaya çalışmak, Allah’ı inkâr etmek,  insanı çağdaş yapmaz.  

Batı hayranlığı içinde olanlar, sadece bizim ülkede değil, başka ülkelerde de Batı’nın çocuk, kadın, sivil, asker demeden yaptığı katliamları, anasız babasız kalan çocukları, evinden, yurdundan göç etmeye mecbur kalan insanları, sömürülüp aç bırakılan halkları görmüyorlar.

Batı’nın bu kötülüklerini görmeyen bu insanlar, mutluluk ve keyif içinde Hollywood filmlerini, Netflix dizilerini hayran hayran izliyorlar. İzledikçe hayranlıkları ve sevgileri bir kat daha artıyor.

Görmüyorlar çünkü meşhur sözdür “aşkın gözü kördür”…

 

10 Kasım 2025 Pazartesi

 

BATICI ATATÜRK VE GERÇEK ATATÜRK

Büyük devrimci önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve minnetle anıyorum. Bugün her zamandan daha fazla onun rehberliğine ihtiyacımız var. Onu rehber edinmemiz için gerçek Atatürk’ü Batıcı Atatürk’ten ayırt etmemiz gerekir.

Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim;  Atatürkçülüğün özünde batıcılık filan yoktur. Atatürk, Türk milletini çağdaş bir toplum haline dönüştürmek için, Batı ve onun yerli işbirlikçileri ile savaşmış ve mücadele etmiştir. Batı ile olan ekonomik ve siyasi ve askeri bağları koparmıştır. Tam bağımsızlıktan kasıt da budur zaten.

Atatürk, Batı’ya bağlı kalarak çağdaşlaşmanın mümkün olamayacağını anlamıştı ve gereğini yaptı. Tam bağımsızlığı ilke edinmiş ve bunun için bir büyük savaş vermiş birisi, elbette, ülkesine yabancı güçlerine etkin olmasını istemezdi. 

BATICI ATATÜRKÇÜLÜK

Batıcı Atatürkçülüğün 5 temel özelliği var ki bunların hiç birinin gerçek Atatürkçülük ile ilgisi yok. Teker teker açıklayalım:

1.       Siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağımlılık.

2.       Mazlum milletlerden değil, emperyalizmden yana olmak;

3.       Batı hayranlığından kaynaklanan milli kültürü terk edip Batılı hayat tarzını benimseme;

4.       Din düşmanlığına dönüşmüş bir laiklik anlayışı;

5.       Mezhep, etnik köken, dil ayırımlarını ve aşiretçilik, cemaatleşme gibi milli dokuya zarar veren ortaçağ kalıntılarını hoş görme hatta destekleme.

Atatürk’ün yaptıkları ve söyledikleri ortada; bunlar dikkate alındığında gerçek Atatürkçülüğün asla Batıcı Atatürkçülük olmadığı kolaylıkla anlaşılır. Batıcı Atatürkçülük veya Attilâ İlhan’ın isimlendirdiği gibi ‘İnönü Atatürkçülüğü’ 1940’lı yıllardan sonra başlamıştır. 1980 darbesinden sonra da yaygınlaşmıştır.

Yukarıda sıraladığımız 5 madde ile ilgili olarak Atatürk’ün bazı ifadelerini hatırlayalım ve değerlendirmelerde bulunalım:

BATI’YA BAĞLILIK DEĞİL, TAM BAĞIMSIZLIK

Atatürk’ü batıcı diye nitelendirme sıklıkla yapılan büyük bir yanlışlık. Atatürk tamamen milli bir siyaset izlemiştir. Nedir bu milli siyaset derseniz, onun kendi sözleri ile cevap verelim:

“… milletimizin kuvvetli, mes’ut, müstekâr yaşaması için, devletin tamamiyle milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilatımıza tamamiyle uygun olması ve ona dayanması lazımdır. ‘Milli siyaset’ dediğim zaman, kastettiğim mana şudur: milli sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetlerimize dayanarak varlığımızı koruyup, memleketin dahili saadetine ve imarına çalışmak.”

 

Atatürkçülüğün en önemli özelliği ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesini tavizsiz korumaktır. Tam Bağımsızlığın tarifini de Atatürk’ün ağzından verelim: "Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğunu ifade eder."

İfade açık; Siyaseten başka devletlere tabi olursanız, iktisadi sisteminizi Avrupa ve Amerika’nın arzularına göre düzenlerseniz, savunmanızı NATO’ya emanet ederseniz, kültürünüzü de Hollywood’un etkisine bırakırsanız tam bağımsız olamazsınız.

EMPERYALİZMDEN DEĞİL MAZLUMDAN YANA OLMAK GEREK

Atatürk’ün ömrü emperyalizmle savaşarak ve mücadele ederek geçmiştir. Batı’nın emperyalist olduğunu ve Türkiye düşmanı olduğunu o bizlere öğretmiştir.

Mücadelesi tüm mazlum milletler içindi. Kendi ifadesi ile anlatalım:

“…biz, Batılı emperyalistlerine karşı yalnız ve kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz; aynı zamanda Batılı emperyalistlerin, güçleri ve bilinen vasıtalarıyla Türk milletini emperyalizme vasıta olarak kullanmak isteyenlere de engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz….”

“Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir...”

“...Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.”

MİLLİ KÜLTÜR MİLLİ TERBİYE ESASTIR

Batı kültürünü, Amerikalılar gibi yaşamayı Atatürkçülük olarak görenler var; çok yanlış. Bunlar Tanzimat Alafrangacılarının devamı gibidir. Batı tarzı yaşama özendikleri için milli olan her şeyden uzaklaşırlar. Oysa Atatürk milli kültüre ve terbiyeye çok önem verirdi. Okuyalım bakalım:

"Türk Milletinin idaresinde ve korumasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir"

"Dünyanın bize hürmet etmesini istiyorsak, evvelâ biz, kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milletimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün ef'al (eylemler) ve hareketimizle gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulamayan milletler, başka milletlerin şikârıdır (avıdır)."

"Efendiler yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hudutları ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye'nin istiklâline, kendi benliğine, millî ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir.

“Bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurufatından (boş inançlarından) ve evsaf-ı fıtriyemizle (doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü deha-yı milliyemizin inkişaf-ı tamı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir.”

LAİKLİK DİNSİZLİK DEĞİLDİR

Bazı rozet, poster Atatürkçüleri milletimizin mukaddes değerlerine saldırmayı laiklik olarak görüyor. Din adamlarından nefret ediyor ve Türkye’nin başına gelen her türlü felaketin sorumlusu olarak din eğitimini ve imamları görüyor.

Onlara göre laiklik ve dinsizlik eş anlamlı. Oysa Atatürk hiç de öyle düşünmüyordu. Laikliği önemli bir ilke olarak kabul etmişti ama din ve vicdan özgürlüğüne de çok önem veriyordu. Okuyalım gene:

“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.”

ORTAÇAĞ KALINTILARINA SAHİP ÇIKILAMAZ

Atatürk sadece bir devlet kurmadı, yeni bir toplum inşa etti. Bu yeni toplumdan mezhep, etnik köken ve aşiretçilik, cemaatleşme gibi milli dokuya zarar veren Ortaçağ kalıntılarını temizlemeye çalıştı. Millet Egemenliği için bu temizlik şarttı. “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” ifadesi rasgele söylenen bir söz değildir. Halk egemenliğinin en önemli şartlarından birisidir.

Hal böyle iken, Batıcı Atatürkçüler etnik kimlik ve mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapmaya devam ediyor. Hatta etnik farklılığı ileri sürerek ülkeyi bölmeye çalışan Amerikancı terör örgütüne destek oluyor. Onlara Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmak lazım:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler (isimlendirmeler); birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinden teellümden (üzüntü) başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”

Unutmayalım; Atatürkçü olmak ancak gerçek Atatürk’ü tanımakla mümkündür.