JAMES WATSON VE KANITA DAYALI BİLGELİK
James Watson çok zeki bir insan, DNA’nın çift sarmalını
bulmuş ve Nobel ödülü kazanmış. Çok itibarlı bir bilim adamı iken siyahlar ve
beyazlar arasında genetikten kaynaklanan IQ farkı olduğunu ileri sürmüş ve bu
iddiasını bilimsel kanıtlar olmadan tekrarlamış. Ayrıca cinsiyet ayrımı
da yapınca itibar kaybına uğramış.
Kary Banks Mullis isimli Nobel ödülü almış bir başka bilim
adamı var. O da çok zeki bir insan; polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) tekniğini
bulmuş.
Bu tarihten sonra, PCR, biyokimya ve moleküler biyolojide
merkezi bir teknik haline geldi. The New York Times, bu buluşu
"biyolojiyi PCR öncesi ve PCR sonrası olmak üzere iki döneme ayıran,
son derece özgün ve önemli" olarak tanımlandı.
Mullis de çok zeki ama olağan dışı ve ispat edilmemiş
hususlara inanıyor. Navarro ırmağı kenarında, “gözleri fıldır fıldır dönen”
rakun kılığına girmiş tuhaf bir yaratıkla karşılaştıktan sonra uzaylılar
tarafından kaçırıldığına iddia ediyor. Uzaylılara inanması yetmiyor gibi
astrolojiye, burçlara da inanıyor. AIDS’e HIV virüsünün sebep olduğunu da kabul
etmiyor. Bilimsel olarak, sağlam kanıtlarla belirlenmiş gerçekleri inkâr
ediyor.
Türkiye'de de bir bilim insanından söz etmişlerdi. Öğretim
üyesi olan ve uluslararası alanda büyük itibar sahibi olan bu bilim insanı da fala
inanıyormuş. Bilimsel çalışmalara başlamadan önce falcısına danışırmış.
Demek istediğim şu: Çok iyi eğitim almış, çok zeki bir insan
kendisinden umulmayacak bir şekilde gerçek dışı şeylere inanabiliyor ve kendi
düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul edebiliyor.
Sosyal medya ve farklı internet kanalları dayanaksız,
ispatsız fikirlere sahip insanlarla dolu. Bunlar aslı astarı olmayan şeyleri
gerçek kabul edip paylaşıyorlar. Bu insanların çoğu da iyi eğitim almış
olanlar. Bunların içinde kendi bilim dallarında çok iyi şöhrete sahip bilim
adamları da az değil.
Nasıl oluyor da zeki ve iyi eğitimli insanlar mesnetsiz,
ispatsız şeylere kolayca inanıyorlar? Bu sorunun cevabı ne olabilir?
Bu soruların cevabını düşünürken aklıma Ömer Seyfettin’in
“ilim başka, irfan başka; âlim başka, arif başka” sözü ve bununla ilgili
hikâyesi geldi.
Sokrates, savunmasında bu konuya değinmiş:
Sokrates'in arkadaşlarından Khairephon, Delfi'ye gider ve
dünyada Sokrates'ten daha bilge biri olup olmadığını sorar. Aldığı cevap ise olmadığıdır.
Bu kehaneti kabullenemeyen Sokrates kendinden daha bilge olabileceğini
düşündüğü devlet adamları, ozanlar ve zanaatkârlar ile konuşmak ve kehaneti
çürütmek için yollara koyulur. Sokrates, bilge olduğunu sandığı ya da kendini
bilge sanan bu insanların aslında bilge olmadıklarını anlar ve şöyle der:
“Bana aslında en kifayetsizleri gibi görünen, hakir görülen diğerleri, iş
sağduyuya geldiğinde daha donanımlı göründüler.”
Descartes, “Metod Üzerine Konuşma” adlı eserinde anlatmış
olduğu “yöntem” ve “bilgi” anlayışı ile modern ve sağlıklı düşünmenin yollarını
açmış. Ne yazık ki çok zeki insanlar Descartes’ın geliştirdiği yöntemlere
rağmen gerçeği bulmada ve olayları değerlendirmede yanlışlıklara düşüyorlar.
Descartes, “Davranışlarımı açıkça görebilmek ve şu
yaşımda güvenle yürümek için doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi öğrenmeye karşı pek
büyük bir istek duyuyorum.” Diyor ve bu isteği gerçekleştirmek için kurallar
ortaya koyuyor. Onun önemli bir kuralı şu: “Doğru olduğuna açıkça aklı
yatmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmemek.” Doğru olmayan bir şeyi insan kabul
edebilir mi? Descartes’e göre evet, eğer aceleden ve önyargıdan kaçınamazsa
edebilir.
Zeki ve iyi eğitim görmüş insanların bir kısmı kendilerini
çok beğendiği için acele eder. Onlar zaten her şeyi bildiklerini kabul
ettikleri için konunun üzerinde düşünmeye veya araştırıp öğrenmeye gerek
duymazlar. Bunlar eski bilgilerinin ve kendini beğenmişliklerin esiri
durumundadırlar. Daha önce öğrendiklerini mutlak doğru kabul ederler ve bu
bilgilerinin aksine bir görüşü asla kabul edemezler. Kabul ettiklerinde
kendilerini alçalmış ve bilgisiz hissederler. Mevcut bilgileri onlara iyilik
değil, kötülük eder; kendilerini yenileyemezler.
Sıradan insanların çoğu ise aklına yatmayınca söylenenleri
kabul etmez. Çünkü Ömer Seyfettin’in dediği gibi, “ilim başka irfan
başka, âlim başka arif başka.”
Attilâ İlhan da bir söyleşisinde şöyle demiş:
"Türkiye'nin toplumsal dinamiğinin çok hareketli, çok yüksek olduğunu
düşünüyorum. Avrupa'nın en dinamik ülkesi. Bu dinamizmi büyük ölçüde halkta
görüyorum. Aydınlar bitti. Aydın diye bir şey yok Türkiye'de. Halk aydınların
önündedir.”
Bana kalırsa, zeki ve eğitimli insanlar, bilgililer ama
sağlıklı düşünmede sıkıntıları var. Kendi bilim alanları dışında gerçeğe
ulaşmak için bilimsel yöntemlere başvurmuyorlar. Nasrettin Hocanın komşusu gibi
işine gelen yalanlara çabuk kanıyorlar. Kendilerini o kadar çok
beğeniyorlar ki fikirlerini sorgulamak akıllarına gelmiyor. Kendilerini
dolayısıyla fikirlerini denetleyemiyorlar, mesnetsiz bilgilerin esiri
oluyorlar.
Zeki insanların büyük kısmında entelektüel tevazu yok, açık
fikirli düşünemiyorlar, sunulan bir fikrin doğruluğunu araştırmıyorlar,
duygularının esiri oluyorlar, kanıt aramadan kabulleniyorlar.
Bu insanlar düşündüklerini sanır; aslında yaptıkları, sadece
önyargılarını yeniden düzenlemektir.
Sağlıklı düşünce için bilim adamı olmak yetmez, “kanıta
dayalı bilge” olmak gerekir.